PUVATYA SAVAŞI
Öz
711 yılında Müslümanlar İspanya’yı fethettiler. 719’da aktüel Languedoc’u işgal ettiler. Rhône ile Pireneler arasında kalan bu bölge o dönemde Septimania diye adlandırılıyordu. 721 yılında Akitanya Dükü Eudes tarafından Toulouse’da durduruldular. Bunun üzerine bakışlarını doğu istikametine çevirdiler. 725 yılında Nimes ve Arles’ı aldılar. Aynı yıl Bourgogne bölgesindeki Autun manastırına başarılı bir sefer düzenlediler. 732 yılında, Endülüs valisi Abdurrahman, Tours üzerine yürüdü. Ordusu Araplardan ve yeni Müslüman olmuş Berberilerden müteşekkildi, O, Fransa’yı fethedip İstanbul’a yürümek niyetindeydi. Ancak, Eudes’ün çağrısına cevap veren Charles Martel, özellikle Frank piyadelerinden oluşan ordusuyla aynı şehre yürüdü. İki ordu Poitiers ve Tours arasında, Moussais la Bataille denen yerde savaş düzeni aldı. Yaklaşık on gün boyunca, askerler birbirlerini gözlemlediler ve küçük çaplı çatışmalar yaşandı. 25 Ekim 732 günü, Ramazan ayında Müslümanlar savaşa tutuştu. Hafif süvari birliklerinden oluşan İslam ordusu hücuma geçti; fakat birbirlerine sıkı sıkıya kenetlenmiş Frank birliklerinin saflarını dağıtıp piyade birlikleri için bir gedik açamadı ve bir duvara çarpmış gibi geri çekilmek zorunda kaldı. Maalesef Abdurrahman el-Gafikî şiddetli savaşta şehit oldu ve ordusu geceleyin Narbonne’a geri çekildi. Bu askeri savaş hemen eğitimli çevrelerde çok büyük bir yankı uyandırdı. Hatta daha sonraları bir İspanyol vakayinamesi bu savaşı Avrupalıların kâfirlere (Müslümanları kastediyor) karşı bir zaferi olarak yansıttı. Bu durum kültür ve medeniyet bağlamında Avrupa’nın ilk deneyimi olarak görüldü. Böylece Hıristiyan tarihçiler, Charles Martel’i Hıristiyanlığın şampiyonu sıfatıyla övdüler ve Hıristiyanlığın Avrupa’nın dini olarak kalmasını sağlayan bu savaşı da, İslam’a karşı verilen mücadelede kesin bir dönüm noktası olarak nitelendirdiler.
Anahtar Kelimeler: Abdurrahman el-Gafikî, Puvatya, Franklar, Charles Martel
THE BATTLE OF POITIERS
Abstract
In 711, Muslims conquered Spain. They occupy in the current 719 Languedoc. This province, between the Pyrenees and the Rhone, then called Septimania. They are stopped at Toulouse in 721 by Duke Duke Eudes of Aquitaine. They then turn their eyes towards the east and take Nimes and Arles in 725. The same year, they launched a successful raid on the rich abbey of Autun in Burgundy. In 732, the governor of Spain, Abd er-Rahman he walks towards Tours at the head of his troops, composed mainly of Arabs and Berbers of freshly converted to İslam. He intends to conquer France and head for Constantinople. However, Charles Martel, answering the call of Eudes, also march to that city after gathering an army infantry mainly francs. The two armies face Moussais Battle, between Poitiers and Tours. Roughly, for ten days, the troops observe and engage in skirmishes. On October 25, 732, which is also the day of the month of Ramadan, Muslims decide to engage in battle. But their light cavalry clashes with the "impenetrable wall" formed by the Frankish warriors, walk but disciplined and ironclad. Unfortunately not, Abd er-Rahman was killed in the infernal battle and his men pack up and return to Narbonne in the night. This military battle will almost immediately get a very high profile in educated circles. Thus a Spanish chronicle hardly posterior describes the event as a victory for Europeans on the infidel. This is the first known mention of Europe as civilization and culture. Later Christian chroniclers praised Charles Martel as the champion of Christianity, characterizing the battle as the decisive turning point in the struggle against Islam, a struggle which preserved Christianity as the religion of Europe.
Keywords: Abd-al-Raḥmân Al Ghafiqi, Poitiers, The Frankish, Charles Martel
PUVATYA SAVAŞI
THE BATTLE OF POITIERS
Giriş
Batı Avrupa ülkelerinden Fransa, Galya-Roma hâkimiyetinde kalmış, milâttan sonra II. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlığın Avrupa kıtasındaki en önemli yayılma alanlarından birini teşkil etmiştir. V. yüzyılın ortalarında Attila kumandasındaki Hun ordusunun akınlarına uğradıktan sonra yüzyılın sonlarına doğru Franklar’ın hâkimiyetine girmiş ve ülkede sırasıyla Merovenj, Karolenj, Capet ve Valois hânedanları yönetiminde kalmıştır.1
Bilindiği gibi Roma İmparatorluğu Akdeniz havzasında büyük etkiler bırakmıştır. Dolayısıyla o devirde birçok Hıristiyan için Roma İmparatorluğunun sonu, Hz.İsa'nın İkinci Gelişiyle, yani bizzat kıyamet günüyle eşanlamlı hale gelmiştir. Bu bakımdan İmparatorluğun zayıflığından yaralanmak isteyen barbar kavimler imparatorluğun yıkılışını hızlandıran akınlar düzenlemişlerdir. Öte yandan Avrupa medeniyetinin temeli olan ve "Hıristiyan âlemi" denilen şeye hayat veren karşılıklı etkileşim bu süreçte atılmıştır.
İmparator Constantinus'un ölümünde, “bilinen dünya”nın Romalı ve Barbar olmak üzere iki basit parçaya ayrılması geçerliğini korumuştur. Sınırın bir yanında yeniden birleştirilmiş Roma İmparatorluğu sağlam bir şekilde ayaktaydı, öte taraftaysa, toplumsal gelişmede hala kabile düzeyini aşamamış hareketli insan kitleleri, orman temizleyip tarım yapmakta veya ovalarda dolaşmaktaydılar. Çoğu Romalının bu bölünmeyi siyah ve beyaz olarak görmesi yeterince anlaşılabilir bir durumdur. Onlara göre İmparatorluk "uygar"dır; yani düzenli bir yönetimi vardır; Barbarlar ise, adı üstünde uygarlaşmamıştır.2
Roma dünyasıyla Romalı olmayan dünya arasındaki fark son derece katıydı. Roma orduları, Romalı olmayan yedek kuvvetleri, Romalı olmayan düşmanları püskürtmekte kullanan Barbar generallerin komutasında düzenli olarak savaşmıştır. Sınıra yakın ülkeler yüzyıllarca Roma etkisine maruz kalmıştır. Romalı tacir ve zanaatkârlar imparatorluk sınırlarının çok ötelerine geçmiştir. Almanya'dan Doğu Avrupa'ya kadar her yerde, yapılan kazılarda Roma paraları bulunmuştur. Hatta Afganistan'da hazine ve mezarlardan olağanüstü güzellikte altın, bronz, gümüş Roma eşyası çıkmıştır. Büyük Roma ticaret istasyonları, Güney Hindistan'a kadar uzanan geniş bir bölgede iş yapmışlardır.
Bütün bunlara rağmen Roma İmparatorluğu'nun gerilemesi ve yıkılmasını etkileyen süreçleri kısaca şöyle sıralayabiliriz; Birincisi, Barbar halkların Asya'dan batıya, Avrupa içlerine doğru sürekli ilerleyişleri, İkincisi, Roma dünyasının Batı ve Doğu yarıları arasında büyüyen ayrım, Üçüncüsü, Pagan topluluklara yönelen Hıristiyanlık. Bu üç süreç, daha sonra “Karanlık Çağlar” olarak anılacak dönemlere hâkim olmuştur. Ancak günümüz okuyucusu için, “Karanlık Çağlar”a yaklaşımları hem klasik eğitimlerini hem de dinsel inançlarını kuvvetle yansıtan Avrupalı tarihçilerin Roma-merkezli ve Hıristiyan yanlısı anlayışlarıyla ilgili bir temel sorundur. Dördüncü süreç olan İslamiyet’in doğuşu ise, VII. yılda Arabistan'dan çıkmış, güney ve doğu sınırlarını hızla oluşturmuş ve diğer üçüyle etkileşime girmiştir.3
Avrupa’da Hunların neden olduğu Kavimler göçü "domino etkisi" yapmıştır. Hun akıncı birlikleri bir ay içinde birkaç bin km. kat edebilmekteydi. Tek bir yaz mevsimi içinde çevik Moğol midillilerine binmiş, ok ve yaylarla silahlanmış olarak Avrupa'nın derinlerine veya Uzak Doğu’ya gidip geri dönebilmekteydiler. II. yüzyılda, Hazar denizinin kuzeyine yerleşmişler, IV. yüzyılda ise bugünkü Ukrayna'ya doğru kaymışlardır. 375 yılında Germen halklardan Ostrogotları ve Vizigotları Roma İmparatorluğunun içine itmişlerdir. Hunlarla birlikte olan boylardan Alanlar ise bugünkü Portekiz'in güneyinde görülmüşlerdir (420). Hunlar, 441 yılına kadar İmparatorluğa kendileri saldırmamıştır.4
Barbar Germen kabileleri Roma İmparatorluğunun batı eyaletlerini istila ederken, bu felaketin sebebi Hunlar, nihayet Panonya'da görünmüşler, çadır başkentlerini 420 yılında Tisza'da (Theiss) kurmuşlar; 443 yılında da Attila'nın (ö.453) hükmü altına girmişlerdir.5
Fransa’da Attila'nın adı, nedensiz yıkıcılığı anlatan bir deyim haline gelmiştir: “Atının bastığı yerde asla ot bitmez ...” Bu “Tanrı Kırbacı”, mevsimler boyunca İmparatorluğun Tuna eyaletlerini dehşete boğmuştur. 451'de kuzeye ve batıya yönelmiş, Gepidler ve Burgondlar dahil kendine uygun barbar müttefikler bulmuştur. St. Genevieve'in dualarıyla korunan Paris'e dokunmamıştır. Ama Chalons yakınındaki, atlılarına çok uygun otlakların uzandığı Champs Catauliniques'te, Aetius'un komutasında Teodoric'in Ostrogotlarından ve “Denizden doğmuş” Merovig'in Salique Franklarından oluşturduğu koalisyon karşısında çok kanlı bir yenilgiye uğramıştır. Attila'nın Ren Nehrinin gerisine çekilmesi, Batı Roma İmparatorluğu adına kazanılan son zafer olmuştur.
Attila, daha sonra ltalya'ya yönelmiştir. Milano'da, kraliyet sarayında İskit prenslerini İmparatorluk tahtı önünde yere kapanmış gösteren bir duvar resmi, Attila'yı kızdırmıştır. Bir ressamı çağırtmış ve resimdeki rolleri değiştirmesini emretmiştir. Ancak 452 yılında, nasıl olduysa, Garda gölü kıyılarında Roma Patriği I. Leon tarafından geri çekilmeye ikna edilmiştir. İldico adlı uygun bir dişi ganimet ile Tisza'ya çekilir; düğün gecesi bir atardamar patlamasıyla, “midesini ve ciğerlerini dolduran bir kan seli tarafından boğularak ...” ölür. Göçebe Hun atlıları ortaya çıktıkları kadar da çabuk dağılırlar. Eski müttefiklerinin arkadan vuran hain saldırılarıyla parçalanarak, Panonya'daki tutunma noktalarını Gepidlere ve Ostrogotlara terk etmek zorunda kalırlar.
Attila'nın ölümü, Ostrogotlara bağımsızlıklarını tam olarak kazanma şansını vermiştir. Revenna kuşatmasından sonra muhalif Odöker, Theodoric tarafından öldürülür (493) ve İtalya'da bir Ostrogot krallığı kurmanın yolu açılmış olur.6
Fransa’da ise Franklar, Pireneler’den Bavyera'ya kadar uzanan büyük bir "Merovenj" krallığını kurdular. Aslında Frank adı bir kabile ismi olmayıp başlangıçta Roma İmparatorluğu'nun doğu ve kuzey sınırlarında oturdukları halde Roma hâkimiyeti altına girmemiş olan Germen kabilelerini ifade ediyordu. Bu göçebe toplulukların diğer Germen kabilelerinde de olduğu gibi halk tarafından seçilen "halk kralları" vardı. Ancak zamanla bu krallık şekli arazi kazanma sebebiyle karakterini değiştirdi ve Roma İmparatorluğu'nun zayıflaması ve çökmesi sonucunda oldukça güçlendi. Roma İmparatorluğu'nun çökmesi, bu çöküşün kendilerine şan şeref, servet ve arazi kazanma imkanları sağladığını gören diğer küçük kabileleri de birleşmeye sevketti. Bütün kabileleri en iyi şekilde zafere ulaştıracağına inanılarak başa geçirilen "üst kral" kendisine "Franklar'ın kralı" unvanını verdi ve böylece birleşen kabileler de Frank adını benimsemiş oldular.
Tarihte Frank adına ilk defa İmparator Gallienus (218-268) devrinde rastlanmaktadır. Franklar 258-259 yıllarında Ren (Rhin- Rhein) nehrini7 aşıp imparatorluk topraklarına girmişler ve bütün Galya (Fransa) bölgesini geçerek İspanya'ya kadar uzanan büyük bir saldırıda bulunmuşlardı. Her ne kadar bu saldırı geri püskürtülmüşse de bu tarihten sonra Franklar Ren sınır savunmasında ortaya çıkan her zaaftan yeni akınlar yapmak için faydalanmışlardır.
IV. yüzyıl boyunca Roma imparatorları bir taraftan Franklar'ı sınırların ötesinde tutmaya çalışırken bir taraftan da bunların büyük bir kısmını kendi ordularında asker olarak kullanıp Franklar'ın devlet arazisi içinde yerleşmelerini engellediler. Fakat gittikçe askerî güçlerini kaybettikleri V. yüzyılda Franklar'la ittifak yapmak ve kendilerine Cambrai ve Tournai bölgesinde arazi vermek durumunda kaldılar. Bundan sonra Franklar topraklarını güneye doğru genişleterek Galya'nın büyük kısmına sahip oldular.
Mérovée (Merowig veya Mérovech) (412-457) adını taşıyan efsanevî atalarına atfen "Merovenj" (Merovenjiyen) Krallığı denilen bu Frank Devleti'nin ilk hükümdarı I. Clovis (Chlodvig) (481-511), kendisinden önce Hıristiyan olan bütün diğer Germen kabilelerinin Arius mezhebine girmesine karşılık Katolikliği kabul etmiştir.8 Bu sayede Franklar için Roma ve ona bağlı batı halklarıyla kolayca uyuşup kaynaşma imkânı doğmuş ve böylece Frank Devleti daha başlangıcından itibaren güçlü bir temele oturmuştur.9
VI. yüzyılda, Justinianus döneminde, İmparatorluğun kısa bir süre yeniden güç kazanmasına rağmen barbar fetihleri de yoğunlaşmıştır. Güney Galya'daki selefinin tersine, İspanya'daki Vizigot Krallığı gelişmiş, Toledo'yu başkent yapan Leovigild yönetiminde, Süev ülkesini yutmuştur. Birçok Tuna eyaletiyle birlikte İtalya eyaletlerinin de dahil olduğu Ostrogot Krallığı, göç eden Germen kavimlerinin sonuncusu olan Lombardlar tarafından ele geçirilmiştir.
Lombardlar (Langobardlar) 568 yılında güneye yönelerek merkezi Pavia olan yeni bir egemenlik kurmuşlardır. Bundan sonra İtalya yarımadası güneyde Lombardlar ve Bizanslılar ile sürekli büyüyen bir güç olan Franklar arasında mücadele konusu olmuştur.
Franklar, aslında mümkün olan her yöne doğru gelişmekteydiler. Galya'nın kuzey kıyılarına yerleşmiş bir Sakson grubunu yerlerinden atarlar. Doğuya ilerleyişlerindeyse asıl Sakson nüfusunu ve Thuringleri sıkıştırırlar. Avarları Bavyera geçidinde tutan ve Germen yerleşimcileri Orta Tuna'daki Ostland'a yani Avusturya'ya gönderen Franklardır. Bu da Avarların, Tuna havzasında Slav ilerleyişini hazırlayan nihai çöküşü olmuştur.10
Göç eden kabilelerin dinamizminin, bütün komşuları için ciddi etkileri, olmuştur. Gidilen yerde daha önce bulunan topluluk ezilmemiş veya özümsenmemişse genellikle sürülmüşlerdir. Batıdaki Keltler, Galya'da toplanmış ya da Britanya'da kuşatılmışlardır. Sadece İrlandalılar istiladan kurtulmuşlardır.11
Göçlerin, (Avrupa) Yarımada'nın etnik ve dil yapısı üzerindeki etkisi çok derindir. Birçok ülkede, nüfusun etnik karışımını köklü bir biçimde değiştirmişler ve bazı bölgelerde ise tamamen yeni unsurlar getirmişlerdir. Avrupa Yarımadasının nüfusu nasıl 400'de açık bir biçimde "Romalılar" ve "Barbarlar" olarak ikiye ayrılmışsa, 600 veya 700'den itibaren de, çok daha girift bir yarı barbarlaşmış eski Romalılarla yarı Romalılaşmış eski barbarlar karışımına ev sahipliği yapmıştır. Örneğin lspanya'da, Romalılaşmış Kelt İberler, önemli miktarda bir Germen katkısı, sonra da önemli miktarda Faslı ve Yahudi nüfusu almışlardır.
Galya'da, Galya-Romalılar, kuzey doğuda yoğun, güney batıda hafif olmak üzere kuvvetli, fakat düzensiz bir şekilde Germenlerle karışmışlardır.
İtalya'da da Latinleşmiş Kelt-İtalikler ve Yunanlılar, özellikle kuzeyde hâkim olan güçlü bir Germen unsuru özümsemişlerdir… Germanya'da batı ve doğu Germen kabileleri arasındaki denge, doğudakilerin çoğu göç ettiği için kesin olarak batıdakiler lehine değişmiştir. Slav halklar, sadece kuzey ovalarının büyük kesimini değil Balkanların kesin kontrolünü de ele geçirmişlerdir.
Dilde gelişme çok yavaş olmuştur. Fransızca özelinde, Galya'nın halk Latincesi, kabul edilebilir bir modern Fransızca’ya ulaşıncaya kadar VIII. yüzyılda Roma dili, XI. yüzyılda Eski Fransızca, XIV. yüzyılda Orta Fransızca olmak üzere üç farklı aşamadan geçmiştir.12
Böylece, Avrupa Yarımadasının etnik yapısı VIII. yüzyıldan itibaren kalıcı bir modele ulaşmaya başlamıştır. Nitekim VIII. yüzyıl, önemli toplumsal kristalleşmelerin meydana geldiği bir dönemdir. Yine de, Avrupa'nın gelecekteki temel nüfus yapısının hepsinin tamamlanması için beş büyük göçün daha yaşanması gerekmiştir. Bu beş göçmen guruptan bir tanesi olan Vikingler korsandır. İkisi, Macarlar ve Moğollar, göçebedir. Öteki ikisi, Kuzey Afrika Müslümanları ve Türkler ise yeni bir dinin savaşçılarıdırlar. Avrupa, çok farklı unsurlardan gebe kalmış ve doğumu acılı bir şekilde gecikmiştir.13
VIII. yüzyılın başında İspanya'ya geçen Müslüman Araplar (711) Vizigot Krallığı'nı yıkıp bu ülkenin büyük bir kısmını fethettikleri sırada Franklar Avrupa'nın en kuvvetli devletine sahiptiler ve Fransa'dan başka bugünkü Almanya ve İtalya'nın da bir bölümüne hâkim bulunmaktaydılar. Fakat hızla ilerleyen ve daha 715-716 yıllarında Berşelûne (Barselona) civarını ele geçirip sınırlarına dayanan müslüman ordularına karşı bir şey yapamadılar. Mâsâ b. Nusayr kumandasındaki ordu Arbûne (Narbonne) bölgesine kadar ilerledi.14
1.Fransa’nın İslâmiyet’le tanışması
Fransa’nın İslâmiyet’le tanışması VIII. yüzyılın başlarına rastlar.
Ortaçağ’da Müslümanlar ile Frankları çok sayıda savaş karşı karşıya getirdi. Bununla birlikte iki taraf arasında barıştan yana, diplomatik ilişkiler ya da askeri ittifaklar da görüldü. Dolayısıyla dinî farklılık her zaman bir çatışma unsuru ya da aşılması güç bir engel olarak algılanmadı. Özellikle Fransa’nın kendi içinde bütünlüğünü sağlayarak varlık mücadelesi verdiği Karolenjiyen hanedanı (….) döneminde bu ilişkiler İspanya’da, İtalya’da ve Akdeniz havzasında gelişmeler gösterdi. Öncelikle kurulan ilişkiler hükümdarlar arasında gerçekleşmekteydi.15
Bununla birlikte Fransa ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerden bahsederken o dönemin Fransa’sının hem devlet hem de millet olarak bugünkü yapıda olmadığını unutmamak gerekecektir.
Üstelik ilk karşılaşmalar evresinde Fransa’nın sahip olduğu topraklarda ne coğrafi ne siyasi ne de etnik bir birliktelik söz konusu değildi. Ayrıca Fransa’nın güney kısımlarında gerçekleşen ilk Müslüman dalgası bir tarafa, tüccarlar ya da diplomatlar gibi küçük bir azınlıktan bahsedilmekteydi.
Nitekim bu bölgede yaşayan halkın çoğunluğu Roma İmparatorluğu döneminden beri Hıristiyanlaşmıştı; bu bakımdan Fransa ile Müslümanlar arasındaki temaslar, fert fert ya da cemaat cemaat, sosyal nitelikler taşımaktan ziyade siyasi bir hüviyet arzediyordu. Ancak bu siyasi ilişkileri devletlerarası bir yapıda görmemek gerekir.
Zaten bu evrede İslam dünyası da kendi bünyesinde bir mücadele içindeydi. Her ne kadar İslam’ın birleştirici unsur olma vasfı temel alınsa da hanedanların hâkimiyet mücadelelerinin ardı arkası kesilmiyordu.
VIII. yüzyılın başlarında bugünkü Fransa toprakları, birleşik Avrupa’nın ilk taslağı görünümünde olan Karolenjiyen İmparatorluğu’nun bir parçasıydı. Bu hanedan aktüel Fransa ile Hollanda, İsveç, İtalya’nın kuzeyi ve Almanya’nın batı kısımlarını kapsıyordu. Dolayısıyla o günün Fransa’sında siyasi yapı farklılık arzediyordu. Daha sonra bu imparatorluk doğudan Macarların, kuzeyden Normanların ve güneyden Sarazenlerin (Müslümanların) saldırısına uğrayacaktır.
Bu dış saldırılar İmparatorluğun dağılmasına neden olurken siyasi ve coğrafi yapısı daha sınırlı krallıklar, prensliklerin oluşturduğu feodal Avrupa’nın yapılanması sonucunu doğuracaktır. Öte yandan Hıristiyan din damlarının zihin dünyasında “Birleşik Hıristiyan Roma İmparatorluğu” anısı bir nostalji olarak sürüp gidecektir.
Öte yandan bu dış saldırıların Fransız halkının din algısı üzerinde önemli bir etkisi görülecektir. Onlar Hıristiyandı, halbuki saldırganlar Hıristiyan değildi. Normanlar ve Macarlar pagan ya da müşrik, Sarazenler ise Müslüman idi.
Sarrazenlere karşı düşmanlığı belirtmek için “Avrupalılar” (Européens) kavramının ilk defa 754 ve daha sonra 769’da ortaya çıkışı tesadüfî değildir. Coğrafi ve dinî boyutların karışımı Ortaçağda esas olan Hıristiyanlık kavramının yeni bir anlam kazanmasına sebep olmuştur.16
Musa b. Nusayr kumandasındaki İslâm ordusu Arbûne (Narbonne) bölgesine kadar ilerlemişti. Ancak Halife Velid’in çağrısı üzerine Şam’a dönmek zorunda kalan Musa b. Nusayr, Güney Avrupa'nın fethini hedef alan planını gerçekleştirememiş, Ömer b. Abdülaziz'in Halifeliği (717-720) dönemine kadar Müslüman Arapların fetihleri Pirene sıradağlarını aşamamıştı.17
2. El-Hur b. Abdurrahman es-Sakafi'nin Valiliği Dönemi
716 yılında, Endülüs valisi olarak tayin edilen el-Hur b. Abdurrahman es-Sakafi kumandasındaki İslâm ordusu Sarakusta’nın (Saragosse, Zaragoza) fethinden sonra, 717-718 yıllarında Pireneler’i aşarak Fransa topraklarına girdi. Bu geçici bir akındı.18 Bununla birlikte el-Hur, Merovenjiyen hanedanına mensup kumandanlarla Aquitania (Akitanya, Aquitqnie) asilzadeleri arasındaki çekişmelerden faydalanarak Fransa içlerine başarılı seferler gerçekleştirmekteydi. Ancak el-Hur üç yıl süren bu görevi sırasında sadece kuzey istikametinde seferler düzenleyebildi.19
3. Semh b. Malik el-Havlanî'nin Valiliği Dönemi
El-Hur b. Abdurrahman es-Sakafi’den sonra Pirene sıradağlarını aşıp Fransa üzerine ilk planlı seferler düzenleyen vali, Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz döneminde tayin edilen Semh b. Malik el-Havlanî’dir (719-721). Bu vali ile güney Fransa'da fetih hareketleri yeniden başladı. Semh b. Malik el-Havlanî, Preneler'i aşarak Septimania (Sebtimâniye, Septimanie) bölgesinin merkezi olan Arbûne’yi (Erbûne, Narbonne) fethetti. Bu şehir uzun süre Müslümanların harekât üssü ve gerektiğinde sığındıkları yer olarak kaldı.20 Narbonne, Nimes, Carcassonne, Béziers, Agde, Maguelonne ve Lodève şehirleri Septimania (Septimanie) bölgesine (vilayet) bağlıydı.21
Halife Ömer b. Abdülazîz, Semh'den insanları doğru yola çağırmasını, onlara adalet ve şefkatle muamele etmesini, Endülüs'te idare ettiği araziyi ve gelirini beşe ayırmasını ve kendisine Endülüs'ün coğrafi yapısı, nehirleri ve denizleri, ayrıca oradaki Müslümanların durumu hakkında bilgi göndermesini istemişti.
Semh ülke arazisini beşe ayırarak yeni bir vergilendirme sistemi uyguladı ve yeni idari düzenlemeler yaptı. Üstelik kısa zamanda halkın sevgisini kazandı.
Öte yandan Ömer b. Abdülaziz, Endülüs'ü İfrikiyye valiliğinden ayırıp merkeze bağlı müstakil eyalet haline getirdi. Bu idari tasarruf Semh'in şöhretinin artmasını sağladı. Çünkü Endülüs'ün fiilî ve resmi ilk valisiydi.22
Semh b. Malik el-Havlani de üç yıla yaklaşan valiliği sırasında, idari meselelere, inşaat ve imar işlerine büyük ihtimam gösterdiği gibi cihat ve gaza işlerini de ihmal etmemiştir.
Kısa ömürlü Emir'ler listesinde dördüncü sırayı işgal eden es-Semh b.Malik el-Havlani, hükümet merkezini, Endülüs Emevileri’nin kurulmasını müteakip akıp giden asırlar boyunca da şaşaalı ve debdebeli bir başşehir olması kaderine sahip Kurtuba şehrine taşıdı.23
Kurtuba şehrinden geçen Guadalkivir (Vadiy'-ul-Kebir) ırmağı üzerinde, eski bir Roma köprüsünün temel kalıntıları üzerine yeniden mükemmel bir köprü inşa etti. Halife Ömer b. Abdülaziz, köprünün inşasında şehrin surlarının taşlarının kullanılmasını ve surların da tuğla ile yeniden onarılmasını istedi.24
Semh’in gerçekleştirdiği bu idari düzenleme ve uygulamalar Müslümanların Endülüs'de tutunmalarına ve güçlü bir devlet kurmalarına yardımcı olan en önemli faktörler arasındadır.
3.1. Semh'in Kuzeye Yaptığı Askeri Seferleri ve Şehid Olması
Arap kaynakları, Endülüs'teki ilk Müslüman valiler zamanında Fransa’ya yapılan seferler hakkında çok kısa bilgilere yer verirler. Dolayısıyla Semh'in gazalarını çok kısa olarak zikredip h.102 (721) yılında Fransa'da şehit olduğunu bildirmekle yetinirler.25
İbn İzârî ise, “Semh’in, h.102 (721) yılı Arafe günü Rum ilinde (Fransa) gaza ederken Tarasûne’de (Tarrasone)26 şehid olduğunu söylemektedir.27
İbn Haldun ise bu konuda; “Şüphesiz Semh, h.102 (721) senesinde Fransa'ya yaptığı gaza esnasında şehit düştü ve yerine vali olarak tayin edilen Anbese b.Suheym el-Kelbî gelinceye kadar Endülüs’ü Abdurrahman b. Abdullah el-Gafikî kısa bir süre idare etti”28 demektedir.
Bununla birlikte bu konuyla ilgili yabancı kaynaklar bize daha geniş bilgiler vermektedirler. Bu kaynakların bize bildirdiklerine göre, Hur b. Abdurrahman’ın yerine geçen Semh b. Mâlik Fransa topraklarında ileri harekâta devam etti.
Semh, büyük bir ordunun başında Kurtuba'dan kuzeye doğru ilerledi. 717 ve 719 yıllarında, Pirene dağlarını aşarak Araplar'ın Arzu'l-Kebir dedikleri Fransa'ya girdi. Önce Septimania (Sebtimâniye) ve daha sonra müslümanlar için önemli bir askerî üs olan Arbûne (Narbonne) şehrini zaptetti ve burasını sonraki fetihleri için bir üs haline getirdi (720).29
Narbonne’da ordusunu yeniden düzenleyip lojistik ihtiyaçları karşıladıktan sonra, Galya (Frank) topraklarında ilerleyerek Akitanya (Aguitania) düklüğünün başşehri Toulouse'u kuşattı (721).30
Akitanya Dükü Eudes, Frank ve Almanlar'dan meydana gelen büyük bir orduyla başkentini müdafaa ediyordu. Toulouse (Tuluz) şehri çevresinde meydana gelen şiddetli savaş, Müslümanların lehine bir gelişme gösteriyorken, Semh b. Malik ve ileri gelen komutanlarından birçoğu şehit edildi.31 Böylece bir Cermen prensi, Müslümanlar karşısında ilk defa büyük bir zafer elde edebildi. Bu sırada ordunun sevk ve idaresini daha sonra Puvatya savaşının komutanı olacak Abdurrahman el-Gafıki ele aldı ve orduyu salimen Narbonne’a (Arbûne) geri getirdi (Haziran 721).32
Her ne kadar Akitanya Dükü Eudes 721 yılında İslam ordularını püskürtmeyi başarmışsa da, Narbonne hâlâ Müslümanların elindeydi. Nitekim 725 senesinde düzenlenen o muhteşem sefer de bu kentten başlatılmıştı. Bu sayede Carcassonne'u (Karkason) ele geçiren Hilal'in süvarileri, Autun'a kadar ilerleyerek Ağustos 725 tarihinde bu şehrin kontrolünü sağlamışlardı.33 Nimes'e (Nim) kadar olan bölgeyi anlaşma yoluyla idareleri altına alınışlardı. 721-726 yılları arasında gerçekleştirilen seferler sonunda Müslümanlar hâkimiyetlerini Rhône vadisi ve Lyon’a kadar genişletmişlerdi. Bu sırada Müslümanların eline çok büyük miktarda ganimet geçmişti. Ayrıca Akitanya'da tehdit altında bulunduğunun şuurunda olan Dük Eudes, kendi güvenliğini sağlama alabilmek için kızını sınır boylarının Arap reisi Osman b.Ebî Nis’a ile evlendirmişti. Fakat bu tarihlerde Araplar da en az Hıristiyanlar kadar dâhilî ayaklanmalarıyla uğraşmak zorundaydılar.34
Dostları ilə paylaş: |