Stephen King Karanlık Öyküler



Yüklə 1,67 Mb.
səhifə35/36
tarix03.11.2017
ölçüsü1,67 Mb.
#29023
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   36

"Teşekkür ederim," dedim ve kapıyı açtım.

"Gördüm ki çok endişelisin ama bence buna gerek yok. Annen büyük ihtimalle iyidir. Ama ellerine dezenfektan gerekebilir." Ellerimi işaret etti.

Ellerime baktım ve üzerlerinde derin, mor hilaller olduğunu gördüm. Tırnaklarımın izleriydi. Ellerimi nasıl sımsıkı kenetlediğimi hatırladım. Tırnaklarımın etime battığını hissediyor ama kendime engel olamıyordum. Staub'un ay ışığıyla dolu cansız gözlerini hatırladım. Lunapark trenine bindin mi, diye sormuştu bana. O manyak şeye dört kez bindim.

"Evlat?" dedi kamyonetin direksiyonundaki çiftçi. "İyi misin?"

"Hı?"


"Titriyordun."

"Bir şeyim yok," dedim. "Tekrar teşekkürler." Kapıyı kapattım ve art arda dizilmiş tekerlekli sandalyelerin önünden geçerek içeri girdim.

Danışma masasına doğru yürüdüm. Kendi kendime, bana annemin öldüğünü söylediklerinde şaşırmış görünmem gerektiğini hatırlatıyordum. Haberi verdiklerinde şaşırmazsam bir tuhaflık olduğunu düşünebilirlerdi... ya da belki şoka girdiğimi sanırlardı... veya aramızın iyi olmadığını düşünürlerdi... ya da...

Bu düşüncelere öylesine dalmıştım ki danışma masasındaki kadının söylediklerini önce kavrayamadım. Tekrar etmesini istemek zorunda kaldım.

"Hastanız 487 numaralı odada kalıyor dedim. Ama şimdi çıkamazsınız. Ziyaret saati dokuzda sona erdi."

"Ama.." Birden başım döndü. Masanın kenarına tütündüm. Lobiyi beyaz ışıklar aydınlatıyordu ve göz alıcı aydınlıkta ellerimin üzerindeki izler iyice belirginleşmişti. Eklemlerin hemen üzerinde sekiz küçük, mor, sırıtan ağızlara benzer yay. Kamyonetteki adam haklıydı. Onları temizle-sem iyi olacaktı.

Masadaki kadın sabırlı bir ifadeyle bana bakıyordu. Göğsündeki isim kartında YVONNE EDERLE yazıyordu.

"Ama o iyi mi?"

Bilgisayarın ekranına baktı. "İsminin karşısında bir T var. Yani tatmin edici. Ve dördüncü kat, genel kattır. Annenizin durumu kötüleşmiş olsa yoğun bakım ünitesinde olurdu. O üçüncü katta. Eminim yarın geldiğinizde onu çok iyi bulacaksınız. Ziyaret saatleri..."

"O benim annem," dedim. "Onu görmek için Maine Üniversitesi'nden buraya otostop yaparak geldim. Sadece birkaç dakikalığına onu göremez miyim?"

"Aile fertleri için istisnalar olabilir," dedi kadın ve gülümsedi. "Bir dakika bekleyin. Ne yapabileceğime bir bakayım." Almacı kaldırdı ve bir kaç tuşa bastı. Dördüncü kattaki hemşire odasını arıyor olmalıydı. Sonraki iki dakikada olacakları tahmin edebiliyordum. Hatta biliyordum. Danışmadaki Bayan Yvonne, 487'de kalan Jean Parker'ın oğlunun birkaç dakikalığına -annesine bir öpücük verip yüreklendirecek birkaç kelime söylemesine yetecek kadar- yukarı çıkıp çıkamayacağını soracak, hemşire de, "Tanrım, Bayan Parker on beş dakika önce öldü," diyecekti. Onu morga göndermişlerdi ve bilgisayardaki bilgileri yenileyecek fırsatları olmamıştı. Bu çok korkunçtu.

Masadaki kadın, "Muriel?" dedi. "Ben Yvonne. Karşımda genç bir adam var. İsmi..." Kaşlarını sorarcasına kaldırıp bana baktı, ismimi söyledim... "Alan Parker. Annesi 487'de yatan Jean Parker. Acaba yukarı..."

Durdu. Dinliyordu. Dördüncü kattaki hemşire Jean Parker'ın öldüğünü söylüyor olmalıydı.

"Tamam," dedi Yvonne. "Evet, anladım." Bir süre boşluğa bakarak sessizce durdu, sonra almacı omzuna dayadı ve, "Annenize bakması için Anne Corrigan'ı gönderiyor. Sadece bir saniye sürer," dedi.

"Bu bir saniye de hiç bitmez."

Yvonne'un kaşları çatıldı. "Anlamadım?"

"Hiç," dedim. "Uzun bir geceydi ve..."

"...anneniz için endişeleniyorsunuz. Elbette. Her şeyi bırakıp annenize koştuğunuza göre iyi bir evlat olmalısınız."

Acaba Mustang'in direksiyonundaki ölü gençle yaptığım konuşmayı duysa Yvonne Ederle'nin fikri yüz seksen derece değişir miydi? Ama kimse duymayacak, öğrenmeyecekti. Bu George ile aramızda küçük bir sırdı.

Parlak beyaz ışığın altında saatlerdir bekliyor gibiydim. Yvonne'un önünde kâğıtlar vardı. Kalemini birinin üzerinde gezdiriyor, bazı isimlerin yanına özenle küçük işaretler koyuyordu. O an, bir Ölüm Meleği varsa muhtemelen ona benzeyeceğini düşündüm. Önünde bir masa ve kâğıt yığınları olacaktı. Yvonne, almacı çenesiyle omzu arasında tutuyordu. Hoparlörlerden yayılan sese göre Dr. Farquhar radyolojide bekleniyordu. Dördüncü katta, Anne Corrigan adındaki hemşire, annemin cansız gözlerinin tavana dikildiğini göreceği 487 numaralı odaya doğru yürüyordu.

Yvonne oturduğu yerde dikleşti. Telefona biri gelmiş olmalıydı. Dinledi ve sonra, "Tamam, evet, anlıyorum," dedi. "Yaparım. Elbette. Sağ ol, Muriel." Telefonu kapattı ve ciddi bir ifadeyle bana baktı. "Muriel yukarı çıkabileceğinizi ama sadece beş dakika kalabileceğinizi söylüyor. Anneniz akşam ilaçlarını almış ve uyumak üzereymiş."

Hiçbir şey söyleyemeden öylece ona baktım.

Gülümsemesi biraz soldu. "İyi olduğunuzdan emin misiniz, Bay Parker?"

"Evet," dedim. "Sanırım ben sadece düşündüm ki..."

Gülümsemesi tekrar genişledi. Bu kez sempati yüklüydü. "Çoğu insan öyle düşünüyor," dedi. "Tahmin etmek zor değil. Durup dururken bir telefon geliyor ve telaşla buraya geliyorsunuz., en kötüsünü düşünmeniz normal. Ama anneniz iyi olmasaydı Muriel dördüncü kata çıkmanıza izin vermezdi. Bana inanabilirsiniz."

"Teşekkür ederim," dedim. "Çok teşekkürler."

Tam arkamı dönüp yürüyecektim ki sordu: "Bay Parker? Kuzeyden, Maine Üniversitesi'nden geliyorsanız göğsünüzde neden o iğnenin olduğunu sorabilir miyim? Thrill Village, New Hampshire'da değil mi?"

Gömleğimin önüne baktım ve göğüs cebinin üzerindeki iğneyi gördüm: THRILL VILLAGE, LACONIA'DA LUNAPARK TRENİNE BİNDİM. Kalbimi söküp çıkaracağını sandığımı hatırladım. Artık anlamıştım: beni arabadan aşağı itmeden önce iğneyi göğsüme takmıştı. Beni işaretlemiş, görüşmemizin gerçek olduğuna dair bir kanıt bırakmıştı. Hem ellerimin üzerindeki tırnak izleri, hem de göğsümdeki iğne inkâr etmemi imkânsız kılıyordu. Benden bir seçim yapmamı istemiş, ben de yapmıştım.

Peki bu durumda annem nasıl hayatta olurdu?

"Bu mu?" Başparmağımla iğneye dokundum. "Benim uğurlu iğnem." Öyle korkunç bir yalandı ki bir tür ihtişama sahipti. "Uzun zaman önce annemle birlikte gittiğimizde almıştım. Beni lunapark trenine bindirmişti."

Danışma masasındaki görevli Yvonne, bu hayatında duyduğu en tatlı şeymişçesine gülümsedi. "Ona güzelce sarılıp öpün," dedi. "Sizi görmek ona doktorların verebileceği bütün ilaçlardan iyi gelecektir." Parmağıyla işaret etti. "Asansörler orada. Hemen köşeyi dönünce."

Ziyaret saatleri sona erdiği için asansör bekleyen tek kişiydim. Sol tarafta, kapalı olan karanlık gazete bayiinin kapısının yanında bir çöp kutusu vardı. Göğsümdeki iğneyi çıkarıp çöpe attım. Sonra elimi pantolonuma sildim. Asansörün kapısı açıldığında hâlâ elimi pantolonuma sürtüyordum. İçeri girdim ve dörde bastım. Asansör yükselmeye başladı. Yukarı çıkarken bir şeyden emindim. O yavaş asansörde yukarı çıktığım o anda annem ölüyordu. Seçimi ben yapmıştım. Onu ölü bulan da ben olacaktım. Akla uygundu.

Asansör katta durdu ve kapısı açıldı. Karşıda bir çizgi poster vardı. Büyük bir parmak, dudaklara bastırılmıştı. Altında bir yazı vardı. HASTALARIMIZI DÜŞÜNEREK SESSİZ OLALIM! Asansörün kapısı, iki yana uzanan bir koridora açılmıştı. Tek sayılı odalar sol taraftaydı. Ayaklarımın her adımda ağırlaştığını hissederek o tarafa yöneldim. Dört yüz yetmişlerde yavaşladım. 481 ve 483 arasında durdum. Bunu yapamayacaktım. Yan donmuş şurup gibi soğuk ve yapışkan ter, küçük damlalar halinde saç diplerimden alnıma doğru süzüldü. Midem düğümleniyordu. Hayır, yapamayacaktım. En iyisi dönüp kaçmaktı. Evet, ben bir korkaktım. Otostop yaparak Harlow'a gidecek, sabah olunca da Bayan McCurdy'yi arayacaktım. Sabah, olanlarla yüzleşmek daha kolay olacaktı.

Tam dönüyordum ki iki kapı ilerideki odadan bir hemşire başını uzattı... annemin odasıydı. "Bay Parker?" dedi alçak sesle.

Çılgınca bir an için neredeyse inkâr edecektim. Sonra başımı salladım.

"Gelin. Acele edin. Gidiyor."

Bu sözü bekliyordum ama yine de duyunca yumruk yemiş gibi oldum ve dizlerimin bağı çözüldü.

Hemşire halimi gördü ve endişeli bir yüzle hızla yanıma geldi. Göğsündeki küçük isim kartında ANNE CORRIGAN yazıyordu. "Hayır, hayır, sadece bilinci gidiyor demek istedim... uyumak üzere. Oh, Tanrım, çok aptalım. O iyi, Bay Parker. Annenize Ambien verdim. Uyuması için. Hepsi bu. Bayılmayacaksınız, değil mi?"

"Hayır," dedim. İşin aslı, bayılıp bayılmayacağımı bilmiyordum. Dünya etrafımda dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. Farların ışığıyla aydınlanan yolun ay ışığında eski siyah-beyaz filmlerde olduğu gibi hızla altımızdan akıp gidişini hatırladım. Lunapark trenine bindin mi? Dostum, ben o manyak şeye dört kez bindim.

Anne Corrigan beni odaya aldı ve annemi gördüm. Her zaman şişman bir kadın olmuştu ve hastane yatağı küçük ve dardı ama buna rağmen annem içinde kaybolmuş gibiydi. Saçları artık siyahtan ziyade griydi ve yastığın üzerine yayılmıştı. Elleri, bir çocuğun, hatta bir oyuncak bebeğin elleri gibi küçücüktü. Gözleri, hayal ettiğim gibi cansızca tavana dikilmiş değildi; kapalıydılar. Yanımda duran hemşire hafifçe seslenince gözlerini açtı. Parlak, mavi gözleri en genç yeriydi ve son derece canlıydılar. Bir an için boşluğa dikildiler, sonra bakışları beni buldu. Gülümsedi ve kollarını uzatmaya çalıştı. Biri yükseldi, diğeri titredi, hafifçe kalktı ve tekrar yatağın üzerine düştü. "Al," diye fısıldadı.

Ağlamaya başladım ve yanına gittim. Duvarın dibinde bir sandalye vardı ama ona aldırmadım. Yere diz çöktüm ve anneme sarıldım. Sıcaktı ve temiz kokuyordu. Şakağını, yanağını, dudaklarının kenarını öptüm Daha güçlü olan kolunu uzattı ve yanağıma dokundu.

"Ağlama," diye fısıldadı. "Hiç gerek yok."

"Duyar duymaz geldim," dedim. "Betsy McCurdy aradı."

"Ona., hafta sonu demiştim," dedi. "Hafta sonu gelse olur demiştim."

"Evet ama beni orada bir dakika bile tutamazdın," dedim ve ona sarıldım.

"Araba., tamir oldu mu?"

"Hayır," dedim. "Otostop yaptım."

"Hoşuma gitmiyor... biliyorsun." Söylediği her kelime için büyük bir çaba sarfettiğini görebiliyordum ama tamamen kendindeydi. Kim olduğunu, kim olduğumu, nerede olduğumuzu ve neden orada olduğumuzu biliyordu. Görünürdeki tek sorun, güçsüz koluydu. İçimi büyük bir rahatlama sardı. Staub, çok acımasız bir eşek şakasıydı... belki de Staub hiç olmamıştı, her şey bir rüyaydı. Annemin yanı başında, yere diz çökmüş ona sarılırken ve parfümünün hafif kalıntısını hissederken olan bitenin bir rüya olduğuna inanmak hiç zor değildi.

"Al? Yakanda kan var." Gözleri kapandı, sonra yavaşça tekrar açıldı. Sanırım gözkapakları ayaklarımın koridorda olduğu gibi ağırdı.

"Başımı çarptım, anne. Bir şeyim yok."

"Güzel. Kendi başının çaresine... bakmalısın." Gözleri tekrar kapandı. Sonra az öncekinden de yavaş bir şekilde açıldı.

"Artık uyumasına izin versek iyi olur sanırım, Bay Parker," dedi hemşire arkamdan. "Fazlasıyla zor bir gün geçirdi."

"Biliyorum." Tekrar dudaklarının kenarını öptüm. "Gidiyorum, anne. Ama yarın yine geleceğim."

"Otostop... yapma., tehlikeli."

"Yapmam. Bayan McCurdy ile gelirim. Sen artık uyu."

"Tek yaptığım... uyumak," dedi. "İşteydim, bulaşık makinesini boşaltıyordum. Birden başıma bir ağrı saplandı. Düştüm. Uyandığımda., buradaydım." Bana baktı. "Doktor... kötü değil dedi."

"İyisin," dedim. Ayağa kalktım ve elini tuttum. Cildi ipek gibi yumuşacıktı. Yaşlı birinin eliydi.

"Rüyamda New Hampshire'daki lunaparkta olduğumuzu gördüm," dedi.

Bir anda baştan aşağı buz kestim ve ona baktım. "Sahi mi?"

"Evet. Sırada bekliyorduk. O... yükseklere çıkan şeyin önündeki sırada. Hatırlıyor musun?"

"Lunapark treni," dedim. "Hatırlıyorum, anne."

"Korkmuştun ve sana bağırdım. Sana bağırdım."

"Hayır, anne, sen..."

Elimi sıktı ve ağzının kenarındaki çizgiler derinleşti. Eskiden yüzünde beliren sabırsız ifadenin bir hayaletiydi.

"Evet," dedi. "Bağırdım ve sana vurdum. Ensene... değil mi?"

"Galiba, evet," dedim sonunda pes ederek. "Çoğunlukla enseme vururdun."

"Yapmamalıydım," dedi. "Hava sıcaktı ve yorgundum ama yine de... yapmamalıydım. Bunun için çok üzgün olduğumu sana söylemek istedim."

Gözyaşlarını tekrar akmaya başladı. "Önemli değil, anne. Çok uzun zaman önceydi."

"Trene hiç binemedin," diye fısıldadı.

"Bindim," dedim. "Sonunda bindim."

Bana gülümsedi. Çok ufak ve güçsüz görünüyordu. Sıranın başına vardığımızda bana bağırıp enseme vuran o öfkeli, terli, iriyarı kadınla aralarında dağlar kadar fark vardı. Sırada bekleyen diğer insanlardan birinin yüzünde bir şey görmüş olmalıydı, çünkü elimden tutup beni uzaklaştırırken, Ne var, neye bakıyorsun, güzelim, diye sorduğunu hatırlıyorum. Yakıcı yaz güneşi altında yürürken başımı öne eğmiş, ensemi ovuşturuyordum., ama çok acımıyordu. Bana o kadar da şiddetli vurmamıştı. Üzerinde çığlıklar atan insanların olduğu o dev gibi yapının yanından uzaklaştığıma seviniyordum.

"Bay Parker, artık gitseniz iyi olacak," dedi hemşire.

Annemin elini dudaklarıma götürüp öptüm. "Yarın görüşürüz," dedim. "Seni seviyorum, anne."

"Ben de seni seviyorum. Alan... sana vurduğum her sefer için özür dilerim. Yapmamalıydım."

Ama yapmıştı; onun tarzı buydu. Bunu bildiğimi ve kabullendiğimi ona nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Bu da aile sırlarımızdan biriydi.

"Yarın görüşürüz, anne. Tamam mı?"

Cevap vermedi. Gözleri tekrar kapanmıştı ve bu kez açılmadı. Göğsü düzenli bir şekilde yavaşça yükselip alçalıyordu. Gözlerimi ondan bir anlığına bile çekmeden yatağından uzaklaştım.

Koridorda hemşireye sordum. "İyileşecek mi? Gerçekten iyileşecek mi?"

"Bunu kimse kesin olarak söyleyemez, Bay Parker. Anneniz, Dr. Nunnally'nin hastası. Çok iyi bir doktordur. Yarın öğleden sonra hastanede olacak. Ona sorabi..."

"Siz ne düşünüyorsunuz?"

"Bence iyileşecek," dedi hemşire beni asansöre doğru yönlendirerek. "Yaşamsal belirtileri kuvvetli ve art etkiler, krizin oldukça hafif olduğunu gösteriyor." Kaşları biraz çatıldı. "Elbette birkaç değişiklik yapması gerekecek. Yaşam tarzı... yedikleri..."

"Sigara içmesinden bahsediyorsunuz sanırım."

"Oh evet. Bırakması gerek." Annemin hayat boyu süren alışkanlığından vazgeçmesi oturma odasındaki vazoyu koridordaki masaya götürmek kadar kolay olacakmış gibi konuşuyordu. Asansörün düğmesine bastım ve ben çıktığımdan beri katta durduğu için kapısı hemen açıldı. Ziyaret saatleri sona erdikten sonra Central Maine Tıp Merkezi'nde işler çok yavaşlıyor olmalıydı.

"Her şey için teşekkürler," dedim.

"Rica ederim. Sizi korkuttuğum için üzgünüm. Söylediğim çok aptalca bir şeydi."

"Hiç de değil," dedim onunla aynı fikirde olmama rağmen. "Önemi yok."

Asansöre girdim ve lobinin düğmesine bastım. Hemşire bana el salladı. Ben de ona el salladım ve asansörün kapısı aramızda kapandı. Aşağı inmeye başladım. Ellerimin üstündeki tırnak izlerine baktım ve adi bir yaratık olduğumu düşündüm. Alçağın da alçağıydım. Sadece bir rüya bile olsa alçak herifin tekiydim. Onu al, demiştim. O benim annemdi ama yine de öyle demiştim: Annemi al, beni alma. Beni o büyütmüş, benim için fazla mesai yapmış, New Hampshire'da küçük, tozlu bir lunaparkta, yaz sıcağında ter içinde sırada beklemişti ve sonunda hiç tereddüt etmemiştim. Onu al, beni alma. Korkak, korkak, adi herif.

Asansör kapısı açıldı ve dışarı çıktım. Çöp kutusunun kapağını kaldırdım. Oradaydı. Birinin attığı, neredeyse boş olan plastik bir kahve bardağının içindeydi: THRILL VILLAGE, LACONIA'DA LUNAPARK TRENİNE BİNDİM.

Eğildim, iğneyi dibinde kahve olan bardağın içinden aldım, kot pantolonuma sildim ve cebime koydum. Atmak kötü bir fikirdi. O artık benimdi, uğurlu veya uğursuz, benimdi. Geçerken Yvonne'a el salladım ve hastaneden çıktım. Dışarıda ayın tuhaf ve parlak ışığı dünyayı aydınlatıyordu. Hayatım boyunca kendimi o kadar bitkin ve neşesiz hissetmemiştim. Tekrar seçim yapma şansımın olmasını diledim. Bu kez kararım farklı olurdu. Ve bu komikti, onu beklediğim gibi ölü bulsaydım sanırım bununla yaşayabilirdim. Ne de olsa buna benzer hikâyeler hep öyle biterdi, değil mi?

Hiç kimse kasaba içinde yavaşlayıp arabasına bir otostopçu almak istemez, demişti kasık bağı olan yaşlı adam. Ne kadar da doğruydu. Lewiston boyunca yürüdüm, Lisbon Caddesi'nde üç düzine blok, Canal Caddesi'nde dokuz blok ilerledim, müzik kutularında Foreigner, AC/DC ve Led Zeppelin'in eski şarkılarının çalındığı gece kulüplerinin önünden geçtim ama başparmağımı bir kez bile kaldırmadım. Bir işe yaramayacaktı. DeMuth Köprüsü'ne vardığımda saat on biri geçmişti. Harlow tarafına geçtiğimde parmağımı kaldırdığım ilk araba durdu. Kırk dakika sonra el yordamıyla arka bahçede, kulübenin yanında duran kırmızı el arabasının altındaki anahtarı arıyordum. Ondan on dakika sonraysa yatağımdaydım. Uyumak üzereyken o evde ilk kez yalnız uyuyacağımı düşündüm.

Telefon sesiyle uyandığımda saat on ikiyi çeyrek geçiyordu. Hastaneden aradıklarını düşündüm. Annemin durumunun gece aniden kötüleştiğini ve birkaç dakika önce öldüğünü, çok üzgün olduklarını söyleyeceklerdi. Ama arayan, eve sağ salim vardığımdan emin olmak ve önceki gece yaptığım ziyaretin bütün ayrıntılarını dinlemek isteyen (üç kere anlattırdı, üçüncü seferin sonunda kendimi sorguya çekilen bir suçlu gibi hissetmeye başlamıştım) Bayan McCurdy'ydi. Ayrıca öğleden sonra onunla hastaneye gitmek isteyip istemediğimi sordu. Ona bunun çok iyi olacağını söyledim.

Telefonu kapattıktan sonra yatak odamın kapısına yürüdüm. Kapıda bir boy aynası asılıydı. Aynada bol iç çamaşırı içinde uzun boylu, tıraşsız, hafif göbekli bir genç adam vardı. "Kendini toparlaman gerek, koca adam," dedim aynadaki yansımama. "Hayatının geri kalanını telefonun her çalışında annenin ölüm haberini vereceklerini düşünerek yaşayamazsın."

Yapacağımdan değildi ya. Zaman, hatıraları bulanıklaştıracaktı, her zaman öyle olurdu... ama önceki gece hâlâ çok yakın ve inanılmaz derecede gerçek görünüyordu. Staub'un ters dönmüş şapkası altındaki yakışıklı yüzünü, kulağının arkasına taktığı sigarayı ve boğazındaki dikişlerin arasından süzülen dumanı hâlâ canlı bir şekilde gözlerimin önüne getirebiliyordum. Çok ucuza satılan Cadillac'ın hikâyesini anlatan sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Zaman tüm keskin kenarları törpüleyecek, köşeleri yuvarlayacaktı ama henüz değil. Hem iğne de bendeydi, banyo kapısının yanındaki şifoniyerde duruyordu. İğne benim hatıramdı. Her hayalet hikâyesi kahramanının olanların gerçek olduğunu ispatlayacak bir hatırası olurdu, değil mi?

Odanın köşesinde antika sayılabilecek bir müzik seti vardı. Tıraş olurken dinlemek için eski kasetleri şöyle bir karıştırdım. Üzerinde FOLK KARIŞIK yazan bir tane buldum ve kasetçalara koydum. Kaseti lisedeyken doldurmuştum ve içinde ne olduğunu hatırlayamıyordum. Bob Dylan, Hattie Carroll'un yalnız ölümü hakkında, ardından Tom Paxton, avare arkadaşı hakkında bir şarkı söyledi ve sonra Dave Van Ronk, melankolik bir şarkıya başladı. Üçüncü kıtanın ortasında jilet yanağıma dayanmış halde duraksadım. Adamakıllı içtim, önce viski, sonra cin, diyordu Dave gıcırtılı sesiyle. Doktor bunun beni öldüreceğini söylüyor ama ne zaman olacağını söylemiyor. Ve işte cevap buydu. Elbette. Suçluluk duygusu, annemin hemen öleceğini sanmama sebep olmuştu ve Staub da bu yanlış anlamayı düzeltmeye tenezzül etmemişti -zaten nasıl yapabilirdi ki? Ona sormamıştım bile- ama yanlış düşündüğüm açıkça görülüyordu.

Doktor bunun beni öldüreceğini söylüyor ama ne zaman olacağını söylemiyor.

Tanrı aşkına, neden dövünüp duruyordum? Seçimim aslında olayların doğal akışı değil miydi? Çocuklar genelde anne babalarından sonra ölmez miydi? Orospu çocuğu beni korkutmaya -suçluluk hissetmemi sağlamaya- çalışmıştı ama bu tuzağa düşmeyecektim. Sonuçta hepimiz lunapark trenine binmiştik, değil mi?

Sadece içini rahatlatmaya çalışıyorsun. Yaptığın şeyin yanlış olmadığını düşündürecek sebepler arıyorsun. Belki düşündüklerin doğru... ama bir seçim yapman istendiğinde anneni seçtin. Bu gerçekten kaçışın yok, dostum. Sorulduğunda onu seçtin.

Gözlerimi açtım ve aynadaki aksime baktım. "Yapmam gerekeni yaptım," dedim kendime. Buna inanmıyordum ama muhtemelen zaman geçtikçe inanacaktım.

Bayan McCurdy ile annemin yanına çıktığımızda durumunun daha iyi olduğunu gördük. Ona Thrill Village'ı gördüğü rüyayı hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Başını iki yana salladı. "Senin gelişini bile zar zor hatırlıyorum," dedi. "Çok uykum vardı. Önemli bir şey miydi?"

"Hayır," dedim şakağına bir öpücük kondurarak. "Hiç önemli değil."


Annem beş gün sonra hastaneden çıktı. Kısa bir süre için topalladı, sonra tamamen düzeldi ve bir ay sonra da tekrar işe döndü. Önceleri yarım gün çalışıyordu, sonra tam güne döndü ve hayata, hiçbir şey olmamış gibi devam etti. Ben de okula döndüm ve Orono'nun merkezindeki Pat's Pizza'da işe başladım. Parası çok iyi değildi ama arabamı tamir ettirmeye yetmişti ve bu çok iyi olmuştu zira otostop yapmak için zaten az olan hevesim o geceden sonra iyice yok olmuştu.

Annem sigarayı bırakmaya çalıştı ve kısa bir süre için başarılı da oldu. Sonra nisan tatili için eve bir gün erken döndüm ve mutfağın duman altı olduğunu gördüm. Hem utanç yüklü hem meydan okuyan gözlerle bana baktı. "Yapamıyorum," dedi. "Özür dilerim, Al, bırakmamı istediğini ve bırakmam gerektiğini biliyorum ama sigara içmeyince hayatımda korkunç bir boşluk oluyor. Ve bu boşluğu hiçbir şey dolduramıyor. Tek yapabildiğim, hiç başlamamış olmayı dilemek."

Mezuniyetimden iki hafta sonra annem bir kriz daha geçirdi, hafif bir krizdi. Doktor ona kızınca sigarayı tekrar bırakmaya çalıştı. Sonra on beş kilo aldı ve tekrar içmeye başladı. "Bir köpeğin kustuğunu yemesi gibi," der İncil'de; bu deyişi her zaman sevmişimdir. İlk denememde, Portland'da güzel bir iş buldum -sanırım şanstı- ve annemi işini bırakması için ikna etmeye çalıştım. Önce kesin bir şekilde reddetti. O gece yaşanmış olmasa ikna etmeye çalışmaktan vazgeçebilirdim ama o seçimi yapmıştım. Bu yüzden tüm savunmalarını yok edene dek uğraştım.

"Bana bakmak yerine kendi hayatını kurmalısın," dedi. "Bir gün evlenmek isteyeceksin, Al ve benim için harcadığın para onun için lazım olacak. Kendine gerçek bir hayat kurmalısın."

"Benim hayatım sensin," dedim ve onu öptüm. "Hoşuna gitse de gitmese de öyle."

Ve annem sonunda havlu attı.

Ondan sonra birlikte çok güzel bir hayatımız oldu, toplam yedi yıl. Onunla birlikte yaşamadım ama hemen hemen her gün ziyaretine gittim. Birlikte pek çok kez kâğıt oynadık ve ona aldığım videoda filmler seyrettik. Onun dediği gibi, çok eğlendik ve göbeğimiz çatlayana dek güldük. O yılları George Staub'a borçlu olup olmadığımı bilmiyorum ama güzel yıllardı. Ve Staub'u gördüğüm gecenin anısı ne umduğum gibi soldu ne de bulanıklaştı; yaşlı adamın aya bakıp bir dilek tutmamı söylemesinden, göğsüme iğneyi takan Staub'un parmaklarının verdiği hisse varana dek her ayrıntı beynimde capcanlı duruyordu. Bir gün iğneyi bulamadım. Falmouth'daki küçük daireme taşındığım sırada onu da getirdiğimi biliyordum; iğneyi, taraklarım ve iki çift kol düğmem ile birlikte yatağımın başucundaki komodinin çekmecesinde saklıyordum ama o gün bulamadım. Bir iki gün sonra çalan telefonu açtığımda Bayan McCurdy'nin neden ağladığını biliyordum. Duyacağımı yıllardır bildiğim kötü haberdi; olan olmuş, torba dolmuştu.

Cenaze sona erip hiç bitmeyecekmiş gibi görünen taziyeleri kabul ettikten sonra Harlow'a, annemin sigara içip pudra şekeriyle kaplı kurabiyeler yiyerek son yıllarını geçirdiği küçük eve gittim. Jean ve Alan Parker'ın tüm dünyaya karşı yan yana olduğu günler geride kalmıştı. Artık tek başımaydım.

Kişisel eşyalarını gözden geçirdim. Daha sonra gerekebilecek kâğıtları bir kenara ayırdım. Saklamak istediğim eşyaları odanın bir tarafına yığdığım kutulara koydum, diğerlerini hayır kurumuna verilmek üzere ayırdım. İşimin bitmesine yakın, dizlerimin üzerine çöküp yatağının altına baktım ve aradığımı kendime bile itiraf etmediğim şeyi gördüm: üzerinde THRILL VILLAGE, LACONIA'DA LUNAPARK TRENİNE BİNDİM yazan tozlu iğne. Avucuma alıp elimi sıkıca kapadım. İğne elime batınca daha da sıkı kapadım. Acıdan hafif bir zevk alıyordum. Avucumu tekrar açtığımda gözlerim yaşlarla doluydu ve iğnenin üzerindeki yazıyı çift görüyordum. Özel gözlükler olmadan üç boyutlu bir filmi izlemek gibiydi.


Yüklə 1,67 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin