- En aşağı derecesi şu gördüğün manzara, yani idam sehpası.
- En yukarı derecesi hangisi?
- Onu anlayacak güçte değilsin. Onu da belki yarın anlarsın diyerek tasavvufun bir aşk ve çile işi olduğunu fiilen anlatmak istemişti.
İdam sırasında talebesi Şibli, herkes ona taş atarken seri fetvaya uymak için ona bir gül attı. Hallac derin bir "ah" çekti. Sordular:
- Sana atılan bunca taştan hiç birine bu kadar derin ah çekmedin? bu güle niye bu kadar inledin? Dedi ki:
- Halk benim halimi bilmiyor, bu yüzden mazurdur. Fakat Ebu Bekir Şibli bildiği halde atınca attığı gül bile olsa beni yıktı.
-rahmetullahi aleyh-
Kaynaklar: Sülemi, Tabakatu's-sufiyye, s. 307-311, Attar, Tezkiretü'l-evliya (trc. S. Uludağ), s. 616-628; Şarani, l, 92; ibnü'l-Mulakkın Tabakatu'l-evliya, s.187-188; Nefehatü'l-üns (trc. Lamii Çelebi) s. 199-202; el-Kevakibu'd-dürriyye, II, 25-27; İbn Hallikan, Vefeyatü'l-ayan, II, 140-157; Keşfu'1-mahcub, l, 362-365; L. Massingnon, La Passio d'al-Hosayn İbn-Mansour al-Hallaj, Paris, 1922; Öztürk Y. Nuri, Hallac-ı Mansur ve Eseri, İst., 1976; Taha Abdülbaki Sürur, el-Hallac, Kahire, 1981
Ayasofya Camii İmamı Mahmud Toptaş Hoca ile Rasulullah'ın Haıraları Üzerine... "Mukaddes Emânetler"
ALTINOLUK - Efendim mukaddes emanetler ne demek? bir şeye kudsiyeti kim verir?
TOPTAŞ - Aylardan Ramazan ayına, günlerden cumaya, gecelerden kadir gecesine kudsiyeti veren, ayları, yılları, gündüz ve geceleri yaratan Kuddüs olan Allah (c.c.)dır.
Kuddüs olmayan, hiçbir şeye kudsiyet veremez. Ayların günlerin gecelerin birbirinden farkı yoktur aslında. Onların kudsiyeti o ay, gün ve gecede meydana gelen olaylardandır. Kur'an'ın indiği ay ve geceye Rabbimiz kudsiyet vermiştir.
Hırkai şerif, Sakalı şerif, Name-i şerif gibi mukaddes emanetler de Kuddüs olan Allah (c.c.)ın kulu ve Rasûlüne ait oluduğu için mukaddes olurlar.
ALTINOLUK - Efendim günümüzde Mukaddes Emanetlere hürmet gösterilmesini hoş görmeyenler var. Acaba eşyaya kudsiyet izafe etmenin Kur'andan delili var mıdır?
TOPTAŞ - Bakara sûresinin iki yüz kırk sekizinci ayetinde ismi verilmeyen peygamberin, komutan Talût'a verdiği "Tabüt"ün içinde Musa ve Harun aleyhimesselamların ve ailelerinin mukaddes emanetlerinin olduğunu, onların orduya huzur ve güven vereceğini haber verir.
Kehf sûresinin yirmi birinci ayetinde, Ashabı Kehfin bulunduğu yere bir bina yapmak veya mescid yapmak isterler ve mescid yapılır. Böylece Onların hatırası devam ettirilmiştir.
Bakara sûresinin yüz yirmi beşinci ayetinde Makamı İbrahim'i "Namazlık" edinmemiz emredilmiştir. Makamı İbrahim. İbrahim aleyhisselamın Ka'be'yi yaparken iskele olarak kullandığı taştır, diye tarif edilir.
Musa aleyhisselamın Asası, İbrahim aleyhisselamın iskelesi, mukaddes olarak korunmuş ve Rabbimiz tarafından onlara hürmete işaret edilmiştir.
Sahabeden Itban b. Malik, peygamber efendimize gelerek "Ya Rasûlellah benim eve kadar gelsen namaz kılsan da ben de senin namaz kıldığın yerde devamlı namazımı kılsam" der. Efendimiz kabul eder. Itban evinde bir yer gösterir, orada namaz kılar. (Buhari, K. Tatavvu 2/55, Müslim K. Mesacid 33 Hadis 657, Müsnedi Ahmed 5/449, ibni Mace hadis 754)
Efendimiz Hac esnasında Mina'da berberi Ma'mer b. Abdullah'a traş olmuş. Hatta "elinde bıçağınla başımı sana teslim ettim" buyurmuş. Önce sağ tarafını traş ettirmiş ve saçlarını ashabına dağıtmış. Sol tarafı traş ettirmiş; Ebu Talha'ya vermiş ve dağıtmasını istemiştir. (Bak Müsnedi Ahmed 6/400, Müslim K. Hac Hadis No: 1305)
ALTINOLUK - Peki bu mukaddes emanetlerin insana faydası ne olur?
TOPTAŞ - Askerde hanımının zülfünün bir telini hatıra olarak göğsünün üzerindeki cebinde taşıyan ve yalnız kaldığında koklayan insan ondan bir şeyler almasa yapmaz ki...
Yusuf Sûresinin doksan üç ve doksan altıncı ayetlerinde Yusuf aleyhisselamın gömleği, babası Yakub aleyhisselama ulaştırılınca kör olan gözlerinin görmeye başladığını haber verir.
Emevi, Abbasi ve Osmanlı sultanları birçok kargaşa ve isyan başlangıçlarını sırtına giydiği Hırkai şerifle konuşmaya başlayarak bastırabilmişlerdir.
Musa ve Harun aleyhimesselamın emanetlerinin Talûtun ordusuna güven verdiğini haber verir Rabbimiz . (Bakara 248)
Aynî, Buhari şerhi olan "Umdet-ül-Kari" (3/37) isimli eserinde Halid b. Velid'in, Peygamber Efendimizin traş olduğunda dağıtılanlardan alın saçından aldığını ve onları başı üzerinde taşıyarak harplere katıldığını haber verir.
ALTINOLUK - Efendim mukaddes emanetler Hadisler gibi titizlikle korunmuş mudur?
TOPTAŞ - Hadisçilerimiz Efendimizin söz, davranış ve onayladığı (kavli, fiilî ve Takriri) hadislerini nakletmeye özen göstermişlerdir. Çünkü bunlar hüküm, hikmet, vaaz ve irşad görevi yaparlar. Bize lazım olanlar bunlardır. Bunlar elle tutulup gözle görülmeyen, yalnız hafızalarda taşınan şeyler oldukları için kaybolmasından endişe etmişler ve toplamışlar.
Mukaddes emanetler ise elle tutulan, gözle görülen ve kaybolması zor olan şeylerdir. Zenginler ve Sultanlar onlara sahip olup korumada yarışmışlar. Bu yarış tarihçilerin ve şairlerin kitaplarında bize nakledilmiştir.
İbnül Esir "el-Kamil fi't-tarih" (2/276) "Efendimizin Şair Ka'b b. Züher'e hediye ettiği Hırkayı Hz. Muaviye halife iken Ka'b'dan onbin dirheme (yani iki bin koyun parasına) satın almak ister. Ama Ka'b (r.a.) bunu kabul etmez. Ka'b ölünce yirmi bin dirheme satın alır. İşte halifelerdeki hırka bu hırkadır".
Mâverdi "Ahkamüssultaniye" (s: 172), Mısır 1966)'sinde Efendimizin Tebük seferinde Eyle papazı Yuhanna b. Rûbe'ye hırka hediye ettiğini, halifelerdeki hırkanın Ka'b'ın hırkası mı yoksa Yuhanna'ya hediye edilen hırka mı olduğunda ihtilaf edildiğini yazar.
İbni Kesir, Abbasi halifelerinden seffah diye bilinen Halife Abdullah b. Muhammed'in hırkayı papaz Yuhanna'dan üç yüz dinara satın aldığını, halifelerdeki hırkanın bu olduğunu haber verir.
Suyutî "Tarihül Hulefâ"sında (sayfa 33) İmam Ahmed b. Hanbel'in "ez-Zühd" isimli eserinden naklen, Efendimizin hırkasının uzunluğunun dört zira, genişliğinin iki zira bir karış olduğunu, Efendimizin elçileri onunla karşıladığını, halifelerin onu dürüp sakladığını ve bayramlarda giydiğini haber verir.
ALTINOLUK - Efendim mukaddes emanetler İstanbul'a nasıl geldi?
TOPTAŞ - Ahmed Timur Paşanın "El-Asar-ü'n-Nebeviyye" isimli eserinin yetmiş üçüncü sahifesinde haber verdiğine göre Yavuz Sultan Selim (hicri 923 m. 1517) Mısır'ı alınca Mekke emiri Şerif Berakat'a mektup yazarak mukaddes emanetleri ister. Şerif Berakat, oğlu Ebu Nümey ile Mısır'a gönderir.
Yavuz Sultan Selim emanetleri, Ebu Nümeyyi, son Abbasi halifesi Mütevekkil Alellah'ı İstanbul'a getirir.
ALTINOLUK - Böylece Osmanlı Sultanları da halife olur, öylemi?
TOPTAŞ - Hayır. Bu çok büyük bir hatadır. 1299 yılında Osman Gazi bir cuma günü Dursun Fakih'e Cuma namazını kıldırmasını emrettiği, ve etrafındakilerin Osman Bey'e biat ettikleri andan itibaren "Halife-i Müslimin" olmuştur. Bunu biz Fatih'in vakfiyesinde, kendisinden bahsederken "Kostantiniye diye bilinen surlarla çevrili şehri fetheden Fatih'in Hilafetinin kudretini Allah artırsın" demektedir. (Bak: Fatih'in vakfîyesi sahife 8. Topkapı müzesi) Profesör Halil İnalcık, Yavuz Sultan Selim'e halife dendiğinin onsekizinci asırdan önceki kitaplarda görülmediğini söyler. (Bak Siyasal Bilgiler Fak. Derg. Aralık 1958, sayfa 68-80) Aynı kaynakta daha önce Birinci Murad'a halife dendiğini yazar.
ALTINOLUK - Mukaddes Emanetler İstanbul'a getirildikten sonra nereye konuyor?
TOPTAŞ - Mukaddes emanetler, Fatih zamanında yaptırılan murabba dört kubbeli ve etrafı ravaklı binaya yerleştirilir ve adına Hırka-i saadet dairesi denir.
Topkapı Müzesi eski müdürü Tahsin Öz Hırka-i Saadet hakkında şu bilgileri verir: "Hırka-i saadet: 1,24 boyunda geniş kollu olup siyah yünlü kumaştan yapılmıştır. İçi kaba dokunmuş krem renk yünlü kumaş kaplıdır. Önünde sağ tarafında 0,23 X 0,30 ebadında bir parçası noksandır. Sağ kolunda da eksiklik vardır. Yer yer haraptır. Uzun yıllardan beri kumaşlar üzerinde devam eden tetkiklerimiz bu kumaşın o devre ait olduğu kanaatini vermektedir. Hırkai saadet müteaddit bohçalara sarılmış olduğu halde 0,57 X 0,45 X 0,21 ebadında üstten açılır çifte kapaklı altın bir çekmece içindedir." (Bak: Hırkai saadet Dairesi ve Emanatı Mukaddese, Tahsin Öz s:23 İstanbul 1953)
ALTINOLUK - Efendim Hırka-i Saadet dairesinde Yavuz Sultan Selim'in başlattığı Kur'an hatmi için ne dersiniz?
TOPTAŞ - Kur'anı Kerim insanlar için inmiştir. Dört duvara okunmak için inmemiştir. Yavuz bunu başlattığında Topkapı Sarayı hem Köşktü, hem de yasama ve yürütmenin merkezi idi. Padişah, vezirler, komutanlar ve sarayda görevli olanlar istedikleri zaman Kur'an dinliyorlardı ve Kur'an okuyan kırk kişinin birincisi Yavuz'du.
Şimdi aynı gelenek devam ettirilmek isteniyorsa Ankara'da Meclis'de başlatılmalıdır. En üst düzeyde olan Kur'anın birinci cüzünü okumalı ve diğerleri de istedikleri zaman Kur'anı Kerim dinleyerek hayatına hayat katmalıdır.
- Teşekkür ederiz.
- Ben teşekkür ederim.
Osmanlı Devrinde Hacc Nasıl Yapılırdı?
"Hacı Kafileleri - Şam ve Mısır Mahmilleri"
"Her sene, gerek Osmanlı memleketlerinden ve gerek diğer İslâm ülkelerinden hal ve vakti ve sıhhati müsait olan binlerce müslüman Mehd-i İslâm olan Mekke-i Mükerreme'ye giderek evvelâ müminlerin kıblegâhı olan, Beytullah, yani Kâbe'ye ve ondan sonra Medine-i Münevvere'ye uğrayıp, Ravza-i Mutahhara denilen Cenâb-ı Peygamber'in kabirlerini ziyaret ettikten sonra memleketlerine dönerlerdi ki bu gün de aynı tarz devam etmektedir.
"Osmanlı memleketlerinden her sene devletçe birinci derecede ehemmiyet verilen iki kafilenin Hacca gitmesi âdetti. Bunlardan Şam Mahmili denilen Mahmil, Şam'dan, Mısır Mahmili denilen Mahmil, Mısır'dan hareket ederdi. Anadolu'dan, Rumeli'den ve diğer yerlerden gelen ziyaretçiler kafilenin hareketine kadar Şam'da toplanmış olurlardı. Sürre Emini yolda kendisine iltihak edenlerle beraber Şam'a gelirdi. Hacıların su ihtiyaçlarını temin için Üsküdar'dan itibaren, birinci ve ikinci olmak üzere enderunlu iki Sakabaşı tayin olunur ve bunların gözetilmeleri için, yol üzerindeki vali, beylerbeyi, kadı ve naiblere bir fermanla emrolunurdu.
"Şam'dan hareket edecek mahmilin muhafaza ve himayesine çok zaman Şam valisi Emir-i Hac tayin olunurdu. Bunun mahiyeti kuvvetlerinden başka, emri altında sırf kafilenin muhafazası için Trablus Şam Paşası ile onun emrindeki Aclun ve Lücun mütesellimlerinin on iki ile on beş bin kişilik cerde denilen kuvvetleri de vardı. Lüzumu halinde Sayda valisine de ferman gönderilerek Trablus Şam valisi emrine verilmek üzere tam-üs-silah, güzide beşyüz nefer istenirdi.
"Şam valisi ve Emir-i Hac olan vezir, Şam kalesindeki hazinede duran ve her sene kafilenin hareketi, esnasında merasim, tehlil ve tekbir ile yerinden çıkarılan Sancak-ı Şerifi de alarak muayyen bir zamanda, son devirlerde, on-beş Şevval'de, bütün ziyaretçiler ve sürre takımıyla birlikte hareket ederek, ilk menzil olan Kubbetü'1-Hac mevkiine konar. Bir taraftan urbanın tecavüzüne uğramamak için kafile sıkı bir muhafaza altında güneye doğru yürürdü.
"Şam kafilesi Müzeyrim, Belka, Maan, Zatü'1-Hac ve Tebük yoluyla böylece Medayin-i Salih ve onun güneyindeki Elüla denilen mevkie kadar gelir ve orada bizzat Mekke Emiri veya gönderdiği vekili tarafından karşılanır ve bu mevkiiden itibaren kafile yine aynı muhafaza altında bulunmakla beraber emirin himayesi altına geçmiş olurdu.
"Şam kafilesi Medine'de yahut Rabiğ'de Mısır'dan gelen mahmil ile birleşirdi. Mısır mahmilinde Fas'tan itibaren Afrika hacı kafileleri de bulunurdu.
"Mısır"dan gelen Emir-i Hacc'ın maiyyetinde de muhafız kuvvetleri vardı.
"Şam'a giden hüccac yolu üzerinde veya civarında Beni Harm, Beni Sahr, Aneze gibi urban kabileleri vardı. Yolların emniyeti ve kafileleri vurmamaları için devlet tarafından her sene bunlara sürre ve muayyen miktarda zahire verilirdi. Bu urbandan Beni Harb, Medine ile Yenbu arasında bulunup, her sene Mısır'dan Medine fukarası için gönderilen erzakı taşırlardı. Bu hizmetlerinden dolayı bunlara sahib-i derek (derbentçi) denirdi. Bunlar hacılara da hizmet ederlerdi. Ancak bazan yanlış bir hareket yahut Mekke Emiri tarafından kendilerine gönderilen sürrelerinin verilmemesi, az verilmesi, lüzumsuz bir şiddet bunları ayaklandırır, hem zahire taşınma işi ve hem hac işi zorlaşırdı.
"Şam valisi ve Emir-i Hac olan vezir, hüccac kafilesi ile Şam'a avdetinde kendisini, Şam kadısı ile hükümet erkânı, askerî sınıflar, Kubbetü'l-Hac denilen mevkide karşılarlardı. Emir-i Hac buraya inince Sancak-ı Şerif ile mahmil-i şerif devesinin yularını öperek teşrifat mucibince Şam kadısına teslim eder, kadı da liva-i şerif ile mahmil örtüsünü alıp Şam kalesindeki yerine koyup hıfzederdi.
"Bu merasimi müteakip Şam kadısı, Emir-i Haccın avdeti ile yapılan merasimi ve liva-i şerif ile mahmil pûşidesinin kaledeki yerine konduğunu ve bu merasim sebebiyle Padişaha dua edildiğini bir mahzarla İstanbul'a yazar ve müjdecibaşılarla gönderirdi. Aynı zamanda Şam Valisi de müjdecibaşılarla sadrazama mektup yollardı." (Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mekke-i Mükerreme Emirleri, s. 57-61, TTK, ANK. 1972)
Yaman Dede
Yıllar önceki bir sohbetimizde, merhum hocam Yaman Dede'nin Resulullah sevdasından sözetmiş, onun "Gönül hun oldu şevkinden, boyandım ya Resulullah" diye başlayan uzun na'tından bazı kıtalar okumuştuk (Canım Arzular Seni, s.27-28). Geçtiğimiz ay, kıymetli araştırıcı Mustafa Özdamar tarafından bu aşık dedenin ibretli hayatının kitaplaştırıldığını görünce (!) sevinerek okudum ve bu sohbetimize Yaman Dede'mizi misafir etmek istedim.
Efendim, Yaman Dede 1887'de Kayseri'nin Talas ilçesinde dünyaya gelir. Babası Kayseri Rumlarından bir iplik tüccarıdır. Ona Diyamandi adını verirler. Diyamand elmas demektir. Diyamandi Kastamonu idadisinde (lisesinde) okurken Arapça ve Farsça derslerine pek ilgi duyar. Rüşdiyenin (ortaokulun) ikinci sınıfında, henüz on dört yaşında bulunduğu sıralarda Mesneviden okudukları birkaç beyit, Diyamandi'nin içine bir ateş düşürür. Kendi ifadesiyle söyleyecek olursak, "o andan itibaren tatlı tatlı yanmaya başlar. Şiddetiyle yakan, fakat anne busesi kadar tatlı gelen alevler iç alemini kaplar".
Mevlana kapısından geçerek Peygamber kapısına varacak olan Yaman Dede'nin gönlünü bu alevler yaktıkça yakacak, Rasulullah aşkının alevleriyle kendinden geçecek ve sonraki yıllarda, daha fazla yanma arzusuyla Allah'ın Rasulü'ne şöyle yalvaracaktır:
Ağlatma ki âlâmımı tahfife de başlar;
Ağlatma, serinletmededir bağrımı yaşlar;
Rahmetme sakın, gerçi dayanmaz buna taşlar;
Ağlatma da yak, hal-i perîşanıma bakma.
***
Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın;
Ateşle yaşar, yaşar değil, yaresi aşkın;
Yanmaktır, efendim, biricik çaresi aşkın;
Ağlatma da yak, hal-i perişanıma bakma.
Arapça dersinde gösterdiği başarı sebebiyle arkadaşları ve hocaları tarafından Yamandi Molla diye anılan Diyamandi, Hukuk Fakültesi'ni bitirerek İstanbul'da avukatlığa başlar. Yabancı okullarda, daha ziyade Fransız özel kız liselerinde edebiyat öğretmenliği yapar. Kalben müslüman olmasına rağmen, kilisenin tesiriyle kendisine cephe alan eşini ve kızını daha fazla üzmemek için uzunca bir süre müslümanlığını açığa vurmaz. "Yuvasında 20 sene gurbet hayatı yaşar"
O günlerdeki hayatını, Ayten adlı bir öğrencisine yazdığı mektupta şöyle anlatıyor: "Onlara ıstırap vermemek için evde sahura kalkmadan gizli oruç tuttum, gizli namaz kıldım. İstanbul'un sapa yerlerindeki camileri belki benim kadar bilen yoktur. Bazan bu camilerde de beni tanıyan birini görerek namaz kılmadan boynum bükük yetimhane geri döndüğüm olurdu. Gerçi işi resmiyete ve aleniyete dökmeden de namaz kılmakta dinen bir mahzur yoktur. Fakat bunu herkese nasıl anlatmalı. İşte böyle saklı devam ederken Himalaya kadar bir dalga geldi ve beni aldı götürdü. Yunus Emre'nin dediği gibi beni benden aldılar. O hale gelmiştim ki, muslümanların diri diri yakıldığı bir vahşet diyarında bulunmuş olsaydım, ortaya atılacak ve zevkle yanacaktım" (s. 277).
Öyle de olur ve Dede İslamiyeti resmen kabul ederek Mehmed Abdülkadir adını alır. Patrikhane, eşine telefon ederek bir müslüman ile aynı çatı altında yaşamalarının mümkün olmadığını söyler. Yaman Dede çok sevdiği karısına ve kızına, onları üzmemek için İstanbul'dan ayrılabileceğini, hatta Erzurum'a kadar gidebileceğini söyler. Onlar da kendisini çok sevmektedir. Kilisenin ve etrafın baskısıyla aile dağılır ve 1942 Şubat'ında, karlı bir kış gecesi 55 yaşındaki Dede yuvasını terk etmek zorunda kalır.
Sohbetimizi Rasulullah aşığı Yaman Dede'nin mazmun zenginliği ile dikkati çeken fevkalade güzel bir na'tiyle sürdürelim. Dede na'tine, Rabbimizin nurlarının kendisinde yansıdığı Muhammed, diye başlıyor. Sonra onun peygamberlerin kafile başı olduğunu, ilminin devamlı surette şeref dağıtan bir kutup olduğunu, kalbinin herşeyden haberdar ve uyanık olduğunu, onun aşkıyla dopdolu olan bir aşığı cehennemin çekip alamayacağını veya öyle bir kimsenin aşkına cehennemin dayanamayacağını söylüyor. Her beyitteki Muhammed kelimesini, Rasulullah Efendimiz'e hitap olarak düşünmeliyiz.
Ey Rabbimizin ma'kes-i envarı Muhammed!
Allahımızın vakıf-ı esrarı Muhammed!
Mürsellerinin kâfilesâlârı Muhammed!
Her iki cihanın ulu serdarı Muhammedi
Levlak ile taltif olunan Şah-ı rusülsün,
Biz ümmetinin yar ü halaskarı Muhammed!
Ümmetleri hüsran u mezellette bırakma,
En sonra da bu Kadir-i naçarı, Muhammed!
Yaman Dede'nin Peygamber aşkı anlatılacak gibi değildir. 1961 yılında İstanbul Yüksek Enstitüsü'nde Farsça dersimize gelen Yaman Dede'nin bu derin aşkının bir görünümüne şahit olan arkadaşımız Ahmet Kahraman anlatıyor: Ahmet Bey bir öğle vakti Fındıklıdan Taksim'e çıkarken, Alman Sefareti civarındaki bir mescidin duvarına yaslanmış olan Yaman Dede'yi görür. Dede halsiz, mecalsiz, başı hafif yana düşmüş vaziyette ağlayıp durmaktadır. Arkadaşımız Dede'nin yanına koşar, hasta olup olmadığını sorar.
Dede zayıf, ince ve gevrek sesiyle:
- Bir şeyim yok, yavrum, der. Rasulullah aklıma geldiği zaman kendimi kaybediyorum. Ayakta duracak mecalim kalmıyor. Ya bir yere dayanmam gerekiyor, yahut oturmam icap ediyor...
Yaman Dede işte böylesine dopdolu bir Peygamber aşığı idi. Onu Peygamber Efendimiz'e duyduğu derin sevgiyle ve yoğun cezbeyle hatırlayıp yadeden talebelerinin kendisini Yaman Dede yerine Yanan Dede, Yanar dede diye anmaları ne kadar yerinde değil mı?
Mektupları:
Yaman Dede ateşinden koptuktan sonra bütün sevgisini öğrencilerine veriyor. Onlarla yakından ilgileniyor. Kendilerine dünya ve ahiret mutluluğunu telkin ve tavsiye ediyor. Yaman Dede kitabının iki yüz sayfalık bir bölümü öğrencilerine yazdığı mektuplardan oluşuyor. Bu aziz insanın gönül zenginliğini, kabına sığmayan ilahî aşkını, benzerî kolay kolay görülmeyen çelebiliğini, fedakarlığını bu bölümde görüyor, kendisini daha iyi tanıyıp hayran oluyoruz. İlhamların kendisine mektup şeklinde geldiğini söyleyen Dede, Neriman adlı bir öğrencisine şunları yazıyor:
" ..Sen de büyük bir hazinenin içindesin iki cihanın en büyük hazinesi Habîb-i Kibriya'nın mübeşşer ümmetinden bir fert olmak ne büyük mazhariyettir! Bu hazineye iki elinle sıkı yapış ve hiçbir şeyden korkma. Şu hakikate kuvvetle iman etmiş bulunuyorum. Yükselmek için iki kanad lazım: Aşk ve ibadet. İbadetsiz aşk ve aşksız ibadet tek kanattır. Tek kanatla yükselemeyiz. Bu hakikati öğrenmek hayatımın en büyük mazhariyeti oldu.
Farkına varmadan dalalete düşmüş ilim ve fikir adamlarından pek ziyade korkmak ve onlardan kaçmak lazımdır. Arkalarından gidenler de aynı uçuruma yuvarlanmaya mahkumdurlar. Dalalete düşenlerden bazıları kemale ermiş kimselere pek çok benzedikleri için insan kolayca aldanır. Mesela ibadet hususunda laubali fikirleri vardır. Kendi fikirlerini dinin esasları gibi anlatırlar. Halbuki o fikirler Kitaba, Peygamberimizin söylediklerine (hadis) ve yaptıklarına tamamiyle aykırıdır.
Namazlarınızı muntamazan kılmaya başladığınız zaman kanadın birini elde etmiş olursunuz. Kendinizde büyük bir değişme göreceksiniz. Bu değişme hızlı bir seyir takip eder Namaza durduğunuz zaman kalbinizi tamamiyle Allah'a vermekte ve masivayı atmakta ne kadar muvaffak olursanız, değişme o kadar çabuk olur. Yakınlarınız arkadaşlarınız yüzünüzde bir nur sezmeye başlarlar. Tabi siz farkına varmazsınız. Siz iç aleminizdeki değişmeleri sezersiniz... " (s. 244)
Başka mektuplarında öğrencilerine namaz kılmalarını tavsiye ederken söylediği şu sözler, onun manevî olgunluğunu göstermektedir: "Namaz kılmak!... Aman ya Rab! O ne muazzam bir nimettir. Kanımla abdest alabilsem, gözyaşlarımla abdest alabilsem, kızgın saç üstünde namaz kılabilsem. Yanarak, kavrularak namaz kılabilsem... Kızım, namazlarınızı kılmaya başladığınız zaman -eğer varsa- sizde bedbinlikten eser kalmayacak, bütün zerrelerinizden saadet taşacaktır." (s 285,310)
Öğrencilerine hizmet aşkıyla yanan Dede, mektuplarından birinde öğretme iştiyakını şöyle dile getiriyor: "İnsanın ruhu bir kere aşk-ı ilahî ile tutuşunca, Allah'ın kullarına hizmet etmek, hatta her canlıya elden gelen yardımda bulunmak bir nevi ibadet oluyor. Mektep de oraya karşı mukavele ile deruhte edilmiş vazife de silinip kayboluyor; yalnız çocuklarımla karşı karşıya kalıyorum. Ana kuş yuvaya geldiği zaman minicik ağızlarını açarak gıda isteyen yavru kuşlar gibi kalplerini ve ruhlarını bana doğru açarak benden manevî bir gıda bekleyen çocuklarıma -mümkün olsa- fakirane ne sermayem varsa bir anda vermek, o sermayeyi ve o sermaye ile birlikte bütün ruhumu o taze ruhlara boşaltmak isterim. Bu ihtiyaç ile yanarım" (s. 274).
Derste "Nutuk"u Kuran'dan daha çok sevdiğini söyleyen bir öğrencisine yazdığı, "Gülen, aziz evladım! Dünden beri kalbim kan ağlıyor" diye başlayan ve onu iman tazelemeye davet eden uzun mektubu (s 345-348), onun öğrencilerini ne kadar çok sevdiğini ve onlara doğruyu, güzeli anlatmak için nasıl çırpındığını pek güzel ortaya koyuyor.