Stephen King Karanlık Öyküler



Yüklə 1,67 Mb.
səhifə17/36
tarix03.11.2017
ölçüsü1,67 Mb.
#29023
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   36

"O hayvanın üzerinde gücünüz olamaz." Roland yanındaki yatakta yatan talihsiz çocuğu hatırladı. Norman madalyonların hemşireleri nasıl olurda uzak tuttuğunu anlayamamıştı... altın ya da Tanrı demişti. Roland artık cevabı biliyordu. "Bir köpek. Basit bir kasaba köpeği. Yeşil yaratıklar beni pusuya düşürüp hemşirelere götürmeden önce onu kasaba meydanında görmüştüm. Sanırım koşup kaçabilen bütün hayvanlar kaçtı ama o kaçmadı. Eluria'nın Küçük Hemşireleri'nden korkması için bir sebep yoktu ve bunu bir şekilde biliyordu. Göğsünde İsa dininin sembolü var. Beyaz tüylerin üzerinde siyah tüyler. Sanırım tamamen rastlantısal. Her neyse, Mary'nin işini bitirdi. Bu civarda olduğunu biliyordum. Birkaç kez havladığını duymuştum."

"Neden?" diye fısıldadı Jenna. "Neden geldi? Neden kaldı? Ve neden Mary'ye o şekilde saldırdı."

Gilead'lı Roland bu tür cevabı olmayan, gizemli sorulara her zaman verdiği cevabı söyledi: "Ka. Haydi. Uyuyacak bir yer bulmadan önce buradan mümkün olduğunca uzaklaşalım."

Mümkün olan mesafe en fazla on iki kilometre oldu... muhtemelen o kadar bile değil, diye düşündü Roland adaçayı kokuları arasında bir kaya çıkıntısının altına oturduklarında. Belki sekiz kilometre. Yavaş gitmelerinin sebebi kendisiydi, daha doğrusu çorbadaki ilaçtan vücudunda kalanlar. Yardımsız daha fazla ilerleyemeyeceğini anladığında Jenna'dan bir tomurcuk istedi. Genç kadın bitkideki maddenin yorucu hareketlerle birleştiğinde kalbini durdurabileceğini söyleyerek isteğini reddetti.

"Ayrıca," dedi buldukları kuytu yerin duvarına sırtını yaslayarak. "Takip etmezler. Geri kalanlar -Michela, Louise, Tamra- gitmek üzere toparlanıyordur. Zamanı geldiğinde ayrılmayı bilirler; bu yüzden bunca zamandır varlıklarını sürdürebiliyorlar. Sürdürebiliyoruz. Bazı yönlerden Çok güçlüyüz ama zayıflıklarımız daha fazla. Hemşire Mary bunu unuttu. Sanırım sonunun gelmesine haçlı-köpek kadar kendi kibri de sebep oldu."

Roland'ın çizmeleriyle giysilerini almakla kalmamış, iki küçük tabancasını da getirmeyi başarmıştı. Şiltesini ve büyük çantasını getiremediğini söyleyip (taşıyamayacağı kadar ağırdılar) bunun için özür dilemeye kalmıştı ki, Roland parmağını dudağına bastırarak onu susturdu. Roland olanların varlığını bile bir mucize olarak görüyordu. Ve ayrıca (bunu söylememişti ama genç kadın muhtemelen biliyordu) onun için sadece tabancaları önemliydi. Babasına, büyükbabasına, rüyalar ve ejderlerin halâ dünya üzerinde olduğu Arthur Eld'in günlerinden beri ailesine ait olan tabancaları.

"İyi olacak mısın?" diye sordu yerleştiklerinde. Ay batmıştı ama şafağa daha en az üç saat vardı. Adaçayının tatlı kokusuyla sarılmışlardı. Mor bir koku, diye düşünmüştü Roland... ve daha sonra da hep aynı şekilde düşündü. Birazdan üzerinde uykuya dalacağı sihirli bir yatak gibiydi. Daha önce kendini hiç bu kadar yorgun hissetmemişti.

"Bilmiyorum, Roland." Ama silahşor, Jenna'nın bu cevabı verirken bile bildiğini sanıyordu. Annesi onu bir kez geri götürmüştü; artık onu geri götürecek bir annesi yoktu. Ve diğerleriyle birlikte beslenmiş, onların bir parçası olmuştu. Ka bir çark, aynı zamanda hiç kimsenin kaçamayacağı bir ağdı.

Ama tüm bunları düşünmek için fazlasıyla yorgundu... hem düşünmenin ne yararı olacaktı? Söylediği gibi, köprüler yakılmıştı. Vadiye dönecek olsalar da çok büyük bir ihtimalle hemşirelerin Düşünceli Ev dedikleri mağaradan başka bir şey bulamayacaklardı. Kalan hemşireler kâbuslara yuva olan çadırlarını toplayıp gitmiş olacaklar, geride sâdece serin gece esintisinin taşıdığı böcek ve çan sesleri kalacaktı.

Jenna'ya baktı, elini kaldırdı (kilolarca ağır gibiydi) ve alnına düşen virgül şeklindeki perçeme dokundu.

Jenna utanarak güldü. "Onu bir türlü zapt edemiyorum. Sahibi gibi asi."

Perçemi çekmek için elini kaldırdı ama yapamadan Roland parmaklarını yakaladı. "Çok güzel," dedi. "Gece kadar siyah ve sonsuzluk kadar güzel."

Olduğu yerde doğruldu (bunun için çaba sarf etmesi gerekmişti), ılık yumuşak eller gibi bedenini aşağı çekiyordu. Perçeme bir öpücük kondurdu. Jenna gözlerini kapadı ve içini çekti. Roland onun titrediğini hissedebiliyordu. Kaşının üzerinde teni serin, saçı ipeğimsiydi.

"Örtünü daha önce yaptığın gibi geri it," dedi.

Jenna hiç konuşmadan söylediğini yaptı. Bir an için Roland'ın tek yaptığı ona bakmak oldu. Genç kadın gözlerini kaçırmadan ona karşılık verdi. Roland uzanarak ipek saçları okşadı, yumuşak dolgunluğunu hissetti (yağmur gibi, diye düşündü, ağırlığı olan yağmur gibi) ve omuzlarından tutarak iki yanağından öptü. Bir anlığına geri çekildi.

"Beni bir erkeğin bir kadını öptüğü gibi öper misin, Roland? Dudaklarımdan?"

"Evet." Ve ipek duvarlı revirde hayal etmiş olduğu gibi onu öptü. Genç kadın daha önce hiç öpüşmemiş birinin tatlı beceriksizliğiyle ona karşılık verdi. Belki sadece rüyalarında öpüşmüştü. Roland onunla sevişmeyi düşündü -çok uzun zaman olmuştu ve Jenna çok güzeldi- ama onu öperken uyuyakaldı.

Rüyasında haçlı-köpeği gördü. Açık bir arazinin başında durmuş havlıyordu. Köpeği rahatsız edenin ne olduğunu görmek için ilerledi ve gördü. Düzlüğün diğer ucunda Kara Kule yükseliyordu. Batmakta olan güneşin kızıl-turuncu ışıkları kulenin ardından donukça parlıyordu. Korkutucu pencereleri spiral şeklinde yükseliyordu. Köpek Kule'yi görünce durdu ve ulumaya başladı.

Çanlar -son derece tiz ve kıyamet gibi korkunç- çalmaya başladı. Kara Çanlar olduğunu biliyordu ama seslerinin tonu gümüşler gibi parlaktı. Çanların sesi üzerine Kara Kule'nin karanlık pencereleri ölümcül bir kızıl ışıkla parladı, zehirli güllerin kırmızısı. Dayanılmaz bir acıyla yükselen çığlık geceyi sardı.

Rüya bir anda yok oldu ama bir iniltiye dönüşmeye yüz tutan çığlık sürüyordu. Bu kısım gerçekti, Son-Dünya'nın ucunda yükselmekte olan Kule kadar gerçekti. Roland gözlerini şafağın ilk ışıklarına ve çöl adaçayının yumuşak, mor kokusuna açtı. Daha uyanık olduğunu kavrayamadan tabancalarını çekmiş, ayağa fırlamıştı.

Jenna gitmişti. Kesesinin yanında boş çizmeleri duruyordu. Roland ötede kot pantolonu bir yılanın eski derisi gibi bırakılmıştı. Onun üzerinde de bir tişört vardı. Roland hayretle tişörtün eteklerinin hâlâ kotunun içine sokulu halde durduğunu gördü. Onların ötesinde, tozlu toprağın üzerinde boş örtü yayılmıştı. Roland bir an için yanılarak duyduğu sesin örtüdeki çanlardan geldiğini sandı.

Ama ses çanlardan değil, böceklerden geliyordu. Şarkı söylüyorlardı Sesleri cırcırböceklerine benziyordu ama daha hoştu.

"Jenna?"

Cevap yoktu... böceklerin tepkisi hariç. Şarkı söylemeyi aniden kesmişlerdi.

"Jenna?"

Hiçbir şey. Sadece rüzgâr ve adaçayı kokusu.

Ne yaptığını düşünmeden (rol yapmak gibi düşünerek davranmakta da iyi sayılmazdı) eğilip örtüyü yerden aldı ve salladı. Kara Çanlar öttü.

Bir süre için hiçbir şey olmadı. Sonra binlerce küçük siyah yaratık ortaya çıktı ve çatlamış toprağın üzerinde toplandı. Roland ambarcının yatağından aşağı inen taburu hatırlayarak bir adım geriledi. Sonra olduğu yerde kaldı. Böceklerin de yerlerinde durduklarını görmüştü.

Anladığını sanıyordu. Buna biraz da Hemşire Mary'nin derisinin altında hissettikleri yardımcı oldu... değişkendi, bir değil, birçok şey gibi. Anlamasına yardım eden bir başka şey ise Jenna'nın söylediği cümleydi: onlarla birlikte beslendim. Ve onun gibilerin asla ölmediği... ama değişebileceği.

Böcekler beyaz, çorak toprak üzerinde titreştiler.

Roland çanları tekrar salladı.

Böcekler dalgalandı ve bir şekil oluşturmaya başladılar. Nasıl devam edeceklerini bilememiş gibi duraksadılar, tekrar bir araya geldiler ve yine ilerlediler.

Kuru toprağın üzerinde oluşturmaya çalıştıkları şekil, Ulu harflerden biriydi: C.

Ama bu tam anlamıyla bir harf sayılmazdı. Bir kıvrımdı. Virgül şeklindeydi. Böcekler şarkı söylemeye başladılar. Roland'a ismini sesleniyorlar gibi gelmişti.

Canlı örtü, uyuşan parmaklarının arasından kayıp düştü. Düştüğü an böcekler, oluşturdukları şekli bozarak dört bir yana koşmaya başladılar. Roland onları geri çağırmayı düşündü -çanları çalmak onları geri getirebilirdi- ama ne için? Sonra ne olacaktı?

Sorma, Roland. Olanlar oldu, köprüler yakıldı.

Bütünlük bozulunca yok olması gereken düşünme yetisini kaybetmiş olan bin küçük parçayı iradesiyle bir araya getirip son bir kez Roland'a gelmişti... bir şekilde düşünebilmişti, o şekli çizebilecek iradeyi göstermişti. Kim bilir ne büyük bir güç gerektirmişti?

Böcekler dağılıp uzaklaşmaya devam etti. Bazıları kayaların arasında, birazı toprağın çatlaklarında gözden kayboldu. Belki kuytuda sıcağın azalmasını bekleyeceklerdi. Gitmişlerdi. O Gitmişti.

Roland yere oturdu ve yüzünü elleri arasına aldı. Bir an için ağlayacak gibi oldu ama bu his zamanla azaldı; başını tekrar kaldırdığında gözleri siyahlı adam Walter'in izini sürerek varacağı çöl kadar kuruydu.

Sonunda lanetleneceksem bu onların değil, benim seçimim olsun, demişti.

Roland lanetlenmek üzerine pek bir şey bilmiyordu... ama içinde, bacağı derslerin daha yeni başlamış olduğuna dair bir his vardı.

Jenna'nın getirdikleri arasında tütün kesesi de vardı. Bir sigara sardı ve olduğu yere çömelerek içti. Yerdeki giysilerine bakarken dürüst, kapkara gözlerini, madalyonun zincirinin parmaklarında bıraktığı yanık izlerini hatırladı. Madalyonu yine de almış, o acıya katlanmıştı, çünkü Roland'ın isteyeceğini biliyordu. Şimdi madalyonların ikisi de silahşorun boynundaydı.

Güneş iyice yükseldiğinde silahşor batıya doğru yoluna devam Sonunda elbet bir at veya katır bulacaktı ama o an için yürümek memnundu. Çan seslerine benzer şarkı sesleri o gün boyunca kulaklarını terk etmedi. Birçok kez küçük, siyah bir şeklin toprağın üzerinde en güzel ve en kötü anıların yaptığı gibi onu takip ettiğini göreceğinden emin bir halde durup etrafına bakındı ama hiçbir şey göremedi. Eluria'nın batısındaki alçak tepelerde yalnızdı. Yapayalnız.

Her Şey Olacağına Varır

Bir gün durup dururken yaşadığı küçük taşra evinin dışındaki kanalizasyon ızgarasına bozuk para atan genç bir adamın net görüntüsü gözümün önünde canlandı. Elimde başka hiçbir şey yoktu ama bu görüntü öylesine netti -ve rahatsız edecek denli tuhaf- ki kendimi bunun hakkında bir hikâye yazmak zorunda hissettim. Kelimeler, hikâyelerin dönüşüp birer eser oluştuğuna dair fikrimi destekleyici bir şekilde sorunsuz ve hiçbir kararsızlık olmaksızın aktı; bana göre yazdıklarımız bizim yarattıklarımız (ve kendimize bunun için pay çıkaracağımız) eserler değil, kazıp çıkardığımız, zaten olan varlıklar.
I
Şimdi iyi bir işe sahibim ve keyifsiz olmak için hiçbir sebebim yok. Artık Super Savr'daki salaklarla takılmak, Kart Korral'da çalışmak ve Skipper gibi piç kuruları tarafından rahatsız edilmek de yok. Skipper tahtalı köyü boyladı, bugünlerde toprağın altındaki küçük odacığında yatıyor ama, Dünya Gezegeni üzerinde geçirdiğim on dokuz yılda öğrendiğim bir şey varsa o da asla temkini elden bırakmamak gerektiği, Skipper her yerde olabilir.

Aynı şekilde, yağmurlu gecelerde kapanmayan camı, bir tele dolanmış İtalyan bayrağıyla hurda Ford'umda kıçım donarak pizza dağıtma devri de sona erdi. Sanki Harkerville'de biri selam verecekmiş gibi Pizza Roma. Aklı televizyondaki futbol maçında olduğu için yüzünüze bile bakmayan insanların verdiği çeyreklik bahşişler. Bence Pizza Roma için çalışmak gelebileceğim en düşük seviyeydi. O zamandan beri özel bir jetle bile uçtum, durum nasıl kötü olabilir ki?

"Diplomanı almadan okulu bırakırsan böyle olur işte," derdi valide Delivery Dan işini yaptığım sıralarda. Ve bir de, "Hayatın boyunca bu tür işlerde sürüneceksin," derdi. Sevgili annem. Ona özel mektuplardan birini yazmayı düşünene dek böyle devam etti. Dediğim gibi o günler, hayatımın en dip noktasına ulaşmıştım. Bay Sharpton o gece arabasında bana ne dedi biliyor musunuz? "Bu bir iş değil, Dink. Bu, müthiş bir macera." Ve haklıydı. Başka bir konuda yanılmış olabilirdi ama o konuda kesinlikle yanılmamıştı.

Sanırım bu meşhur işten aldığım maaşı merak ediyorsunuz. Eh, itiraf etmem gerekirse parasının çok fazla olduğu söylenemez. Bunu belirteyim. Ama bir işin kalitesini sadece parasıyla veya verdiği mevkiiyle ölçemezsiniz. Bay Sharpton bana böyle söylemişti. Bay Sharpton, bir işin gerçek kalitesini yan menfaatler belirler, demişti. Asıl gücün orada olduğunu söylemişti.

Bay Sharpton. Onu gördüğümde büyük Mercedes-Benz'inin direksiyonu başında oturuyordu. Onu sadece bir kez gördüm ama bazen bir keresi yeterlidir.

Bundan istediğiniz anlamı çıkarabilirsiniz. Ne olursa olsun.


II
Benim bir evim var, tamam mı? Bana ait bir ev. Bu, yan menfaatlerin ilki. Bazen valideyi arıyorum, bacağının ne kadar kötü olduğunu soruyor. havadan sudan konuşuyorum ama Harkerville ile aramızda sadece yarım kilometre kadar olmasına ve meraktan çatladığını bilmeme rağmen onu buraya hiç davet etmedim, istemezsem gidip onu görmeye mecbur değilim. Ve genelde istemiyorum. Annemi tanısaydınız siz de gitmezdiniz. Gidersem olacakları biliyorum. Oturma odasında oturacağız, durmadan akrabalardan söz edip şiş bacağından şikâyet edecek. Amca evden ayrılana dek içerisinin berbat bir şekilde kedi pisliği koktuğunu anlamamıştım. Asla bir evcil hayvanım olmayacak. Evcil hayvanlar benim tarzım değil.

Çoğunlukla evde kalıyorum. Sadece bir yatak odası var ama yine de mükemmel bir ev. Pug'ın dediği gibi yıkılıyor. Super Savr'daki çalışanlar arasında bir tek ondan hoşlanırdım. Pug bir şeyin çok iyi olduğunu düşündüğünde bunu ifade etmek için herkes gibi harika veya muhteşem demez, yıkılıyor derdi. Komik, değil mi? Sevgili Pugmeister. Acaba şimdi nasıl, neler yapıyor. Herhalde iyidir. Onu arayıp soramam. Annemi arayabiliyorum ve ters giden bir şey olursa veya biri fazla meraklı davranıp beni rahatsız ederse arayabileceğim bir acil durum numarası var, ama arkadaşlarımı arayamıyorum (sanki Pug hariç Dinky Earnshaw'u umursayan olur da). Bay Sharpton'ın kuralları.

Ama şimdi bunu boş verin. Columbia City'deki evime geri dönelim. Liseden terk, kendi evi olan kaç on dokuz yaşında genç tanıyorsunuz? Üstelik bir de yepyeni arabası olan? Evet, öyle ahım şahım bir model değil, sadece bir Honda ama sıfır kilometrede, önemli olan da bu. Üzerinde bir CD-kâsetçalar var ve direksiyona geçtiğimde lanet olası şey acaba çalışacak mı, diye düşünmüyorum. Ford ile hep sorunlar yaşardım ve Skipper benimle alay ederdi. Arabama Salakmobil adını takmıştı. Dünyada neden bu kadar çok Skipper var? Bunu gerçekten çok merak ediyorum.

Bu arada hiç para almıyor da değilim. İhtiyaçlarımı karşılamak için yetiyor da artıyor bile. Şunu bir dinleyin. Öğle yemeğimi yerken her gün As the World Turns'ü seyrediyorum ve perşembe günleri, dizinin ortalarında mektup aralığının kapağının sesini duyuyorum. O an hiçbir şey yapmıyorum, yapmamam gerekiyor. Bay Sharpton'ın dediği gibi, '"Boş bunlar, Dink."

Yerimden kalkmadan diziyi sonuna dek seyrediyorum. Pembe dizilerde heyecanlı olaylar hep haftasonu yaklaştığında olur -cuma günleri cinayetler, pazartesi günleri sıkıcı sevişmeler- ama yine de her gün sonu kadar seyrederim. Perşembe günleri dizi bitene dek oturma odasında çıkmamaya özellikle dikkat ederim, bir bardak süt almak için bile çıkmam. World bittiğinde televizyonu bir süreliğine kapatırım -diziden sonra Oprah Winfrey başlıyor, o kadının programından nefret ediyorum, o sürekli oturup konuşma saçmalığı tam kocakarılara göre- ve hole çıkıyorum.

Yerde, mektup aralığının tam altında her zaman mühürlü, düz beyaz bir zarf oluyor. Üzerinde hiçbir yazı olmuyor. İçindeyse ya on dört adet beşlik ya da yedi adet onluk banknot oluyor. Bu benim haftalığım. Parayı şöyle harcıyorum. Haftada iki kere, girişin sadece 4.50 dolar olduğu öğleden sonra saatlerinde sinemaya gidiyorum. Bu 9 dolar eder. Cumartesi günleri Honda'mın deposunu dolduruyorum, bu da genellikle 7 dolar kadar tutuyor. Arabayla fazla dolaşmıyorum. Pug'ın dediği gibi o taraklarda pek bezim yok. Böylece 16 dolar ediyor. Dört kez falan Mickey D's'de yiyorum. Ya kahvaltı yapıyorum (Yumurtalı McMuffin, kahve, iki parça kek) ya da akşam yemeği yiyorum. (Peynirli büyük hamburger; McSpecial denen saçmalığı boş verin, o sandviçleri hangi yarım akıllı düşünmüş ki?) Haftanın bir günü kumaş pantolon ve gömlek giyerek diğer yarının nasıl yaşadığını görmeye gidiyorum, Adam's Ribs veya Chuck Wagon gibi bir yerde kaliteli bir akşam yemeği yiyorum. Tüm bunlar yaklaşık 25 dolar tutuyor. Şu an toplam 41 dolar. Bazen News Plus'a gidip bir iki açık saçık dergi alıyorum. Öyle çok müstehcen olanlardan değil, bilirsiniz, Variations veya Penthouse gibi bilinen şeyler. Bu dergileri DINKY'NIN TAHTASI'na yazmayı denedim ama sonuç alamadım. Çıkıp kendim satın alabiliyorum, temizlik günlerinde ortadan kaybolmuyorlar ama- çoğu şeyde olduğu gibi aniden ortaya çıkmıyorlar. Galiba Bay Sharpton'ın temizlikçileri o tür şeyler almak istemiyorlar. Ayrıca internetteki seks sitelerine giremiyorum. Denedim ama bir şekilde girişim engellenmiş. Özelikle bu tip engelleri aşmak kolaydır, bir arka kapı daima bulunur daima bu farklı.

Konuyu fazla uzatmak istemem ama 900'lü hatları da arayamıyorum. Telefon otomatik aramaya açık ve istersem dünyanın her yerini arayabilirim. Uluslararası görüşmeler yapabiliyorum ama 900'lü hatları arayamıyorum. Denediğimde sürekli meşgul çalıyor. Belki böylesi daha iyi. Deneyimlerime göre seks düşünmek, zehirli sarmaşığın değdiği yeri kaşımaya benzer. Devam ettikçe daha da yayarsınız. Ayrıca seks o kadar da önemli değil, en azından benim için. Hoş ama yıkılmıyor. Yaptığım düşünülürse böyle erdemlilik taslamam tuhaf aslında. Hatta komik... ama bu konuda espri anlayışımı kaybettim sanırım. Birkaç konuda daha olduğu gibi.

Her neyse, bütçeye dönelim.

Bir Variations dört papel ediyor ve toplam harcama 45 dolar oluyor. Paranın kalanıyla bir CD veya çikolata (gerçi yemesem daha iyi olur, ergenlik çağımı geride bırakmış olmama rağmen sivilceler çıkıyor) alabilirim, ki aslında bunun için para harcamak zorunda değilim. Bazen eve pizza veya Çin yemeği sipariş etmek istiyorum ama bu TransCorp'un kurallarına aykırı. Hem bunu yaparsam kendimi karşı sınıfın bir üyesiymişim gibi garip hissederim. Ne de olsa ben de vaktiyle pizza dağıtımı yapmıştım. Ne berbat bir iş olduğunu bilirim. Sipariş verebilseydim, pizzacı çocuk bu evden bahşiş olarak bir çeyreklikle ayrılmazdı. Ona bir beşlik verir, gözlerinin parlamasını izlerdim.

Ama çok fazla nakde neden ihtiyaç duymadığımı anlamaya başladınız, değil mi? Perşembe günü geldiğinde genellikle en az sekiz papel artmış oluyor, hatta bazen yirmiye yaklaşıyor. Madeni paraları evimin önündeki kanalizasyon ızgarasından aşağı atıyorum. Komşularım bunu görecek olurlarsa çıldırdığımı düşüneceğini biliyorum (liseden bir aptal olduğum için ayrılmadım) bu yüzden içinde gazeteler (bazen aralarında bir Variations veya Penthouse oluyor, o şeyleri etrafta fazla tutmuyorum, kim tutar ki) olan mavi çöp kovasını yanıma alıyorum ve çöpü kaldırıma koyarken elimdeki bozuklukları aralıktan bırakıveriyorum. Tineri,-aşağı yuvarlanıp bir şapırtı sesiyle dibe varıyorlar. Bir sihirbaz oyunu gibi. Bir an varlar, bir an sonraysa yoklar. Bir sel falan olup her şeyi yıkıp götürmezse bir gün o boru tıkanacak ve açması için gönderdikleri adam büyük ikramiyeyi kazanmış kadar sevinecek. O sıralarda ben orada olmayacağım. Tüm hayatımı Columbia City'de geçirmeyeceğini, buna emin olabilirsiniz. Yakında buradan ayrılacağım. Nereye olursa olsun.

Kâğıt para daha kolay oluyor. Mutfaktaki çöp öğütücüsüne atıveriyorum. Bir başka sihirbazlık numarası. Düğmeye bas, paraların tamamı dönsün. Muhtemelen çöp öğütücüsüne para atmanın çok tuhaf olduğunu düşünüyorsunuz. Başlangıçta ben de öyle düşünmüştüm. Ama bir süre yaptıktan sonra hemen her şeye alışılıyor, ayrıca her perşembe günü im. de yetmiş papelle yeni bir zarf geliyor. Kural çok basit: biriktirmek yok. Haftayı meteliksiz bitir. Ayrıca burada söz konusu olan milyonlar değil, sadece yedi sekiz papel. Pek bir şey sayılmaz yani.
III
DINKY'NİN TAHTASI. Bu da yan menfaatlerden biri. Hafta boyunca her ne istersem tahtaya yazıyorum ve istediğim her şey geliyor (daha önce söylediğim gibi, seks dergileri hariç). Belki sonra bundan sıkılacağım ama şu an yıl boyu bana özel bir Noel Baba'ya sahipmişim gibi hissediyorum. Tahtaya, herkesin buzdolaplarının üzerine astıkları notlara yazdığı gibi çoğunlukla markette satılan malzemeleri yazıyorum ama tek yazdığım onlar değil.

Örneğin "Bruce Willis'in Yeni Filmi" veya "Weezer'ın Yeni CD'si yazabilirim. Konu açılmışken Weezer CD'si hakkında komik bir şey anlatayım. Bir cuma günü sinemadan çıktıktan sonra (Cuma öğle sonraları görmek istediğim bir film olmasa bile hep sinemaya giderim çünkü o gün temizlikçiler geliyor) sırf vakit geçirmek için Toones Xpress'e gittim. Yağmur yağdığı için parka gitme seçeneği ortadan kalkmıştı. Raflara göz gezdirirken bir çocuğun tezgâhtara yeni Weezer CD'sini sorduğunu duydum. Tezgâhtar çocuğa CD'nin on gün kadar sonra geleceğini söyledi oysa bende önceki cumadan beri vardı, dediğim gibi, yan menfaatler.

Diyelim ki TAHTA'ya "spor gömlek" yazdım. Cuma akşamı eve döndüğümde sevdiğim toprak rengi tonlarında bir gömlek buluyorum. "Yeni" veya "pantolon" yazarsam evde buluyorum. Hepsi de The Gap'ten satın almak istesem ben de oraya giderdim. Belli bir marka tıraş losyonu veya parfüm istediğimde DINKY'NİN TAHTASI'na yazıyorum ve eve döndüğümde banyo rafında istediğimi buluyorum. Kızlarla çıkmıyorum ama parfüm hastasıyımdır.

Buna güleceğinizden eminim. Bir keresinde TAHTA'ya "Rembrandt tablosu" yazdım. Sonra günü sinemada ve parkta geçirdim. Öpüşen çiftleri ve frizbi yakalayan köpekleri izleyerek yürürken temizlikçilerin bana ait lanet olası bir Rembrandt tablosu bırakmalarının ne harika olacağını düşündüm. Bir düşünün, Columbia City'de, Sunset Knoll Mahallesi'nde bir evin duvarında gerçek bir sanat eseri! Bu, yıkılıyor sözünün tanımı olmaz mı?

Ve oldu. Eve döndüğümde Rembrandt'ım oturma odasının duvarında, kadife palyaçoların olduğu kanepenin üstünde asılıydı. Duvara doğru yürürken nabzım dakikada iki yüze çıkmıştı. Yanına vardığımda bir kopya olduğunu gördüm... bilirsiniz, bir röprodüksiyon. Hayal kırıklığına uğramıştım ama fazla değil. Yani sonuçta o bir Rembrandt'tı. Sadece orijinal bir Rembrandt değildi.

Başka bir gün TAHTA'ya "Nicole Kidman'ın İmzalı Fotoğrafı" yazdım. Bence yaşayan en güzel aktris o, beni çok etkiliyor. Eve döndüğümde, buzdolabının kapağı üzerinde bir fotoğrafı vardı. Şu meyve şeklindeki mıknatıslarla tutturulmuştu. Üzerinde Moulin Rouge'da giydiği kostüm vardı. Ve bu kez gerçekti. Çünkü üzerinde, "Dinky Earnshaw'a sevgi ve öpücükler, Nicole," yazıyordu. Oh, bebeğim. Oh, tatlım.

Sana bir şey söyleyeyim, dostum, çok çabalar ve gerçekten istersem günün birinde duvarımda gerçek bir Rembrandt olabilir. Bundan eminim. Böyle bir işte sınır yok. Bir açıdan korkutucu olan tarafı da bu.

Marketten alınacaklar listesi yapmama hiç gerek olmuyor. Temizlikçiler, neleri sevdiğimi biliyorlar -Stouffer'ın donmuş yiyecekleri, en özeli de annemin burun kıvırdığı, kremalı dana eti dedikleri o torbada kavrulmuş ürünü, donmuş çilekler, tam yağlı süt, sadece tavada kızartılan hamburger köfteleri (çiğ etle uğraşmaktan nefret ederim), plastik kaplarda gelen Dole pudingleri (cildim için iyi değil ama onlara bayılıyorum) ve bunlar gibi sıradan yiyecekler. Özel bir şey isteyecek olursam DINKY'NİN TAHTASI'na yazıyorum.

Bir keresinde ev yapımı elmalı turta istedim. Kesinlikle süpermarketlerde satılan türden olmayacaktı. Hava kararırken eve döndüğümde turtam o haftanın diğer malzemeleriyle birlikte buzdolabındaydı. Paket içinde değildi, mavi bir tabağın üzerinde duruyordu. Ev yapımı olduğunu oradan anladım. Nereden geldiğini bilmediğim için önce yemekte biraz tereddüt ettim, sonra aptalca davrandığımı fark ettim. Marketlerdeki yiyeceklerin nereden geldiğini kim biliyordu ki? Tamam, paket içinde olabilirler ama paketlenmeden önce kirli ellerle tutmadıklarını, sümüklerini saçarak üzerine hapşırmadıklarını veya kıçlarını silmediklerini kim garanti edebilir? Midenizi bulandırmak istemem ama haksız mıyım? Dünya yabancılarla dolu ve çoğu da kötü niyetli. İnanın bana, bu konuda tecrübeliyim.

Her neyse, turtayı tattım ve çok lezzetli olduğunu gördüm. Yarısını cuma gecesi, diğer yarısını cumartesi sabahı yedim. Cumartesi akşamının büyük bir kısmını tuvalette oturup yediğim elmaları çıkararak harcadım ama umursamadım. Buna değerdi. İnsanların "annemin yaptığı gibi," dedikleri türden bir turtaydı. Bu benim annem için söz konusu olamaz, elbette. Benim valide sosis bile kızartamaz.


Yüklə 1,67 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin