ŞEHİd murtaza mutahhari


İmam Rıza’nın (a.s) İstidlali



Yüklə 0,69 Mb.
səhifə34/44
tarix15.09.2018
ölçüsü0,69 Mb.
#81843
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   44

İmam Rıza’nın (a.s) İstidlali


Bazıları, “bunlar arasında ismimiz bu kadar geçmektedir? Diye eleştirdiler İmam Rıza’yı (a.s). İmam (a.s), “Acaba Peygamberler mi daha yücedir vasileri mi?” diye sordu. “Peygamberler” dediler. İmam (a.s), “Müşrik bir padişah mı daha kötüdür, fasık bir Müslüman padişah mı? Diye sordu. “Müşrik bir padişah” dediler. İmam (a.s) “işbirliği yapmayı kendisi istenen kişi mi daha üstündür yoksa işbirliği kendisine zorla tahmil edilen kişi mi?” diye sordu. “İşbirliği yapmayı kendisi istenen kişi” dediler. Bunun üzerine İmam (a.s), şöyle buyurdu: “Yusuf-i Sıddık Peygamberdir; Mısır azizi ise kafir ve müşrik bir kişiydi. Yusuf’un kendisi “Beni yeryüzünün hazinelerine sorumlu kıl; ben bilgili bir koruyucuyum.87 dedi; Çünkü Yusuf bir makamı işgal edip o makamdan iyi bir şekilde istifade etmek istiyordu; kaldı ki Mısır azizi kafir bir kişiydi; Me’mun ise fasık bir Müslüman’dı; Yusuf Peygamberdi. Ben ise Peygamberin vasisiyim; Yusuf’un kendisi işbirliği önerdi; oysa beni işbirliğine mecbur ettiler.Sırf bu işi yapmak eleştirilemez. Sadece işbirliğini yapan ve varlığı sadece onların yararına olan Safvan b.Cemmal’i sert bir şekilde engelleyip, “Neden develerini Haruna kiraya verdin?” söyleyen Musa b. Cafer kendisiyle gizlice görüşen, şia olduğu halde Şiiliğini gizleyen Ali b. Yaktin’i, “Sen kesinlikle bu sistemde olmalısın; ama Şiiliğini gizle; kimse senin Şia olduğunu anlamasın; onlar gibi abdest al, onlar gibi namaz kıl; Şii olduğunu sıkı bir şekilde gizle; fakat bir iş yapabilmek için onların sisteminde ol” diye teşvik ediyor.

İşte her mantık bu işe izin vermektedir. Bir gidişat sahibi olan herkes elemanlarına kendi gidişatını koruyarak ve hedefi karşı tarafa değil, kendi gidişatı için iş yapmak olması şartıyla -düşman sistemine girmeye-, yani sistem onları kendi hedefi için kullanmadan onların kendi hedefleri için sistemden yararlanmasına izin verir. Bu ikisinin şekli farklıdır; biri sistemin bir parçasıdır; gücü sistemin menfaatleri için harcanır, diğeri ise sistemin bir parçasıdır, fakat sistemin gücünü kendisinin sahip olduğu inanç ve hedefinin menfaati ve çıkarları doğrultusunda kullanır. Bence, biri bu kadar bile olmaması gerekir derse, bu sebepsiz bir taassuptur. Bütün Ehlibeyt imamları böyledirler; bir taraftan Emevi ve Abbasi halifeleri düzeniyle işbirliği yapmaktan sert bir şekilde sakındırır ve bazılarına, “biz yapmayacak olursak başkaları yapacaktır” diye mazeret getirenlere, “kimse yapmasın; bu, mazeret sayılmaz; kimse yapmazsa onların işi felç olur” diyor, diğer taraftan da Emevi veya Abbasi halifeleri düzeninde bulunarak gerçekte düzenden kendi hedefleri için yararlan kişileri teşvik ediyorlardı; hem de ne biçim! Aynen Ali b. Yaktin ve İsmail b. Bezi gibi kişilerin övgü ve methindeki rivayetler insanı hayrete düşürmektedir; bu rivayetler bu gibi kişileri birinci sınıf evliyalar sırasında tanıtmaktadırlar. Bu rivayetleri Şeyh Ensari “Mekasib” adlı kitabının “Zalimin velayeti” bölümünde nakletmiştir.


Zalimin Velayeti


Fıkıhta “zalimin velayeti” diye bir mesele var; yani zalim biri tarafından bir makamı kabul etmek. Zalim biri tarafından bir makama geçmeyi kabullenmek hadd-i zatında haramdır; fakat fakihler, hadd-i zatında haram olduğuna göre bazı durumlarda müstehap ve bazı durumlarda da farzdır diyorlar. Yazmışlardır ki: iyiliği emredip kötülükten sakındırmak -iyiliği emredip kötülükten sakındırmak gerçekte hizmettir.- bir zalim tarafından bir makamı üstlenmeye bağlı olursa, o makamı kabullenmek farz olur. Mantık da bunu kabullenmektedir; çünkü böyle bir makamı kabul edecek olursanız hedefiniz doğrultusunda da iş yapıp hizmet edebilir, gücünüzü takviye edip düşman gücünü zayıflatabilirsiniz. Ben, diğer gidişat sahiplerinin, maddiyatçı, komünist ve materyalistlerin düşmandan ve kendilerine zıt olan kimseden böyle bir makamı kabul etmeyi reddedeceklerini sanmıyorum. Kesinlikle derler ki, “kabul et, fakat kendi işini gör.”

İmam Rıza’nın (a.s) veliahtlığı kabul ettiği zaman içerisinde onların yararına bir iş yapılmadığını, aksine İmam’ın (a.s) yararına iş yapıldığını görmekteyiz. Saflar daha fazla belirlendi; ayrıca İmam (a.s) veliahtlık makamında gayr-i resmi bir şekilde kendi ilmi şahsiyetini öyle bir ispatladı ki, bunu başka zaman başaramazlardı. Ehlibeyt İmamları (a.s) arasında İmam Rıza (a.s) ve İmam Ali (a.s) -ve İmam Sadık da (a.s) başka bir yönde İmam Sadık (a.s) -kadar hiçbir İmam’ın ilmi şahsiyeti ortaya konmamıştır; Emirulmüminin Ali (a.s) şu dört beş yıllık hilafeti döneminde birçok hutbe ve istidlaller bırakmıştır geriye; İmam Sadık Abbasilerle Emevilerin savaş içersinde olduğu fırsattan istifade ederek dört bin talebesi olan ders havzası oluşturmuştur; İmam Rıza (a.s) o kısa veliahtlık dönemi sırasında, Me’mun’un ilimseverlik özelliği ile, Me’mun’un teşkil ettiği acayip toplantılara çağırdığı maddecilerden tutun Hıristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler, Sabiler, Budailer ve bütün mezheplerin ulemasına kadar herkesi toplandığı toplantılara getirilir; onlarla sohbet ederdi; ve gerçekten İmam (a.s) o toplantılarda hem kendinin ilmi şahsiyetini ortaya koydu ve hem de İslam için hizmet etti; gerçekte veliahtlık makamından gayr-i resmi bir yarar elde etti; o makamları kabul etmediği gibi onlardan böyle bir şekilde yararlanmayı da başardı.


SORU VE CEVAP


Soru: Muaviye Yezid’i kendisi için veliaht seçince buna herkes muhalefet etti; fakat bu muhalefet Yezid fasit bir kişi olduğu için değil, aslında veliahtlık ilkesine muhalefet edilmekteydi. Öyleyse Me’mun’un döneminde neden İmam Rıza’nın (a.s) veliahtlığı bu sorunla karşılaşmadı.

Cevap: Birincisi “ veliahtlık ilkesiyle muhalefet edilmekteydi” sözü doğru değil; çünkü pek de muhalefet edilmemekteydi; yani o dönemde insanlar bu konunun doğuracağı tehlikelere dikkat etmemişlerdi; sadece az bir grup bunun farkındaydı ve bu İslam dünyasında ilk olarak vuku bulan bir bidatti. İmam Hüseyin’in ((a.s)) o şiddetli tepkisinin nedeni de bu hareketin itibarsız, bidat ve haram olduğunu ortaya koymaktı ve bunu tüm açıklığıyla ortaya koydu da. Sonraki dönemlerde bu konu artık dini yönünü kaybetmiş ve desteği zor kullanmak olan İslam öncesi veliahtlıklerin şeklini almıştı ve artık İslami bir boyuta sahip değildi; İmam Rıza’nın veliahtlığı kabullenmeye muhalefet etmesinin nedenlerinden biri de buydu işte. İmam’ın (a.s) buyruklarında - “veliahtlık” ünvanının yanlış bir unvan olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü “veliahtlık” “hak benimdir ve ben falancayı kendi yerime seçiyorum” anlamındadır. İmam’ın, Me’mun’a “Bu senin mi malın başkasının mı? Başkasının malı ise onu verme hakkına sahip değilsin” şeklindeki buyruğu veliahtlığı da kapsamına almaktadır.

Soru: Şöyle bir varsayım yapılmıştır: Fazl b. Sehl gerçekten Şii idiyse İmam’ın veliahtlık konusunda onunla işbirliği yapıp Me’mun’u hilafetten indirmesi gerekirdi. Burada şöyle bir soru söz konusu oluyor: bu durumda İmam Rıza’nın (a.s) bir süre Me’mun’un amellerini onaylaması gerekirdi. Oysa İmam Ali’nin (a.s) davranışını göz önünde bulundurarak zalimin yaptığı işi hiçbir oranda onaylamak caiz değildir.

Cevap: Bu eleştiri varid değil. Çünkü dediniz ki: Fazl b. Sehl Şia idiyse İmam Rıza (a.s) bir süre Me’mun’un işlerini onaylamalıydı; oysa bu iş caiz değil; nitekim Hz. Ali (a.s) de Muaviye’nin hükumetini onaylamamıştır.

İmam Rıza’nın (a.s) Me’mun’a karşı durumuyla Hz. Ali’nin (a.s) Muaviye’ye karşı durumu arasında çok büyük bir fark var. Hz. Ali (a.s) onaylaması şu anlamdaydı: Muaviye bir naip ve onun tarafından atanan bir kişi olarak iş yapmalı, Muaviye gibi bir zalim Ali b. Ebutalib tarafından atanan bir naip olarak görev yapmalıydı. Fakat İmam Rıza’nın (a.s) durumu farklıydı; İmam (a.s) bir süre Me’mun’un işlerine karışmamalı, onun yolu üzerinde engel oluşturmamalıydı. Genel olarak hem mantıken ve hem şer’an bir fesadın meydana gelmesinde etkili olmayı istemekle var olan bir fesadı kaldırmak istemek arasında fark vardır. (Her birine karşı farklı bir vazifemiz vardır.) Buna bir örnek vereyim. Bazen suyun bahçemize gelip bir hasar oluşturması için musluğu açıyorum. Burada ben bahçenizin gördüğü hasarda etkili olduğum için bahçenizden sorumluyum. Bazen de sokaktan geçerken musluğun açıldığını ve suyun duvarınızın temeline ulaştığını görüyorum. Burada ahlaken musluğu kapatarak size hizmet etmektir vazifem. Fakat ben bu ahlaki vazifemi yerine getirmiyorum ve siz zarar görüyorsunuz. Burada bu iş bana farz değildir. Bu örneği vermekten amacım, bir işin insanın kendi eliyle ve onun vasıtasıyla yapılmasıyla başka birinin yapması ve insanın vazifesinin onu ortadan kaldırmak olduğu arasında çok fark olduğunu vurgulamaktır. Muaviye’nin üstü Ali’ydi (a.s); yani Muaviye’nin bulunduğu makamda bırakılması Ali’nin (a.s) Muaviye’yi kendi eli, kendi amili olarak kabul etmesi anlamındaydı; fakat İmam Rıza (a.s) tarafından Me'mun'u o makamda bırakılması (sizin dediğinize göre) İmam'ın (a.s) bir süre Me’mun’un karşısında sessiz kalması anlamındadır. Bu ikisi birbirinden tamamen farklı iki vazifedir. İmam Rıza’nın (a.s) bir süre Fazl b. Sehl’le işbirliği yapması veya sizin tabirinizce -”Me’mun’u- kendi yerinde bırakması; Me’mun karşısında bir süre sessiz kalması anlamındadır. Daha büyük bir maslahat için, daha iyi bir fırsatı kullanmak için bir süre beklemenin bir sakıncası yoktur. Ayrıca Muaviye olayında, mesele sadece İmam’ın, Muaviye’nin bir gün hükümet sürmesine razı olmayışı değildir. (Elbette bu da onun bir meselesidir. Nitekim buyurmuştur ki: Ben zalimin bir gün bile hükümet etmesine razı olmam) Burada olayın aksini teşkil eden ayrı bir mesele daha var; yani eğer İmam Muaviye’yi kendi makamında bırakacak olsaydı o günden güne güçlenir ve kendi hedefinden de vazgeçmezdi. Fakat burada varsayım Me’mun ‘un günden güne zayıflaması ve kendisinin ise güçlenmesi için beklemesi söz konusudur. O halde bu ikisini mukayese etmek doğru değildir.



Soru: Sorum İmam Rıza’nın (a.s) zehirlenmesi olayıyla ilgilidir. Konuşmanızda, İmam Rıza’nın(a.s) zehirlendiği kesin değildir dediniz. Fakat gerçek şu ki gün geçtikçe hilafetin İmam Rıza’nın (a.s) hakkı olduğu daha iyi anlaşılıyordu; işte bu yüzden Me’mun İmam Rıza’yı (a.s) zehirlemek zorunda kaldı. Bunun için getirilen delil İmam Rıza’nın (a.s) 52 yaşında dünyadan göçmüş olmasıdır. Bütün sağlık kurallarını gözeten, bizim gibi ifrat ve tefrit yapmayan bir imamın 52 yaşında kendi eceliyle ölmüş olması uzak bir ihtimaldir. Yine meşhur “Bizden -İmamlardan- katledilmeden veya zehirlenmeden ölecek olan bir kimse yoktur” hadisi de bu yöndedir Dolayısıyla şia tarihi açısından bu konu kesindir. “Murucu’z - Zeheb” kitabının sahibi (Mes’udi) bu konuda yanılmışsa, bu, İmam Rıza’nın (a.s) zehirlenmediğini söylemek için bir delil teşkil etmez. Şia tarihçilerinin büyük çoğunluğuna göre İmam Rıza (a.s) kesinlikle zehirlenerek şehid edilmiştir.

Cevap: Ben İmam Rıza’nın (a.s) zehirlenmediğini söylemedim. Ben de belirtilere dayanarak bu görüşü teyit etmekteyim. Belirtiler İmam Rıza’yı (a.s) zehirlediklerini ortaya koymaktadır; bunun asıl nedenlerinden biri de Abbasilerin Bağdat’ta kıyam etmesiydi. Me’mun, Horasan’dan Bağdat’a giderken İmam Rıza’yı zehirledi. Yolda sürekli -Bağdat’ın durumunu- kendisine raporluyorlardı. Ona Bağdat’ın kıyam ettiğini haber verdiler. Me’mun İma Rıza’yı (a.) veliahtlıktan azledemeyeceğini, o halde de gitmenin de çok zor olduğunu gördü. Oraya gitmek için zemin hazırlayıp Abbasilere, “iş bitti” demek için İmam’ı zehirledi. Söylenen, kabul edilebilecek de olan ve tarihle de bağdaşan asıl neden budur; yani Me’mun Bağdat’a gitmenin imkansız olduğunu, veliahtlığın devamının da mümkün olmadığını gördü. (halbuki Me’mun daha gençti; yaklaşık 28 yaşındaydı; İmam Rıza (a.s) ise 55 yaşındaydı. İmam Rıza (a.s) da başından beri Me’mun’a, “Ben senden daha yaşlıyım ve senden önce öleceğim” demişti) Bu vaziyette Bağdat’a gidecek olsaydı da Bağdat’ın teslim olması imkansızdı; çok kanlı bir savaş olurdu. Durumunu tehlikeli gördü. İşte bu nedenle hem Fazl’ı ve hem de İmam Rıza’yı (a.s) ortadan kaldırmaya karar verdi. Fazl’ı Serah hamamında ortadan kaldırdı. Elbette şu kadarı biliniyordu ki, Fazl hamama gitmişti. Bir grup kılıçla onu param parça etti ve daha sonra, “Bazı kişiler ona kin besliyordu” dediler (Tesadüfen onun teyzesi oğullarından biri de katiller arasındaydı) ve kanını karıştırdılar; fakat zahiren bu da Me’mun’un işiydi. Onun haddinden fazla güç kazandığını ve rahatsızlığına neden olduğunu görünce, onu ortadan kaldırdı. Daha sonra Serahs’ten Tus’a geldiler. Sürekli Bağdat’la ilgili raporlar da geliyordu. İmam Rıza (a.s) ve Alevi bir veliahtla Bağdat’a giremeyeceğini görünce, İmam’ı da orada öldürdü. Bazen bizim açımızdan kesin olan bir şeyi söylüyoruz; Şia rivaeytleri açısından Me’mun’un İmam Rıza’yı zehirlediğinde şüphe yoktur; fakat bazı tarihçilere göre böyle değildir; Örneğin Avrupalı tarihçi bunu kabul etmiyor; o, tarihi belgeleri inceleyip şöyle diyor: Tarihte “böyle söylenmiştir” şeklinde yazılmıştır. Bu olayı kaleme alan Sünni tarihçilerin çoğu İmam’ın Tus’a gelerek orada hastalanarak vefat ettiğini ve bir rivayete göre de zehirlendiğini yazmışlardır. İşte bu nedenle ben bu konuda Şii olmayan bir mantıkla da konuşmak istedim; yoksa bütün belirtiler İmam’ın zehirlendiğini ortaya koymaktadır.

Yüklə 0,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   44




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin