Roma Toplumu ve Yaz›n› (FÖ)
ROMA TOPLUMU VE YAZINI
[ B a ş l a n g ı ç D ö n e m i]
Tarihçi Titus Livius'un anlattığına göre, Roma bir bahar günü, 21 Nisan'da kurulmuştur; kurucusu da Romulustur:
Latium'daki Alba kentinin kıralı ölünce, iktidar iki oğlundan büyüğüne kalır; ama küçük kardeş bir saygısızlık yapıp iktidarı ele geçirir, intikam alacak soylar yetişmesin diye de öldürdüğü ağabeyinin kızını Vesta rahibesi yapıp Tiber ırmağındaki küçük adacığa kapatır. Tanrısallaştırma geleneğine uygun olarak, bu rahibe gene de tanrı Mars'dan gebe kalır ve iki ikiz çocuk doğurur: Remus ve Romulus. Genç kız ikizlerini amcalarının hışmından korumak için bir sepet içinde Tiber ırmağına bırakır. O günlerde Tiber taşmıştır, ırmakta yüzen sepet suların çekilmesiyle karaya oturur ve ikizler bir dişi kurt tarafından kurtarılıp beslenir. Büyüyünce amcalarından öç alırlar, ancak Alba kentinin halkı çoğaldığı, ve bu kentte kötü anıları olduğu için, iki kardeş bebekken ırmağa atıldıkları yerde yeni bir kent kurmak isterler. Ama kenti kimin kuracağı konusunda aralarında anlaşmazlık çıkar: her ikisi de birer tepeye çıkıp tanrısal bir işaret beklemeye başlar; Remus 6 kuş görür, Romulus da 12. Gene de anlaşmazlığı çözemezler ve tutuştukları kavgada Remus ölür (veya öldürülür). Bir başka anlatıya göre de, Romulus kentin sınırlarını çizerken Remus onun üzerine atılmış ve kardeşi de kendini korumak için onu öldürmüştür. "Bundan sonra bu surları kim aşmaya kalkarsa, sonu bu olacaktır" sözünün bu anlatıdan geldiği kabul edilir. Sonuç olarak, şöyle ya da böyle Romulus egemenliği tek başına ele geçirip Roma'yı kurar.
Ünlü Romalı ozan Vergilius'un sonradan destanına konu edeceği bir başka efsaneye göre de, Roma Alba Longa bölgesinde, Troya'nın Akha'lılarca yıkılışından sonra bir avuç insanla yola çıkan ve tanrıların kendisine yüklediği kutsal görevi yerine getirmek üzere İtalya topraklarına gelen Aeneas'ın oğlu Ascanius tarafından kurulmuştur. Bu anlatıya göre Romalılar Troya soyundan gelmiştir ve Remus ile Romulus da bu Ascanius'un oğullarıdır.
Efsanelerden biraz sıyrılıp gerçeğe bakacak olursak, İ.Ö. 750 yılından beri bugünkü Roma'nın yerinde, Tiber ırmağının ağzından aşağı yukarı 25 km. uzaklıkta, tepelerle çevrili bir kasaba hep var olmuştur. İlk oturma merkezi Palatium'dur. Bu tepenin altından Tiber ırmağı geçer, ırmağın üzerinde, akıntının ikiye bölündüğü yerde -bugün de gene orada olan- bir adacık oluşmuştur. Kasaba bu noktadan büyümeye başlamıştır; kurucularının Hint-Avrupa ırkından olduğu biliniyor. Basit bir çoban kasabasıdır, ama yer çok isabetli seçilmiştir. Denizden çok uzakta olmadığı için onun ikliminden ve nimetlerinden yararlanabiliyor, ama denizin kıyısında olmamakla da onun getireceği felaketlerden uzak kalabiliyordu. Aslında tam bir geçit yolunda olmakla birlikte düşman saldırılarına karşı iyi korunmuş; bölgedeki tepeler de halkı, düzlükteki bataklık ve sıtma tehlikesinden uzak tutmuştur. Kasaba halkı ilkel bir ziraat ve hayvancılıkla geçinir, aynı zamanda savaşçıdır. Savaşçılıklarını göstermek için de kendilerini Savaş tanrısı Mars'a dayandıran bu efsaneyi uydurmuşlardır. Roma adının Romulus'tan çıktığı düşünülürse de, bazı filologlar bunun Yunancadaki güç, kuvvet anlamına gelen rwmh'den geldiğini ileri sürerler. Bazıları ise Etrüskçedeki Ruma soyadı ile Tiber ırmağının eski adı Rumon üzerinde dururlar.
Latium bölgesi, bitek ve verimli düzlükleriyle, havadar ve korunaklı tepeleriyle yöre halkına nimetler sunduğu kadar, komşu ülkelerin, özellikle kuzeyde çok güçlenmiş ve gelişmiş Etrüsklerin ilgisini çekmekle Roma için her zaman tehlike kaynağı olmuştur. Son derece basit düzeyde bir yaşam süren kasaba halkının temel besini Far denilen kaba bir tahıldı; bunu bulgur gibi kızartarak yerlerdi. Ayrıca Poma denilen mozalak meyvalar toplar, çok sayıda sığır ve domuz yetiştirirlerdi. Mülkiyet yoktu ve arazi herkesin ortak malıydı. Bu bölgede her küçük kabilenin başında bir reis vardı; ve bu reis aynı zamanda baş komutan, baş rahip, baş hakim ve bütün ailelerin reisiydi. Diri diri gömmek, suda boğmak gibi kült ve cezaların çok ağır olduğunu görüyoruz. Sonraları dış etkilerle pek çok şey değişir. Özellikle ticaret nedeniyle gelen Fenikeliler, Kartacalılar, bu kavimlerden yün ve maden alıp, karşılığında silah, kadın eşyası, koku ve işlenmiş maddeler getirirler. Bu alışveriş arasında Yunan efsaneleri, Yunan kültü ve alfabesi de Roma'ya sızmaya başlar.
ROMA VE İTALYA HALKLARI
Paleolitik devirde yarımadada oturan halklarla ilgili pek bilgimiz yok. Bu en eski katmanlardan ilkin, aşağı yukarı Hint-Avrupa karakterine bürünmüş olan Ligurları ve Piken'leri ayırabiliyoruz. Ligur'lar daha kuzeyde ve Tiren denizi kıyılarında, Piken'ler ise Adriatik kıyılarında yaşıyorlardı. Büyük bir olasılıkla, yarımadanın ilkel yerlilerinin büyük kısmı Neolitik devirde Etrüsklerin, daha sonra Enolitik devirde de Hint-Avrupa ve İtalik kavimlerin bünyesine karışmış olmalı. Latinler bu son gruba dahil; Etrüskler ise "Latium vetus" (eski Latium) denilen bugünkü Lazio bölgesine yerleşmişlerdi. Orta ve Kuzey İtalya'da Osk'lar ve Umber'ler vardı; Güney ise büyük bölümüyle Yunanlıların elindeydi. Yunanlılar önceleri salt ticaret uğrakları aramak için İtalya'ya gelmişler, ama daha sonra Akdeniz'in en güzel kentlerini oluşturacak kolonilerle İtalya'nın güney ucunu ve Sicilya'yı ihya etmişlerdi. Barrow'un ileri sürdüğü gibi, ilk Yunan kolonisi belki de Napoli koyunda İ.Ö.VIII. yüzyılda kurulan ve Avrupa için çok büyük önemi olan Cumae olmuştur. Önemlidir, çünkü Latinler alfabeyi ve Herakles, Apollo gibi tanrıları Cumae'li Yunanlılardan almışlardır. Ayrıca ilk ritm unsurlarının, ilk Roma epik dizelerinin ve Saturnus vezninin de gene Cumae'den alındığı düşünülür.
Etrüsklere gelince, bu konudaki tartışmalar bugün bile henüz tam çözülmüş değildir. Herodotos'un dediği gibi Küçük Asya'dan gelmiş olabilirler; ama Halikarnassos'lu Dionysios'un iddia ettiği gibi "autocton" da olabilirler -ki bu ikinci sav kültürel nedenlerle daha çok savunuluyor-; Aslında önemli olan şu ki, Etrüskler VII. yüzyıldan V. yüzyıla dek fetihlerle İtalya'da oldukça geniş topraklar üzerine yayılıp koloniler kurmuşlar, politika ve kültür açısından da gelişip o bölgedeki toplumlara egemen olmuşlardır. Nitekim Roma da 150 yıl kadar Etrüsk egemenliğinde yaşamıştır. Etrüskler kaba, zalim, küstah, yeraltı dünyasının karanlık tanrılarına tapınan, öldürdüğü hayvanların iç organlarına bakarak geleceği okumaya çalışan ürkütücü bir toplumdu. Romalılar onlardan ister istemez çok şey almışlardır: özellikle ciddi yönetim biçimi, belli bazı kült gösterileri, ticaret gibi. Dilde de Etrüsk etkisi çoktur (krş. populus); hatta ticaretin etkisiyle dile giren pek çok Yunanca sözcüğün bile Etrüsk dilinden geçtiğini görüyoruz.
Etrüsk egemenliğine rağmen gene de Roma'nın o dönemde bir hayli parladığı söylenebilir. Tersine, Etrüsk egemenliğinin, dolayısıyla Tarquinius'ların, yani monarşinin son bulması ile Roma parlaklığını yitirir, ve ancak IV. yüzyılın ikinci yarısında içinden çıkabileceği bir düşüş dönemine girer. Özellikle ticaret alanında parlayan ilk döneme ve gerek Etrüsk kentleriyle, gerekse Yunan kentleriyle yapılan alışverişlere yalnızca dil değil, arkeolojik ve tarihsel bir takım kalıntı ve buluntular da tanıktır: örneğin, Servius Tullius'un yaptırdığı kabul edilen surlar, -en azından iç surlar- son derece parlak bir tecrübe ve uygulamanın örnekleridir. Gene Servius'a maledilen anayasa, durumu oldukça yerinde bir devleti ortaya koymaktadır. Bundan başka, VI. yüzyılın sonunda Kartaca ile yapılmış bir antlaşma, Roma'nın, henüz denizde korkulacak bir güce sahip olmasa da, Latin toplulukların başı durumunda olduğunu göstermektedir.
Ancak VI. yüzyılın sonlarına doğru Campania'daki Yunanlılar Etrüsklere ilk darbeyi vurur (Aricia). Daha sonra Cumae'de (474) Etrüsklerin denizlerdeki yaygın ve etkin egemenliği frenlenir. Etrüsk egemenliği zayıflar zayıflamaz Latinler yeni bir birlik kurarlar. Bu kez Roma başta değildir; birliğin öteki üyeleriyle aynı haklara sahip bir kent devleti görünümündedir. Etrüsklerden kurtulmuştur, ama bu kez de kuzeyden inen Osk dalgalarına, ve güneydeki Magna Graecia kolonilerinin baskılarına karşı kendini koruma derdindedir. O arada, komşuları Sabin'lerle ilişkisi artmış, ve bu ilişki gerek toplumda, gerekse dilde etkiler bırakmıştır (lacruma - dakruma > dental'in "L"ye dönüşmesi).
390 yıllarındaki Gal akınları ve kentin yanışı ile Romalılar hayli zayıf düşerler. Romalıların bütün bu Galyalıları, Umberleri, Etrüskleri ve nihayet Samnit'leri altedip yeniden güçlenmesi için bir 100 yıl daha geçecektir. Ancak Tarentum'un alınışı1 ve kıral Pyrros'un yenilmesi ile Roma, artık uzun bir süre hiç durmayacağı yenilmezlik yoluna koyulur.
[Tarentum'un alınışı sırasında esirler arasında Roma'ya getirilen bir köle vardır, ki bu adam genellikle Roma'da gerçek edebî faaliyetin başlamasını sağlamış kişi olarak kabul edilir: Livius Andronicus (272)].
Bundan sonra Roma'nın en büyük uğraşı Kartaca olacaktır: Carthago delenda est.
TOPLUM YAPISI VE YÖNETİM BİÇİMİ
Başlangıçtaki oluşum döneminde, Roma'da ilk yönetim sistemi kırallıktır. İlk kıral da, efsaneye göre Romulus'tur. Toplumda ise iki kapalı zümre görülür: Soylular ve Halk.(Patrici - Plebs) Bu iki sınıf arasında büyük bir farklılık vardır; birbirleriyle evlenemezler bile. Bu ayırım kuşkusuz varlıktan ileri gelmektedir (locuples: arazisi bol).Tüm yüksek görevliler ve rahipler soylular arasından çıkar. Halkın devlet yönetimine katılması söz konusu değildir ve mülkiyet hakkına da sahip değildir. Kırallık devrinin genel görünümü budur. Daha sonra, İ.Ö.510 yılında, evrimle mi yoksa devrimle mi geldiği bilinmeyen Cumhuriyet rejimine geçilir. Aslında bu geçişteki en önemli nedenlerden biri, varlıkları giderek büyüyen soyluların baskısı olmalı. Soylular kıralın çevresinde bir senato oluştururlar. Varlıklarından aldıkları güçle devlet yönetiminde daha büyük, daha etkin rol oynamaya başlarlar. Cumhuriyet rejiminde kıral yerine devletin başında iki konsül görülüyor. Konsüllerin görev süresi bir yıldır. Görev süresince geniş yetkilere sahiptirler. Ancak görev sonunda yıl içinde yaptıkları işlerin dökümünü hazırlamak, yerine göre hesap vermek zorundadırlar. Her yıl yapılan bu değişiklik nedeniyle süreklilik sağlanamayacağı için, yaşlı ve deneyimli eski yöneticilerden oluşan kalıcı bir senato konsüllerle birlikte devlet yönetimine katılır. Cumhuriyet rejiminde de gene halkın siyasal bir etkinliği yoktur; seçme hakkını elde etmiştir, ama kendisi seçilemez. Seçim sistemi öyle düzenlenmiştir ki, soylular seçme hakkını sözde halka tanımışlardır, oysa seçimi kendileri idare ederler. Aslında halk varlık olarak çok güçlüdür, ancak onu resmi olarak yönetimde temsil edecek bir kişi yoktur.
Bu nedenle Cumhuriyet devrinin ilk yarısı büyük toplumsal mücadelelerle geçer. Halk ekonomik eşitlik (toprak sahibi olmak), siyasal eşitlik (seçilebilme, ya da temsil edilebilme hakkı) ve yasalar karşısında eşitlik (hakkını savunmak, dava açmak) ister. O devirde Roma'da yazılı yasalar yoktur. Soyluların bildiği ve yaşattığı gelenekler yasa yerine geçmektedir.Bu durumda halk hakkını aramak üzere, V. yüzyılın ilk yarısında, ilk eylem olarak yakın tepelere çekilir ve yönetime isyan eder. Bu eylemin sonucunda, aralarından seçtikleri bir temsilciyi halkın sözcüsü olarak soylulara kabul ettirirler. Bu ilk başarıyı ikinci büyük bir başarı izler: yasaların yazılı olarak saptanması (12 levha yasaları). Kaba ve ilkel olmalarına rağmen bu yasalar gelişime elverişlidir, ve bunlarla halk ilk kez soylularla birlikte hukuksal (yasa önünde) eşitliğe sahip olur: isonomi (isos nomos). Ancak mücadele henüz bitmemiştir; birkaç yıl sonra iki sınıf arasındaki evlenme yasağı kalkar, ve borç indirimi sağlanır. Gene de henüz bir toprak reformu söz konusu değildir. Uzun çekişmelerden sonra halkın elde ettiği en büyük haklardan bir başkası da İ.Ö.367 yılından itibaren konsüllerden birinin halk arasından seçilmesi kararıdır.
Aslında, görüldüğü gibi, halk yönetime katılma hakkını elde etmiştir, ama uygulamada ipler gene soyluların elindedir. Roma arazisi genişlediği için halkın tümü toplantıya gelemez, gerçekte yasa önerme hakları da yoktur, bu ancak yüksek görevlilerin işidir; durum böyle olunca, bir tartışma da söz konusu değildir: ya evet'le kabul, ya da hayır'la red. Demek oluyor ki, Roma'da sözde bir demokratik yönetim vardır, gerçekte söz sahibi olan senatodur. Konsüller de birer yıllığına bu senatoya başkanlık ederler. Konsüllerin çok büyük yetkilere sahip olması yönetimde hız ve kolaylık sağlar; ancak, bütün bu sınırsız yetki, keyfî davranışları önlemek için birbirlerini denetlesinler diye iki konsül seçilmesi ile, ve görev süreleri bittikten sonra da bu konsüllerin hesap verecek olmaları ile, bir anlamda geleneksel olarak sınırlandırılmıştır. Sonuç olarak, görünüşte demokrasinin, aslında senatonun egemen olduğu bu yönetim sistemiyle Roma, önce bütün İtalya'yı, sonra da bütün Akdeniz bölgesini eline geçirmiştir.Bu da yönetimin oldukça başarılı olduğunu gösteriyor. Daha önce de değindiğimiz gibi, bu ilk dönemde Roma'nın en büyük dış mücadelesi Kartaca iledir. Bir savunma savaşı olarak başlayan Kartaca savaşları, sonunda Romalıları Kuzey Afrika'ya kadar götürecektir. I. Kartaca savaşı İ.Ö.241 yılıda elde edilen zaferle kapanır. Böylece Sicilye, Korsika ve Sardinya adaları da Roma sınırlarına katılır.
İLK DÖNEM ROMA'SINDA KÜLTÜR
Gözlediğimiz kadarıyla Roma bu ilk devirde, kuruluş halindeki her devlet gibi, bir yaşam kavgası verme, kendini sağlam bir temele oturtma, güçlenme ve tutarlı bir toplum oluşturma çabaları içinde yoğurulur. İçinde bulunduğu güç yaşam koşulları, sürekli savaş durumunda olması ve, en önemlisi, henüz hiçbir yumuşama ve incelme göstermemiş olan natura'sı onu estetik kaygılardan, düşünsel yaşamdan, edebiyat çalışmalarından uzak tutar. Sağlam ve çetin bir toplum olarak ün yapar. Romalının natura'sını oluşturan erdemler bu sağlamlığı çok iyi açıklar bize: 1. Gravitas (ağırbaşlılık, ciddiyet), 2. Constantia (sebat, kararlılık, azim), 3. Simplicitas (sadelik) ve 4. Virtus (yiğitlik, cesaret, yüreklilik). İşte bu erdemlerle donanmış olan Romalı iyi bir aile reisi, yürekli bir asker, görevinin bilincinde bir yurttaştır. Onun için en önce toplumun, sonra ailesinin yararları, en sonra da kişisel yararlar gelir. Yasalara tartışmasız, koşulsuz boyun eğer. Ulusal benlik duygusu, toplumda siyasal birlik ve askerlik kurumu (ki aslında bu dönemde gerçek bir toplumsal kurum niteliğinde değildir; askerliğin kurumlaşmasını daha ileride göreceğiz), kısaca askerlik görev duygusu çok güçlüdür. Dili ağır ve özlü, ancak tutuk ifadelidir. Özenti uyandıracak bir somut güce sahip olmakla birlikte, toplumun en kınanacak yanı, güzele eğilimden, düşünsel yaşam uğraşlarından ve sanat yaratıcılığından yoksun olmasıdır. Yaşam ilkesi (Yunandaki iyi+güzel, kalon kagaqon yerine), yarar, utile'dir. Bu nedenle yüzyıllar boyu (750-250) köylü bir toplum olarak kalmıştır.2 Sosyal düzende ve yaşamda bireysel görüş değil, toplumsal görüş egemendir.
Kısacası karakterindeki o dört büyük erdemle ülkeler fetheden Romalı gerçekte kaba, sert, güzellik anlayışından uzak, yararcı bir insandır: (Örn. Cato evini sağlam temellere oturtur, ama badana ettirmek gereğini duymaz). Varlığını ortaya koyabilmek için başlangıçta sarıldığı toplumsal görüş onda sürüp gitmiş, bireysel duygu ve davranışlarını baskı altına almıştır. Bu durumda, bireysel bir veri olan sanat eğilimini, dolayısıyla sanat ürünlerini böyle bir toplumdan bekleyemeyiz. Bulduklarımız yalnızca, sanat öncesi kıpırdanışlar, yararcı görüşünün ürünleri diyebileceğimiz dinsel, törensel bir takım tekerlemeler, taşlamalar, atasözleri ve mezar üstü yazıtlarından öteye geçmez. Örneğin, bir aile reisinin duası:
"Ulu Mars, senden bana, evime ve evimde yaşayanlara iyi niyetli olmanı diliyorum: bu amaçla törenin tarlalarımın çevresinde dolaştırılmasını emrettim; görülen ve görülmeyen hastalıkları, kıtlığı, çoraklığı, doğa felaketlerini, yıkıcı, yokedici hava olaylarını engelleyesin, defedesin, uzak tutasın; meyvaların ve ürünlerin, filizlerin ve bağların büyümesine, gelişmesine yardım edesin, çobanları ve hayvanları koruyasın, bana, evime, evim halkına sağlık ve güç veresin!.. İşte bunlar adına, henüz sütten kesilmemiş adak hayvanları ile, domuz, koyun ve boğa ile yüceltilmiş olasın!..
[kurbanlar kesildikten sonra:]
Saygıdeğer Mars, işte bunlar adına, henüz sütten kesilmemiş domuz, koyun ve boğa ile yüceltilmiş ol!.."
Birkaç mezar üstü yazıtı:
- "Dur yolcu, sözüm çok kısa, onun için dur ve oku: burada güzel bir kadının hiç de güzel olmayan mezarı bulunuyor. Adı Claudia idi. Kocasını bütün kalbiyle sevdi. İki çocuk sahibi oldu, birini yeryüzünde bıraktı, ötekini toprağa verdi. Konuşması zarif, yürüyüşü alımlı ve kibardı. Hep evinde oturdu, yün eğirdi. İşte söyledim, artık gidebilirsin."
- "Annem gözyaşları içinde yaptırdı bana bu anıtı./ fiiddetle özlemimi çekiyor benim. / burada zamansız bulunan benim."
[Gene zamansız ölen çocuğu için bir babanın (ya da annenin) yazdırdığı yazıt:]
- "Senin bana yapman gerekeni ben sana yaptım. Bana kim yapacak, bilmiyorum."
Başka bazı yazı ve özdeyiş örnekleri:
- Bugün şarap içeceğim, yarın uzak dururum ondan.
- Gereksinim bayram bilmez.
- Hava, su, toprak, çaba.
- Üzüm üzümü görmekle değişir.
- Akşamın geç vakit ne getireceğini bilemezsin.
- Eşeğini dövmeyen döşeğini döver.
- Katırlar birbirlerini kaşırlar.
- Bir meteliğe sahipsin, bir metelik değerdesin.
- Bir hayvanın uyuzu bütün sürüye bulaşır.
- Zengin mi? ya namussuz, ya namussuzun mirasçısı.
Hastalıklara karşı tekerlemeler:
- [tepinerek] "Toprak alsın hastalığı / ayaklarımda bıraksın sağlığı."
- "Katır doğurmaz / taş yün vermez / öylesine baş vermesin bu hastalık / büyürse de kurusun kalsın."
- "Kocamış ben içiyorum şarabın tazesini / kovuyorum hastalığın eskisini, yenisini."
Bir ninni örneği:
- "Lalla, lalla, lalla / ya uyu ya süt em."
Topluma yerleşmiş bazı yasa benzeri gelenekçi, dinci kurallar:
- "Bir bakire Iuno'nun (aile tanrıçası, analık simgesi) sunağına elini dukundurmasın. Dokunacak olursa, saçlarını çözsün ve bir dişi kuzu kurban etsin Iuno'ya."
- "Bir kimse bile isteye, tasarlayarak özgür bir yurttaşı öldürürse, baba katili gibi muamele görsün."
12 LEVHA YASALARI (Leges duodecim tabularum)
Halk ve soylular arasındaki uçurumları, farklılıkları giderme çabaları, halkın bazı haklar sağlamıştı; bunların başında da 'yasa önünde eşitlik' hakkı geliyordu. Ancak o dönemde henüz yazılı yasalar yoktu ve topluma, daha önce de değindiğimiz gibi, soyluların öngörüp korudukları ve yorumlayıp uyguladıkları gelenekler egemendi. İ.Ö.462 yılından başlayarak bu konuda da (yasaların yazılı olarak topluma maledilmesi konusunda da), gene halk tribunlarının çabalarıyla, 10 yıl süren bir mücadele sonunda, ünlü "Roma hukuku"nun temelleri atıldı.
Yasaların yazılı hale gelmesi için, İ.Ö.451 yılında konsül yetkisinde 10 kişilik bir yazıcı komisyon kuruldu: decemviri consulari imperio legibus scribundis. Bu komisyonun bir yıllık çalışması ile 10 yasa saptandı, daha sonra iki yasanın da eklenmesiyle 12 levha yasaları ortaya çıktı. Yunan dünyasında Solon'un koyduğu yasalarla benzerliği olan, ama tümüyle Romalı karakteri taşıyan bu yasalar, herkesin görebilmesi ve okuyabilmesi için Forum'a asıldı. Bu yasalar hukuksal bölümlemeleri, yani 'ceza hukuku', 'medeni hukuk' gibi ayırımları olmasa da, ve halka büyük bir eşitlik getirmese de, en azından halkın devlete ve devlet memurlarına karşı korunması sağlanmıştı. Bu yasalar iki açıdan büyük önem taşırlar:
1) Tarihsel önemi: ilk yazılı yasalar olmaları ve Roma hukukunun temelinde (hep) yer almaları;
2) Edebî önemi: dilinin çok net ve berrak oluşu, Romalının pratik niteliğini vurgulaması. Öyle ki Cicero devrinde bile okullarda okutuluyordu.
12 Levha yasaları ile bazı eşitlikler kurulmuştu, ama iki sınıf arasındaki evlenme yasağının kalkması için Roma toplumunun daha 5 yıl beklemesi gerekecekti (Cornelius). Yazıcı komisyonu oluşturan Decemvir'ler arasında konsül Appius Claudius Caecus'un da bulunduğunu biliyoruz. 1 yıllık çalışma sırasında zaman zaman aralarından seçtikleri temsilciler, Yunanistan'a gidip oradaki yasaları, gelenekleri, görenekleri incelemiş, hatta yardımcı olmaları için oralardan uzmanlar getirmişlerdir. Ayrıca, yasaların herkesin okuyabileceği şekilde Forum'a asılması, o devirde çoğunluğun okuma yazma bildiğini göstermektedir. 12 levha yasaları İ.Ö. IV. yüzyılda kaybolmuştur; ancak yazarların yaptığı alıntılar ve sözlü aktarım sayesinde bilgiler sonraki kuşaklara aktarılmış, okullarda ders gibi okutulmuş ve sonraki geliştirilmiş yasalara temel olmuşlardır.
12 levha yasalarından örnekler:
- Suçlanan bir kişi bahane arayıp kaçmaya kalkarsa, suçlayıcının onu tutuklamaya hakkı vardır.
- Bir borcun ya da yasal vadesi dolmuş bir rehinin 30 gün içinde ödenmesi zorunludur. 30 gün geçer geçmez borçlu tutuklansın ve mahkeme edilsin.
- Borçlu bir kişi kendi geliriyle yaşayacak durumda değilse, alacaklısı ona her gün 1 kilo ekmek vermekle yükümlü olsun.
- Bir kişi vasiyet yapmadan ve mirasçısı olmadan ölürse, varlığı en yakın akrabasına geçsin; o da yoksa miras ev halkının hakkı olsun.
- Biri bir başkasının herhangi bir uzvunu kırarsa ve aralarında bir anlaşmaya varamazlarsa 'kesme' cezası uygulansın.
- Biri gece hırsızlık yaparken yakalanır ve soyulan kişi de onu öldürürse, bu öldürme yasal sayılsın.
- Müşterisinin iyi niyet ve güvenini kötüye kullanan kişi (alacaklı, avukat vs.) öldürülsün.
- Ölüler kent içinde yakılmasın ve gömülmesin.
- Ölü gömülürken yanına altından bir şey koyulmasın; ama ölünün dişi altınla tutturulmuş, ve onunla gömülmüş ya da yakılmışsa, suç sayılmasın.
APPIUS CLAUDIUS CAECUS
Decemvirler arasında yer aldığını söylediğimiz konsül Appius Claudius Caecus aydın bir kişiydi. Livius Andronicus'un daha sonra başlattığı gerçek edebiyat etkinliklerinden önce, gene Yunan kültürünün ve edebiyatının etkisiyle yazılı metinler bırakan ilk nesir yazarı olarak kabul edilir. Yönetimdeyken yaptığı işlerle de ünlüdür: Roma'da ilk kez kanalizasyonu, ayrıca Roma'dan Brindisi'ye kadar uzanan ve regina viarum diye bilinen (kendi adını verdiği) Via Appia'yı yaptırmıştır. Latin alfabesine fonetik bir takım değişiklikler getirmiştir; örneğin iki sesli arasına düşen "s"nin "r"ye dönüşmesi onun eseridir: Venus, VeneRis (VeneSis yerine), LaSes diye bilinen ev-ocak tanrılarının daha sonra LaRes diye söylenmesi gibi. Ayrıca, dediğimiz gibi, Roma yazınının ilk düzyazı ustası olarak ve Roma'nın Yunan kültürüne yaklaşan ilk yetkili kişisi olarak önemlidir.
Appius Claudius Caecus'dan günümüze pek az şey kalmıştır: birkaç fragman ve bazı geç devir yazarlarının yaptığı alıntılar; Pyrrhus ile yapılan savaş sırasında düşmanın barış önerisine karşı çıkmış, yaşlı ve kör (caecus) olmasına rağmen kendisini senatoya taşıtıp orada yaşından beklenmeyecek ateşli bir konuşma yapmıştır. Daha sonra yayınlanan bu konuşma Roma'daki ilk hitabet örneği sayılabilir:
- fiimdiye dek hep iyi şeylere eren akıllarınız nereye gitti? Çıldırıp yollarını mı şaşırdılar? (Kıral Pyrrhus İtalya'yı terketmedikçe, barış koşullarını kabul etmemesi için senatoya yaptığı bu konuşmayı Cicero'nun bir alıntısı sayesinde öğreniyoruz.)3
Gene Appius'dan birkaç fragman:
- Herkes kendi talihinin yapıcısıdır.(Escit suas quisque faber fortunas)
- Bir dost gördüğünde tüm sefaletini unut. (Amicum cum vides, obliscere miserias)
İlk devir Romasında, edebiyat öncesi bazı kıpırdanışlar, özdeyiş benzeri kısa ve öz ifadeli cümlecikler gördük. Genelde yazarı bilinmeyen bu kısa parçalar ya sözel aktarımla ya da daha sonraki yazarların yaptığı alıntılarla bugüne ulaşabilmişlerdir. Yazar olarak ilk karşılaştığımız ad Appius'tur. Örneklerden de anlayacağımız gibi, bu edebiyat öncesi ürünler oldukça ilkel, pratik amaçlı, kuru ve doğal duyguları aynı kuruluk ve doğallıkla anlatan yazı parçalarıdır. Roma'nın, bütün toplumlar gibi, bu ilkellikten doğal bir süreç içinde mükemmelliğe geçmesi beklenebilirdi. Oysa, güç bakımından altettiği Yunan'ın gelişmiş kültürü Roma'nın tüm yollarına, damarlarına süzülüp Romalı kalıbın içinde adeta yenilenmiş, canlanmıştır. Bu dönemden sonra ortaya koyulan bütün yapıtlarda Yunan etkisi, hattâ Yunan örneği hep duyulacaktır. Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir noktayı vurgulamak gerekir: Romalı, pek verişi olmayan bu alışta, -ileride göreceğimiz gibi, geleneksel görüşle yenilikçi görüş arasında belli bir çatışma çıkmışsa da-, kendi karakteriyle, öz nitelikleriyle bir çatışmaya girmemiş, insanlık tarihine, bugün bile etkisini yitirmeyen zengin bir kaynak hazırlamıştır.
İLK DEVİR ROMASINDA DİN
Romalıların karakteri dinlerine de yansımıştır. Ahlakî değil, şekilci, yararcı, pratiğe dönük bir din vardır Roma'da. Yunandaki somut tanrıların yerini soyut tanrılar almıştır. Hayalci olmayan Romalı için tanrıların biçimleri, karakterleri ve tanrısal yaşamları önemli değil, yaptığı, yaradığı işler önemlidir. Öyle ki insanların ne kadar gereksinimleri ve işleri varsa o kadar da tanrı vardır. Hemen her soyut ve somut olguda bir numen (kutsal güç, kutsal irade) olduğu kabul edilmiştir; örneğin: Statilinus, çocuğu ayakta tutan, Adeona, 'gel' denildiğinde çocuğu yürüten, Abeona da 'git' deyince uzaklaştıran, Famulinus ise çocuğu konuşturan tanrılardır. Hepsinin görevleri bellidir ve birbirlerinin işlerine karışmazlar. Yunandan farklı olarak, idea önemlidir Romalı için. Yunanlı dua ederken gözlerini göğe kaldırır, Romalı ise, yalnızca toprak için başını göğe kaldırır ve dua ederken başını örter (contemplatio - idea). Yunanlı doğayı merak eder, onu didikler, gerçeklere varmaya çalışır. Romalı ise, yaşamına getirdiği nimetlerden dolayı, yararlı olduğu için doğaya hayrandır, ondaki her şeyde bir güç görür. Antropomorfik Yunan dinine karşı, Roma'da şekil değil güç önemli olunca, tanrılar da ne denli soyut olurlarsa o denli güçlü olurlar. Ve Romalı, mitolojik anlatılarla tanrılarla sanki içiçe yaşayan Yunanlının tersine, küçük bir allegorinin bile tanrıların gücünü zedeleyeceğinden korkar. Bu nedenle de ilk devir Roma'sında hiçbir, antik ya da evrensel, mitoloji izine rastlamıyoruz. Örneğin Hint'te, Yunan'da ve Semitik dinlerde gördüğümüz bir ortak baba, ya da tufan sonrasında bir kurtarıcı yoktur; Romalıların tanrıları evlenip çoluk çocuk sahibi olmazlar; görünmez olup ölümlüler arasına karışmazlar, Nektar'a da gereksinimleri yoktur.
Sonuç olarak, her olguda bir tanrısal güç gören Romalıların dini, bir bakıma, özellikle ilk devirde, fetişist bir din görünümündedir (Fetişist dinler doğa-üstü olaylara ve simgelere dayanır; daha sonra insanlık tarihinde, daha gelişmiş biçimlerde, politeist -çok tanrılı- dinler ile Monoteist -tek tanrılı ya da kitaplı- dinler ortaya çıkmıştır). Din, Romalı için bir inanç biçimi değil, korku ve çıkara dayanan bir tür antlaşma gibidir. Temel ilke "veriyorum, ki veresin", do ut des ilkesidir. Daha önce gördüğümüz aile reisinin duası bunun en tipik örneğidir. Savaşa giden komutanın duası da ondan farklı değildir:
- Sen bize bir zafer bağışla, ben de sana bir tapınak yaptırayım.
Roma'da din, hiçbir zaman kendi başına, bağımsız bir kuruluş olmamıştır. Devlet işine karışmaz, ama devlet, yönetim için gerektiğinde dinden yararlanır. Örneğin, az önce gördüğümüz gibi, komutanlar savaşa gitmeden önce dinsel törenler düzenlerlerdi. Bu törenlerde çoğunlukla tanrılara, kendi ölümleriyle birlikte tüm düşmanların ölümlerini adarlardı. Sonra da, savaş sırasında, kendilerini zorla öldürtüp ordunun savaş heyecanını coştururlardı. (ancak daha sonraları komutanlar kendileri yerine vekillerini ölüme yollamışlardır!)
Roma dininde, tunrılarla insanlar arasında bağlantı kuran rahiplerin de fazla önemi yoktur ve etkili bir sınıf oluşturmazlar. Bu kişiler yalnızca dinsel törenleri en iyi biçimde yürütmekle yükümlüdürler. Biraz da efsaneyi katarsak, ilk rahipler kurulunu Romulus'un kurduğu söylenir. 12 fratres arvales'den oluşan bu kurulun başlıca görevi yılın belirli günlerinde, Mayıs ayının sonlarına doğru üç gün boyunca ayinler düzenlemekti. Bu ayinle Roma toprağını ve Roma halkını arındırır (lustratio ) ve kutsarlardı. Bu ayinlerin düzenli olarak hangi yıldan beri yapıldığını bilmiyoruz, ancak dilinin eskiliğinden İ.Ö.VI. yüzyıla kadar uzandığını tahmin edebiliriz. İ.S.XVIII. yüzyılda Roma'da yapılan bir kazı çalışmasında iki yüzü yazılı bir mermer bulunmuştur: lapis niger. Bu taşta anlatıldığına göre, rahipler dinsel tören için tapınağa girmişler, içeridekilerin tümünü dışarı çıkarmışlar, ellerine bir kitapçık verilmiş, onlar da bu kitaptan okuduklarının ritmiyle raksederek dualar okumuşlar:
Enos Marmor iuvato; triumpe, triumpe, triumpe!
Fratres Arvales'den başka bir de Fratres Saliares, (Salii rahipleri) vardır. Gene 12 kişiden oluşan bu grup Mart ve Ekim aylarında savaşçı türkülerle, dansederek, sıçrayarak (salii) kent içinde dolaşıyor, halkı coşturuyorlardı. Aslında her yıl yapılan bu törenlerdeki dualar (Carmen saliare, Carmen arvale ) her zaman yazıya dökülmemişlerdir. Yazılıp saklanabilenlerde öylesine eski bir dil kullanılmıştır ki, Varro, Cicero ve Horatius devrindeki Romalılar bile bu dili pek anlayamamışlardır.Ancak triumpe sözcüğü, daha o devirlerde bile Yunan etkisinin varlığını göstermektedir. Çünkü, daha geç devirlerde triumphum'a dönüşen bu sözcük, tanrı Dionysos'un lâkaplarından birinin, Triambos 'un Latinceye geçmiş biçimidir.
ROMA’NIN FETİHLERDEN SONRAKİ DURUMU
Roma topraklarının yüzölçümü IV.yüzyılın başında 8.000 km2 ye ulaşır. IV.yüzyılın sonunda ise 12.000 km2 yi bulur, nüfusları bu dönemde yarım milyondur. Bütün orta ve güney İtalya’yı ele geçirmişlerdir. Böyle bir güç artık İtalya’dan dışarı taşmaya hazırdır. III. yüzyılın ortalarında Romalıların ilk savunma savaşı diyebileceğimiz 1. Kartaca savaşı yapılır. Fakat bu savaş, son yıllarında bir saldırı savaşına dönüşür. Bu bittikten yirmi yıl sonra, III. yüzyılın sonuna kadar 2. Kartaca savaşı sürer ve Kartaca kötü bir darbe yemiş olur. II. Yüzyılın ortalarında 3. Kartaca savaşı ile Kartaca yok edilir. Roma artık batı Akdeniz’e hakimdir. Kartaca’nın yıkıldığı yıllarda Roma doğuda Makedonya’yı ve Yunanistan’ı ele geçirir. Daha da doğuda, yani batı Anadolu’da miras yoluyla topraklar kazanır. Bu arada batıda İspanya’yı ele geçirmişlerdir. Sonuç olarak Romalılar beş-altı yüzyıl içinde bir dünya imparatorluğu kurmuşlardır (İ.Ö.133)
Bu büyük fetihlerin Romalılara olumlu ve olumsuz yönden etkileri olmuştur. Olumlu olan bir sonuç, Romalıların doğuda Yunan kültürü ile iyice karşı karşıya gelip, bu kültürü benimsedikten sonra, onu geliştirmeleridir. Sonunda Roma Yunan kültürü içinde yoğrulup yeni bir Roma uygarlığı yaratır. Bundan başka bu büyük fetihlerin bir takım olumsuz etkileri de olmuştur : Roma Palatium tepesi ve çevresinde kurulmuş bir kent devleti olarak yaşar ve İtalya içinde gelişmeye çalışırken İtalya üzerindeki hakimiyetini bir takım anlaşmalarla yürütmekteydi. Fakat bir dünya imparatorluğu kurduktan sonra, bu imparatorluk aynı dış siyaset düzeni ile yürütülemez olmuştur. Bu çağlarda Romalılarda biraz ayarlanmış da olsa, bir demokratik düzen vardır. Aslında, yönetimde son söz soylulardan oluşmuş olan senatonundur; senato seçimlerinde halk oyunu kullansa bile, giderek sözünü ettiğimiz bu son yıllarda bir oligarşi rejimi oluşmaya başlar. Yönetici sınıfın çıkara düşkünlüğünden ötürü bir siyasi kriz oluşur. 102 yıl boyunca Roma’nın geri kalan halkı bu azınlıkla çekişir durur. Bu çekişmenin ve siyasi krizin sonucunda da doğal olarak, bir monarşi rejimine gidilir. Bu fetihlerin Roma’da yarattığı bir başka olumsuz sonuç da, sınıflar arası uçurumun son derece büyümesidir. Roma demokrasisinin bel kemiğini oluşturan çiftçiler, yani küçük toprak sahipleri, bu uzun süreli savaşlar sırasında topraklarını satmak zorunda kalırlar ve soylulara borçlanırlar. Giderek bu sınıf yok olur ve Roma’nın sosyal yaşantısında onların yerine iki unsur geçer : Büyük toprak sahipleri ve sefil bir halk tabakası. Bu durum, doğal olarak, Roma imparatorluğunda bir ekonomik kriz yaratır. Buraya kadar anlattıklarımıza bakılırsa, Roma yöneticilerinin büyük fetihlerden sonra bocalamalarını siyasi ve ekonomik krize bağlamış görünüyoruz. Oysa, belki bunlardan daha önemli ve etkili olarak, bir başka kriz daha vardır : Ahlaki kriz. Romalılar imparatorluklarını kurarlarken çok büyük bir manevi güce dayanıyorlardı : Mos maiorum (Gelenekler). Fakat bu yeni koşullar karşısında, bunlar artık topluma yön verecek güçte değildir. Gerçi Yunan kültürünün öne sürdüğü bir hayat kılavuzu, bir hümanizm anlayışı vardır ama Romalılar yine de bu ikisi arasında bocalarlar. Sonunda yöneticiler arasında yurtseverliğin yerini çıkar alır ve Roma yönünü kaybeder.
Dostları ilə paylaş: |