İşte bu temel formül, ‘60’lı yılların bugüne en saf, en el değmemiş biçimiyle miras kalan fikirlerinden biri, kuşkusuz en önemlisidir. En önemlisidir diyorum; çünkü tüm tartışma boyunca döne döne altını çizdiğim gibi, emperyalizme karşı mücadelenin ele alınışı, genel olarak devrim sorununun ele alınışında kilit önemde, belirleyici önemde bir sorundur. Bu kritik, bu belirleyici öneme kestirme kanıtlar da gösterebilirim. Dikkat edin, sosyo-ekonomik yapı, köylü/toprak sorunu, milli burjuvazi vb. sorunlarda nispeten daha ileri bir konumda bulunan, Türkiye’nin bu konudaki nesnel gerçeklerine nispeten daha yakın olan bazı gruplar, tam da anti-emperyalist mücadelenin “burjuva demokratik karakteri”ni kanıtlama çabası içinde, tüm bu konularda geriye dönük adımlar atmak zorunda kalıyor(246)lar. Feodal kalıntılar yeniden abartılıyor, “nasıl bir kapitalizm” sorunu yeniden öne çıkarılıyor, tekelci sermayenin iktidar ortağı bir yarı-feodal toprak ağalığı kategorisi yeniden vurgulanıyor. Tüm bunların bir parçası olarak, sallantılı ve tutarsız da olsa, “anti-emperyalist demokratik devrim mücadelesinde” proletaryaya müttefik olacak bir orta burjuvazi kategorisine geri dönülüyor. Ve elbetteki, tüm bunların mantıksal bir gereği ve sonucu olarak da, anti-emperyalist mücadelenin burjuva demokratik bir öz ve karakter taşıdığı görüşü savunuluyor. Abartmasız olarak, tüm bu geri adımlar, tüm bu muhakeme tarzı, ‘60’lar Türkiye’sinden, o günün düşünsel mirasından kök alıyor. Bunu biz geçmişe yönelik teorik eleştiri içinde yeterli açıklıkta gösterdik. “Devralınan miras”ın bu yönünü yer yer ayrıntılar içinde örnekledik. Bu konuda Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm'den belli vurucu pasajlar okuyacağımı daha önce hatırlatmıştım. Fakat buna geçmeden önce, bu fikirlerin neden ‘60’lar Türkiye’sinde boy verdiği, ‘60’lı yılların bu açıdan, özellikle emperyalizme karşı mücadele açısından kendine özgü öneminin nereden kaynaklandığı üzerinde durmak, bunun için de kuşbakışı ve çok özet biçimde de olsa daha gerilere bakmak gerekiyor. “Yüzyıllık demokratik devrim sürecimiz” ya da “mücadelemiz” sözü Perinçek’e ait olsa da, işin aslında, hala tamamlanmamış bir burjuva demokratik devrim süreci ve aşaması içinde bulunduğumuzu iddia eden geleneksel gruplara da uyuyor. O halde bu yüzyıllık sürece bir bakalım. Kuşkusuz yalnızca konumuzla, yani Türkiye’nin bağımlılık süreci ve emperyalizme karşı mücadelenin perspektifleri sınırları içinde. Yineliyorum, burada amacım yüzyıllık bir genel tarihsel döküm yapmak değil. Kaldı ki bu, bu kısa zaman dilimine sığdırılamayacak kadar kapsamlı, çok yönlü ve doğal olarak hayli güç bir iştir. Türkiye’nin tarihi üzerine değerlendirmelere başka bazı konferans konuları vesilesiyle zaten enine-boyuna(247)gireceğiz. Ben burada yalnızca konumuza ilişkin sınırlar içerisinde çok kısa bazı değinmelerle yetineceğim. Osmanlı İmparatorluğu, bildiğiniz gibi, 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında, Lenin’in sözleriyle, %90 sömürge bir toplum haline gelmişti. Mâliyesi iflas etmiş, alacaklı emperyalist devletler Osmanlı gelirlerine doğrudan el koymuşlardı. Bir feodal vergi olan Aşarı bile emperyalist devletlerin borç tahsilat örgütü olan Düyun-u Umumiye bizzat kendi memurları aracılığıyla topluyordu. Bir İngiliz-Fransız ortaklığı olan Osmanlı Bankası, devletin merkez bankası olarak çalışıyordu. Peki bu süreç ne zaman başladı ve işler buraya nasıl geldi? Batıda sanayi devrimi 18. yüzyılın sonlarına doğru başladı ve asıl sonuçlarını 19. yüzyılın ilk yarısında gösterdi. Sanayi devriminin dünya tarihi açısından temel önemde sonuçlarından biri, dünya pazarının oluşumu oldu. Batının, somutta “dünyanın atölyesi” İngiltere’nin, makina ürünü ucuz mallarının tüm dünyayı istila etmesi ve böylece henüz geleneksel feodal toplum koşulları içinde bulunan ülkelerde el emeğine dayalı geleneksel sanayinin yıkımı, dünya pazarının oluşması olgusunun bir yönüdür. Bu yıkımı yaşayan ülkeler böylece Batının mamul malları için kârlı sürüm pazarlarına dönüştüler. Bu aynı ülkelerin Avrupa kapitalizmi için ucuz hammadde kaynaklarına dönüşmesi ise aynı sürecin ve olgunun öteki yüzü oldu. 19. yüzyılın ilk yarısının bu evrensel olgusu, feodal Osmanlı toplumu bünyesindeki gelişmeleri de belirledi. Batılı ülkelere daha 16. yüzyıldan itibaren peyder pey tanınan kapitülasyonlar, asıl yıkıcı etkilerini 19. yüzyılın bu aynı döneminde gösterdiler. Batının mamul malları İmparatorluğa serbestçe akmaya başladı ve geleneksel el sanayii hızla tasfiye sürecine girdi. 1838 Serbest Ticaret Antlaşması, bu aynı sürece yeni boyutlar kazandırdı. Böylece, Osmanlı toplumunun feodal bünyesinde çözülmeler yaratan ve İmparatorluğu yarı-sömürgeleştiren süreç başlamış oldu.(248) Fakat bu süreç asıl ivmesini yüzyılın ortalarından itibaren kazandı. Borçlar ve demiryolu imtiyazları, yüzyılın ortasından itibaren Osmanlı devletini köleleştiren, yüzyılın sonunda onu “%90 sömürge” haline getiren sürecin temel araçları oldular. Son derece ağır koşullarda verilen borçlar ve olağanüstü elverişli koşullarda alınan demiryolları imtiyazları, Osmanlı devletini, onun ticaretini ve mâliyesini her açıdan Batılı kapitalist devletlere bağladı. İlk borç 1854’te Kırım savaşının finansmanı için alınmıştı. 20 yıl sonra, 1875’de, Osmanlı devleti borçları ödeyemeyeceğini açıklayarak iflasını ilan etmek zorunda kaldı. Bunu Düyun-u Umumiye’nin kuruluşu izledi. Düyun-u Umumiye, alacaklı devletlerin Osmanlı devletinin gelirlerine doğrudan el koyarak, tahsilat işini bizzat üstlenmeleri demekti. Böylece, kapitülasyonlar nedeniyle her türlü gümrük bağımsızlığından zaten yoksun olan İmparatorluk, mali bağımsızlığını da tümden yitirdi. Düyun-u Umumiye idaresi Osmanlı mâliyesinin yerini aldı. Bunu, İngiliz-Fransız ortaklığı bir yabancı banka olduğu halde Osmanlı merkez bankası gibi çalışan Osmanlı Bankası ile Osmanlının en önemli ihraç maddesi olan tütün tekelini almış olan “Reji” tamamlıyordu. Tüm bu emperyalist kuruluşlar kendi örgütleri aracılığıyla, hukuksal, idari ve zaptiyesel yetkilerle donatılmış halde, doğrudan üretici olan köylülerle bizzat yüzyüze geliyor, artık ürüne bizzat el koyuyorlardı.
Dostları ilə paylaş: |