-Artık yazılacak yazıldı, çizilecek çizildi. Demek ki düşman Osmanlının belini kırınca... Osmanlı'ymış demek ki bu İslam aleminin yükünü taşıyan. Baba gittikten sonra 5-6 yaşında kalmış çocuklar, sibyan. Alem-i İslam'daki devletler babasını kaybetmiş çocuklar. Kim dinler onları? "Babayı vurdular, dermiş, baba şehid oldu, yavrular başında ağlaşıyor." Ye'se düşmüş Allah rahmet eylesin.
- Hocam, Ezher'de hangi fakültede okudunuz?
- Efendim, kısmü'l'am vardı. Fakülteler vardı. Allah rahmet eylesin İhsan Efendi hocam fakültelerde okumayı beğenmezdi. Eski usulde okuyun. Fatih, Bayezid medreselerindeki gibi, ben öyle yetiştim." derdi. Biz Ali Yakup'la orda okuduk. Şeriat Fakültesi'ni bitirdik.
Sonra ben daha fazla okumak isterdim. Benim peder 945'te vefat etti. Annem, iki kardeşim kaldılar. Tahsili yarım bırakıp, alimlik şehadeti aldım, döndüm.
İHVAN-I MÜSLİMİN
- 45'e kadar 6 sene mi kaldınız orada?
- Altı sene kaldım.
- Hasan el-Benna ile münasebetiniz vardı.
- O zaman sağ idi, biz geldikten sonra vuruldu, şehid oldu.
- İhvan-ı Müslimin'i yeni kuruyordu galiba?
- 1928'de kuruldu İhvan-ı Müslimin. Kahire'ye gelişi 39. İsmailiye'de faaliyete başladı, oraya sığmadı, taştı. İhtiyaç, tatlı bir kurtarıcı ses, manevi bir hava, fazilet hayatı, insanı insan yapan bir dava. Çoğaldı, taştı. Kahire'ye geldi. Hükümeti kuşkulandırmaya başladı. İngilizler en nihayet vurdurdular.
İslam düşmanlarının taktikleri aynı. Geçen sene İhvan-ı Müslimin'in tarih-i hayatını okudum, üç cilt halinde yazılmış, İsmail Bey görmeniz lazım. İçinde bulunanlardan birisi yazmış. Anlatıyor: 946-47'de günlük gazete çıkaralım, dedik. Ceridetü İhvanu'l müslimîn. Karar verildi. Para var, kardeşler var. Muharrir bahsine geldik. Parayla makale yazacaklar. Kime gitsek özür beyan ediyor. Ramazan Paşa vardı. Üstad Benna' nin yakın arkadaşlarından, siyasi makale yazarı, katip adam, muharrir adam. "Paşa'ya gidelim bari, o yazsın" dedik.
"Üstad Ramazan Paşa'ya telefon açtı Üstadla konuşmaları çok samimi. O da özür beyan etmiş. Efendim, ne oldu, dedim, hayır inşaallah. "Gençler, dedi. Ramazan Paşa da insan, Ahmed de, Mehmed de insan. Bunlar ne peri, ne cin, ne melek." Başka çaremiz kalmadı. Başladık kendimiz yazmaya. Daha Seyyid Kutub yok. Gazete gitmez, satılmaz. Tevzi perişan Kahire'de bir-iki bulunuyor da, köylerde şehirlerde bulunmuyor. Köylere gideriz bitti derler halbuki perdenin arkasında duruyor." İşte mücadele bu... Bu şekilde İhvan-ı Muslimin'in gazetesine mani oluyorlar. Bizde olanların aynısı orada da oluyor.
Ahmet Mahir Paşa vardı. Mısır'ın en asil ailelerinden di. Başvekillik yaptı. Ahmet Mahir Paşa İngilizler'le bir muahade yapmıştı. Anlaşma mucibince İngilizler Mısır'dan faydalanıyorlardı. Heyecanlı bir genç vurdu onu. Öldü. Ahmet Mahir Paşa maşrık-ı azam di. Ezher-i Şerifi sarıklı hocaları bulunan Mısır'da masa başı Ahmet Mahir Paşa başvekildi: Hani alem-i İslam diyoruz ya, Alem-i İslam yaralı. Silindir altından çekmişsiniz adeta. Bir hasta. Bunu unutmamalı. Ahmet Mahir Paşanın cenazesine iştirak etmek için Suriye'den bir heyet geliyor. Heyet doğru mason klubüne iniyor. Gelenler kim? Halep'deki Şam'daki Beyrut'taki masonlar. Ahmet Mahir Paşa gibi asil ailenin çocuğunu almışlar 33. dereceye kadar çıkarmışlar. Ve bu adam Başvekil olmuş. Bakınız düşman nasıl çalışıyor. İnsan ona göre çalışmalı, ona göre ümit bağlamalı. Ne büyük mesai, ne büyük can, ne büyük ter, ne büyük kan istiyor bu işler.
Efendim şunu da söyleyeyim, benim ikinci bir şiir hocam var idi. Vaktiyle Doğan Güneş'i çıkarmış 11 sayı kadar. Mahmut Cevdet Sezel diye bir zat. Şairdi aynı zamanda. O' nun oğluma diye bir kıtası var. Der ki:
Oğlum söz ile olmaz vatanseverlik bak
Böyle davaya bin delil ister
Bütün eğlencen ıstırab olacak
Kan döker can verir seven mutlak
Vatanımı, dinimi, mukaddesatımı severim diyorsun, sözle olmaz vatan severlik. Bir davadır bu, kuvvetli delil lazım. Istırabtan çileden zevk alacaksın. Çektiğin çileler şikayet olmayacak. Seven sevdiğinin uğrunda canını malını verir.
Ne diyorlar Ebû Talib'e Mekke Müşrikleri:
"-Ya Ebû Talib. Yeğeninin istediği ne? Devlet isterse verelim, servet isterse verelim, evlenmek isterse evlendirelim, bir bayrak açsın bayrağının altına girelim." Her şeyi vermeye hazırlar. İnsanlığın peygamberi, peygamberlerin imamı -Allah şefaatlerine nail etsin -bu sözler kendisine iletilince üzülüyor. Ama söyledikleri çok net:
- Amca sen de mi böyle demeye başladın, sana kadar mı tesir ettiler? Vallahi değil dünya serveti, güneşi semadan indirip sağ elime verseler, kameri de sol elime verseler vazgeçmem bu işlerden. Benim davam o değil. İnsanları Allah'a çağırıyorum. Zulmetler içerisinde kalmış bir beşeriyeti nura kavuşturmak istiyorum.
İşte davanın özü bu. Resûlullah yolumuzu aydınlatıyor.
Konuşanlar: İsmail L. Çakan, Mustafa Eriş, Murad Erker, Abdullah Sert, Ahmed Taşgetiren, Kamil Yılmaz
Ahmet Kabaklı ile Temellerin Duruşması Etrafında... "Bir Dürüstlük Çağı Açılacaktır"
- Doğumumuz 1924. Harput'ta, bizim oralarda Güllübağlar denilen bağlarda doğmuşum. Benim doğumumdan 3 yıl sonra babam vefat etmiş. Annemin gayretiyle ayakta durabilmişiz, iki erkek kardeş. Vaziyetimiz bu. Harput civarında o bağlara gidilirmiş. Orada hanımlar evde kalır, beyler Harput'a işe giderlermiş. O vakit töre odur. Yürüyerek gider gelirler. Yarım saatlik, bir saatlik mesafede bağlardır bunlar. Umumiyetle meyve ağaçlı ve herhalde çok eski zamandan beri meskun bir yer. Galiba Ermeniler bazı köylere yerleşmişler. Şehre yerleşmişlerdir; fakat bu bağbahçe işini bizimkilerin yürüttüğünü zannediyorum. Bu bir bakıma iktisadi bir değer oluyor. Çocuklar açık havada, bağda karınlarını doyuruyorlar; hem de bir sayfiye yeri gibi oluyor. Aynı zamanda faydası var. Kışlık yemişler bulamaca batırılan cevizler -biz orcik deriz bazıları sucuk der- yapılır, evlere götürülür. Kış için. Pestil yapılır. Armut kurutulur. Velhasıl bu kendi başına bir iktisadi değerdir. Hanımlar orada boş durmazlar. Hepsinin bir bir öldüğünü, silindiğini müşahade ediyoruz bunların. Taş dibekler vardır, bulgur hazırlanır. Bütün bunlar iktisadi değerlerdir. Kavunlar, ayvalar Harput'taki evimize getirilir. Onların belli bir yeri vardır. Tavanlara asılır. Kış boyunca taze meyve gibidir. Üzümler "ham" yapılır, onun tekniği vardır. Böyle bir muhitte doğmuşum. Tabiî babamı çok erken yaşta kaybetmek bize büyük bir darbe olmuş. Küçük kardeşim babamın vefatından 3 ay sonra doğmuş. Harput muhiti çok güzel Türkçe konuşulan çevrelerdir. Hanımların şiir söyledikleri çevrelerdir. Maniler söylerler düğünlerde. Böyle bir; ortamdan çıkmışızdır. Onun üzerimizde tesirleri vardır. Harput'u severim. Hem şiiriyeti vardır içimizde. Hasreti vardır. Zaten ancak 7 yaşıma kadar Harput'ta büyümüşüm. Ondan sonra Elazığ'a gelmişiz. Herkes gelmiş. Hemen hemen terkedilmiş. Bir de içimde bu hicran vardır. Sanki bir baba yurdu tahrip edilmiş gibi. Nostaljisi de ayrı.
İSLAM'I ŞİİR GİBİ ALGILADIM..
Babam Sarayhatun Camisinin imamı, müezzini. Mescit doğuda çok sevilen bir mescit. Sarayhatun'un Uzun Hasan'ın anası olduğu söylenir. Orada kalmış. Fatih Sultan Mehmed onu korumuş, kollamış. Trabzon'a götürmüş. Bizim çocukluğumuzda kadınlar, Ramazanlarda gidip camileri siler süpürürlerdi, o zamanlar adetti. Bütün mahalle hanımları şevkle giderlerdi. Ne güzel bir dayanışma. Oralardan bize bir takım şiir zerreleri getirirlerdi. Caminin içinde yaşardı bir manada çocukluğum. Bunların muhakkak ki bizim üzerimizde çok güzel tesirleri olmuştur. İslamiyeti umumiyetle bir şiir gibi kabul edişim, böyle alışım veyahut idrak edişim bundandır.
Sonra iki kardeşim vardır. Kardeşlerim vardır. Babam üç hanımla evlenmiş. Onlardan da kardeşlerimiz vardır. O annelerimiz öz annemizden farksız. Nasıl bir sükun, huzur. Tarifi zor. Biz yetim öksüz kaldıktan sonra onlarla beraber ayakta kaldık. Annelerimiz bizi ayakta tuttular. Onlar da birbirlerinin içinde iyi anlaşıyorlardı. Bu da güzel bir töresiydi memleketin. Birbirlerine rakip diye bakmazlardı.
- Kumalık bir ukde değildi yani...
- Evet değildi. Nasıl olmuştu o zamanlar böyle bir ahenk. Kardeşler arasında kurulamayan bir ahenk, kumalar arasında kurulabilmiş. Bu da çok ilgi çekicidir.
- Harput'u her şeyiyle seviyorsunuz hocam...
- Efendim biz tabiî Harput'un harabesine yetiştik. Daha büyük, daha mükemmel, medeni bir Harput söz konusu imiş. Dedelerimiz zamanında. Ta l. Cihan harbine, Ermeni hareketine kadar. Mahalleleri mamur, camileri çok, hamamları çok güzel bir şehir. Medreselerden çıkan maruf adamları, şairleri, Hacı Hayre gibi birinci dereceye yakın şairleri var. Ziyaretleri çok. Çoğu Anadolu fatihi olduğunu anladığımız insanların yatırları var. Bunlar da ziyaretgahtır. Yani bir tür medeniyetin yıkıntısını görüyorsunuz Harput'ta. Güzel camiler vardır. Mesela Ulu Cami. Anadolu'nun fethinden 1520 sene sonra inşa edilmiştir. Hala mazbut, minaresi biraz eğri. Pizza'yı andırıyor o bakımdan. Orayı müze gibi açtılar şimdi. Namaz da kılınabiliyor, sergi gibi şeyler de açılabiliyor. Bizim orada bir de folklorun çok zengin olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Dil olarak Azeri çevresidir. Azeri bana hiç yabancı gelmiyor. Bütün o Doğu Anadolu çevresi Azeri havasındadır. Azeri etkisi daha baskındır. "Yor" takısı yok. "-yor" demez kimse. "Gelirim" derler. Erzurum'da "celirem" derler. Böyle bir şive umumiyetle Azeridir, Maraş da buna dahil. Kerkük'de müşterektir. Bakü de müşterektir. Zengindir mayası, folkloru, kendine göre bir musiki ayrıca. Bunların fasıl parçası olduğunu biz de zamanla öğrendik. Bunlar biraz daha Divan havasında söylenmiş şeylerdir. Böyle bir folklor havasında yetiştik. Belki Edebiyata, sanat'a tutkunluğumuz da bundandır. Tahsilimizi orada yaptık. Eğer Liseye Elazığ'a getirmeseydiler biz okuyamazdık. Fakirdik.
- Mahalle Mektebi var mıydı hocam?
- Hayır malesef, mahalle mektebi 20'lerde 24'lerde yıkılmış. 31'de mektebe başlamışımdır. O gün bu gün okuyorum. Liseyi bitirdikten sonra Edebiyat Fakültesini kafaya koymuştum. Bir Edebiyat öğretmenimiz vardı Cemile Hanım. Geçenlerde sağolsun buraya geldi. Görüştük, elini öptüm, çok güvenilir bir hocaydı. Daha sonra değerli hocalarımız oldu. Cahit Okurer Vehbi Güney gibi... Bunlar örnek insanlardı. Sınıfımızdan hırsız, rüşvetçi, rezil adam çıkmadı. Bununla da iftihar ediyorum. Bir gün de dergiye yazdım hocalarımızı, çok takdirle anıyorum. Bize hiçbir zaman kötü örnek olmadılar. Hepsi muhterem insanlardı. Bizi kolladılar da. Asabi, taşkın gençlerdik. Onlar isteseydiler deli dolu konuşurduk. Bugünkü gibi, aşağı yukarı rejim hakkında konuşurduk, şunun bunun hakkında konuşurduk, o zaman daha da tedbirsizdik. Hocalar isteseydi bizi mahvedebilirdi fakat yapmadılar. Anladılar bizi, kolladılar bizi. Kötülük yaptırmadılar. Okuldan attırmadılar. Bunlar olabilirdi o zaman. Cahit Okurer bize çok büyük dostluk göstermişti. Beraber gezerdik sabahlara kadar. Daha sonra bu İstanbul'da devam etti. Geldim Yüksek Öğretmeni kazandım, bu sayede yüksek tahsil yapabildim yoksa yapamazdım.
DOĞU'DA DEVLETİN YANLIŞLIKLARI
- Doğu olayları meydana geliyor. Sizin herhalde lise çağınıza denk düşüyor. Bunlardan etkilendiniz mi? Veya aileniz etkilendi mi? Sizde nasıl bir his uyandı?.
- Etkilenmedik. Şehirde oturan bizler için pek de farkında olmadık. Lise talebesi olmamıza rağmen. Yalnız şu göründü ki, bunu tabiî zamanla idrak ettik, çok yanlış bir siyaset güdülmektedir. Dersim, bahanesiyle Tunceli korkunç bir fukaralığa itilmiştir. Asker gönderilmiştir. Bir nev'i düşman ülkesine gönderilir gibi gönderilmiştir. Atatürk'ün manevi kızı denilen Sabiha Gökçen ilk bomba atma denemellerini orada yapmıştır. Zabitler, yüz kızartacak şeyler yapmışlardır. Bir takım telkinlerle. Meydanlara toplayıp kurşuna dizmek gibi. Hadise zaten biraz yönetimsizlikten çıkmıştır. Jandarmanın ahlaksızlığından çıkmıştır. Oysa vatandaşların kafasında herhangi bir şey yoktu. Zaten bunların ırkça kürt olduklarını da zannetmiyorum. Kürt ırkı varsa bile bunlar hiç değildir. Bunların dili türkçedir. Sarı Saltuk orada yatar. Köylerinin adları türkçedir. Kavimler ruh itibariyle de Türktür. Bir kısmı alevidir. Bazıları kandırmış. Dedeler medeler gelmiş gitmiş. İran havasına bırakmışsın. Devlet, Menemen'de nasıl yapmışsa buraya da aynı bir husumetle, yanlış bir bakışla yaklaşmış. Tunceli halkını zaman içerisinde devlete düşman etmiştir. Millete de düşman etmiştir. Bunları sürmüşlerdir. Balıkesir'e, Tekirdağ'a oraya buraya yerleştirmişlerdir. Onlar oralarda biraz gücenerek yetişmişlerdir. Kürtçülüğün önünde olan şahıslardan büyük bir kısmı malesef bu şahısların içindendir. Kin ile bilendikleri için... Eğer böyle bir tavır olmasaydı, bunlar son derece iyi vatandaşlar olurlardı. İyi vatandaşlardır aslında. Bir devletin göstermesi gereken şefkat düşünülmeden, üzerlerine korkunç bir şekilde gidilmiştir. Bu da bugün orada söyleyemediğim memleketimizin büyük sıkıntılarından biri oluvermiştir.
BİR REJİM Kİ...
Bir rejim ki, Menemene lanetli şehir, lanet abidesi koyuyor. Uydurma düzmece bir hadiseyi kendisi ihdas ettikten sonra yapıyor. Bursa'da ayrı bir terör estiriyor, Konya'da ayrı. Yani kendi halkına karşı bu şekilde hareket eden bir rejimin tabiatıyla devletlikle, şefkatle bir alakası yoktur. Şefkat devleti olmayınca da vatandaş tedirgin olur. Bugün Türkiye'nin başlıca meselesi hala, devlet ile Millet'in ilişkilerindeki gerginliktir. Bu karşılıklı diş bileme meselesidir. Bunun tohumları o despot devirlerde atılmıştır. Takriri Sükun var. Basın ağzını açamaz. Üniversiteye ona göre adam seçilir. Ağzını açan haysiyetli adam çok az. Adlarını söylemek istemiyorum. Bugünkü yaraların temelinde bu gibi, vatandaşa layık olmayan, yakışıksız davranışlar vardır.
Başlangıçta biz idrak edemiyorduk, Şehir de idrak edemiyordu. O zaman oranın bütün mal varlığı pazarlara döküldü. Koyun 5 kuruşa, 10 kuruşa. Elazığ halkıda "eti ucuza yiyoruz" diyordu. Zabitler hayvanları toplu halde alıp getirip, 5 kurusa satıyorlardı. Büyük bir hayvan potansiyeli vardı. O bölgenin.
DİYARBAKIR'A NE OLDU?
Sonra Y. Öğretmeni kazandım, parasız yatılı olarak orada okudum. Bu da bize destek oldu. Ancak o sayede okuyabildim. İstanbul'a gelmek okumak çok zor hadiselerdi. Şimdikilere göre çok daha zor. Edebiyat Fakültesinden mezun olduk. Çok değerli hocalarımız oldu. Rahmetli Kaplan Bey, Rahmeti Bey, Caferoğlu... Nihayet Edebiyat Fakültesi bir ilim müessesesi, belki Türkiye'nin en eski ilim müessesesi, geleneği kurulmuştu. İyi bir fakültede okuduk. Sonra kalktık, Diyarbakır'a tayinimiz yapıldı, edebiyat öğretmeni olarak oraya gittik. Çok sevdiler bizi orada. 48 senesinde. Biz de çok çalışkan, aktif, hevesi bol bir gençlik. Bir de baktık ki Diyarbakır bizi kuşatmış, bağrına basmış, gidenler gelenler... İki sene kaldım. Ayrılışımda vilayetin yarısı istasyondaydı Vali de dahil. Yani inanılmaz birşey, inanılmaz bir muhabbet. Halk evinde çalışmalar, edebiyat günleri, bir öğretmen çalıştığında halkın çok sevdiğini gördüm. Sonradan Diyarbekir kürtçülüğün merkezi diye laf geçti. O gün yetiştirdiğim talebelerle, o günlerde biz burada ağlaşıyorduk. Diyarbekir'den gelen, mesela Cahit Dodanlı gibi, Ekrem Advan gibi bu gençler, "Hocam sizin Diyarbekir'iniz, bu mu olacaktı, böyle mi olacaktı.?" diyorlardı. Aslında Diyarbekir'e bir şey olmuş değil, orada bir hizip el koymuş, gürültü çıkarmış, patırtı çıkarmış, bundan ibaret, yoksa diğerleri hep aynı. Halk hep aynı temiz halk Yüksek mizaçlı halk.
Politika oraya da girmiş, oradan başka şekle intikal etmiş, çocukları kandırmışlar. Türkiye'nin meselesi bu, çocukların sahibi yok. Gerçek eğitim yok. Dinin yüceltici varlığından istifade edilmiyor. Edilmeyince de çocuklar sokak adamı haline getiriliyor. Sokak adamının ise ensesinden yakalamak çok kolaydır.
Diyarbekir'deki çalışmalarım bu. Süleyman Nazif günü, Yahya Kemal günü, Namık Kemal günü, deli dolu bir zaman. Eşraf bizim toplantılarımıza gelir, askeriye, Vali... Orada bana halk partisinin dergisini verdiler, gider gitmez Halk partisi iktidarda. Ben bugün dergide, gazetede yaptıklarımın aynısını yaptım, kimse birşey demedi. Karacadağ diye bir dergi, epey çıkardım. Nüshası var evimde. Karebekir Paşa'yı övdüm, Çakmak'ı övdüm, onların tam ters adamlarını methettim. Divan edebiyatıydı, şuydu buydu bir de halk evinde bugünleri yapıyorduk. Bir divan edebiyatı gecesi yaptık, çok güzel birşey olmuştu. Uğurlandık ve askere geldik.
FIKRA YAZARLIĞINA BAŞLAYIŞ...
Kore savaşının olduğu yıllarda ben askerdim. Yedek subaydım. Epey heyecanlı günler oldu. Daha sonra Manisa'ya tayin oldum. Ege'yi ilk defa o zaman gördüm. Manisa'da kışlada bir yaz geçirdik. Sonra Aydın'ı çektik kur'ada Edebiyat öğretmeni olarak. Aydın'da da pek güzel günlerimiz oldu. Zannederim 56 yılında, Tercüman gazetesi o zaman Cihat Baban'ın nüfuzu altında idi bir fıkra yarışması açmıştı. O fıkra yarışmasına ben de Aydın'da hoca iken katıldım. Bize Birincilik ödülü verdiler, fakat uyanıklık yapmışlar 3 kişiye birden birincilik vermişler. Bana, Emil Galip Sandalcıya, bir de Soyadı Güler olan birine daha. O arkadaş Antalya'da idi. Uzun zaman pek görünmedi. Emil Galip Sandalcıyla ben devamlı yazdık. Birkaç ay güya deneme için bize yazdırdılar. Gazetecilik bakımından herhalde cazip birşeydi. Sonradan 57'de Paris'e gittim. Devlet beni görgü, bilgi falan için gönderdi. Bu suretle Emil Galip yazmaya başladı. Paris'teyken bana teklif geldi, "aman gel başla" diye, geldim ve devamlı fıkra yazarı olarak başladım. Sene 1958. Aydında hocalığım devam ediyordu. Sonra beni İstanbul Eğitim Enstitüsüne aldılar. Önce Balıkesir dediler sonra vazgeçtiler. İstanbul Eğitim'e Çapa'ya geldim 1959 senesinde. Yüksek Muallim ile münasebetlerimiz vardı o zaman. Onlarla gece dersleri yapıyorduk. Eğitim Enstitüsü daha sonra Fikirtepe'ye intikal etti. Oradan Yüksek öğretmene geçtim biraz politik durumlar oldu. Ve 75'te de emekliye ayrıldım. Edebiyat öğretmenliğim böyle. Bu arada Aydın'dayken Hukuk Fakültesine başladım. Hukuk cazip görünüyordu bana, imtihan falan da yoktu girdik kayıt yaptırdık. Her sene sonunda bir gün imtihan yapıyorlardı. 4 dersi birden verdirtiyorlardı bize. Gidip 1., 2., 3. sınıfları oralarda geçtik. Sonra burada Çapa'da iken de 4. sınıfı verdim. Hukuk Fakültesinden mezun oldum, o da aradan çıktı.
Aslında tabiî avukatlık yapar gibi oldum. İstanbul'da stajımı yaptım ama yeniden bana gazetecilik teklif edilince 61'de avukatlıktan vazgeçtim. Herhalde gazetecilik mesleğini seviyordum. 61'de yeniden başladım. O günden bu güne de Tercüman'da yazdık. Bir ara Yeni Haber diye bir gazete denemesi oldu. Esasında yanlış bir şeydi. Bir müddet yazmadık. Ondan sonra yazmaya başladık. Bu arada Nedim ile ilgili bir senaryo hazırladım. Sonradan bizi sevmeyen bir TRT genel müdürü geldi, onu rafa kaldırdı. Bunlar ne yaparlar bilmiyorum ama Nedim üzerine bir senaryo yazıldı. O da benim bir hediyemdir ama daha ortada değil. Bugün 29. sene Tercüman'da yazıyoruz. Halen gazeteciyiz. Vaziyet budur. Hayatımı istemiştiniz al sana hayatım.
FİKRÎ ÇİZGİNİN OLUŞUMU
- Hocam, fikrî çizginizin ne zaman billurlaştığını zannediyorsunuz?
- Bunu da tayin etmem çok zor. Ben insiyaki olarak başladığını zannediyorum. Ben bunları bir yerden öğrenmedim. Temayüllerim beni oralara götürdü. Bunu bilhassa belirtmek isterim. "Beni bir hoca eğitti" dersem yalan olur. Veyahut "falan kitabı okudum, falan hizbi tanıdım, onlar beni yetiştirdiler" dersem yalandır, yanlıştır. Yalnız eğilimlerim beni Cahit Bey'e götürdü. Kaplan Bey'e götürdü, zamanla Nurettin Topçu'ya götürdü. Eğilimlerim götürdü. Deli dolu, insiyaki bir tarzda, içgüdü havasında ben bunları konuşuyordum. Bir de edebiyata çok merakım vardı. İfade ettiğim gibi sevdiğim edipler beni biraz buraya getirdi.
Ama kimi sevdiğimi de tayin etmem zor. Başlangıçta Nazım Hikmet'i de seviyordum. Ama nesini seviyordum bilmiyorum. Ondaki kabadayılığı mı seviyordum? Nef'i'yi seviyordum. Kabadayı adamları sevmek var içimde. Köroğlu'nu seviyordum. Böyle, isyan havalı kimseleri seviyordum. Belki öksüzlüğümün, yoksulluğumun, bakımsızlığımın verdiği bir havaydı bu. Mümkündür. Bir de Destanlara büyük temayül vardı içimde. Şimdi "en fazla sevdiğin edebî tür nedir?" diye sorsanız, "Destanlar" diyeceğim. En çok sevdiklerim beni buralara getirdi. Efsane dünyamız, masal dünyamız, çok zengin. Mehmet Amca dediğimiz birisi vardı. Tatlı bir sesi vardı. Bize Köroğlu'nu anlatırdı, ama makamla, opera gibi. Kerem'i anlatırdı şarkılarını söyleyerek. Adam opera gibi masallar anlatırdı. Şarkılarını ağzıyla taklit ederek. Böyle bir çevre beni edebiyata götürdü. Hiç şüphem yok.
Sonra tabiî bir muhafazakar muhit belki. O da bize tesir etmiştir. Babadan intikal eden birşeyler. Ama babam üzerimize pek fazla düşemedi, sıkı bir din eğitimi de görmedim. Hatta hiç görmedim. Bunları hep zamanla edinmeye çalışmışımdır. Fakir, yoksul çocuklardık.
Pek kimsenin öyle peşimize düştüğü falan da yoktu. Lisede asi bir talebe havasında, doğru söyleyen, kabadayıca konuşan çocuklardık. İstanbul'a gelince bu fikir muhitinin içine girdik. Topçu, Cahit Bey, Kaplan Hoca... Fakat Topçu'nun da bizi yetiştirdiğini söylemek güç... Cumartesileri giderdik umumiyetle. Kafamıza taktığımızı ona da söylerdik. O da bize zaman zaman kızardı. Açık konuşan, hür konuşmak isteyen, itiraz eden insanlardık. Bunlara Topçu'nun bile katlanmadığı zamanlar olmuştur. Fakat gene de giderdik biz. Hareket Dergisini çıkarırdı Topçu. Ben ilk yazılarımı Üniversitenin 2., 3. sınıfından sonra orada yazdım. Polemik mahiyetinde. İlk dava ile Şemsettin Yeşil'e sataşmak yüzünden karşılaştım.
Tabi bu fikirler, bu çevrede oluştu ama temelde bunun insiyaki olduğunu kabul ediyorum. Sonra daha fazla okur olduk, çevreyi tanıdık, nihayet bilgilerimizden bir düşünce, tefekküre ulaştık. Yazar olmamız tabiatıyla bize kolaylık olmuştur. Dinlenen bir adam veya çevre bulunca da daha inkişaf etmek yollarını da aramışızdır. Yalnız, tüm yazarlara söylemek istediğim de budur, bir saniye okumayı elden bırakmamışımdır. Ancak okumayla tefekkürün teşekkül ettiğini zamanla öğrendim.
NEDEN TEMELLERİN DURUŞMASI?
- Hocam, insiyaki olarak gelişen bir çizginiz olduğunu belirtiyorsunuz. Destanlarla beslenen delikanlı, yiğit bir çizgi bu. Bu yiğit çizgi son kitabınızla da ortaya çıktı. Şimdi herkesin bakışı o "Ahmet Kabaklı Hoca yiğit bir çıkış yaptı" şeklinde. "Temellerin Duruşması"nda Türkiye için zor meselelere temas ettiniz. Bunlar Türkiye'de tabu kabul edilen konulardı. Neden böyle bir konu seçtiniz.
- Arz etmeye çalışayım. Kaplan Bey bazen bana şakadan takılırdı. "Sen hocalık yapmanın dışında herkesi terbiye etmeye kalkıyorsun" derdi. Yani "Elinde bir sopa boyuna vuruyorsun" derdi. Bunu böyle karikatürize ederdi. Hoşuna da giderdi. "Kimsenin ellemediğini sen elliyorsun, karışmadığına karışıyorsun, söylemediği mevzuları sen söylüyorsun, gözünü de budaktan esirgemiyorsun" derdi. Lise çocuğunda olan bu eğilim bende devam etti. Zamanla doğru düşünceye imkan olmadığını kavradım.
Senelerdir bu böyle ama gittikçe bir idrak, haline geliyor. Tarihe karşı yapılan şeyler bende daima tepki doğurdu. Liseden beri. Gelirlerdi, Fatih'in şunun bunun aleyhinde konuştukları vakit sinirlenirdim. Öfkem artardı. Bir de övgüleri sevmiyorum. Aşırı övgüler kime yapılırsa yapılsın bende tepki doğuruyor. Aşırı alkışlarda bir sahtekarlık sezer gibi oluyorum. Bir yazımda, Mevlana'nın bile moda olmasından korkuyorum, dedim. Çünkü başlıyorlar ve Atatürkleştiriyorlar. Putlaştırıyorlar. Dokunulmazlaştırıyorlar. Bu fukara memlekette birdenbire herşey dokunulmaz hale geliyor. Bir resmi hizip el koyuyor, o övdüğü şeye karşı çıkılamıyor. Bugün Ortak Pazar hikayesinde bile, bir iktisadî karar gibi görünen bu hadisede bile dokunulmazlık var. Partilerin hepsi karar vermiş "AT'a gireceğiz." Nedir? Bu tabunun sebebi nedir? Herşeyi Atatürkleştiriyorsunuz. Yanlış, yanlış birşey bu. Onun için beylik düşünceye karşı olmak bende çok eskiden mevcut. Bunun bende zamanla isyan haline geldiğini çok müşahede ettim. Söyleyebildiğim kadar söyledim îma ettim. Ecurufya da bir isyandı. Bazen isyanı mizaha döktüğüm olmuştur.