Anadolu
Türkçesi yabancısına kadar bunu görüp bilin. Ebedi taş yontturdum. İl ise, şöyle daha erişilir yerde ise, işte öyle erişilir yerde ebedi taş yontturdum, yazdırdım. Onu görüp öyle bilin. Şu taş dım. Bu yazıyı yazan yeğeni Yolluğ Tigin.
İmam Ebû Hanife
(İmâm-ı A’zam)
İnsan, yaratılmışların en şereflisi; eşref-i mahlûkât…
İnsan, akıl ile donanmış, düşünen bir varlık…
İnsan, topluluk içinde yaşar; töresi, geleneği var…
İslâm fıkıhına göre hâlletmem gereken bir mesele ile karşılaşırsam; önce Kur’an’a bakarım, sonra sünnete… Meselemi yine çözemezsem; sahabenin sözlerine, ashabın fetvalarına bakarım. Yine çözemezsem; İcma’ya; yani, din bilginlerinin bu meselede ittifak edip etmediklerine bakarım… Yine çözemezsem; kıyasa başvururum! “Kişinin dini aklıdır. Aklı olmayanın dini de olmaz” dememiş miydi Yüce Peygamberimiz? Kıyas ile de çözemezsem; “Müslümanların güzel gördüğü, Allah katında da güzeldir” hadisini hatırlarım ve istihsânı, yani, insanın uygun gördüğünü uygularım. Meselemi yine çözemezsem, bu sefer gelenek ve görenekler yoluyla hallederim!
Böyle diyor Ebû Hanife…
Bu büyük İslâm güneşi bir Türk oğlu!
Hanefi mezhebinin kurucusu…
Özellikle Fıkıh’ta usulde, aklı da değerlendiren seçkin bir bilgin.
Bugün Müslümanların çoğunluğu onun yolunda yürümekte…
Asıl adı Nu’man b. Sabit… 699 yılında doğdu. 16 yaşında Hacca gitti. Türk gönlünün bütün safiyetiyle inanıp dört elle sarıldığı müslümanlıkta daha ileriye gitmek istiyordu. Onun hedefi İslâm ilmini yüceltmekti. Bu sebepten hac dönüşünde Kufe’de kaldı ve okumaya, öğrenmeye başladı… Gençliğinde kelâm ilminde çevresinde tanınmışsa da, o daha çok, fıkıh ilmine hevesliydi. Ebû Âmir Şa’bî’den pek çok şey öğrendi. Fıkıh konusunda kendisini yetiştiren kişi ise, Hammâd b. Ebî Süleyman oldu.
Arapçayı bütün incelikleriyle öğrendi. Edebiyatını, iyice tanıdı. Zaten Kur’an’ı çocuk yaştayken ezberlemişti..
Hocası Ebî Süleyman’ın hiçbir dersini kaçırmadı. Hocası ölünce onun postuna oturdu; ders vermeye başladı. Ebû Hanife’nin derslerini dinlemek, ondan özellikle fıkıh konusunda faydalanmak için insanlar akın akın koştular. Arabistan’ın, Harzem’in Horasan’ın bilgiye susamışları mekân tuttular Ebû Hanife’nin kaldığı şehri… 30 yıl boyunca 4000 öğrenci yetiştirdi. Bunların pek çoğu fıkıhta içtihat yapacak olgunluğa erişti.
O artık İmâm-ı A’zam’dı. Büyük İmam’dı…
İmâm-ı A’zam’ın iyice ünlendiği sıralarda Emevi saltanatı can çekişiyordu… Ne itibarları kalmıştı, ne de güçleri. Emeviler, İmâm-ı A’zam Ebû Hanifeye sarılmak, ondan güç almak istediler: Ona “Kadılık” teklif ettiler.
Ebû Hanife, Ehl-i Beyt’e olmadık kötülüğü yapan bu yönetimin önerisini reddetti. Emeviler, bu reddedişi öfkeyle karşıladılar; Ebû Hanife’yi kırbaçladılar, olmadık işkenceler yaptılar, zindana attılar…
Ebû Hanife, Emevi zindanından bir fırsatını bulup kaçtı. Mekke’ye gitti. Orada saygıyla karşılandı. İmam Malik ile görüştü… Ne var ki, “siyâset” bir türlü yakasını bırakmıyordu…
Emeviler yıkılmış, Abbasiler iktidar olmuştu. Onlar da Ebû Hanife’den “Kadılık” yapmasını istediler. O sırada tekrar Kûfe’ye dönmüştü. Kûfe’de Abbasi Halifesi Ebû Ca’fer Mansûr’un bu teklifini yine olumsuz karşıladı. Mansûr tehditkârdı:
-
Kadılığı kabul etmen de sayısız faydalar vardır.
Ebû Hanife kesin kararlıydı:
-
Ben milliyet itibariyle Arap değilim. Bu sebeple Araplar içtihadıma razı olmayabilirler.
Halife Mansur hâlâ ısrar ediyordu:
-
Kadılık milliyetle değil ilimle ilgilidir. Sen, bilginlerin en büyüğüsün; İmâm-ı A’zam’sın…
-
Ben kadılığa lâyık değilim.
-
Hayır, lâyıksın!
-
Eğer ben doğru söylüyorsam, lâyık değilim. Eğer ben yalan söylüyorsam, yalancıya kadılık emanet edilmez!
Bu cevap çıldırtmıştı Halife’yi… Zindana atılmasını emretti. Ve bu büyük İslâm bilgini zindana atıldıktan 15 gün sonra Allah’ın rahmetine kavuştu… Yıl: 767…
İmâm-ı A’zam Ebû Hanife, Türk Milletinin yetiştirdiği en büyük İslâm bilginlerindendir. Onun akılcı yorumu, akla başvurması kendisini farklı kılmıştır. Malikî mezhebinin kurucusu İmam Malik bile ondan etkilenmiştir. Günümüze kadar ulaşan eseri al- Fıkıh al- Ekber çok tanınmıştır.
Ebu Hanife’nin izinden gidenlere “Ehl-i Re’y” de denir.
İslâm burcundan doğan bu güneş, bugün pek çok insana yol göstermektedir. Irak, Suriye, Anadolu, Hindistan, Çin, Balkanlar, Kafkaslar, Pakistan, Afganistan İmâm-ı A’zam Ebû Hanife’nin İslâm yorumunu benimsemişler; onun yolundan yürümekteler; onun fikirleriyle İslâmî konuları açıklamaktadırlar.
Bu bilgin atamızı rahmetle anıyoruz.
İmam Buhârî
Peygamberimizin kutlu sözlerini toplayıp, sonra onları bir kitap haline getirip, Müslümanların hizmetine sunmak kadar, İslâm adına faydalı, iş ne olabilir?
İşte, İmam Buhârî, bu faydalı işi yapanlardan birisi… Hem de en başta geleni… Pek çok kişi peygamberimizin sözlerini toplamış; ama, İmam Buhârî’nin gerek yetişme tarzı ve gerekse peygamberimizin sözlerini nakleden kişilerin, ahlâkları üzerine yaptığı titiz incelemelerle, bu konuda ne kadar dikkatli olduğunu ispat etmesi, Buhari’yi güvenilir kaynak durumuna getirmiştir.
Bugün “Hadis” denilen, peygamberimizin sözlerini toplayanlar arasında en güvenilir, en gerçek kaynak olarak İmam Buhârî’nin çalışması gösterilmektedir. Bütün İslâm dünyası, İmam Buhârî’yi Hadis’te baş sıraya oturtur.
Kim bu İmam Buhârî?
İmam Buhârî, Buhara’lı bir Türk… Buhara’da doğmuş olması ve Buharalı olması sebebiyle bütün İslâm dünyası onu kısaca Buhârî veya İmam Buhârî diye tanır, bilir. Gerçek adı: Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail... 810 yılında Buhara’da doğdu. Babasını küçük yaşta kaybetti. Onbir yaşında iken Hadîs ile ilgilenmeye başladı. Ünlü Hadis bilginlerinin sohbetlerine katıldı. Kısa zamanda keskin zekâsı ve belleğinin güçlülüğü ile çevresinde tanındı. Yaşı henüz on beşe varmadan, çevresindeki hadis bilginleri küçük Buhârî’ye akıl danışıp, topladıkları Hadislerin doğruluk derecelerini sorarlardı. On altı yaşlarındayken zamanın önemli İslâmî eserlerini ezberledi.
Genç yaşında annesi ve kardeşi ile birlikte Mekke’ye giderek hacı oldu. Hac ibâdetini yaptıktan sonra kardeşi ve annesini Buhara’ya gönderdi. Kendisi Mekke’de kaldı.
Hadis toplamak ve ders vermek için altı yıl Mekke’de kalan Buhârî, pek çok İslâm ülkesini dolaştı. Mısır’a, Irak’a gitti. Basra’da 5 yıl kaldı. Bu yerlerde gece gündüz Peygamberimizin sözlerini topladı. Bulunduğu yerlerde Hadis hocalığı yaptı. İran’a da gittikten sonra doğduğu yer olan Buhara’ya geldi. Ancak Buhara’da huzurlu olamadı. Çünkü, Buhara Valisi Halid Bin Muhammed, Buhârî’den çocuklarına Hadis dersi vermesini istedi. Buhârî bunu kabul etmedi. Bu durumda Buhara da daha fazla kalamazdı. Ayrılacağı sırada Semerkant’ın ileri gelenleri kendisini dâvet etti. Buhârî, bu dâveti memnuniyetle karşıladı. Ancak yine bir şansızlık oldu. Bazı Semerkantlılarla, dâvet edenler arasında münakaşalar oldu. Buhârî huzursuzluğa sebep olurum endişesiyle, Semerkant’a gitmekten vazgeçti.
Semerkant yakınındaki Hartenk’e yerleşti. Daha sonra, Semerkantlılar yine peşini bırakmadılar bu bilgin kardeşlerinin. Tekrar dâvet ettiler. Bu ikinci ve bütün Semerkandlıların isteği olan dâveti İmam Buhârî reddetmedi. Semerkant’a gitmek için atına binerken fenalaştı ve Hakk’ın rahmetine kavuştu… Öldüğü zaman 59 yaşındaydı. Mezarı Hartenk’tedir.
İslâm bilgini atamız İmam Buhârî’nin pek çok eseri var. Hadis topladığı şahısların kişiliklerini anlattığı eseri- ki bu eserle Buhârî, “Hadis’de tenkitçiliği” başlatmıştır- ilginçtir. Yine ilginç bir eseri de, Buhara Valisi ile kendisi arasında geçen tartışmayı anlatan eseridir. Elbette bütün bunlardan çok önemli ve Buhari’ye dünya çapında ün kazandıran çalışması, SAHİH-İ BUHARİ diye bilinen “Cami’u’s- Sahih” isimli eseridir. 7275 Hadisi kapsayan bu eser, bütün İslâm dünyasında Kur’an’dan sonra başvurulacak en güvenilir kaynak olarak bilinmektedir.
Bütün Türk budunları bu değerli İslâm bilgini atamızla ne kadar öğünse azdır.
Ruhu şad olsun.
Er Manas
“Batur Manas önüne
Doğru kimse gelmemiş
Aydınlığından ay korkmuş
Parlaklığından güneş!”
Zaman, 10. yüzyılın sonları… Altaylar’ın eteğindeki bir Kırgız obasına sırtında kopuzuyla bir ozan gelir. Oba Beyi’nin çadırına konuk olur…
Ozan, bir gece kalıp yoluna devam edecektir.
Akşam yemeği yenilir ve sohbet başlar… Çamçak çamçak kımızlar dolar, boşalır bardaklardan… Neşenin doruğa ulaştığı bir çağda, Oba Beyi, Ozan’a seslenir:
-
Haydi Ozanım, Manas şenlendirsin gecemizi!
Ozan bu istek karşısında ne yapacağını şaşırır.
-
Aman beyim, günlerce haftalarca benim burada kalmam demektir bu… Bir geceye sığar mı Er Manas’ın destanı?
Oba Beyi ısrarlıdır:
-
Sığdığı kadar olsun Ozanım, sığdığı kadar!
Ozan bu ısrar karşısında alır kopuzunu eline, dokunur tellerine…
Zaman kısa, destan uzun… Ne yapsın Ozan? O da özetleyerek başlar söylemeye:
-
Beyim, Karahan oğlu Cakıp Han, Aydar Han’ın kızı Çıyrıçı ile evlenir. Yıllar geçer Çıyrıçı Hatun bir erkek evlât vermez Cakıp Han’a…
“Ey Hüda Taala bana yâr olsun!
Çıyrıçı’nın karnında
Bir oğlan vücut bulsun!”
Dileği yerine gelir Cakıp Han’ın…
“Cakıp Han, karısı Çıyrıçı’dan
Şimdi bir oğlan doğurttu.
Oğlunun yüzüne baktı,
Beyaz eti pamuk gibi,
Kemikleri bakır gibi,
Bir ak kısrak kestirdi
Cakıp Han doğan oğlunun adını
Dört ulu peygambere
“Manas” koydurdu.”
Cakıp Han Oğlu Manas, daha beşikteyken, yenilmez bir er olacağını haykırıyordu babasına.
“Manas beşikte yatarken konuştu:
“Ak sakal babam Cakıp Han,
Müslüman yolunu açacağım,
Kâfirin malını saçacağım,
Kâfiri sürerek kaçırıp
Müslüman’a necat salacağım!”
Cakıp Han bu sözü duyunca,
Alaca başlı çakır rahvanı
Getirip eğer vurdurdu.
Yakası altın, yeni bakır,
Delikleri kuş gözü kadar
Küçük ak zırhını
Altından nakışlı yaptırdığı
Gümüşten nakışlar döktürdüğü
Zırhını giyince
Cakıp Han şöyle bağırdı:
“Bay’ın oğlu Bakay Han!
Beri gel şöyle karşıma,
Sana diyeceklerim var.
Benim er Manas oğlum
“Ata bineceğim” dedi,
“Uzak sefere gideceğim” dedi,
“Medine’den sıyırıp,
Ulu Buhara’dan dolanıp
İt-keçüü’den geçeceğim” dedi,
“Beş-terek’ten aşarak
Beycin’deki Konur-Bay’a
Varıp vuruşacağım!” dedi.
Ozan çaldı, söyledi… Baktı sabah olacak; şöylece özetledi:
Cakıp Han, Manas’ı iyi yetiştirdi… Manas on yaşında ok atmayı öğrendi.
Ondördünde orduya sahip olup; Han oldu. Adı ünlendi. Adı artık ER MANAS’tı! Kaşgar’daki Çinliler’i Turfan’a doğru sürüp attı… Çinliler’i Turfan’da da bırakmadı; onları Aksu’ya kovaladı. Böylece Er Manas, Çinliler’i, Sartlar’ı, İranlılar’ı yendi.
O er’di! Yenilmezdi! Atı da öyleydi; hiçbir at erişmezdi!
Zırhı öyle sağlamdı ki; serçe gözlü ak zırhını, bir ok delip geçemezdi. Onun denginde bir kahraman yoktu. Bir ara Mecusiler’in içinden Er Yolay diye biri türedi. Manas’a denk bir yiğit oldu. Amma, Er Manas, ne yapıp yapıp onu da yendi…
Ozan iyice yorulmuştu… Sabah olmak üzereydi. Oba Beyi Ozan’ı yolundan alıkoymak istemiyordu. Ancak, Manas Destanı konusunda Ozan’ı sınamaktan da geri kalmadı:
-
Seni yorduk… Bilirim yolcu yolunda gerek… Azığın hazır. Amma… Er Manas Destanı’nda baştan sona hangi olaylar anlatılır? Söylersen gönlümüz ferahlar…
Ozan, sınandığını fark etti.
-
Beyim, ben henüz “MANASÇI” olamadım. Bilirsiniz kolay yetişmez Manasçı…
-
Bildiğin kadar olsun Ozanım, bildiğin kadar…
-
Beyim, pek çok olay anlatılır Manas Destanı içinde. Kısaca, şöyle söyleyebilirim: Manas’ın doğuşu, Almambet’in Müslüman olarak önce Kökçö’ye, sonra Manas’a sığınması… Manas’ın, Almambet’in eski arkadaşı Er Kökçö ile savaşması… Manas’ın evlenmesi… Manas’ın en sâdık ve vefâlı arkadaşı olan karısı Kenikey’in bir sözünü dinlemeyerek hata yapması ve ölmesi… Ancak, bir üstün insan oluşu dolayısıyla yeniden dirilmesi… Oğlu Semetey ile torunu Seytek’in maceraları… İşte böyle sürüp gider Beyim…
*
Biz, Ozan ile Oba Beyi’ni baş başa bırakalım ve kendi sözümüzü söyleyelim…
Biz Türkler, destanlarla büyüdük, destanlarla yoğrulduk. Hangi Türk budununun çocukları bilmez: Er Manas’ı, Oğuz Han’ı, Dede Korkut’u?
Destanlar Türklüğün havası, suyu… Birliğimizin, bütünlüğümüzün halkımızın dilince bir güzel anlatımı.
Türk budunları geniş bir coğrafyaya yayılmış olsalar bile, destanlar onları tek bir tarihte, tek bir geçmişte birleştirebilmekte… Söz gelimi: Orkun Bengütaşları’ndaki ifâdelerin benzerlerini Dede Korkut’ta, Manas Destanı’nda bulabilmekteyiz… Türklerin en eski inançlarını bütün Türk destanlarında görmek mümkün. Türk budunlarının ortak değerleri olan; konukseverliğimiz, yiğitliğimiz, at- silâh sevgimiz, kadına verdiğimiz yüce değer, vatan sevgimiz, Yaradan’a olan duru sevgimiz, iyi insanı övmemiz, kötüyü yermemiz… Ve daha pek çok ortak özelliklerimiz destanlarımızın bağrında yaşar… Bu bakımdan Manas Destanı, özellikle İslâmiyet’le beraber Türkler arasında oluşan ilk destanların başında gelir. Ve Manas Destanı, bugün 400.000 mısrasıyla dünyanın en uzun destanıdır. Türkler olarak bu destana sahip olmakla gurur duyuyoruz.
Manas, bizim yiğitçe ifâdemiz! Manas bizim kahramanlığımız! Manas, biz Türklerin Müslümanlığa ne denli samimi bir inançla sahiplendiğimizin taa… 10. yüzyıldan beri halk dilince bir ispatı!
Bu ulu destan, 10. yüzyılda Kırgızeli’nde oluşmaya başlamış ve dalga dalga bütün Türkeli’ne (Türkistan’a) yayılmış. Tüm Türk budunlarının dilinde ve gönlünde. Bin yıldır engin bir zevk alarak söylemekteyiz. Dünya durdukça da Er Manas’ı söyleyeceğiz!
Manas, Kırgız’ın içinden doğdu… Ama o, Kazak’ın, Türkmen’in, Özbek’in, Azeri’nin, Uygur’un, Anadolu Türkü’nün… Kısacası Manas, aynen Oğuz Han gibi, Dede Korkut gibi tüm Türklüğün malı!
Manas’tan söz açılınca ululuk gelir gündeme…
Bu ululuk, Türk Milleti’nin ululuğudur!
Bir ve kardeş olan bütün Türk budunlarının ululuğu…
Selâm olsun cümlesine!
Farabî
Dünyayı dolaşmak üzere bir yolculuğa çıkınız… Bu yolculuğunuzda, bilen kişilere şöyle bir soru yöneltiniz:
-
Araplara kendi dilinde ilk büyük bilim ansiklopedisini kazandıran, Doğu’ya Aristo’yu gerçek anlamda tanıtan, Batı’ya müzik âletleri hakkında ilk gerçek bilgileri veren; felsefe, müzik, matematik, tıp ve botanik bilgini kimdir?
Alacağınız cevap FARABÎ olacaktır!
Bir fikir adamı düşününüz ki; düşünceleri, fikirleri yüzyıllar boyu tartışıladursun:
-
“Farabî o konuda haklıdır…”
-
“Hayır! Şöyle demesi gerekirdi…”
-
“Ama şu sebepten, Farabî öyle demiş…”
-
“Ancak, şöyle de demesi gerekmez miydi?..”
Bu tartışmalar hâlâ, evet hâlâ devâm etmektedir…
Ne kadar kuvvetli bir ışıktır ki, fikri kudreti tartışmalara bugün bile aydınlık bir zemin oluşturmaktadır.
Hey! Uzlukoğlu Farabi… Hey koca Türk!
Bizi hâlâ konuşturmaktasın!
Bu gidişle, daha yüzyıllar boyu seni tartışacağız…
Arapça yazmışsın… Ne gam! Yedi göbek Türk ceddin malûm bizce!
*
Ortaçağ’ın bu büyük feylesofu, Türk oğlu Türk Farabî, yine bir Türk ülkesi olan Kazakeli’nde, Seyhun ırmağının Aris kolu ile birleştiği yerdeki Fârâb şehrinde doğdu. İşte bu yüzden, Farabî (Farablı) diye anılır.
Babasının adı: Uzlug oğlu Turhan… Farabî’nin tam adı ise şöyle: Ebû Nasr Muhammed bin Turhan bin Uzlug el Farabî et Türkî…
870 yılında doğdu. Doğduğu günden ölümü olan 950 yılına kadar bulunduğu her yerde Türk giysileri içinde dolaştı.
Türkçe konuştu ve fakat günün modasına uyarak Arapça yazdı. İlk öğrenimini doğduğu şehirde gören Uzlug Oğlu Farabî, babasının tavsiyesi üzerine Bağdat’a gitti. Arapça’yı Bağdat’ta öğrendi ve hukuk eğitimi aldı. Yine orada kadılık (Hakimlik) yaptı. Ama asıl merakı, felsefe üstüneydi. Bu merakını gidermek için Hıristiyan feylesof, Ebu Bişr Meta Bin Yunus’tan felsefe- mantık öğrendi. Ebu Bekr Saraç’tan Arap diline ait gramer dersleri aldı. Felsefe aşkı Farabî’yi öylesine sarmıştı ki, bu ilmin o çağda bilinen ustalarını araştırmaya koyuldu. Sonunda Harran’a giderek, Yuhanna bin Haylan’dan öğrendiği bilgilerle fikir dünyasını daha da genişletti.
Hekimliğe merak sardı… Teorik olarak Tıp ilminin inceliklerini kavradı. Zamanın bütün ilimlerine el attı… Derler ki, bütün bunları felsefede derinleşmek için yapmıştır… Matematikle meşgûl oldu. Musikî konusunda hem nazariyeci, hem de icracı oldu. Botanik ile uğraştı.
Eski Yunan feylesoflarının Arapça’ya çevrilmiş kitaplarına pek çok ekler yaparak, onları daha kolay anlaşılır duruma getirdi. Özellikle Aristo’nun eserleri üzerindeki çalışmalarından dolayı, Doğulu bilginler, kendisine Muallim-i Sani, yani Aristo’dan sonra “ikinci öğretmen” unvanını verdiler.
Bu feylesof atamız öyle derin fikirler ortaya attı ki, çağının ve daha sonra gelenlerin hayranlığını topladı. İbn-i Hallikan’ın atamız Farabî için yaptığı yaptığı tespit şöyle:
“Farabî, İslam feylesoflarının en büyüğüdür. Bildiği fenlerde hiç kimse onun mertebesine çıkamamıştır.”
İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt gibi Doğu’nun büyük bilginleri onun eserlerinden faydalandılar. İbn-i Sina’nın şu sözleri Farabî’nin değerini ortaya koymaya yeter:
“Farabî’nin bir mezat yerinden satın alarak okuduğum “Al İbana” kitabı sayesinde o zamana kadar bir türlü anlayamadığım metafiziği tamamen kavradım. Bu hale son derece sevindim. Tanrı’ya şükürler ederek secdeye kapandım. Fakirlere sadaka dağıttım…”
Farabî’nin pek çok eseri var. Başlıcaları şunlar: İhsâu’l- Ulûm (İlimlerin sayımı) Kitâbu Füsûsül Hikem (Hikmetlerin Özleri) Siyâsetü’l Medeniye (Politika) Medinetü-l Fâzıla (Fâzilet Sitesi) Felsefetu Eflâtun (Eflâtun’un Felsefesi) Felsefetu Aristo (Aristo’nun Felsefesi) gibi…
İhsâu’l- Ulûm, Arap dilinde yazılmış en büyük ilk bilimler ansiklopedisidir. Farabî’nin Latince’ye çevrilmiş dört eserinden birisidir. Bu eser bilimlerin tasnifi nazariyesi bakımından çağlar boyu fikir dünyasında büyük etkiler yapmıştır.
Dünyamıza doğan bu bilim güneşi Farabî, 950 yılının Ocak ayında öldü. Mezarı, Şam civarında Bâb-ül Sagir dışında bulunuyor.
Bu bilgin atamızı gururla anıyoruz.
*
Bir Not:
Değerli okuyucu… Farabî’nin eserlerini Arapça yazmış olmasının bende doğurduğu duygu ve düşünceleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Türk budunları 8. yüzyılla beraber yoğun olarak İslâmiyet’i kabûl etmeye, dolayısıyla, Arap ve Farslarla iç içe yaşamaya başladı. Bu ‘iç içe’ yaşamada; Türklerin konumu, özellikle 1l. yüzyıldan itibaren YÖNETİCİLİK idi…
Milletlerin bazı belirgin kişilik özellikleri vardır. Türk Milletinin en belirgin kişilik özelliklerinden birisi de alçakgönüllü ve şefkâtli olmasıdır. Kişiliğimizdeki bu güzel özellikler, 8. yüzyıldan bu yana Türk Dili’nde olumsuz değişikliklere sebep oldu. Milletimiz, tarih boyunca, yönettiği Müslüman milletlerin dillerini, o milletlere duyduğu derin şefkât duygusu sonucu olarak yüceltti. Bu yüceltmeyle beraber Türk dili, boynu bükük kaldı... Ne acıdır ki, yönettiğimiz Arap ve Farsların dillerini yüzyıllar boyunca; bilim, edebiyat ve devlet dili olarak öne çıkarttık. Kullandığımız tanım, ad ve sanlarda bol bol Arapça ve Farsça sözcüklere yer verdik. Bu durum, kültürlerin tabiî bir etkileşimi olmaktan çok, biz Türklerin özel gayretiyle oluştu. Arapça dururken Türkçe kitap yazmayı veya Türkçe kitap okumayı, bir ayıp olarak gördük. Türk devlet yöneticileri, Türk bilim adamları, Türk sanatçıları, Arap ve Fars dillerini baş üstünde tuttular. Otağlarında veya evlerinde Türkçe’den başka bir dil konuşmadıkları halde, kağanlar, bilginler ve sanatçılar Arapça ve Farsça yazdılar… Kuşkusuz, özellikle Arapça’nın, Türkçe dururken, Müslüman Türklerde ‘iman dili’ olarak yaşamasının özel etkisi elbette oldu. Bu dillere verilen değer, yönettiğimiz yerlerdeki farklı kültürlerin etkisinin geçerliliğiyle de açıklanabilir. Ama, bu alışkanlığımızı Arap ve Fars coğrafyasından, Anadolu’ya da taşıdık. Farsça’yı edebiyat ve devlet dili olarak Selçuklu Başkenti Konya’da tahta oturttuk! Ve “Türk diline kimseler bakmaz” oldu... Aynı durum, Osmanlı’da da bir ölçüde geçerliliğini korudu. Selçuklu kadar olmasa da, pek çok Osmanlı şair ve yazarı, Farsça ve Arapça’yı edebiyat ve bilim dili olarak kullandı. Arapça ve Farsça yazmayanlar da, eserlerini bu iki dilin sözcükleriyle özellikle süslemeyi, ‘bilen kişi’ olmanın göstergesi olarak gördüler.
Bu iki dilin egemenliği, değişik konumda, günümüzde de sürmektedir; çoğumuzun taşıdığı adlar genellikle Arapça ve Farsça!
Farabî Arapça yazmış… Mevlâna Farsça yazmış… Pek çok Selçuklu ve Osmanlı kağanı, “sultan” diye anılıp; Farsça ve Arapça ad ve unvanlar almışlar... Şüphesiz Türkler samimi Müslümanlardır. Bu samimiyete tarih ve günümüz tanıktır… Günümüz Türk budunları, Peygamberimize sonsuz saygılarından ötürü, çıktığı milletin özellikle kişi adlarını ailelerinde yaşatmaktadırlar. Ve böylece, Arap adı koymanın bir ‘Müslümanlık gereği’ olarak düşünülmesinin yanlışlığını sürdürüp duruyoruz... Ama şu gerçeği de görmek zorundayız: İslâm’ın koruyucusu olan, İslâm’a ‘diyâr-ı rûm’u açan Tuğrul Bey’in, Çağrı Bey’in, Alparslan’ın, Kutalmış’ın, Artuk Bey’in, Kılıçarslan’ın, Orhan Bey’in ve diğer Türk gâzilerinin hiçbirinin adını, Müslüman olan Arap ve Farslar çocuklarına ad olarak koymuyorlar! Bu durum bizi düşündürmelidir; hem de derinden düşündürmelidir. Ve yine bugün bizler, eserlerinde Türk dilini kullanmadıkları için; Türkoğlu Türk Farabî’ye Arapların, Mevlâna’ya Farsların sahiplenmesinden acı duymaktayız.
Dün Arapça ve Farsça’ya idi ilgimiz... Tıka-basa doldurduk dilimizi o dillerin sözcükleriyle. Nitekim, bu sözleri yazan ben bile şu okumakta olduğunuz kitapta o sözcükleri bolca kullanmak zorunda kalıyorum. Şimdi ise çok daha ilginç, ilginçliği doğuracağı felâketin derinliğinde saklı olan bir başka sevdâmız var: İngilizce!
Bu yeni sevdâmızın peşinden de dolu dizgin koşmaktayız!
Anglo-Sakson kültürünün egemenliğine hızla girmekteyiz...
Tutsaklığın en korkuncu, kuşkusuz kültür tusaklığıdır.
Şu söz ne güzeldir: Dil bir milletin ses ve söz bayrağıdır!
Yaşamak istiyorsak kimliğimizle;
Bayrağımıza sahip çıkmak zorundayız!
İmam Matûrîdî
Hiçbir İslâm araştırmacısı; kurucusu Türk olan, İslâm’ın özüne aykırı mezhep veya tarikatın varlığından söz edemez! İslâm’ın bilinen temel kurallarına aykırı mezhep veya tarikat yok mudur? Vardır! Ama, bunların kurucusu Türk değildir.
Türkler; din konusunda, insan topluluklarının en samimi, en gönülden inanan kesimidir. Onlar, ilhamlarını öz kaynaktan alırlar “asrın idrâkına” uygun duruma getirirler… Aklı olanların sorumlu olduğu “din”, Türk kökenli İslâm bilginleri tarafından, Peygamberimizden sonra, en mükemmel şekilde anlatılmıştır.
Türklerin bulunduğu coğrafyaya bir bakınız: İklim açısından bu coğrafya ne soğuktur, ne sıcak; orta yoldur… Aşırılıklar Türk’ün iman dünyasında yer bulamaz. Türk, sürekli olarak “orta yolu”, daha da önemlisi “aklı” gündeme getirerek düşünür, inanır…
Ve yine hiçbir dilci, dünyanın hiçbir dilinde GÖNÜL sözcüğünün karşıtı bir sözcük bulamaz! Evet, bulamaz! Bu sözcük yalnız Türk’ün dilinde vardır. O gönül ki; Türk’ün yüreğindeki mânâ ve duygu sarayıdır.
Türk, düşünmek için düşünmez… Halka ve hayata yararı olacak şeylere kafa yorar; uygulanabilir hükümler çıkartırken de, asıl özden uzaklaşmaz.
Bakınız İslâm dünyasına, Türk’ün kurucusu olduğu mezhep olan Hanefilik, en çok taraftar bulandır…
Türk, gönül sahibidir; onun gönlüne denk bir gönül yoktur. Ondan bozgunculuk, ondan sapıklık çıkmaz! O, inandı mı, tam inanır. Gönülden inanır. Onun çerileri, ülkeler fethederken haksızlığa, adâletsizliğe karşı ellerindeki kılıcı, erişilmez hünerle kullanırlar.
Onun İslâm bilginleri, öz’ü zedelemeden, kimsenin düşünemediklerini düşünür; İslâm’ı yücelten, kolaylaştıran, hayatın içine sokan sonuçlar çıkartır.
Çerisi elinde kılıç ile haksızlığa karşı savaşırken, İslâm bilginleri de İslâm’ı özünden saptırmaya çalışanlara karşı öz ile, bilgi ile amansız şekilde mücadele eder.
İşte o bilgin kahramanlardan birisi de İMAM MÂTURÎDÎ’dir!
*
Mâturîdî, Semerkant’lı bir Türk’tür. Semerkant’ın Maturîd yöresinde doğdu. Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Ölümü 944 yılı olduğuna ve uzun yaşadığını da bildiğimize göre, muhtemelen 852 yılında doğmuş olabilir.
Maturîdî, Türkistan’da Hanife mezhebine mensup bilginlerden ders gördü. Ders gördüğü kişiler, Ebû Hanife’nin zincirleme öğrencileridir.
Mâturîdî’nin tam adı: Ebû Mansur Muhammed Mâturîdî’dir. Ona, Semerkant’lı olması sebebiyle; Semerkandî diyenler de vardır.
İslâm’ın özünün yok edilmeye çalışıldığı, temel kurallarının bozulmaya uğraşıldığı bir zamanda, Mâturîdî, kelâm-itikad konusunda, yolundan yürüdüğü Ebû Hanife’nin bu konudaki görüşlerini, kendine özgü delillerle destekleyip, savunmuştur. Mutezile anlayışını –ki bu anlayış ehli sünnet ve’l cemaat anlayışına aykırıdır- akıl ve mantık delilleriyle çürütmüştür. Kur’an-ı Kerim’in getirdiği inanç esaslarını mantıkî ve aklî delillerle savunmuştur.
Yine bir Türk olan Ebû Hanife’nin inanç sistemi, Mâturîdî’nin elinde en mükemmel şekle girdi; en güzel biçimde ifâde buldu. Hanefi, yorumunda “akıl” önemliydi. Mâturîdî’nin inanç sisteminde de akıl önde geliyordu. Nitekim İmam Mâturîdî, en önemli olan “Kitabü’t Tevhid” de şöyle diyor:
“İlmi görüşü inkâr edenler için, ilmi görüşten, aklî düşünüşten başka delil yoktur. Zaten bu husus onları, aklî görüşün zaruri olduğunu itirafa mecbur eder. Kaldı ki, onlar düşünceyi nasıl inkâr edebilirler? Zira, bizzat Cenâb-ı Hâk, kullarını düşünmeye çağırmakta, onlara tefekkür ve tedbiri emretmekte ve onların ibret ve öğüt almalarının zarurî olduğunu haber vermektedir. Bu, tefekkür ve aklî düşüncenin, ilmin kaynaklarından biri olduğuna delildir.”
Mâturîdî, kendi düşüncesine yakın çağdaşı, Eş’âri ve Tahâvî ile birlikte İslâm’ın temellerini sarsmaya çalışanlara karşı bir fikir savaşı yürüttü.
Kitâbü’t Tevhid, en önemli eseri. İslâm inanç sisteminin ana konularını işlediği bu kitabında, İslâm dışı inançlara karşı görüşlerini açıklar; onları tenkît eder. Yine, Mâturîdî’nin, Kur’an tefsirine ait ve Kur’an okumaya dair eserleri yanında, Mutezile inanışını ağır bir biçimde eleştiren bir kitabı daha vardır.
İslâm akıl dinidir!
Bunu bize tebliğ eden Peygamberimize ve onun yolunda dolu dizgin koşan Türkoğlu Mâturîdî’ye selam olsun!(*)
____________________
(*) Maturîdî’nin inanç sistemi, bütün Türkler arasında kabul gördü. Daha sonra pek çok İslâm milletleri arasında taraftar buldu. Böylesine güçlü bir inanış sisteminin yine böylesine geniş bir kitle tarafından kabul edilmesine rağmen, Gazâlî ve İbni Haldun başta olmak üzere yazarlar bu bilgin Türkoğlundan hiç söz etmezler. Bazı araştırmacılar, bu söz etmeyenlerin Maturîdî’nin görüşlerine yakın fikirleri olan İmam Eş’arî taraftarları olmasıyla açıklarlar; ama, öyle olsa bile “Türkeli’nde de bizim gibi düşünen Mâturîdî adlı biri var”, demeleri gerekmez miydi? Bu durum ilginçtir...
Dostları ilə paylaş: |