Pekala! Ne rüya gördün? Dedi



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə20/27
tarix30.10.2017
ölçüsü1,21 Mb.
#22657
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   27

Muhammed Kubilay Bey'in nesebi, annesi Adile Hanım Sultan vasıtasıyla Osmanlı âilesine ulaşıyor. Adile Sultan, Sultan II. Abdulhamid'in torunudur. Sultan II. Abdulhamid pekçok defa evlenmiş, kız ve erkek onbeş çocuğu olmuştur. Kızlarından birisi Muhammed Kubilay el-Bekrî Bey'in anneannesi ve sözünü ettiğimiz Adile Sultan'ın annesi Naime Sultan'dır.

Baba tarafından âilesi ise meşhur "el-Bekrî" âilesindendir. El-Bekri ailesinin soyu Hz. Ebû Bekir'e kadar uzanmaktadır. Geçmiş âile büyüklerinin hepsi tarîkat meşâyıhındandır. Kendilerinin Kâhire'de İmâm Şâfîî'de isimlerini taşıyan camileri bulunmaktadır.

Muhammed Kubilay el-Bekrî Bey, Türk bir kızla evlenmiş, ondan iki kızı ve bir oğlu olmuş. Şimdi Ferah ve Lilyan adında iki de torunu var. Onlar Sultan Abdulhamid'in neslinin son demetini temsil ediyorlar.

Muhammed Kubilay el-Bekrî Bey'i daha yakından tanıyabilmek için soruyoruz:

-Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra Osmanlı ailelerinin başlarına gelenleri anlatır mısınız?

-Gerçekleştirilen devrimlerden sonra Osmanlı âilelerinin Türkiye'ye girmesi imkânsız hale geldi. Hatta uzaktan da olsa onlarla akraba olanlar vatanlarına girmekten men edildiler. İşte bu dönemde annem de Türkiye'den ayrıldı, önce Fransa'ya ardından da Mısır'a yerleşti. Bu arada Kral Faruk zamanında kraliyet ailesiyle ilişkiler meydana geldi. Hatta bilfiil neseb ve hısımlık ilişkileri kuruldu. Annem Mısır'da el-Bekrî âilesinden olan babamla tanışmış ve evlenmişler. Aile ferdlerinin çoğunun başına gelen, babam Ahmed el-Bekrî'nin de başına geldi. Sultan Abdulhamid'in ailesinden olması sebebiyle Türkiye'ye girmesi yasaklandı. Fakat daha sonra bu yasak kalktı ve Türkiye'ye girebildik.

Vatana girmenin yasaklanması Osmanlı ailelerine vurulan darbenin en hafifiydi. Sultan Abdulhamid'in bütün mülklerine el konuldu. Çocuklarının herbiri ağır sıkınlarla karşılaştılar. Şunu da belirtmeliyiz ki mallarına el konan yalnız Sultan Abdulhamid değildi. Sultan Reşâd, son padişah Vahdeddin gibi diğer padişahların çocuklarının hepsinin de mallarına el konulmuşdu.

-Anneniz Hafide Sultan o tarihlerde nerede ikâmet ediyordu?

-Sultan Abdulhamid tahttan indirildikten sonra İstanbul'un Asya yakasında Beylerbeyi sarayında ikâmete mecbur edildi. Daha önce Yıldız Sarayı'nda oturuyorlardı.

-Mısır dışındaki akrabalarınızla görüşüyor musunuz?

-Osmanlı âilesi olarak iki yıldır İstanbul'da toplanıyoruz. Bu toplantılarda daha önce hiç görmediğim kimseler karşılaşıp tanışma fırsatı buldum. Üç sene önce Orhan isimli, annemin amcasının oğlunun Bulgaristan'da yaşadığını öğrendim ve onun yanına gittim. Göz yaşlarının tebessüme karıştığı çok samimi bir buluşma oldu. Birlikte Fransızca konuşmaya başladık. Bir de baktık ki ikimiz de Türkçe'yi gayet güzel konuşuyoruz. Buluşma biraz da gurbette vatan hatıralarına döndü.

Muhammed Kubilay Bey mühendislik yapıyor ve Kahire'de sıradan bir Mısırlı gibi yaşıyor. Hayatından da memnun. Kendisi için başka bir vatan da tanımıyor. Mısır onun dünyası ve hayatı. Türkiye'den konuştuğumuz zamansa sesi titriyor, yüzü parlıyor ve kelimelerinin her biri şu mânâyı te'yid ediyor: Vatan bizim içimizde yaşar, biz onun içinde değil.



(Mücîb Rüşdi tarafından yapılan bu röportaj Arapça haftalık Kelâmü'n-nâs dergisinin 17 Ekim 1997 tarihli 231. sayısında neşredilmiş, bazı tasarruf ve tashihlerle Ali Namlı tarafından Türkçe'ye çevirilmiştir.)

İmam Bûsîrî ve Kasîde-i Bürde

Hassân İbn Sâbit ve Ka?b İbn Züheyr'den itibaren İslâm dünyasında yetişen şairler, dehâ ve sanatlarının en olgun ürünlerini Hz. Peygamber için yazmış oldukları naat ve kasîdelerde ortaya koymuşlardır. Fakat bunlardan bazısının eseri sanat değerinden çok, kazandığı şöhret bakımından diğerlerinden daha şanslı sayılmaktadır. İşte bu kervanın önde gelenlerinden biri XIII. yüzyılda Mısır'da yaşamış olan İmam Bûsîrî'dir. 1 Şevval 608/7 Mart 1212'de Yukarı Mısır'daki Behnesâ şehrine bağlı Behşim'de doğan Muhammed el-Bûsîrî, Berberî asıllı olup Fas'taki Hammâd Kalesi'nde Habnûnoğulları diye tanınan bir aileden gelmektedir. Baba tarafından Bûsîrli olduğu için Bûsîrî, annesi tarafından Delâslı olduğu için de Delâsî nisbesiyle anılmaktadır. Şairin, bazan bu iki kelimeyi birleştirerek Delâsîrî nisbesini kullandığı da görülür. Çocukluk yılları, ailesiyle birlikte yerleştiği Delâs'ta geçmişti. Daha sonra Kahire'ye giderek burada İslâmî ilimlerin yanısıra dil ve edebiyat tahsil etti. Özellikle hadis ve siyer ilimleriyle daha çok meşgul olduğu, ayrıca yahudi ve hristiyanlığa karşı yazmış olduğu reddiyelerden onun Tevrat ve İncil hakkında geniş malumata sahip bulunduğu anlaşılmaktadır. Bir süre Bilbis şehrinde maliyede kâtip olarak çalıştıktan sonra Kahire'ye dönmüş ve {REF küttâb} denen Kur'an dershanesinde eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunmuştur. Daha sonra el-Mahalle ve Sehâ şehirlerinde kâtip olarak çalışırken mesâi arkadaşları olan hristiyan memurların yaptıkları yolsuzluklardan fazlasıyla rahatsızlık duyarak bunları şiirlerinde dile getirmiştir.

Kısa boylu ve zayıf bir bünyeye sahip olan Bûsîrî'nin başlıca huzursuzluk kaynağı, hanımının hırçınlığı ile çocuklarının çokluğu ve geçim sıkıntısı olmuştur. Şâzelî tarikatının kurucusu Ebü'l-Hasan eş-Şâzelî'ye intisap eden şair, onun ölümü üzerine yerine geçen Ebü'l-Abbas el-Mürsî'ye hitaben yazdığı 142 beyitlik "dal" redifli mersiyede şeyhinin fazilet ve meziyetlerinden sitayişle söz eder. Öyle anlaşılıyor ki ünlü mutasavvıf İbn Atâullah el-İskenderî ile Bûsîrî, şeyh Şâzelî'nin en önde gelen iki mürididir. Ancak İbn Atâullah ilâhî aşk temasını işlerken, Bûsîrî daha çok peygamber sevgisini terennüm etmiştir.

Hayatının sonlarına doğru felç olan Bûsîrî, rivayete göre Hz. Peygamber için yazdığı bir kaside sayesinde bu hastalıktan kurtulmuş ve uzun bir ömürden sonra seksen küsûr yaşlarında İskenderiye'de vefât etmiştir (696/1296-97).

Bûsîrî'nin kaleme aldığı eserlerin tamamına yakını manzum olup çoğu Hz. Peygamber hakkında yazılan kasidelerden ibarettir. Şiiri, yapı ve üslûp bakımından son derece sağlam ve liriktir. Bu yüzden asırlar boyu onun naat ve kasideleri İslâm coğrafyasının her bölgesinde büyük ilgi görmüş, dinî toplantılarda en çok okunan şiirler arasında yer almıştır. Klasik kaynaklarda dağınık bir şekilde bulunan on iki kasideden ibaret olan şiirleri bir araya getirilerek Dîvânü'l-Bûsîrî adıyla yayımlanmıştır (nşr. Muhammed Seyyid Keylânî, Kahire 1374/1955). İslâmî edebiyat alanında dünya çapında en meşhur eseri Kasîdetü'l-bürde diye bilinen 160 beyitlik kasidesidir. Coşkun bir peygamber aşığı olan Bûsîrî'yi şöhretin zirvesine taşıyan bu kasideye kendisi el-Kevâkibü'd-dürriyye fî medhi hayri'l-beriyye adını verdiği halde, yukarıdaki isimle tanınması gördüğü bir rüyâdan kaynaklanmaktadır. Şöyle ki hayatının sonlarına doğru felç hastalığına yakalandığı bir sırada, rivayete göre rüyâsında Hz. Peygamber Bûsîrî'den kendisi için yazdığı kasideyi okumasını ister; o "yâ Resûlallah! Ben sizin için çok kasideler yazdım, hangisini emredersiniz?" deyince, Hz. Peygamber kasidenin matla? beytini okuyarak bu kasideyi işaret eder. Bûsîrî kasidesini okurken Hz. Peygamber iki yana doğru sallanarak zevkle dinler. Yine rivayete göre Bûsîrî'yi ödüllendirmek üzere hırkasını çıkarıp yatmakta olan hasta şairin üzerine örter; bir diğer rivayette ise vücudunun felçli kısmını eliyle sıvazlar. Şair heyecanla uykudan uyanır, gördüğü rüyânın zevkiyle toparlanmaya çalışırken felçten bir eser kalmadığını farkederek sevincinden ne yapacağını şaşırır. Bu sırada şafak söküp sabah namazı vakti yaklaşmaktadır. Bûsîrî abdest alıp mescide giderken bir dervişle karşılaşır. Derviş ondan bu gece Hz.Peygamberin huzurunda okuduğu kasideyi kendisine vermesini ister. İşte bu olay duyulduktan sonra kaside büyük bir üne kavuşur ve zaman aşımı ile şairin verdiği isimle değil, rüyâda Hz. Peygamber tarafından üzerine örtülen hırka sebebiyle Kasîdetü'l-bürde diye anılmaya başlar. Bazı kaynaklarda hastalıktan kurtulması sebebiyle Kasîdetü'l-bür'e diye geçiyorsa da bunun yakıştırmadan öte bir değeri yoktur.

Dünyada en meşhur ve en çok okunan kasideler arasında yer alan bu eser, belli başlı bütün kültür dillerine tercüme edildiği gibi, Afrika, Güneydoğu Asya ve Balkanlardaki mahalli dillere de çevrilmiştir. Çeşitli bölge ve ülkelerde genellikle sünnet, nişan ve düğün merasimlerinde, mübarek gün ve gecelerde, ayrıca haftalık evrad olarak okunmakta, son münacât kısmı ise felçli hastalar üzerine yedi gün süreyle okunup Cenâb-ı Hakk'tan şifa niyaz edilmektedir.

Tesbit edilebildiği kadar kasideye yapılan şerhlerin sayısı 110, tahmisler 58, tesdisler 16 civarında olup, üzerine sayısız nazireler yazılmıştır. Biz bu çalışmamızda kasideyi Türkçe tercümesi ile birlikte verirken aynı zamanda Kasîde-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş başlığı altında her beyiti Türkçe terennüm etmeye çalıştık. Dinî heyecanı canlı tutmak ve peygamber sevgisini yaşatmak için sanatın gücünden her dönemde istifade edilmiştir. Genç nesillerin bu gerçeği dikkate alarak bu konuda daha güzel örnekler ortaya koyacakları ümidiyle..

Kasîde-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş

Ey gönül, Selemlileri1 anmaktan mı gözünden kanlı yaş akıtıyorsun?

Yoksa Kâzıma2 tarafından rüzgar mı esti, yahut karanlıklar içinde Izam Dağından3 şimşek mi çaktı?

Gözlerine n'oldu ki {dur, ağlama!}" desen yaş döker, kalbine n'oldu ki {ayıl, kendine gel} desen coşup kendinden geçer.

Yanıp tutuşan kalp ve akan gözyaşı karşısında âşık sevginin gizli kalacağını mı sanır?!

Aşk olmasaydı, sevgilinin harap olan yurdundaki izlere yaş dökmez, sorgun ağacı ile o dağı anarak geceler boyu uykusuz kalmazdın.

Gözyaşı ve hastalık aleyhinde âdil şâhit iken sevgini nasıl inkâr edebilirsin?!



Dipnotlar: 1. Selem, Arap edebiyatında sevgilinin yaşadığı hayâlî ülke. Burada kastedilen ise Medîne-i Münevvere'dir. 2. Medîne'nin bir başka adıdır.3. Medîne çevresindeki dağlardan biri.



KASÎDE-İ BÜRDE'Yİ TÜRKÇE SÖYLEYİŞ

Hasret ateşine yanmaktan mıdır
Aşkın neş'esine kanmaktan mıdır
Selemli dostları anmaktan mıdır


Kanlı gözyaşları akar gözünden
Âşıksın ey gönül, belli yüzünden!


Ruhunda duyduğun hâlâ o sesti
Neylersin engeller yolunu kesti
Yoksa Kâzıma'dan rüzgâr mı esti


Şimşek mi çaktı Izam Dağından
Haber mi getirdi nur kaynağından!


Öyle içlisin ki gören şaşıyor
{REF Dur!} dedikçe gözyaşların taşıyor
{REF Kendine gel!} desen kalbin coşuyor


Ağlasan da inlesen de yeridir
İnsan değil, bu aşk dağlar eritir...


Paslanan dağlardan güneş batarken
Dalgın dalgın ufuklara bakarken
Istırapla gözyaşları akarken


Âşık sanır mı ki aşk gizli kalır?!
Ârifler âşığı yüzünden tanır.


Vîrâne görünce yar otağını
Aşktır hatırlatan sevgi çağını
Sorgun ağacıyla Alem Dağını


Anar anar uyku girmez gözlere,
Bakar ağlar dosttan kalan izlere!


İnkâr edemezsin artık bu işi
Besbelli ki sarmış aşkın ateşi
Sapsarı bir çehre, akan gözyaşı,


İki âdil şâhit olduktan sonra;
Gülbenzin sararıp solduktan sonra...


Kaside-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş

Aşkın ıstırabı yanaklarında sarı papatya ve anem(1) gibi iki çizgi halinde belirirken sevgini nasıl inkâr edebilirsin?!

Evet, gece sevgilimin hayali geldi ve beni uykusuz bıraktı; çünkü aşk, zevk ve elemle karışıktır.

Uzre(2) aşkı gibi bir aşka tutulduğum için ey beni kınayan! Mazur gör, eğer âdil davransaydın beni kınamazdın.

Benim hâlim sence malum... Sırrım da dedikoducumdan gizli değil, derdim ise bitmez tükenmez...

Sen bana samimi Öğütte bulundun, fakat ben onu dinleyecek halde değilim; çünkü âşığın kulağı öğüt menlere karşı sağırdır.

Ak saçların beni uyaran Öğüdünü suçladım, halbuki saç öğüt hususunda suçlanmaktan çok uzaktır.



KASİDE-İ BÜRDE TÜRKÇE SÖYLEYİŞ

Bu aşkın elinden n'olmuşsun gönül,
Henüz gonca iken solmuşsun gönül,
Istıraba sahne olmuşsun gönül!


Kan çanağı gözler, sapsarı çehre,
Daha böyle âşık gelmedi dehre...


Gece geldi sevgilimin hayali,
Beni benden aldı onur cemâli,
Tatmayan bilmezmiş bu mutlu hâli




Aşksız geçen her an ömre ziyandır,
Sevgide hem lezzet hem elem vardır.


Sevda derler buna, can dayanır mı!
Diz çöksem yalvarsam, yar inanır mı?
Âşık olan kimse hiç kınanır mı?!


Uzreliler gibi âşıkım diye,
Dillere düşürüp kınamak niye?.


Birden can evime saplandı bir ok,
Hâlim sence malum, ıstırabım çok...
Benim koğucudan saklım gizlim yokl


Neler çektim neler, saymakla bitmez,
Gönül yarasına merhem kâr etmez...


"Sevdadır bu canım, artırır" derdin,
"İçin için yakar inletir" derdin,
Sen bana en içten öğütler verdin.


Ne çâre sağırdır, aşık işitmez,
Verilen öğüde aldırış etmez.


Simsiyah saçlarım tel tel ağardı,
Dile gelip her tel beni uyardı,
Sağır bile bu îkâzı duyardı!


Bunca uyarıyı hep yalanladım,
Fakat doğru imiş, çok geç anladım.




Dipnotlar : 1. Hicaz'da yetişen ve meyvesi kızıl olan bir ağaç adıdır. Sevgilinin kınalı parmakları benzetilir. 2. Uzre, Yemen'de tertemiz aşklarıyla meşhur olan kabilenin adıdır.

Mesnevi Mütercim ve Şarihi Şefik Can Hoca ile Mevlana ve Mesnevi Üzerine... "Kur'an ve İslâm Ölmez"

Altınoluk: Efendim sohbetimize hayatınızla ilgili sözlerinizle başlasak. Doğumunuz, nerede ne zaman? Çocukluğunuz ve ebeveyninizle ilgili hatırladıklarınız neler?

Şefik CAN: Efendim bendeniz nüfus kağıdımda 1910 tarihinde Erzurum'da doğmuş gözüküyorum ama askerî okula girmek için babam iki yaş küçük yazdırmış. Yani aslında şu anda 90 yaşına girmiş bulunuyorum. Babam Erzurum'un Tebricik köyünde mektep hocası idi. Birinci Cihan Savaşı başladığı zaman beş yaşında idim. Çok buhranlı geçen yıllardan sonra Erzurum'dan Erzincan'a oradan da Sivas'ın Yıldızeli kazasına yerleştik. Babam orada müftülük görevine getirildi. İlk okulu bu kasabada bitirdim. İlk okuldan sonra kasabamızda orta okul olmadığı için babam bana oğlum, "Sivas'taki öğretmen okuluna mı yoksa Tokat'taki askeri okula mı gitmek istersin?" dedi. "Sen nereye istersen oraya ver babacığım" deyince kaydımı Tokat askeri lisesine yaptırdı. Sonra oradan da Kuleli Askeri lisesine geçtim. 1929'ta Kuleli'yi bitirdim. Ardından Harp Okuluna gittim. Subay çıktıktan sonra kıtadan kıtaya dolaştım. Bu arada evlendim. Allah Teâlâ iki kız çocuğu bahşetti.

Dini eğitim hususunda rahmetli babam benim ilk hocam idi. Bizlere çocuk yaştan itibaren Arapça ve Farsçayı öğretti. Sâdi'den, Mevlânâ'dan, Hafız'dan beyitleri daha küçük yaşlarımızda iken bizlere belletti.

Tanışma fırsatı bulduğum pek çok alim ve udebânın yetişmemizde çok büyük katkıları oldu. Kuleli Askeri lisesinde hocalık yaparken merhum Tahiru'l Mevlevî ile tanıştım. Sonra kendisinin muavini oldum. Kendisi ile şimdi yad ettiğim çok güzel günlerimiz geçti. Tahiru'l Mevlevî bey bir gün bana "Ben Mehmet Akif Bey'i ziyarete gideceğim arzu edersen sen de gel" deyince ne denli sevindiğimi anlatamam. 1936 yılıydı. Mehmet Akif Bey o sıralar Mısır'dan dönmüş, oldukça rahatsız bir durumda Maçka'daki bir sağlık yurdunda kalmakta idi. Tahiru'l Mevlevî hocamla kendilerini ziyaret etmek için Maçka'da bir yerde randevulaştık. Kararlaştırılan yere gittim ve orada hoca efendiyi uzunca bir süre bekledim, ama gelmedi. Acaba erken geldi de beni beklemeden gitti mi düşüncesi ile yalnız başıma Mehmet Akif Bey'in kaldığı sağlık yurduna gittim. O zamanlar yüzbaşı idim. Kapısını korka korka çaldım. Zayıf bir ses "gel, gel" diye beni içeri çağırdı. İçeri girdiğimde Mehmet Akif bey ayakta duruyordu. Oldukça zayıflamış, yüzü iyiden iyiye kırışmıştı. Tahiru'l Mevlevî bey ile kendilerini ziyaret etmek için randevulaştığımızı ama buluşamadığımızı, bunun üzerine yalnız başıma ziyaret etmek zorunda kaldığımı söyledim. Bir müddet konuştuk. Mısır'da Safahat'ın yedinci cildini çıkarmıştı. Kendisine yazmaya devam edip etmeyeceğini sordum. Allah izin verirse yazacağım dedi. Sonra içini çekerek "Ah minel mevt kable husulil murad" "Muratların gerçekleşmesinden önce gelen ölüme ah" diyerek adeta ölümünün yakın olduğunu hissetmişti...

Bakın bugün ben de aynı hisler içindeyim. Doksan yaşında bulunuyorum ve Divan-ı Kebir'den seçmeler yapıyorum. Yaklaşık bir senedir bununla uğraşıyorum. Ama hastalığımdan dolayı iyi çalışamıyorum. Cenabı Hak takdir eder mi bilmiyorum? "Bu eseri ortaya çıkartabilmek için bana bir iki sene daha müddet ver Allahım" diye dua ediyorum.

Sonra devrin ulemasından İbnü'l Emin Mahmut Bey'i tanıma fırsatı buldum. Uzunca süre derslerine devam ettim.  Kendilerinden çokça istifade ettim.

Pek çok âlim, üdebâ ve pek muhterem insanlarla tanışmayı Allah Teâlâ bana nasip etti ama bunlar içinde muhterem Sami Efendi hazretlerinin yeri bir başka. Ben hayatımda nice muhterem insan gördüm fakat Hacı Sami Efendi hazretleri gibi birisini göremedim.

Bir keresinde ailevi buhranlar içinde olduğum bir dönemde Suphi bey beni Sami Efendi hazretlerine götürmüştü. Daha ben bir şey söylemeden adeta içimi okumuşçasına ailevi buhranların gelip geçici olduğunu, yeter ki Allah'tan gafil olunmaması gerektiği yönünde bana tavsiyelerde bulundu. Hazret öyle şeyler söyledi ki kendimi tutamadım ağlamaya başladım. Beni oraya götüren Suphi bey de şaşırdı kaldı. Yanlarından ayrıldıktan sonra mânevî olarak adeta bambaşka bir hale girmiştim. Daha sonra mübarekle tekrar görüşebilmek için hayli zaman bekledim. Hizmetlerine bakan Alaaddin Bey'e "Efendi hazretlerini yeniden görmem mümkün mü?" diye sordum. "Göremezsin çünkü sırada çok bekleyenler var" dedi. "Eyvah ne yapacağım" dedim kendi kendime. İçime çok büyük bir hüzün düşmüştü. Kendileri Cuma namazlarına bazen Arpacı bazen de Rüstem Paşa camiine gidiyordu. O dönem Kuleli askeri lisede hocalık yapıyordum. Efendi hazretlerinin gittikleri camiye gidip kendilerini şöyle uzaktan da olsa görebilmek düşüncesiyle Cuma gününe ders almadım. Ara ara efendi hazretlerinin gittikleri camilere gitmeye başladım. Bazen yakın civarına oturur kendileri de fakirin farkına varır uzaktan tebessüm ederlerdi. Bir müddet böyle uzaktan görmelerle teselli oldum. Sonra Allah bir kapı açtı bana. Efendimizin Güney Afrika'da ve Pakistan'da müritleri vardı. Onlarla haberleşmek için İngilizce bilen birisine ihtiyaç olunca. Rahmetli Ömer Kirazoğlu bey, bir gün bana "Üstadın mektuplarını tercüme eder misin hoca efendi?" diye sordu. Ben de memnuniyetle diyerek kabul ettim ve bu şekilde efendimizle yakın görüşme fırsatı yakalamış oldum. Erenköy'de istasyondan çıktıktan sonra, demiryolu kenarında, 5 numaralı iki katlı mütevâzî evlerine gider orada tercümeleri yapardım. Efendimiz, o zamanlar "İstediğin zaman gelebilirsin" diye bir izin vermişti ama Ömer bey rahatsız edeceğim düşüncesiyle sıklıkla ziyaret etmeme müsaade etmezlerdi. Ama ben yine de Ömer Bey'e efendimizin ziyaret hususunda bana izin verdiğinden bahsetmezdim.

Efendimiz bir gün "herhangi bir tarikata müntesip misin?" diye sordu. Ben de sadece Hz. Mevlânâ'nın hazırladığı, içinde çeşitli duaların bulunduğu "Evradı Mevlevîyye" vardı, kendilerine göstererek onu okuduğumu söyledim. Sami Efendi, kitabı şöyle bir karıştırdıktan sonra "Okumaya devam et evladım" dedi. "Ama ben sana başka bir vazife daha vereyim onu da teberrüken yaparsın" dedi. Bu benim için son derece büyük bir lütuftu. Herkes ondan ders almak için istihareye yatacak, müsaade alacak... Bendenize işte böyle bir lütufta bulundu. Efendimizin verdiği vazifeyi yapmaya başladıktan sonra adeta namaz tiryakisi olmuştum. Aç kalayım da namazım kazaya kalmasın demeye başladım. Eskiden sabah namazlarını kaçırmaz ama vazifemizin ağırlığı sebebiyle bazen öğle namazlarını eda edemezdim. Ama Efendimizin vazifesini yerine getirir olduktan sonra onun himmetiyle namazlarıma büyük bir şevkle sarılmıştım.

Bu arada Konya'ya tayinim çıktı. Üstadımızın yanına giderek durumu arz ettim, elini öperek izin istedim. "Sizin için hayırlı olur, Konya'da bizim dostlarımız çoktur" dedi. Dişçi Mehmet Efendi, Yorgancı Salih efendi gibi isimleri saydılar. Daha sonra vedalaşarak yanlarından ayrıldım. Fakat harcırahı alamadığım için Konya'ya gidişim beş on gün gecikmişti. Sami efendi hazretlerini görmek istiyordum ama veda ettiğim için yanlarına gidemiyordum. Ziyaretlerine niyetlendiğim zaman kendi kendime "Konya'ya gitmek için vedalaştın, on beş gün oldu hâlâ İstanbul'dasın" diye söyleniyordum. Bir gün bir iş dolayısıyla dolmuşla Kadıköy'e gidiyordum. İçime yine Sami efendi hazretlerinin ateşi düştü. Kendime mâlik değilmişim gibi adeta gizli bir kuvvet beni çekti ve doğruca üstadımızın evinin yoluna koyuldum. Devlethaneye geldim, ikinci kata çıktığımda üstadımız ayaktaydı "ben de seni bekliyordum, yazdığım şu mektubu dişçi Mehmet Efendiye ver sana ev bulmada yardımcı olsunlar" dedi. Şaşırdım kaldım. Konya'ya gittiğimde bana ev buldular, çok yakın alâka gösterdiler. Ladikli Ahmet Ağa ile görüştürdüler...

Sami Efendi ile ilgili bir başka hatıramı daha anlatayım. Kendilerinin ahbaplarından Necmi bey isminde bir Albay vardı. General olacakken emekliye ayırmışlardı. Bir gün devlethanede otururken Necmi Bey'i kastederek "O arkadaşa söyle hacca gitsin" dedi. Ben de Necmi beye telefon ettim ve üstadımızın söylediklerini aynen kendisine ilettim. Ben bunları söyleyince Necmi Bey, "Sami Efendi beni Hicaz'da görmüyor mu ben hep oradayım?" diye karşılık verdi. Kendileri tayyi mekan sahibi olduğuna inanırdı. Bir hafta sonra Efendi hazretlerini ziyarete gittiğim zaman Necmi Bey'in söylediklerini olduğu gibi aktardım. Efendi hazretleri beni dinledikten sonra gülerek, "Necmi Bey'e söyle ben onu maddeten de Hicaz'da görmek istiyorum" dedi. Necmi beye tekrar geldim ve üstadımızın söylediklerini ilettim ve o da fazla vakit geçirmeden hacca gitti. İşte üstadımızla ilgili böyle tatlı hatıraları hatırladıkça memnun oluyorum.

Altınoluk: Tahiru'l Mevlevî ile dostluğunuz oldu. O dostluktan daha neler anlatabilirsiniz?

CAN: Hayatta gördüğüm en büyük Mevlevîlerden birisiydi Tahiru'l Mevlevî. Benim hem hocam hem de mânevî babam idi. Allah rahmet eylesin kendisinden çok istifade ettim. Son derece hürmetkâr bir şahsiyetti. Şeyhine ne denli saygılı bir insan olduğunu göstermesi açısından size kendisiyle alakalı bir hatıramı anlatayım. Tahiru'l Mevlevî ölümünden sonra naşının Merkez Efendide şeyhinin de meftun bulunduğu kabristana defnedilmesini, fakat şeyhinin mezarının önünden geçirilirken naşının omuzlarda değil yerden sürüklenerek taşınmasını vasiyet etmişti. Nâşının, şeyhinin kabrinin yanından geçerken omuzlarda taşınmasının saygısızlık olacağını düşünmüştü. Gerçekten de vefatından sonra vasiyeti üzerine nâşı şeyhinin kabrinin önünden geçirilirken aşağıya indirildi. Fakat imam efendi bunun Hıristiyan adeti olduğunu söyleyip itiraz etti. Cenazede bulunan kitapçı Hacı Muzzaffer Bey celâdetle kalkıp bunun merhumun vasiyeti olduğunu ve yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. Ve netice itibarıyla vasiyet tatbik edildi...

Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin