«Eğer öyleyse, ülkedekilerin karşında diz çökmeleri gerekir.»
Starkey bunu önemsemediğini belirtmek için elini salladı. «Her şeyden önemli bir görev var. İlk fırsatta Jack Cleveland'ı görmelisin. O hem bambu perdenin, hem de demir perdenin gerisinde hangi ajanlarımızın olduğunu biliyor. Onlarla nasıl bağlantı kurulabileceğini de. Gereken her şeyi yapar. Hiçbir şeyden kaçınmaz. Hızla hareket etmesi gerektiğini de anlayacaktır.»
«Anlayamadım, Billy.»
«En kötü ihtimali düşünmeliyiz.» Starkey'nin yüzünde garip bir gülümseme belirdi. Sonra masasındaki sarı kâğıtları işaret etti. «Hastalık kontrolden çıktı artık. Oregon, Nebraska, Louisiana ve Florida'da hastalık görüldü. Meksika ve Şili'de de şüpheli vakalar var. Atlanta mah-volduğu zaman bu illetle başa çıkabilecek en iyi üç uzmanı kaybettik. Stu Redman konusunda bir sonuç alamıyoruz. Ona iğneyle Mavi virüs verdiklerini biliyor musun? Redman kendisine bir yatıştırıcı iğne yapıldığını sanmış. Ama vücudu o mikropları öldürmüş. Kimse bunun nasıl olduğunu bilmiyor. Altı haftamız olsaydı belki başarıya erişebilirdik. Ama o kadar zamanımız yok. Grip salgını hikâyesi en iyisi. Ama diğer taraf bunun Amerika'da yaratılan suni bir durum olduğundan hiçbir
zaman kuşkulanmamalı! Şart bu! O zaman akıllarına bazı şeyler gelebilir.
«Cleveland'in Rusya'da sekizle yirmi arası kadın ve erkek ajanı var. Avrupa'daki uydu ülkelerde de beşle on arası. Kızıl Çin'de kaç adamı
— 97
Mahşer / F: 7
olduğunu ben bile bilmiyorum.» Starkey'nin dudakları titriyordu. «^ gün öğleden sonra Cleveland'ı gördüğün zaman ona yalnızca iki keli. me söyleyeceksin. 'Roma çöküyor.' Bunu unutmazsın, değil mi?»
«Hayır.» Len'e dudakları donmuş gibi geliyordu. «Ama onların bunu gerçekten yapacaklarını sanıyor musun? O erkek ve kadın ajanla. rın?»
«Bizimkiler o tüpleri bir hafta önce aldılar. Onların içinde Sky-Cry. ise uydularımızın saptayacakları radyoaktif parçacıklar olduğunu sanı. yorlar. Bu kadarı da onlara yeter. Öyle değil mi, Len?»
«Evet, Billy.»
«Ve durum daha da kötüleşirse... kimse işin içyüzünü öğrenemez, Mavi Projeye sonuna kadar hiçbir düşman ajanı sızamadı. Bundan emi-niz. Yeni bir virüs, bir mutasyon... Karşımızdakiler kuşkulanacaklar belki. Ama fazla zamanları olmayacak. Her şey eşitçe paylaşılmalı, Len.»
«Evet.»
Starkey yine monitörlere bakıyordu. «Kızım birkaç yıl önce bana bir şiir kitabı verdi. Yeats adında birinin şiirleri. Her satırını okudum. Galiba deliydi adam. Ama şiirlerini okudum. Hepsi de bir garipti. 0 kitaptaki bir şiiri hiçbir zaman unutamadım. Sanki Yeats hayatımı adadığım her şeyi tarif ediyordu. Bu amacın umutsuzluğunu, soyluluğunu. Şiirin sonunu ilk kez okuduğumda tüylerim diken diken oldu, Len. Hâlâ da öyle. O dizeleri ezbere biliyorum. 'Sonunda saati gelen hangi kaba saba hayvan doğmak için sürünerek Beytül-lahm'a gider?'» Starkey döndü. «O kaba saba hayvan yolda, Len.» Hem ağlıyor, hem de gülüyordu şimdi. «Her şey paramparça oluyor. Önemli olan bazı şeyleri mümkün olduğu sürece birarada tutabilmek.»
Creighton, «Evet, efendim,» dedi ve ilk defa gözleri yaşlardan yanmaya başladı. «Evet, Billy.»
— 98
17
Randall Flagg adlı «Esmer Adam» 51 numaralı karayolundan güneye doğru iniyordu. Bu dar yol eninde sonunda onun Idaho eyaletinden çıkarak Nevada'ya girmesini sağlayacaktı. Nevada'dan istediği yere gidebilirdi. Onun ülkesiydi burası. Yolların nereye gittiğini biliyordu. Geceleri geçiyordu bu yollardan. Hızla yürüyor, uzakta bir arabanın farları belirdiği zaman hemen otların arasına gizleniyordu. Araba önünden geçip gidiyordu. Şoför sanki ani soğuk bir rüzgâr esmiş gibi ürperiyor-du belki. Uyuyan karısıyla çocuğu aynı anda aynı kâbusu görmüşler gibi kaygıyla kımıldanıyorlardı.
Randall Flagg hızlı yürüyor, kovboy çizmelerinin aşınmış topukları şıkırdıyordu. Yaşı belli olmayan, uzun boylu bir adamdı. Bol paçalı soluk bir blucin ve branda bezinden bir ceket giymişti. Cepleri birbirine zıt türde broşürle doluydu. Omzuna bir izci çantası vurmuştu. Suratında kara bir neşe vardı. Kalbinde de öyle. İçi nefret dolu, mutlu bir adamın suratı vardı onda. Yorgun garson kadınların ellerindeki bardakların kırılmasına, küçük çocukların üç tekerlekli bisikletleriyle bir tahta perdeye çarpmalarına, barlardaki ikili bahislerle ilgili tartışmaların birdenbire kanlı bir hal almasına neden olacak bir surat.
Esmer adam gülümsedi. İki gün önce Wyoming'deydi. Bir grupla birlikte bir elektrik santralini havaya uçurmuştu. Şimdi Nevada'ya doğru gidiyordu. Yarın bir başka yerde olacaktı. Ve Randall Flagg her zamankinden çok daha mutluydu. Çünkü...
Esmer adam durakladı.
Çünkü bir şeyler olacaktı. Randall Flagg bu gece havasında bunu hissediyor, hatta tadını alıyordu adeta. Bu tad isli sıcak bir taddı.
Esmer adamın şeklini değiştirme zamanı gelmişti. İkinci kez doğacaktı o.
Zamanlar değiştiğinde dünyaya gelmişti. Şimdi zaman tekrar değişecekti. Rüzgâr açıklıyordu bunu. Idaho'ya özgü bu yumuşak akşamda esen rüzgâr.
— 99 —
Evet, yeniden doğma zamanı hemen hemen gelmişti. Esmer adaı^ biliyordu bunu. Yoksa birdenbire sihir yapabilir miydi?
18
Phoenix gazeteleri Lloyd Henreid'e «Pişmanlık duymayan bebek suratlı katil» adını takmışlardı. Şimdi iki gardiyan Lloyd'u Phoenix Cezaevinin en sıkı güvenlik altındaki bölümünde, koridordan geçiriyorlardı. İkisi de sert suratlı adamlardı. Biri durmadan burnunu çekiyordu. Bölümün diğer sakinleri Lloyd'u alkışlamaktaydılar. Bu bölümde oldukça ünlü biri sayılıyordu.
«Heey, Henried!»
«Yaşşa, oğlum!»
Lloyd mutlu mutlu gülümsüyordu. Bu yeni kavuştuğu ün gözlerini kamaştırmıştı. Ee, gözüpek bir katil oldun mu, insana saygı duyuyorlardı.
Küçük grup başka bir koridora saptı. Dipte yeni bir gardiyan kapalı bir kapının önünde bekliyordu. Kapıda küçücük bir pencere vardı. Tel ve cam geçirilmişti.
Lloyd laf olsun diye, «Neden cezaevleri hep idrar kokar?» diye sordu.
Nezleli gardiyan, «Kes sesini, katil,» dedi.
Lloyd mırıldandı. «Halin hiç iyi değil. Eve gidip yatmalıydın.»
Diğer gardiyan homurdandı. «Sus.»
Lloyd da sustu. Bu adamlarla konuşmaya çalıştın mı, böyle olurdu işte. Cezaevi gardiyanları hiçbir zaman «klas» insanlar değildi.
Kapıdaki gardiyan, «Merhaba, pislik torbası,» dedi.
Lloyd hemen cevap verdi. «Merhaba, köpek leşi.»
— 100 —
Kapıdaki gardiyan, «Bu sözün yüzünden bir dişini kaybedeceksin,» diye homurdandı.
«Hey, bir dakika...»
«Yoksa iki dişini kaybetmeyi tercih mi edersin, köpek?»
Lloyd sustu.
Kapıdaki gardiyan, «Pekâlâ,» dedi. «Yalnızca bir diş. Onu içeri sokabilirsiniz, çocuklar.»
Nezleli gardiyan hafifçe gülümseyerek kapıyı açtı, arkadaşı Lloyd'u içeri soktu. Mahkemenin tayin ettiği avukat madeni bir masanın başına geçmiş, çantasından çıkardığı kâğıtları inceliyordu.
«İşte sizin müvekkil, avukat bey.»
Avukat başını kaldırdı. Lloyd, «Daha sakalı bile çıkmamış,» diye düşündü, «Ama ne yapalım? Dilencilere seçme hakkı verilmez, derler. Beni zaten suçüstü yakaladılar. Herhalde yirmi yıl yiyeceğim.»
«Çok teşekkür...»
Lloyd kapıdaki gardiyanı işaret etti. «Bu adam bana, 'Pislik torbası,' dedi. Kendisine cevap verince de, birine dişlerimden birini döktüreceğini söyledi. İşte 'polis işkencesi' buna denir.»
Avukat elini yüzüne sürdü. Kapıdaki gardiyana, «Doğru mu?» diye sordu.
Gardiyan, «Hiç böyle şeye inanılır mı?» der gibi gözlerini devirdi. Sonra da, «Bu herifler televizyon oyunları yazsalardı ne iyi olurdu,» diye mırıldandı. «Ben ona, 'Merhaba,' dedim, oda bana. Hepsi bu.»
Lloyd melodrama kaçan bir tavırla bağırdı. «İşte bu yalan!»
Gardiyan ifadesiz bir suratla, «Ben fikirlerimi kendime saklıyorum,» dedi.
Avukat başını salladı. «Bundan eminim. Ama ayrılmadan önce Bay Henreid'in dişlerini sayacağım.»
Gardiyanın yüzünde öfkeli ve sıkıntılı bir ifade belirdi, arkadaşlarıy-'a bakıştı. Lloyd gülümsedi. «Belki de bu çocuk işini biliyor,» dedi kendi kendine. «Belki silahlı soygundan yalnızca on yıl yememi sağlayabilir.»
— 101 —
Kafasında bu tatlı hayallerle, avukatıyla konuşmak üzere karşısına otur. du.
Lloyd o gün öğleye doğru avluda oturmuş, top oyununu seyredi. yor, bir yandan da avukatının söylediklerini düşünüyordu. Bir ara Mat-hers adlı iriyarı bir mahkûm yanına geldi, onu tuttuğu gibi ayağa kaldır. di. . •
Lloyd, «Bir dakika,» dedi. Avukatım bütün dişlerimi saydı. «Onun için eğer...»
Mathers, «Evet,» diye cevap verdi. «Gardiyan Shockley de öyle söyledi. Onun için benden...» Dizini kaldırdığı gibi Lloyd'un kasığına vurdu.
Genç haydut bu ani ve korkunç acı yüzünden bağıramadı bile. Ellerini kasıklarına bastırarak yere yığıldı, çırpınmaya başladı. Ancak çok uzun bir süre sonra başını kaldırabildi. Mathers ona bakıyordu. Kazıttığı başı güneşte ışıl ısıldı. Gardiyanlar ise gözlerini başka yerlere dikmişlerdi. Lloyd'a karnında eriyip kıpkırmızı kesilmiş bir kurşun yığını varmış gibi geliyor, hâlâ inleyip çırpınıyordu.
Mathers içtenlikle, «Bu kişisel bir şey değil,» dedi. «Ben, şahsen, işlerinin yolunda gitmesini dilerim. Yasalar çok sert.» Yürüyerek uzaklaştı.
Lloyd demin kapıda bekleyen gardiyanı avlunun karşı tarafındaki rampada gördü. Gülerek ona bakıyordu. Sonra ağır ağır kendisine yaklaşan Mathers'e bir paket sigara attı. Mahkûm eliyle selam vererek uzaklaştı.
Lloyd Henreid hâlâ yerde yatıyor, kafasında avukatının sözleri yankılanıyordu. «Bu çok sert, çok eski bir dünya, Lloyd. Çok katı bir dünya.»
Evet. Gerçekten öyleydi. #
— 102
19
Nick Andros perdelerden birini yana çekerek sokağa baktı. Artık ölmüş o|an Şerif John Baker'in evindeydi, ikinci kattan hemen hemen bütün Shoyo gözüküyordu. Anayol bomboştu. İşyerlerinin storları kapatılmıştı. Yolun ortasında hasta görünüşlü bir köpek oturuyordu. Biraz aşağıda ise, kaldırımda ölmüş bir başka köpek yatmaktaydı.
Kadın delikanlının arkasından alçak sesle inledi. Ama Nick onu duymadı. Perdeyi kapayarak gözlerini ovuşturdu, sonra da uyanmış olan kadının yanına gitti. Jane Baker bir iki saat önce çok üşüdüğü için battaniyelere sarınmıştı. Ama şimdi yüzünden terler akıyordu. Battaniyeleri de bir tekmede atmıştı. Nick'i gördüğü yoktu. Ölüyordu kadın.
Jane Baker, «Johnny!» diye bağırdı. «Leğeni getir. Galiba kusacağım.»
Nick karyolanın altından leğeni alıp uzattı. Ama kadın çırpınırken leğene çarparak yere yuvarladı. Nick leğeni yerden tekrar aldı.
Jane bir çığlık attı. «Johnny! Dikiş kutumu bulamıyorum! Dolapta yok!»
Nick bardağa su doldurarak kadına içirmeye çalıştı. Ama Jane tekrar çırpındı. Az kalsın bardağı da yere düşürecekti. Nick bardağı kadının sakinleştiği zaman erişebileceği bir yere koydu.
Sağır ve dilsizliği şu son iki gün ona çok acı gelmişti. Kırk sekiz saatlik süre bir kâbusa dönmüştü. Kasabalılar Shoyo'dan ayrılıyorlardı. Bayan Baker'in durumu ise gitgide kötüleşiyordu. Hatta Nick artık kadının güneş batmadan öleceğinden korkuyordu, işin kötüsü, sürekli olarak Jane Baker'in başında da bekleyemiyordu. Üç mahkûma öğle yemeği götürmek zorundaydı. Ama Vince Hogan bir şey yiyecek halde değildi. Ateşi iyice yükselmişti. Sayıklıyordu. Mike Childress'le Billy Warner hücrelerinden çıkarılmak istiyorlardı. Ama Nick onları serbest bırakmamıştı. Korktuğu için değil. İki serserinin ondan intikam almaya kalkarak boşuna zaman harcayacaklarını sanmıyordu. Onlar da diğerleri
— 103 —
gibi Shoyo'dan çabucak kaçmaya çalışacaklardı. Nick yalnızca sorum, luluklarını düşünüyordu. Artık ölmüş olan bir adama söz vermişti. Herhalde eyalet polisi yakında her şeyi kontrol altına alacak, tutukluları götürmeye gelecekti.
Nick, Baker'in çekmecesinde şerifin .45'liğini bulmuş, kısa bir kararsızlıktan sonra beline takmıştı.
Nick 23 Haziran günü öğleden sonra hemen hemen boş sokaklardan geçerek bir cezaevine, bir şerifin evine koşmuştu. Vince Hogan'ı ölü bulacağını sanıyordu. Jane Baker'i de. Dr. Soames'ın arabasını gör-mek umuduyla çevresine bakınmıştı. Ama doktor da ortalarda yoktu. 0 sırada dükkânlardan bazıları hâlâ açıktı. Benzin istasyonu da. Ama kasabanın hızla boşaldığını sezmişti. Aileler koruluktaki yoldan uzaklaşıyor, hatta Shoyo Deresinden yukarı çıkmaya bile çalışıyorlardı. Karanlık bastıktan sonra kaçanların sayısı daha da artacaktı.
Nick, Baker'lerin evine döndüğü sırada güneş batmaktaydı. Jane arkasında sabahlığı, bitkin bitkin mutfakta dolaşıyor, çay yapıyordu. Nick içeri girdiği zaman ona minnetle baktı. Delikanlı kadının ateşinin düşmüş olduğunu anladı.
Jane sakin sakin, «Kendimi çok daha iyi hissediyorum. Çay içer misin?» Sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Kadının sıcak ocağın üzerine devrilmesinden korkan Nick ona yaklaştı. Jane delikanlının kolunu tutarak başını onun omzuna dayadı. Karanlıklaşmaya başlayan mutfakta, «Johnny,» dedi. «Ah, benim zavallı Johnny'm.»
Nick mutsuzca, «Ah, bir konuşabilseydim...» diye düşündü. Jane'i masaya doğru götürdü, bir iskemleye oturttu. «Çay,» diye işaret etti.
Jane, «Pekâlâ...» dedi. «Kendimi gerçekten daha iyi hissediyorum. Şaşılacak kadar iyiyim. Yalnız...» Elleriyle yüzünü örttü.
Nick sıcak çayı alıp masaya getirdi. Bir süre sessizce çaylarını içtiler. Sonra Jane fincanını bırakarak, «Kasabada kaç kişide bu hastalık var?» diye sordu.
— 104 —
Nick, «Artık bilmiyorum,» diye yazdı. «Durum kötü.» «Doktoru gördün mü?» «Sabahtan beri görmedim.»
Jane, «Ambrose dikkat etmezse yorgunluktan kendinden geçecek,» dedi. «Dikkatli davranır, değil mi, Nick?» Nick başını sallayarak gülümsemeye çalıştı. «John'ın tutukladığı serseriler ne oldu? Polis onları almaya geldi
mi?»
Nick yazdı. «Hayır... Hogan çok hasta. Elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Diğerleri Hogan hastalığı onlara aşılamadan salıverilmek istiyorlar.»
Jane hafif bir öfkeyle bağırdı. «Sakın onları bırakma! Umarım bunu aklından geçirmemişsindir.»
Nick, «Geçirmiyorum,» diye yazdı. «Artık yatmalısınız. Dinlenmeniz gerekiyor.»
Jane ona gülümsedi. Başını çevirdiği zaman Nick onun çenesinin altındaki morlukları gördü, kaygıyla, «Acaba henüz tehlike geçmedi mi?» diye düşündü.
Kadın, «Evet,» dedi. «Yirmi dört saat uyuyacağım. John öldüğü için, uyumak bana sanki ayıpmış gibi geliyor... Ama onun öldüğüne de inanamıyorum... Belki zamanla yaşamak için bir amaç bulurum... Tutukluların yemeğini götürdün mü, Nick?»
Nick, «Hayır,» der gibi başını salladı.
«Götürmelisin. Neden John'ın arabasını almıyorsun?»
Nick, «Araba kullanmasını bilmiyorum,» diye yazdı. «Ama teşekkür ederim. Kamyon durağındaki lokantaya kadar gideceğim. Orası uzak değil. Sizi yarın sabah yoklayabilir miyim?»
Jane, «Tabii,» dedi. «İyi olur.»
Nick ayağa kalkarak sert bir tavırla demliği işaret etti.
Kadın, «Son damlasına kadar içeceğim,» diye söz verdi.
Nick kapıdan çıkacağı sırada kadının çekine çekine koluna dokunduğunu farketti. Jane, «John...» dedi. Durakladı. Sonra kendini zorlaya-
— 105 —
rak konuşmasını sürdürdü. «Onu... Curtis mezarlığına gömdüklerini umarım. Bütün yakınlarımız orada. Sence John'ı oraya mı götürdüler?» Nick, «Evet,» der gibi başını salladı. Jane ağlamaya başladı yine.
Lokanta kapanmıştı. Nick o akşam tutuklular için kendisi yemek yapmak zorunda kaldı. Ama Vince Hogan ölmüştü. Sonunda boynunu tırmalayarak parçalamıştı. Sanki kendisini boğmaya çalışan görünmeyen bir katile karşı koymaya çabalıyormuş gibi. Parmaklarının uçları kanlıydı. Boynu kapkara kesilmiş ve şişmişti.
Mike Childress, Nick'e, «Artık bizi salıverecek misin?» diye sordu. «O öldü, Tanrının belası dilsiz! Hastalığı buna da bulaştırdı.» Billy War-ner'ı işaret ediyordu.
Billy dehşetle haykırdı. «Yalan bu! Yalan, yalan, aşağılık bir yalan! Bu yal...» Birdenbire aksırmaya başladı. Aksırıkların şiddetinden iki büklüm olurken tükürükleri etrafa saçıldı.
Mike, «Görüyor musun?» diye sordu. «Ha? Seni geri zekâlı sağır! Beni bırak! İstiyorsan Billy'i burada tutabilirsin ama ben gideceğim. Cinayet bu. Soğukkanlılıkla işlenen bir cinayet.»
Nick, «Hayır,» diye başını sallayarak döndü. Vince Hogan'ı kaldırıp hücreden çıkarmaya çalıştı. Ama çok ağırdı. Nick ölüye bir an çaresizce baktı, sonra da diğer iki tutuklunun korkunç bir merakla kendisini seyrettiklerini farketti. Onların ne düşündüklerini tahmin edebiliyordu. Vince iki serserinin arkadaşıydı. Vücudunun şişmesine neden olan, anlayamadıkları korkunç bir hastalık yüzünden ölmüştü. Kapana kısılmış bir fare gibi. Nick o gün belki onuncu defa, «Ben ne zaman aksırmaya başlayacağım?» diye kendi kendine sordu. «Ateşim ne zaman çıkacak? Boynumda o garip şişler ne zaman belirecek?»
N*ck, Vince'i sürükleye sürükleye bodruma indirmeyi başardı. HİÇ olmazsa orası serindi. Ölünün üzerine eski bir battaniye örttü, sonra da yukarı çıkarak uyumaya çalıştı. Ama ancak sabaha karşı. Yine aynı rüyayı gördü. Mısır tarlasındaydı. Ortalığa büyüyen şeylere özgü o güzel koku yayılmıştı. Çok iyi ve güvenli bir şey... ya da biri... yakının-
— 106 —
daydi- Sanki yuvasına erişmek üzereydi Nick. Sonra mısırların arasından bir şeyin kendisini gözetlediğini farkederek buz gibi bir dehşetle sarsıldı- Uyandığı sırada ter içindeydi. Hava ağarmaya başlamıştı.
Kahve demliğini ocağa koyarak iki tutukluya bakmaya gitti. Mike Childress hüngür hüngür ağlıyordu. «Artık memnun musun? Ben de hastalığa yakalandım. İstediğin buydu, değil mi? Soluğumu dinle. Yamaca tırmanan yük treni gibi sesler çıkarıyorum.»
Ama Nick önce Billy Warner'la ilgilendi. Adam ranzasında yatıyordu. Komadaydı. Boynu şişmiş, kararmıştı. Düzensiz soluyordu.
Nick, şerifin bürosuna koşarak telefona baktı. Öfke ve suçluluk duygusu yüzünden telefonu bir vuruşta yere devirdi. Sonra ocağı söndürerek koşa koşa Baker'lere gitti. Jane ona kapıyı çok uzun bir süre sonra açtı. Ter içindeki yüzünden ateşinin tekrar çıkmış olduğu anlaşılıyordu. Aklı başındaydı ama zorlukla, ağır ağır konuşuyordu. Dudakları çatlamıştı.
«Nick. Gir. Ne var?»
«Hogan dün gece öldü. Warner da ölüyor sanırım. Çok hasta. Doktoru gördünüz mü?»
Jane başını salladı. «Kimseyi görmedim.» Titreyerek aksırdı, yalpaladı. Nick kolunu kadının omzuna atarak onu bir koltuğa götürdü. Kâğıda, «Doktora telefon edebilir misiniz?» diye yazdı.
«Evet. Tabii. Telefonu bana getir, Nick. Galiba... hastalık gece nüksetti.»
Delikanlı telefonu getirdi. Kadın Dr. Soames'ın numarasını çevirdi, alıcı kulağında, bir dakika kadar bekledi. Nick o zaman telefona kimsenin cevap vermeyeceğini anladı. Jane doktorun evini de aradı. Sonra hemşireninkini de.
Sonunda, «Eyalet polisiyle konuşacağım,» dedi ama iki numara Çevirdikten sonra alıcıyı yerine bıraktı. «Galiba santral hâlâ bozuk. Garip sesler duyuluyor.» Üzüntüyle Nick'e gülümsedi, sonra da ağlamaya başladı. «Zavallı Nick. Zavallı ben. Zavallı herkes. Yukarıya çıkmama
— 107 —
1
yardım edebilir misin? O kadar bitkinim ki... Rahat soluk da alamıy0. rum. Galiba yakında John'a kavuşacağım.»
Nick konuşabilmeyi öyle istiyordu ki... Jane'in yukarı çıkmasına yardım etti. Kâğıda da, «Geri döneceğim,» diye yazdı.
«Teşekkür ederim, Nick. Çok iyi bir çocuksun...» Kadın dalmak üzereydi.
Nick evden çıkıp kaldırımda durdu. Ne yapması gerektiğini düşünü-yordu. Araba kullanabilseydi, belki bir şeyler başarabilecekti ama...
Nick o sabah bir buçuk saat kapılara vurdu, zilleri çaldı. Kendi kendine, «İyi olan birileri vardır herhalde,» diyordu. «Ben iyiyim. Kentte benden başka iyi olanlar da vardır. Elbet içlerinden biri araba kullanmasını biliyordur. Bayan Baker'le Warner'i Camden'e götürürüz.»
Ama çaldığı kapılardan ancak beşi açıldı. Hepsi de hasta insanlar tarafından... Evlerin çoğu boştu. Nick sonunda tuhaf bir duyguya kapıldı. Sanki ölüleri uyandırmak için mezarları yumrukluyordu. Er ya da geç ona cesetler cevap verecekti.
Nick, Baker'lerin evine döndü. Jane derin bir uykuya dalmıştı. Alnı serindi. Ama Nick bu kez fazla umuda kapılmadı.
Öğle olmuştu. Nick yeniden yemek hazırladı... Bill Warner ölmüştü. Mike, Nick'i gördüğü zaman deli gibi gülmeye başladı, «ikisi gitti, biri kaldı! İkisi gitti, biri kaldı! Öyle değil mi? Değil mi?»
Nick hazırladığı çorba termosunu parmaklığın arasından Mike'a doğru itti, kendisi de gidip koridordaki iskemleye oturdu. Billy'yi de bodruma indirecekti ama önce öğle yemeğini yiyecekti. Çok acıkmıştı. Çorbasını içerken düşünceli düşünceli Mike'a baktı.
Adam, «Nasıl olduğumu mu merak ediyorsun?» diye sordu.
Niçk başını salladı.
«Sabahki gibiyim. Bir kilo balgam çıkardım sanırım.» Mike, Nick'e umutla baktı. «Annem bu kadar balgam çıkarmanın iyiye işaret olduğunu söylerdi. Belki ben hastalığı hafif geçiştiriyorum.»
Nick omzunu silkti. Her şey mümkündü.
' — 108 —
Mike, «Bünyem sağlamdır,» diye ekledi. «Bence durum önemli değil- Bu dertten yakamı kurtaracağım. Dinle, ahbap. Beni bırak. Lütfen. Bak, sana yalvarıyorum.»
Nick düşündü.
«Bak, nasıl olsa tabancan var. Zaten seninle ilgilendiğim yok. Bütün istediğim bu kasabadan gitmek. Tabii önce gidip karıma bakacağım.-»
Nick serserinin elini işaret etti. Mike'ın yüzüğü yoktu.
«Evet, evet. Boşandık. Ama karım hâlâ bu kasabada. Ridge Yolunda. Ona uğramak istiyorum. Ne dersin, ahbap?» Mike ağlıyordu. «Bana bir şans ver.»
Nick ağır ağır ayağa kalktı. Şerifin bürosuna yürüyüp yazı masasına yaklaştı. Anahtarlar çekmecedeydi. Mike'ın sözleri mantıklıydı. Birinin gelip onları kurtaracağına inanmak saçmaydı. Nick anahtarları alarak döndü. Mike'ın hücresinin anahtarını çubukların arasından adama attı.
Mike deli gibi, «Sağol, sağol,» diye bağırdı. «Ah, teşekkür ederim. Seni dövdüğümüz için üzgünüm. Yemin ederim, bu Ray'in fikriydi. Vin-ce'le ben onu engellemeye çalıştık. Ama içkiyi fazla kaçırmıştı. Adeta çıldırdı...» Anahtarı kilide soktu. Nick gerileyerek elini tabancasının kabzasına attı.
Hücrenin kapısı açıldı, Mike dışarı çıktı. «Sözlerimde ciddiydim. Bütün istediğim bu kasabadan kaçmak.» Nick'in yanından kaçarcasına geçti. Gülümsüyordu. Sonra aradaki kapıdan hızla dışarı fırladı. Nick ona ancak dışarıda yetişebildi.
Adam kaldırımda durmuş, bomboş sokağa bakıyordu. Sonra, «Tanrım,» diye fısıldayarak sersem sersem Nick'e döndü. «Bütün bunlar? Bütün bunlar?»
Nick başını salladı. Eli hâlâ tabancanın kabzasındaydı.
Mike bir şey söyleyecekti ama öksürmeye başladı. Eliyle ağzını örttü, sonra da dudaklarını sildi. «Buradan gideceğim. Eğer aklın varsa sen de öyle yaparsın, dilsiz. Bu kara ölüme benziyor.»
— 109 —
Nick omzunu silkti. Mike kaldırımda yürümeye başladı. Gitgide hr*. lanıyordu. Sonunda koşarcasına ilerlemeye başladı. Nick adam gözden kayboluncaya kadar onun arkasından baktı, sonra da içeri girdi. Mike'ı bir daha görmedi. Rahatlamış gibiydi. Birden doğru olanı yaptığın, inandı. Portatif karyolaya uzandı ve hemen uykuya daldı.
Nick akşama doğru uyudu. Uyandığı zaman ter içindeydi ama ken. dini iyi hissediyordu. Yine lokantaya gidip iki kişilik çorba hazırladı sandviç yaptı. Yiyecekleri bir çantaya koydu. Jane Baker'in evine gider-ken, aç oldukları anlaşılan üç dört köpek sürü halinde ona doğru geldi-ler. Çantanın kokusu onları etkilemişti. Nick .45'liği çekti ama köpeklerden biri onu ısırmaya kalkışıncaya kadar kullanmak istemedi. Sonra tetiği çekti. Kurşun beş adım ötede kaldırıma çarparak sekti. Nick patlamayı duymadı. Yalnızca titreşimi hissetti. Köpekler kaçıştılar.
Jane uyuyordu. Alnı ve yanakları alev alev yanıyor, ağır ağır, zorlukla soluk alıyordu. Nick'e sanki erimiş, bitmiş gibi gözüktü. Bir elbezi-ni soğuk suya batırarak kadının yüzünü sildi. Jane'in payına düşen yiyecekleri başucu masasına bırakarak aşağıya indi. Oturma odasına girip televizyonu açtı. Haberler çok kötüydü. Bu korkunç dertten «süper-grip» salgını diye söz ediyorlardı. İddiaya göre hastalık kontrol altına alınmıştı.
Nick, «Shoyo kasabası yeryüzünden silindi,» diye düşündü. «Kim kimi kandırıyor?»
Verandaya çıkıp oradaki salıncağa yerleşti. Televizyon Nick için tümüyle gözlere hitap eden bir şeydi. Bu yüzden başkalarının gözlerinden kaçabilecek bazı ayrıntıları farketmişti. Her istasyonda haberleri okuyan spikerler kaygılı ve üzgündüler. İçlerinden biri nezleydi. Bir keresinde öksürmüş ve özür dilemişti. Spikerler haberi okurken gözleri sağa sola kaymıştı. Sanki stüdyoda biri daha vardı. Onların her şeyi istenilen biçimde söylemelerini sağlamak isteyen biri...
Dostları ilə paylaş: |