Ankara’nın unutulmaz geceleri
“Ankara Palas’ın Unutulmaz Gecelerinden Sahneler” isimli sergide, Cumhuriyet Ankarası’nın sosyal tarihine ışık tutan gece elbiseleri, fraklar, smokinler, aksesuvarlar sergilendi
Kendimizi zaman makinesinde gibi hissedeceğimiz bir sergiden söz edeceğiz şimdi sizlere. Geçtiğimiz günlerde Ankara’da açılan serginin ismi “Ankara Palas’ın Unutulmaz Gecelerinden Sahneler”. Vehbi Koç ve Ankara Araştırmaları Merkezi (VEKAM) ve Dışişleri Mensupları Eşleri Dayanışma Derneği’nin (DMEDD) düzenlediği sergi 1924-1969 arasına götürdü izleyenleri. Serginin açılışını, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün eşi, DMEDD Onursal Başkanı Hayrünnisa Gül ile Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi ve Vehbi Koç Vakfı İcra Kurulu Başkanı Semahat Arsel ile birlikte yaptı. Sergide, başta Ankara Palas olmak üzere başkentin mutena mekânlarında giyilen 70’i aşkın bindallı, tuvalet, gece elbisesi, frak, smokin ile 50’yi aşkın aksesuvar yer aldı. Sergilenenler arasında kimlerin elbiseleri yoktu ki... İşte bazı örnekler:
Zekiye Aksoy’a ait koyu mavi saten tuvalet; 1934 yılında Ankara Palas’ta Cumhuriyet Balosu’nda giyilmiş.
Suat Meseretçioğlu, sergi için verdiği kıyafeti 1938 yılında kendi nişan töreninde giymiş.
Cumhuriyet’in eski Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Âli Yücel’in eşi Refika Yücel’e ait olan siyah ipek tuvalet, 29 Ekim 1940’ta Ankara Palas’taki Cumhuriyet Balosu’nda giyilmiş.
Sergide, Cumhuriyet’in eski Dışişleri Bakanı, Senato Başkanı ve Cumhurbaşkanı Vekili, İhsan Sabri Çağlayangil’in eşi Firuzande Çağlayangil’in 1965 yılında Ankara Palas’ta verilen çeşitli davetlerde giydiği beş adet gece kıyafeti de bulunuyordu. Bunun yanı sıra da Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanım’a, İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe İnönü’ye, Cumhuriyetimizin bakanlarına, onların eşlerine ve kızlarına, senatörleri, diplomatları, Cumhuriyet’e gönül vermiş Ankaralılara ait kıyafetler Cumhuriyet Ankara’sının soyal tarihine de ışık tutuyor. Bu sergide yer alanlar arasından seçilen 30’u aşkın kıyafeti ve 40’a yakın aksesuvarı içeren “Ankara Palas’ın Unutulmaz Gecelerinden Sahneler: Seçkiler” sergisi de 30 Kasım’a kadar Türk Amerikan Derneği'nde izleyicinin beğenisine sunuluyor.
Beşparmak Dağlarından Kırım’a
İstanbulluysanız ya da yolunuz kış mevsiminde bu şehre düşerse kültürel hayatınız çok renklenecek demektir. Segiler, konserler, filmler, fuarların hangisini takip edeceğinizi bilemezsiniz. Vaktiniz yetmeyebilir. Ancak, ne olursa olsun bu mevsim mutlaka gezmeniz gereken sergiler önereceğiz sizlere. Bu sergilerden ilki Vehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi’nde izleyicilerle buluştu. “Latmos Dağlarından Tarih Öncesi Kaya Resimleri Fotoğraf Sergisi”nin konusunu, antik çağda Latmos olarak bilinen Beşparmak Dağlarında 1994 yılında yapılan arkeolojik yüzey araştırmaları sırasında ilk kez keşfedilen kaya resimleri oluşturuyordu. Sergi yirmi yıldır Latmos Projesi’nin başkanlığını yürüten Dr. Annelise Peschlow ve İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü işbirliği ile hazırlandı. Antik çağa ait kaya resimlerinin motifleri kırmızının değişik tonları kullanılarak oluşturulmuş; ana motifi de insan. Bu müzedeki ikinci sergi ise, “Kırım Savaşı’nın 150.Yılı Sergisi”. Ekim 1853-Ocak 1856 yılları arasında ağırlıklı olarak Kırım Yarımadası’nda gerçekleşen Kırım Savaşı, 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve ekonomik gelişmelere damgasını vurmuş en önemli olay olarak kabul ediliyor. İşte sergi de, bu büyük savaşın, beraberinde meydana gelen siyasi olayların, etkin konumdaki şahsiyetlerin ve bölgenini coğrafi ve etnografik özelliklerinin tüm dünyadaki yansımalarını ortaya koyması açısından değer taşıyor. Büyük bir bölümü Ömer M. Koç koleksiyonlarından seçilerek sergilenen orijinal eserler arasında çeşitli ressamların çalışmaları, döneme ait çok nadir kitaplar, dönemin önemli şahsiyetlerinin cephelerden orijinal mektupları ve fotoğrafları yer alıyor. Sergi 25 Şubat 2007’ye kadar açık.
“Ekmeğimi de kendim yaptım”
Hürriyet gazetesinde yaşam ve yemek kültürü üzerine yazılar yazan Figen Batur, dostları tarafından çok başarılı bir aşçı olarak da tanımlanıyor. Batur’un mutfağında “Arçelik Ekmekçim” ile ekmek pişirirken hayatını, zevklerini, işlerini konuştuk
Figen Batur hayattaki duruşunu ve zevkini destekleyen bir evde, Yeniköyde’ki bir yalının muazzam manzaralı ve incelikle döşenmiş en üst katındaki dairede oturuyor. Yemekle yakından ilgilenen Figen Batur’la buluşmamızın nedeni Arçelik Ekmek Yapma Makinesi “Ekmekçim”i onun mutfağında denemek ve marifetlerini birlikte gözlemlemek. İçeri girdiğimizde, biz gelmeden çoktan hazırlanmış olduğunu, mutfak önlüğü ile bizi karşılamasından anlıyoruz. Mutfağında Boğaz’ı gören camlardan birinin önündeki masaya oturup ve Arçelik Ekmekçim ile neler pişirdiğini sorduğumuzda uzun bir yorum yapıyor: “Beyaz ekmek, kepek ekmeği ve muslili ekmek pişirdim. Hepsi de çok güzel oldu. Edindiğim tecrübe sonucunda şu kanaate vardım; ben bu makineyi daha çok yazlık evimde kullanmak isterim. Bodrum’da kaldığım yaklaşık 5 ay boyunca her zaman lezzetli ekmekler bulamıyorum. Bu makine ile yazlıkta ekmeği akşamdan hazırlarım, gece pişer ve sabah kahvaltısında sevdiklerim ile paylaşabilirim. Makineden taptaze ekmek çıkıyor. Pişerkenki kokusu bile iştahınızı açmaya yeterli. Kilo probleminiz ya da bir hastalığınız varsa uygun ekmeği evde kendiniz yapabilirsiniz. Geçen gün kepek ekmeği yaptım mesela.”
Ekmek yapmanın hazzı
Figen Batur Hürriyet gazetesinde yaşam ve yemek kültürü üzerine yazılar yazıyor. Dostlarının deyimi ile aynı zamanda çok başarılı bir aşçı. Güzel yemek yapabilmek yetenek ve tecrübe işi. Ama ekmek pişirmek biraz daha farklı. Bu yüzden ekmek pişirmenin kendisine ne hissettirdiğini soruyoruz. Masaya biraz daha yaklaşıyor ve gözlerindeki pırıltı ile düşüncelerini şöyle açıklıyor: “İnsan, ekmek pişiren kadının sanki hayattaki bütün yemekleri yapabilirmiş, hatta öyle ki her yemeği mükemmel yaparmış duygusuna kapılıyor. ‘İşte ekmeğimi de kendim yaptım’ diyor. Bunun ayrı bir hazzı var. ‘Çocuklar, ekmeği evde yaptım’ demek ilgi çekici. Hazırlaması da çok zevkli.” İşte bu cümleyi söyledikten sonra, bir tane de bizim yanımızda yapmasını istiyoruz. Bizi kırmıyor ve dolaplardan gerekli malzemeleri çıkarıyor. 10 dakika geçmeden makinede pişmeye bırakılmış bir ekmek hamurumuz oluyor. Masaya geri döndüğümüzde, piştiğinde tadına bakacağımız ekmeği bir süreliğine unutup, Figen Batur’un hayatındaki önemli duraklarda gezintiye çıkıyoruz.
Takı tasarımcılığı yaptığı dönemde Kapalıçarşı’da çalışmanın kendisi için çok önemli bir durak olduğunu ve burada yaptığı ticaretin hayatındaki duruşa katkısının çok büyük olduğunu söylüyor. Çoğunlukla erkeklerin çalıştığı bu işte kazandığı başarılar, onun artık hiçbir işten korkmamasına ve güç kazanmasına yol açmış. Figen Batur, hayatındaki ikinci önemli durağın, edebiyat eğitimi alması olduğunu düşünüyor. Henüz 19 yaşında evlenerek eşi ile birlikte Fransa’ya yerleştiği için Haccettepe Üniversitesi ile eşzamanlı olarak Paris’te Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde okumuş; daha sonra da “Karşılaştırmalı Edebiyat” bölümünde...
Edebiyatın duygusal zekâsını geliştirdiğine, bu sayede insan ilişkilerinde de başarılı olduğuna inanıyor.
Otuz beş farklı iş
Batur, hayatını şekillendirecek önemli bir karara henüz 20 yaşındayken varmış. Başkasının yanında değil, kendi başına çalışmayı seçmiş.
Böyle olunca da her istediği işi yapabilme imkânına sahip olmuş. Takı tasarımcılığından imaj maker’lığa, dekoratörlükten antikacılığa kadar yaklaşık otuz beş farklı işte çalışmış. Bu rakamı duyduğumuzda şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. Batur şöyle bir açıklama yapıyor: “Benim yaptığım işler, dantel işlerken zincir çekmeye benzer. Dantelde zincir çekerken bir sonraki zincir bir öncekine bağlıdır ve kendinden sonra gelecek yeni bir zincir daha vardır. Bir başka deyişle bir kapıdan girdiğimde, içeride açılan başka kapılara da girmeden edemedim. Her zaman da renkli bir hayatı olsun diye iş değiştirmez insan. Bazen hayat size bir şeyi diretir ve siz de yaparsınız. Ancak geriye dönüp baktığınızda, çok renkli günler yaşamışım dersiniz.”
Hürriyet gazetesindeki köşesinin başlama öyküsünü soruyoruz. Özkök’ün gazetede yemek kültürü üstüne yazılar yazma teklifine başta olumlu yanıt vermemiş Figen Batur. Ertuğrul Özkök de köşenin çerçevesini hayli genişletmiş. Bu gün, yemekten sanata, yaşamdan müziğe kalemini özgürce kullanabiliyor.
Figen Batur’un zevkle bir kanaviçe gibi işlenmiş hayatını, yemek kültürü üzerine bizlere verdiği önerileri dinlerken ekmek makinesindeki hamurun piştiğine dair uyarı sesi yükseliyor. Figen Batur, hayatındaki her şeye kattığı zevki, ekmeği bize servis ederken de gösteriyor. Tepsiye hazırladığı ekmekleri kuru elma ile süsleyip, yanına kamamber peyniri ve hazırladığı pateyi ekliyor. Sonra da, pişirdiği ekmeğe tereyağı sürüp üzerine peynir ekleyerek bize ikram ediyor.
Migros Bayan Basketbol Takımı maçlarına bekliyor
Türkiye Bayan Basketbol Ligi’nin gelecek vaat eden takımlarından biri olan Migros’u, antrenmanları öncesinde ziyaret ettik. Başarıya kilitlenmiş, hırslı ve genç bir takım çıktı karşımıza
Basketbol, dünyanın her yerinde milyonlarca seyircisi olan popüler bir spor dalı. Bireysel mücadelenin yetersiz kaldığı bu sporda, başarıya giden yol takım oyunundan geçiyor. Basketbol maçlarında gördüğümüz; oyuncular, antrenörler, saha, basketbol topu ve maçın sonunda kazanan ve kaybeden takımlardan ibaret. Maç bittiğinde perde kapanıyor adeta . Oysa geride; yoğun antrenmanlarla geçen günler, spor uğruna yapılan tercihler, bir sonraki karşılaşmayı düşünen oyuncular, sporcularının her sorunuyla ilgilenen yöneticiler, hırs, mücadele, sevinç, kimi zaman hüzün, hep ama hep kazanma isteği vardır. Basketbolun perde arkasındaki bu yönünü görebilmek için, Bayan Basketbol Ligi’nde mücadele eden Migros’u ziyaret ettik.
İlk olarak, Kartal’daki Pamuk Spor tesisinde bizi karşılayan Genel Menajer Talat Öztoprak’tan Migros Bayan Basketbol Takımı ile ilgili temel bilgileri alıyoruz. 1998 yılında kurulmuş, yeni ve çok genç bir takım Migros. Öztoprak, takımın ligde başarı sağlamasının yanı sıra Tükiye’deki bayan basketboluna oyuncu yetiştirmek amacında olduğunu da söylüyor. Mesela şimdi A Milli Takım formasını giyen ve Fenerbahçe Spor Kulübü’nde oynayan Birsel Vardarlı, Migros Bayan Basketbol Takımı’nın alt yapısından yetişmiş. Öztoprak çevredeki okullar ve Anadolu’daki yetenekli öğrencileri bulup, kulüp bünyesine kattıklarını ve bu seneki takımın büyük kısmının Anadolu’dan gelerek altyapıdan yetişen oyunculardan oluştuğunu söylüyor. Takımdaki dört yabancı oyuncuyu ise Amerika’dan getirmişler.
Başarı takım oyunu ile gelir
Takımın antrenörü Bilal Duru’dan geçtiğimiz sezonun özetini ve bu sene için hedeflerini bizimle paylaşmasını istiyoruz. Geçen sene Türkiye Kupası’nda final oynadıklarını hatırlatan Duru, ligde ise bazı şanssızlıklar yaşadıklarını ve istedikleri sonuçları alamadıklarını söylüyor. Bu sene takımın ligi daha iyi bir yerde bitirmek istediğini belirten Bilal Duru, bayan basketbolunun Türkiye’de gün geçtikçe güçlendiğini ve ileriye gittiğini düşünüyor. Takımlarda dört yabancı oyuncuya izin verilmesinden sonra, yabancı oyuncu seçiminin önemi artmış. Bu sene takımda yer alan dört oyuncu da Migros’a yeni dahil olmuşlar. “Basketbolcu değil sporcu olmak lazım” diyen Bilal Duru, başarının takım oyunu ile geleceğini, Migros başta olmak üzere Koç Topluluğu’ndaki tüm şirketlere iyi haberler vermek için çalıştıklarını söylüyor.
Takım Kaptanı Özlem Nergis: Kurulduğu yıldan beri Migros Bayan Basketbol Takımı’nda oynuyor Özlem Nergis. Basketbol oynamaya küçük yaşlarda başlamış. Evin tek çocuğu olduğu için “paylaşmayı” bilmediğini fark eden ailesi takım oyununun önemini anlaması için onu basketbol okuluna göndermiş. Daha sonra da basketboldan kopmamış. Marmara Üniversitesi Beden Eğitimi Öğretmenliği bölümü mezunu olan takım kaptanı, Migros ve Koç Topluluğu’ndaki bütün çalışan ve bayilere maçlarda takımı aileleriyle birlikte destekleme çağrısında bulunuyor.
Enjoli Isador: 1.85 m boyundaki Isador, geçen sene Türkiye’ye ilk defa gelmiş ve Erdemir Spor’da oynamış. Takımının küme düşmesi sonucu, Migros’a gelen basketbolcu, Amerika’ya dönmek istememiş. “Türkiye için içimde eksik kalan bir şeyler vardı. Eski takımımın küme düşmesi beni çok üzmüştü ve iyi bir sezon geçirmek için bu takıma geldim” diyor. Erkek kardeşleri basketbol oynarken onlara özenen Isador, bir süre sonra basketbolu profesyonel olarak oynamaya karar vermiş.
Takımın en küçüğü Deniz Eskici: 18 yaşında olan Eskici, kulübe 14 yaşında dahil olmuş. Basketbola babasının desteği ile başlayan Eskici, başarılı bir basketbol oyuncusu olmak istiyor. Deniz Eskici’nin Bir başka hayali de Marmara Üniversitesi Spor Akademisi’ne gitmek.
Görkem Ertaş: İzmir’den gelen Ertaş Migros’un bayan basketbolcular için tahsis ettiği evde kalıyor. Sporcu olmaya henüz 14 yaşında karar vermiş. Ege Üniversitesi Spor Akademisi’nde okuyor fakat derslere ve sınavlara antrenmanlar yüzünden katılamıyor. Bu yüzden İstanbul’daki bir üniversiteye yatay geçiş yapmak istiyor. Görkem Ertaş’ın en büyük hayali milli forma giymek ve Avrupa kupalarında oynamak.
Kübra Siyahdemir: Spora İzmit’te atletizmle başlayan Siyahdemir, boyu uzun olduğu için basketbola yönelmiş. Migros’un sporcularına tahsis ettiği evde kalan Siyahdemir, uykusuna ve beslenmesine dikkat ediyor. Ayrıca antrenmanlardan önce kendini yormamak için dışarıda fazla vakit geçirmiyor. Kübra Siyahdemir basketbolu hayatının vazgeçilmez bir parçası olarak görüyor.
Yardımcı Antrenör Emre Demirmen: Takımdaki dört yabancı ile iletişimin sağlanmasına yardımcı olan ve yardımcı antrenörlük görevini yerine getiren Emre Demirmen, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca biliyor. 25 yaşına kadar profesyonel basketbol oyunculuğu yapan Emre Demirmen, geçirdiği sakatlık sonucu basketbol oynamayı bırakmış ama basketboldan kopamamış. Galatasaray Üniversitesi’nde Avrupa Birliği yüksek lisansı yapıyor.
Otomobil bir rüyadır
İki neşeli televizyoncu, alanları ekonomi. Otomobil konuşurken söz dönüp dolaşıp ekonomiye geliyor doğal olarak. Esra Tümen ve Emin Çapa ile otomobilleri ve ekonomimizi konuştuk
Bu ay “Ford Yollarda” sayfamızın konukları CNN Türk Ekonomi Müdürü Emin Çapa ve aynı kanalın Ekonomi Dış Haberler Editörü Esra Tümen, çok meşgul insanlar, vakitleri kısıtlı. O yüzden arabamız FordFiesta ST’yle yakın bir yerlere gitmeliyiz. Trafiğini bir yana bırakırsak Nişantaşı yağmurlu havalarda bir başka güzel olur. Öyle yapıyoruz buluştuktan sonra FordFiesta ST ile Nişantaşı, Maçka, Taşlık’ta geziyoruz yağmurlu bir İstanbul gününde.
Yağmuru da, kısıtlı zamanları da artık unutuyoruz. Konuklarımız çok neşeli. Bu görüşme ve yolculuk güzel geçecek; hissediyoruz.
Arkanın sesi kesildi
Hep tek konuğumuz olurken neden bu ay iki kişiyi ağırladığımızı merak etmişsinizdir. Emin Çapa şehir dışında yaptığı bir kaza sonucunda otomobil kullanmayı on yıl önce bırakmış. O yüzden bize çok güzel bir sürücü eşlik ediyor. Aynı zamanda çok da hızlı ve seri... Esra Tümen’i CNN Türk’te dünya piyasaları hakkında yaptığı yorumlardan tanıyorsunuz. Buluştuktan sonra derhal arabaya biniyoruz. Esra Tümen, uzun zamandır düz vites kullanmadığını söylüyor ama en ufak bir tekleme yapmadan Abdi İpekçi Caddesi’nden Taşlık’a doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Onlar önde biz arkada güle oynaya yolumuza devam ederken Taşlık’tan Dolmabahçe’ye inerken bir depar atıyor Esra Tümen. Birden hızlanıyoruz, sanki rallideyiz. “İvmelenmesi çok iyi” diyor Tümen. “Arkadakilerin sesi kesildi. Korkmayın Esra çok hızlı, seri ama çok güvenilir bir şofördür” diye açıklama getiriyor Emin Çapa. Eh, hal böyle olunca hemen FordFiesta ST’yi nasıl bulduğunu soruyoruz Tümen’e: “Son derece kullanışlı, rahat, kompakt, frenleri kuvvetli. Vites araları kısa vitesi de çok yumuşak. Kullanırken kendimi çok rahat hissettim. Tam bir şehir arabası” diyor. Esra Tümen, trafiğe rağmen otomobil kullanmayı sevenlerden. Hızı da sevdiği belli. Yarışmak istiyor ama zamansızlıktan bu isteğini gerçekleştiremediğini söylüyor. Bir kere Serkan Yazıcı’ya, ralliye hazırlanırken co-pilotluk yapmış; çok zevk almış. Ayrıca otomobillerden de anlıyor. Otomobillerinin kaputunda ve motorunda (güçlendirerek) değişklikler yaptırdığını söyleyerek “Araba zevki olan arabayla ilgilenmeli diye düşünüyorum” diyor.
Emin Çapa o talihsiz kazadan sonra otomobil kullanmamış ama zannetmeyin ki otomobillere ilgisini yitirmiş. Tasarım ve endüstriyel anlamda yakından ilgileniyor otomobillerle. Otomobil sahibi olan hemen herkes gibi onun da Ford markasıyla ilgili hatıraları var. “Babam işi için bir station wagon Ford almıştı. On sekiz yaşımda ehliyetimi aldıktan sonra onu kullanmaya başladım. Artık 10 yıldır hiç kullanmıyorum. Kullanırken de şehir dışında kullanmayı yeğliyordum. Benim arkeoloji ve sit alanları tutkum var. Buralara çok gidiyorum. İşte bu geziler sırasında otomobil kullanmamak handikap oluyor. Allahtan 17 yaşında bir oğlum var. Ona gelecek sene bir otomobil alıp şoför olarak kullanmak niyetindeyiz. Her zaman Esra gibi güzel bir şoför bulmak mümkün değil ne yazık ki.” Ama dedik ya, otomobillere yine de uzak değil. Tüm fuarları takip ediyor, endüstriyel olarak ilgileniyor...
“Milli gelirimiz 10 bin dolar olacak”
İki ekonomiciyle birlikte olunca elbette söz dönüp dolaşıp ekonomiye geliyor. Hazır otomobil endüstrisine de gelmişken otomotiv sektöründe neler olup bittiğini soruyoruz. Çapa, otomotiv sektöründe dünyada bir konsolidasyon olduğundan söz ederek, Türkiye’de otomobil üstündeki vergilerin çok ağır olduğunu belirtiyor. Tümen de “Buna rağmen otomobil alımı var” diyor. Neden? Otomobilde aslında başka hiçbir üründe olmayan bir şey var. Otomobil bir rüyadır. Otomobil sahibi olmak küçüklüğümüzden beri var olan bir rüyanın gerçekleşmesidir; özgürlüktür, diye düşünüyor her iki konuk da. Çapa, ayrıca önümüzdeki yıl otomobil alımının artacağını da ilave ederek Türkiye ekonomisi hakkında insanın içini açan bir tablo çiziyor. Şimdi söz onda:
“Türkiye’de kişi başına gelirin 10 yıl içinde 10 bin dolar olacağını göreceğiz. Benim kendi hesabım bunun 8-9 yıl içinde olacağını gösteriyor. Türkiye’nin milli geliri de toplamda 1 trilyon dolara ulaşacak 10-12 yıl içinde. Bu şu demek: Otomobil sahipliğinin düşük olduğu bir pazarda biz çok büyük gelecek göreceğiz. Bu kadar bankanın gelmesinin nedeni nedir? Tüketici kredisi ya da KOBİ kredisi vermek. Pazarda şimdi iyi konumlanan firmalar bunun meyvelerini 10-15 yıl sonra toplayacaklar.”
“O zaman siz Türkiye ekonomisi konusunda karamsar değilsiniz?” diyoruz hemen büyük bir heyecanla.
Önemli olan AB süreci
“Hayır, hiç değilim. Ben son derece iyimserim. Bundan üç beş yıl önce enflasyonda çılgın rakamlardan söz ediyorduk. Şimdi tek haneye indik; 9.98. Ben Türkiye ekonomisinin bir çığ gibi yuvarlandığını, Kemal Derviş’in Türkiye’ye bir hediyesi olan yapısal reformların önemli bir kısmının tamamlandığını görüyorum.”
“AB’ye üye olup olmamamızın hiçbir önemi yok, bu yolculuğa ihtiyacımız var bizim” diye yanıtlıyor Çapa ve kendimize farklı bir açıdan bakmamızı sağlayacak başka bir pencere açıyor bize. “Bizim motive olacağımız, mikro ve makro düzeyde yapısal reformları yapacağımız bir hedef lazım. O hedef AB. On yıl sonra belki AB bize yalvaracak durgun ekonomilerini canlandırmak için. Çünkü böylesine 80 milyonluk (hele de kişi başına düşen milli gelir 10 bin dolar olursa) yapıyı Avrupa’da hayal edemezsiniz. Şu an Türkiye’de milli geliri 10 bin doların üstünde 10 milyona yakın bir nüfus var. Bu ne demek? Danimarka demek. Dolayısıyla buralardan bakmak ve Türkiye’nin geleceğine inanmak lazım” diyor Çapa. Esra Tümen de onu destekleyerek yatırımlardan söz ediyor: “Yabancılar bize çok yatırım yapıyorlar. Hep söylenen zaten şu: AB’ye üye olmak önemli değil, o süreç içindeki atılımlarımız önemli. Dünyanın önde gelen ekonomistleri bile aynı görüşte; AB’ye üye olmazsak Türkiye’nin sonu olmayack. Tam tersi bu süreç içinde yapılan çalışmalar Türkiye’ye önemli katkılar sağlayacak.” Emin Çapa tam da bu noktada Norveç’in iki kez hayır dediğini, İsviçre’nin ihtiyacı olmadığı için AB’ye üye olmadığını vurguluyor hemen: “Biz İsviçre olduktan sonra AB’ye girip girmemenin bir önemi yok. Önemli olan Türkiye’nin geleceğine kilitlenmek.”
Kim kimdir?
CNN Türk Ekonomi Müdürü Emin Çapa İ.Ü. Basın Yayın mezunu. İktisat fakültesinde doktora yapmış. 17 yaşında üniversiteye başladığı yıl Hürriyet’e girmiş. Astronomiye, karbon kimyasına, arkeolojiye, mimariye, modaya kısacası her şeye meraklı. Haberin içinde olmayı, yani yemeği pişirmeyi seviyor. O yüzden de ekranın arkasında. Evli ve bir oğlu var.
CNN Türk Ekonomi Dış haberler Editörü Esra Tümen, University of London’da ekonomi politika dalında “double mager” yapmış. Tümen’i 14:10-14:35 arası yayınlanan “Paranın İzi” programında izliyoruz. Sevdiği konu uluslararası piyasalar. Asıl isteği bir konuyu derinlemesine alıp ekranlarda işlemek; mesela Wall Street’i. Evli ve altı aylık bir oğlu var.
Nemrut’un şehrinde iki Koç bayii
Beldeyama Adıyaman Bayii Sır Otomotiv’in sahibi Hakan Öncel ile Beko Bayii Çildağ’ın sahipleri Mehmet Dağtekin ve Emin Çil aynı noktada birleşiyorlar: Koç bayii olmak güven ve etikettir
Ülkemizin batısında yaşayanlar, doğu bölgelerini bambaşka şekilde hayal ederler; bu yaklaşım aslında önyargılıdır. Bu önyargıları kırmanın en iyi yolu da oralara gitmektir. Bu durumda “çok gezen bilir” argümanı daha doğru oluyor. Adıyaman’ı turistik açıdan bir yana bırakacak olursak şehirde son yıllarda bir dinamizm yaşanıyor. Fabrikalar açılıyor, yatırımlar yapılıyor, yeni iş sahaları yaratılıyor. Adıyamanlılar bu dinamizmi Koç Topluluğu’nun yarattığını düşünüyorlar.
Şehir, Koç Topluluğu’yla eskilerden beri tanışıyor aslında. Örneğin Adıyaman’da Sır Otomotiv’in sahibi Hakan Öncel, üçüncü kuşak Koç Topluluğu bayii. 32 yaşındaki Öncel’in dedesi ve babası da Tofaş (1972’den 2002 yılına kadar), Türk Traktör ve Arçelik bayilikleri yapmış. Dedesinin Türk Traktör bayiliği 1960’lı yıllardan 2000 yılına kadar sürmüş. Hakan Öncel de şimdi babası ve kardeşi ile birlikte Beldeyama Adıyaman Bayii olarak Sır Otomotiv’de hizmet veriyor.
Adıyaman Beko Bayii Çildağ’ın Koç Topluluğu ile tanışması ise henüz çok yeni. Ortaklar Mehmet Dağtekin ve Emin Çil, üç yıldır Beko bayiliğini yürütüyorlar. Mehmet Dağtekin, “Daha yeniyiz ama ilk yılımızda en çok ciro yapan bayiler arasına girdik. Geçen sene de Adıyaman, Osmaniye ve Maraş illerinin en çok ciro yapan Beko bayii olduk” diyor gururla. Tabii, hemen bu başarılarının sırrını soruyoruz Dağtekin’e. “Koç Holding’in prensiplerine çabuk adapte olduk ve iyi uyguladık diyebilirim. Bayiliği alır almaz önce Can Kıraç Bey’in ‘Anılarımla Patronum Vehbi Koç’ İsimli eserini okuduk. Bu işleri nasıl yapmış, hangi konularda dikkatli davranmış; bunları öğrendik ve dikkat etmeye çalıştık. İkincisi de Koç Holding markayı öyle bir oluşturmuş ki, bizim çok fazla uğraşmamıza gerek kalmıyor. Beko, nasıl Rusya’da birinci marka olduysa, Adıyaman’da da birinci olabilir” diye yanıtlıyor Mehmet Dağtekin. Vehbi Koç’un “Memleketim varsa ben de varım” sözünün kendilerinin en büyük yol göstericisi olduğunu da söyleyen Dağtekin şunları da ekliyor: “Suna Kıraç’ın ‘Ömrümden Uzun İdeallerim Var’ isimli kitabını da okudum. Bu ve benzeri kitaplar sayesinde aileyi daha fazla tanıyorsunuz ve parasal boyutun dışında size bir enerji geliyor. ‘Kurumumla birlikteyim, kendim dışında da yükseltmem gereken değerlerim var’ diyorsunuz.”
Vehbi Koç’lu anılar
Tam da bu noktada Hakan Öncel söze giriyor: “Dedem Mustafa Öncel bize anılarını anlatırdı. Mesela bir bayiler toplantısında, Vehbi Bey en önde oturuyormuş, bayiler de arkasında. Arkadaşımızın biri sunum yapıyormuş. İleride boşuna yanan bir ışık varmış, Vehbi Bey oturduğu yerden kalkıp gitmiş ve o ışığı kapatıp geri gelip oturmuş. Vehbi Bey elbette o ışığın parasından çekinecek değildi; ama ondaki israfa karşı olma durumu güzel bir şey. Bu gibi olaylar bize yol gösterici oldu. Vehbi Koç ölmeden önce Mehmet Ali Birand ile bir röportaj yapmış. O bizim elimize geldi; yılın belli zamanlarında çıkartıp izlerim. Ve inanın hâlâ çok şey öğreniyorum. Babam ise Rahmi Bey için, Vehbi Bey'in izinden gittiğini, insana önem verdiğini, önyargının ticarette doğru olmadığını söylediğini, her zaman kaliteli ürün satmanın doğru olduğunu söylediğini anlatır.”
Konuşmanın bu noktasında Dağtekin ve Öncel Koç Topluluğu bayii olmanın ne ifade ettiğini anlatıyorlar ayrı ayrı. Öncel bu konuda “Koç bayii olmak en başta güven ve etikettir. Ayrıca ilimizde Koç bayii olmanın tanınmış esnafa katkısı daha büyük” derken Mehmet Dağtekin de onu destekleyerek “Türkiye’nin en büyük holdinginin temsilcisi olmak, yaklaşımları değiştiriyor” diyor. Elbette, burada bayiliklerini yaptıkları markalar da artı değer kazanıyor. Hakan Öncel “Beldeyama’da kalite, hizmet, işin arkasında durmak gibi özellikleri var. Bu bana müşteri kazandırıyor. İşin arkasında durduğunuz zaman, iki sene sonra herhangi bir aksaklıkta karşısında bir satıcı ya da servisi gördüğü zaman daha rahat oluyor insanlar”.
Koç Topluluğu’nun verdiği eğitimlerden her iki bayinin sorumluları son derece memnun. Hakan Öncel, yeni çalışmaya başladığı yıllarda, insanlarla nasıl konuşacaklarını, nasıl satış yapacaklarını, nasıl insan kazanacaklarını öğrettiklerini belirterek, “Burası sonuçta kırsal bir kesim. Zamanında da eğitimimizi tamamlayamamıştık. O yüzden bunların çok artısı oldu bize” diyor.
Motosikletsiz asla
Hakan Öncel, Beldeyama motosikletlerinden söz etmek için sabırsızlanıyor. Ve ailece neden ürün değişikliğine gittiklerini şöyle anlatıyor: “Ekonomik olarak ilimiz çok üst düzeyde bir yer değil. Burada insanların yüzde 50-60’ı işçi, köylü ve memur. Dolayısıyla otomobil almaya güçleri yok. O zaman ne yapıyor, 1-2 milyara bir motosiklet alıp işine, tarlasına gidiyor. Motosiklet satışlarının artmasında mevsimsel olarak yılın 8-9 ayının güneşli olmasının etkisi büyük. Akaryakıtın ülkemizde çok pahalı olması motosikleti tercih ettiriyor. Ayrıca şehir içi trafik çok yoğun olduğu için motosiklet kullanılıyor. Motosiklet insan için öyle bir adrenalin kaynağı ki buna alışan bir insan arabası da olsa vazgeçmez. Hevesi olmayan insanlar için de bu artık bir mecburiyet günümüzde.”
Kadınların da artık Adıyaman’da motosiklet kullandıklarını söyleyen Öncel de şehirde motosiklet kullanıyor. Peki Beko konusunda Adıyaman’da durum nedir? Adıyamanlıların markanın en çok beyaz eşya grubunu talep ettiklerini söyleyen Dağtekin “Ama Beko demek elektronik eşya ve televizyon demektir. Bu heyecanı da yakalayacağız” diye de ekliyor.
Fransa’dan yeni akla ziyanlıklar
Bulunduğum damın üstünden gözüm ta uzaklara, Paris’e, Fransa’ya düşüyor. Yıllar önce, 1.5 yıl kadar hayatımın en güzel günlerini geçirdiğim o şehre ve ülkeye dalıyor gözlerim… Osmanlı İmparatorluğu ile Ermeniler arasında bundan tam 91 yıl önce yaşanmış bir olaya, bunca yıl sonra dışardan maydanoz olarak karışan Fransa’nın Ekim ayı içinde mecliste evet diyerek, senatoya yolladığı yasayı biliyorsunuz. O Fransa ki, 1789 Fransız İhtilali’yle başlayan süreçte insan haklarının, düşünce özgürlüğünün bir numaralı adresi olmuştu dünya üzerinde. Bu mösyöler şimdilerde bizi mi örnek alıyorlar nedir, anlamış değilim!.. Malum, Fransa bugünlerde, “Ermeni soykırımı yoktur” diyeni susturup, para ve hapis cezası verme peşinde. Bugün bu akla ziyan yasayı mecliste onaylayan Fransa, yarın akla ziyan hangi abuklukları yapabilir diye dam üstünden akıl yordum ve bakın neler neler çıktı…
-
Türklerin sık sık kullandığı, “Sen de her şeye gene Fransız kaldın birader” şeklindeki aşağılama cümlesinin Fransa sınırları içersinde Türkler tarafından kullanılması ağır para ve hapis cezası getirecektir.
-
“Benim Cüneyt Arkın’ım Gerard Depardieu’yü döver” demenin cezası 65 bin euro’dur. Gerard Depardieu’nün yerine Alain Delon adı kullanılırsa bu ceza daha da artacak tam 125 bin euro’ya çıkacaktır!
-
Zinedine Zidane için “O sizin soykırım yaptığınız Cezayir’den değil mi” diyen eğer bir Türk’se, o Türk’ün alacağı ceza Şampiyonlar Ligi maçlarından 3 yıl uzaklaştırmadır!
-
Mona Lisa’ya gülümsemiyor şeklinde yorum yapmak yasaktır. Bu yorumda bulunan Türk vatandaşlarına Louvre Müzesi’nin hapishanesinde 6 aydan, 3 yıla kadar hapis cezası verilecektir.
-
Napolyon Bonapart’ın boyunun kısalığıyla ya da “Para Para Para” demesiyle ilgili yorumda bulunan Türkler hakkında da para ve hapis cezası uygulanacaktır. Napolyon kimdir diye sorulduğunda bir Türk’ün çıkıp da “O ‘Para para para’ diyen adam değil mi?” demesi kendisine 85 bin euro’ya patlayacaktır.
-
“Modanın kalbi Paris’te değil, Nişantaşında atar” şeklinde görüş belirten Beyaz Türkler için 60 bin euro’dan, hapis cezasına kadar giden cezalar uygulanacaktır.
-
Victor Hugo’nun “Sefiller” adlı romanına bundan böyle sadece “Sefiller” demek de ceza kapsamındadır. “Sefiller” demekle aslında bu romana da sefil bir roman denmiş kabul edilecek ve gereken ceza verilecektir.
-
Hayatlarında ilk kez Fransız usulü öpüşen Türk vatandaşlarının cezası 135 bin euro’dur. Bu öpüşmenin tekrarlanması halinde 8 aya kadar hapis cezası gündeme gelecektir.
-
Fransız toprakları içerisinde “Mirelle Mathieu, Sezen Aksu’dan daha iyi bir şarkıcı değildir” demenin cezası da 3 aydan 1 yıla kadar hapis olarak değişecektir.
-
Fransa sınırları içindeki restoranlarda ya da barlarda “Türk şarapları Fransız şaraplarının kalitesini yakaladı” şeklinde görüş belirtmenin cezası da 40 bin avrodur ve bu ceza Türk müşterinin hesabına eklenecektir!
-
Sarayburnu’ndan görülen İstanbul manzarasının Eyfel Kulesi’nden görülen Paris manzarasından daha güzel olduğunu söyleyen Türk turistler hemen sınır dışı edilecek ve bu kişiler bir daha Fransa’ya asla giremeyeceklerdir!..
Dostları ilə paylaş: |