Tafa İzzet Efendi'den hat dersleri almış



Yüklə 1,2 Mb.
səhifə20/28
tarix11.01.2019
ölçüsü1,2 Mb.
#94736
növüYazı
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   28

Hindistan'ın Shakespeare'i unvanı ve­rilen Ağa Haşr'dan önce tiyatroya eğitim­le ilgili konular, danslı ve şarkılı oyunlar hâkimdi. Emânet Leknevfnin 1853te ka­leme aldığı Inder Sabhâ bu tür eserle­rin Urduca ilk örneğidir. Daha sonra yazı­lan eserlerde genellikle edebî özellikler üzerinde durulmuş, ancak bu eserler ti­yatro tekniği açısından zayıf kalmıştır. Eserlerinde tiyatro tekniğine de önem veren Ağa Haşr, Batılı oyun yazarlarının eserlerini Urduca'ya uyarlamaya çalıştı. Haşr, bu eserlerde Avrupa güzelliğine Asya elbisesi giydirdiğini ve onları Hin­distan zevkine uygun bir biçimde süsle­diğini söyler (Abdülalîm Nâmî. II, 239).

Ağa Haşr'm otuzu aşkın oyunundan ço­ğu Urduca, birkaçı Hintçe ve Bengalce'-dir. Turkî Hür, Hâb-ı Hestî, 'Avrat ka piyâr, Sîtâ Banbâs, Dil ki Piyâs, Rüs-tem ü Sührâb en tanınmış oyunlarıdır.

Şair olarak da tanınan Haşr, Ömer Hay-yâm'ın seksen rubaisini Urduca'ya çevir­miştir. Şiirlerinde daha çok vatanseverlik ve milliyetçilik konularını işlemiş, Şükri­ye Yûrıp ve Mevc-i Zemzem adlı uzun manzumelerinde Hint yarımadası müs-lüman toplumunun dayanışmasını sağ­lamaya çalışmıştır.

BİBLİYOGRAFYA :

Bâdşah Hüseyin, urdu meyn Drama Nigâri, Patna 1935; Cemil Ahmed Kandeypûrî. Yadgâr-i Haşr, Lahor 1942; İşret Rahmânî, Ağa Haşr, La­hor 1954; a.mlf., urdu Drama ka İrtikâ, Lahor 1968; Muzaffer Hüseyin Şemîm, Ânkh ka Neşe aör Dûsra Drama, Lahor 1957; Vikâr Azîm, Ağa Haşr aör ün key Drâmey, Lahor 1960; Kamer Reis. Urdu Drama, Aligarh 1961; Kamer Azam Hâşimî. Urdu meyn Drama Nigarî, Patna 1975; Abdülalîm Nâmî. Urdu Tiyıtır, Karaçi 1978, M, 232-264; A. B. Eşref. Ağa Haşr aör ün ka Fen, Aligarh 1979; Encümen Ârâ Begüm, Ağa Haşr aör Urdu Drama, Aligarh 1979; Şemîm Melik, Ağa Haşr: Hayat aör Kârnâme, Lahor 1986; Muhammed Şefi'. Ağa Haşr Kâşmîrt, Leknev 1988; Râm Bâbû Seksîne, Târth-i Edeb-i urdu (trc. Mirza M Askerî), Leknev, ts. (Nivalkişor Press), II, 151-152; Tufeyl Ahmed Bedr, Tecel-tiyât-i Haşr, Lahor, ts.; Seyyid İmtiyaz Ali Tâc, "Haşr", UDMİ, VIII, 342-346. rri

İKİ Hanıf Fauq

HAŞR SÛRESİ ""

Kur'ân-ı Kerîm'İn

elli dokuzuncu sûresi.

L J


Medine döneminde Uhud Gazvesi'nden sonra hicretin 4. yılında nazil olmuştur. Yir­mi dört âyet olup fasılaları (o * f < ^ « o) harfleridir.

Sûre. ismini ikinci âyetteki "ilk sürgün" anlamına gelen "li evveli'1-haşr" ifadesin­den alır. Burada sözü edilen haşrin kıya­met gününde mahşerdeki toplanmayı ifa­de etmediği. Benî Nadîr adlı yahudi kabi­lesinin Medine'deki yurtlarından çıkarılıp sürgüne gönderilmesiyle ilgili olduğu, hem sûrenin âyetlerinden hem de tefsir kaynaklarında verilen bilgilerden anlaşıl­maktadır. Bundan dolayı sûreye Benî Na­dîr sûresi de denmiştir. Buhârî'nin el-Câmİ'u'ş-şahîft'inde ("Tefsîr", 59/1} yer alan bir rivayete göre Saîd b. Cübeyr, Ab­dullah b. Abbas'ın yanında bu sûreyi Haşr sûresi diye andığında İbn Abbas sûrenin Benî Nadîr adını taşıdığını söylemiştir. İbn Hacer el-Askalânî, Abdullah b. Ab-

bas'ın isim üzerinde titizlikle durmasını, âyetteki haşr sözünün "kıyamet günün­deki toplanma" şeklinde anlaşılmasından duyduğu endişeye bağlamaktadır (el-Fet-tıu'r-rabbânî, XVIII, 266).

Sûrenin nüzul sebebi, Nadîroğulları'-nın daha önce Hz. Peygamber ile imzala­dıkları tarafsızlık antlaşmasını bozmala­rıdır. Müslümanların Bedir zaferine sevin­diklerini ve Tevrat'ta, sancağı yere düş­meyecek olan muzaffer peygamber diye anılan âhir zaman nebisinin bu peygam­ber olduğunu söyleyen iki yüzlü müttefik­ler. Uhud Gazvesi'nin müslümanlar aley­hine sonuçlanması üzerine fikir değiştir­mişlerdi. Reisleri Kâ'b b. Eşref, yanına bazı adamlarını alarak gizlice Mekke'ye gitmiş, müşriklerin reisi Ebû Süfyân ile bir ittifak antlaşması yapmıştı. Bu iha­neti öğrenen Resûl-i Ekrem, onları hiç beklemedikleri bir anda kendi yurtların­da kuşatma altına almıştı. Nadîroğulları. evlerinin muhkem yapılardan meydana gelmiş olmasına ve münafıkların reisi Ab­dullah b. Übey b. Selûl ile Mekke müşrik­lerinden ve diğer yahudi kabilelerinden gelecek yardımlara güveniyorlardı. Hal­buki hiçbir yerden yardım gelmemiş, Al­lah onların yüreklerine korku düşürmüş ve müslümanların bu kuşatması karşısın­da çaresiz kalarak yurtlarını terkedip sür­güne razı olmuşlardı. Müslümanlar ise bu başarıyı birlik ve beraberlik içinde ka­rarlı bir tutumla elde etmişlerdi. Sûrede yer alan bütün âyetler, bir toplumun Al-

lah'a inanıp güvenmek ve O'nun rızâsını gözetmek sayesinde nasıl güçlü bir birlik oluşturacağına dikkat çeker; böyle bir milletin Önüne çıkan bütün engelleri aşa­bileceğini vurgular. Sûrenin asıl amacı müminlere tereddütsüz bir iman. üstün bir ahlâk, sarsılmaz bir maneviyatla yar­dımlaşma ve dayanışma ruhu kazandır­maktır.

Haşr sûresini üç bölüme ayırmak müm­kündür. Birinci bölüm (âyet 1-10), gök­lerde ve yerdeki bütün varlıkların Allah'ın yüceliğini dile getirdiğini. O'nun güçlü ve hikmet sahibi olduğunu bildiren bir âyet­le başlar. Savaş yapmadan elde edilen başarının sırf Allah'ın izni ve yardımıyla meydana geldiğini, bunu daha önceden Benî Nadîr yahudilerinin de müslüman­ların da beklemediğini belirten ikinci âye­tin sonunda bu olaydan herkesin ders al­ması gerektiği vurgulanır. Üçüncü âyet­te yeminini bozmuş, inanç ve değerleri­ne bağlılığını yitirmiş bir topluluk için sür­günün en hafif ceza olduğu, aslında böy­le bir toplumun dünyada da âhirette de daha ağır cezaları haketmiş bulunduğu açıklanır. Bunun ardından Allah'ın, andı bozan fâsıkları rezil ve rüsvâ edeceğine dikkat çekilir. 7-8. âyetler, gayri müslim-lerden silâh kullanmadan elde edilen ve İslâm devletinin gelir kaynaklan arasında yer alan feyin taksim esaslarını belirle­mektedir. 7. âyetteki, "Böylece o mallar içinizden yalnız zenginler arasında dola­şan bir imkân olmasın" anlamına gelen bölüm, kamu mallarının sosyal adaleti ve refahı yaygınlaştırma yönünde kullanıl­masını gerekli kılması bakımından özet bir önem taşımaktadır. Ayrıca âyette, ge­rek fey vb. devlet mallarının kullanımı ge­rekse diğer dinî, hukukî ve ahlâkî konu­larla ilgili olarak Hz. Peygamber'in orta­ya koyduğu sarih hükümlerin değiştiri­lemez olduğuna da işaret edilmektedir. Medineli ensarın Mekkeli muhacirlere karşı beslediği kardeşlik duygularını, bu­nun sonucu olarak kendilerine kucak açıp öz canlarına tercih etmelerini anlatan 9. âyet, İslâm toplumundan beklenen ve Kur'ân-ı Kerîm'in geneline hâkim olan sosyal dayanışma ruhunun karakteristik ifadelerini kapsar. Nitekim 10. âyet, diğer müslümanların da aynı kardeşlik duygu­larını taşımaları gerektiğini vurgulamak­tadır. Ayrıca 9. âyette en büyük kurtulu­şun insanın bencillikten, nefsinin çıkar düşkünlüğünden uzaklaşması ile elde edi­lebileceği, 10. âyette de iman edenlerin birbirine karşı yüreklerinde kin tutama­yacakları bildirilir.

HASR SÛRESİ

İkinci bölümde (âyet 1 l-17|yeralanve münafıklarla yahudilerin sürgünden ön­ceki ilişkilerinden bahseden âyetler, mü­nafıkların ve Ehl-i kitap'tan oldukları hal­de imanlarını kaybetmiş olanların birbir­lerine nasıl yalan söylediklerini, sözlerin­den nasıl döndüklerini ve birbirlerinin aleyhinde nasıl çalıştıklarını gözler önüne serer. Bunların kendi çıkarlarını düşün­dükleri, asla fedakârlığa yanaşmadıkları, dışarıdan bakılınca bütünlük içinde bir topluluk izlenimi vermelerine rağmen gö­nüllerinin birbirinden kopuk olduğu an­latılır. Onlar birbirlerini baştan çıkarma hususunda şeytana benzerler; birbirleri­ni kurtarmaya gelince de herkesin kendi başının çaresine bakması gerektiğini öne sürerler. Bu âyetler, dolaylı olarak müslü-manlara böyle olmamaları gerektiği yo­lunda yapılan uyanlardır. Bu bölüm za­limlerin yerinin ateş olduğunu bildiren bir tehditle son bulur.

Üçüncü bölüm (âyet 18-24), Allah'tan korkmayı ve ebedî hayat için hazırlık yap­mayı Öğütleyen âyetle başlar. Dünyada­ki bütün kötülüklerin Allah'ı ve âhireti unutmaktan ileri geldiğine işaret edilir; müslümanların böyle olmamaları ve fâ-sıklardan uzak durmaları istenir. Cehen­nem ehliyle cennet ehlinin eşit olmadığı, esas kurtulanların cennet ehli olduğu vurgulanır. Kur'an'da verilen misaller in­sanların düşünmesi ve ibret alması için ortaya konmuştur. 21. âyette Kur'an'm, bir dağa indirilmiş olsaydı dağı parça par­ça edeceği ifade edildikten sonra tevhid inancının özünü teşkil eden son üç âyet­te Allah'ın birliği, yüceliği, eşsizliği, rah­met ve merhameti, gücü ve kudreti dile getirilir. Göklerde ve yerdeki her şeyin Allah'ı teşbih ettiğini bildiren âyetle baş­layan sûre, yine göklerde ve yerdeki her şeyin Allah'ı teşbihe devam etmekte ol­duğunu haber veren âyetle son bulur. Ay­nı şekilde birinci âyet gibi sonuncu âyet de. "O güçlü ve hikmet sahibidir" anlamı­na gelen ifadeyle biter.

Haşr sûresinde, dış düşmanlara ve içe­rideki münafıklara karşı dikkatli ve ted­birli olmayı öngören âyetlerin yanında bazı hikmetli öğütlere, hukukî hükümle­re, ahlâk ve eğitimle ilgili ilkelere de yer verilmiştir. Bütün bunlardan daha önem­lisi tevhid inancıyla ilgili âyetlerdir. Özel­likle sûrenin sonunda yer alan ve Cenâb-ı Hakk'm birliğini, yüceliğini, sonsuz aza­met ve merhametini bildiren âyetler, in­san kalbine tevhid akidesini ve Allah sev­gisini yerleştirmek amacını gütmektedir.

425

HASR SÛRESİ



Sûrenin kendisinden önceki iki sûre ile yakın ilişkisi olduğu görülmektedir. Mü-câdile sûresi, "Haberiniz olsun, Allah'ın taraftarları mutlaka galip gelecektir" şeklinde bir müjdeyle son bulmaktadır. Haşr sûresinde bu galibiyetlerden birinin nasıl gerçekleştiği anlatılır. Mümtehine sûresinde ise Allah'a ve müminlere düş­man olanlarla dostluk kurmamak gerek­tiğini bildiren âyetlerden sonra izlenecek tutum belirlenir. Haşr süresindeki genel uyarılar Mümtehine sûresinde ayrıntıları ile açıklanır.

Haşr sûresinin faziletiyle ilgili olarak kaynaklarda bazı bilgiler yer almaktadır. Sûrenin özellikle son üç âyeti, Allah'ın yü­celiğini dile getiren isim ve sıfatlardan meydana geldiği için İslâm imanının te­melini oluşturur. Birçok hadis mecmu­asında (meselâ bk. Müsned, V, 26: Dârimî, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 22; Tirmizî, "Şevâ-bü'l-Kur'ân", 22; ] kaydedilen bir hadise göre, sabahleyin üç defa, "Eûzü billâhi's-semîi'l-alîmi mine'ş-şeytâni'r-racîm" de­dikten sonra Haşr sûresinin sonundaki üç âyeti okuyan kimse için Allah Teâlâ 70.000 melek görevlendirir, bu melekler akşama kadar ona dua ederler. Bu kim­se eğer o gün ölürse şehid olarak can ver­miş olur. Hadiste aynı müjde âyetleri ak­şamleyin okuyanlar için de tekrar edilmiş­tir. Ancak Tirmizî bu hadisi "garîb" olarak nitelendirmiş, başka bir senedinin bilin­mediğini söylemiştir. Diğer taraftan ha­disin senedinde yer alan râvilerden Hâlid b. Tahmân için kaynaklarda. "Zayıftır: ölümünden önceki son on yılda hadisleri birbirine karıştırıyordu ve her getirileni rivayet ediyordu" gibi değerlendirmeler yapılmıştır (Mizzî, VIII, 94-96; Zehebî, I. 232). Bununla birlikte sabah namazla­rından sonra Haşr sûresinin son üç âye­tinin okunması bir gelenek haline gel­miştir. Deylemî. Abdullah b. Abbas'tan ge­len şu rivayete yer verir: "Allah'ın ism-i a'zamı Haşr'in sonundaki altı âyettedir" {el-Firdeus, 1, 416). Ancak ism-i a'zamı başka sûrelerde gösteren rivayetler de vardır (Hâkim, I, 504-506).

İngiliz şarkiyatçısı Richard Bell'in, Haşr süresiyle ilgili bir makalesinde (bk. bibi.) sûredeki bazı âyetlerin yerlerinin uygun olmadığını ileri sürerek kendince farklı bir tertip düşünmesi, şarkiyatçıların Kur-'an'ın vahye dayanmadığı şeklindeki ba­kış açısının ve bazı önde geien Batılı araş­tırmacılar tarafından da tenkit edilen Kur'an'ın tertibiyle ilgili mesnetsiz iddia­larının (DİA, v, 423-424) bir sonucu ola­rak değerlendirilmelidir.

BİBLİYOGRAFYA :

Râgıb et-İsfahânî, el-Müfredât, "hşr" md.; Müsned, V, 26; Dârimî, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 22; Buharı. "Tefsîr", 59/1; Tirmizî, "Şevâbü'i-Kur'ân", 22; Hâkim. el-Müstedrek, I, 504-506; Vahidî. Esbâbü'n-nüzûl, Kahire 1379/1959, s. 236-239; Deylemî. el-Ftrdevs, Beyrut 1406/ 1986, 1, 416; Mizzî. Tehzibü'l-Kemâi, VIII, 94-96; Zehebî, Mîzânü'l-İ'Üdâl, I, 232; Abdürrez-zakb. Ahmed el-Kâsânî, Teuilât(trc. Arabacı İs­mail Ankaravî), Ankara 1987, III, 165-170; Fi-rûzâbâdî. Beşâ*ir(nşr. M. Ali en-Neccâr], Bey­rut, ts. (el'Mektebetü'l-İlmiyye), II, 468-469; İbn Hacer. Fethu'l-bârî (Sad), XVIII, 266; Sü-yûtî. el-İtkân, Kahire 138Î/1961, I, 21; a.mlf.. Esbâbü'n-nüzûl [Tefstru Celâleyn içinde). Bey­rut, ts. (Darül-Ma'rife). s. 755; Âlûsî, Rûhu't-me'ânt, XXVIII. 38-65; Elmalılı. Hak Dini, VI, 4806-4885; Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1947, II, 842-847; Abdullah Mahmûd Şehhâte, Ehdâfü külli sûre ve malçâştdühâ fi'i-Kur'âni'l-Kerim, Kahire 1980, II, 239-251; Ri­chard Bell. "Sürat al-Hashr: A Study of Us Composition", MW, XXXVlll/l (1948), s. 29-42. m

l&Û Emin Işık

r . - ~ı

HASSASIN


(bk. HAŞÎŞrYYE).

HAŞVİYYE


Dinî konularda

akıl yürütmeyi reddeden,

naslann zahirine bağh kalmak suretiyle

teşbih ve tecsîme kadar varan telakkileri benimseyenlere verilen ad.

Sözlükte "yastık ve benzeri eşyanın içi­ni dolduran nesne; lüzumsuz ve gereksiz söz" anlamlarına gelen haşv kelimesine nisbet ekinin ilâvesiyle oluşturulan haş-viyye, genellikle birtakım mânâsız dinî telakkilere sahip bilgisiz kimseler için kullanılır. Farklı görüşler bulunmakla bir­likte haşviyye daha çok, "dinî konularda akıl yürütmeyi reddedip sadece nakle iti­bar eden ve özellikle ulûhiyyet meselele­rinde naslar arasında bağlantı kurama-yarak teşbih ve tecsîme kadar varan te­lakkileri benimseyen kimseler" şeklinde tarif edilmiştir.

Haşviyye tabirinin ortaya çıkışı II. (Vlll.) yüzyılın başlarına kadar uzanır. Câhiz, Ömer b. Abdülazîz'in haşiv kelimesini "avam" anlamında kullandığını nakleder (Nefyü't-teşbîh, I, 283). Bu tabirin ortaya çıkışını. Hasan-ı Basrî'nin, birtakım saç­ma ve lüzumsuz konuşmalarla kendisini usandıran bazı kimselerin meclisinin dı­şına (hâşâ) atılmasını emretmesi olayı ile irtibatlandıranlar da vardır. Bu görüşü benimseyenlere göre haşviyye, hâşâ keli­mesine nisbetle tıaşeviyye şeklinde okun-

malıdır (Tehânevî, 1, 397). İbn Teymiy-ye'ye göre haşviyye tabirini ilk defa, Ab­dullah b. Ömer'in "haşvî" olduğunu iddia eden Amr b. Ubeyd (ö. 144/761) kullan­mıştır {Minhâcû's-sünne, II, 520-521). Dı-rârb.Amr'ınfö. 200/815 (?|) Kitâbü'r-Red 'ale'r-Râfiza ve'1-haşviyye adlı bir eser yazması (İbnü'n-Nedîm, s. 215; ay­rıca bk. Ess,/s/.,XLlV|1968],s. 18) bu ke­limenin hicrî II. yüzyılda ortaya çıktığını göstermektedir. Câhiz. İbn Şâzân en-Nî-sâbûrî, İbn Kuteybe ve Nâşî el-Ekber gibi erken devir âlimlerinin eserlerinde haş-viyyeden söz etmeleri de bu hususu doğ­rulamaktadır {er-Red Cale'n-Naşârâ, 111, 351; el-îzâh, s. 36, 42; el-İhülâf fı't-lafz, s. 69-70; Mesâ'üü'i-imâme, s. 19-21).

Daha çok Kur'an ve Sünnet'e dayalı olan yaygın ulûhiyyet anlayışına aykırı çeşitli inanç ve telakkileri benimseyenler hak­kında kullanılan haşviyye tabiri, tarihî sü­reç içinde "Allah'a sıfat nisbet etmekte aşırılığa düşenler, bu konuyla ilgili dinî metinleri teşbih ve tecsîm anlayışıyla yo­rumlayanlar" şeklinde bir anlam kazan­mıştır. Kullanıldığı döneme ve çevreye, ayrıca yöneltildiği ve yerilmesi amaçla­nan karşıt gruba göre kendisine yükle­nen bazı sübjektif değerlendirmeler se­bebiyle bu tabir tarih boyunca farklı şe­killerde tanımlanmıştır. Bu sebeple haş­viyye olarak nitelenen bir grubun kimli­ğini her zaman tam anlamıyla belirleyip tanımlamak oldukça güçtür. Bununla bir­likte haşviyyenin temel görüşleri ve tem­silcilerine dair kaynaklarda yer alan fark­lı bilgiler şöylece özetlenebilir: 1. Genel­likle haşviyyenin temel görüşünün, baş­ta Allah'ın varlığı ve sıfatlan olmak üzere bütün dinî konularda naslann zahirî mâ­nalarına bağlı kalıp akıl yürütmeyi kesin­likle terketmek, itikadî, amelî ve ahlâkî konularda Hz. Peygamber'e atfedilen bü­tün rivayetleri kabul etmekten ibaret ol­duğu kaydedilir. Buna göre, naslarda yer alan bilgileri hiçbir yoruma tâbi tutma­dan benimseyip uygulamak ve aklî ilke­ler ışığında herhangi bir ayırıma gitme­den bütün rivayetleri dikkate almak ge­rekir. Bu durumda naslarda Allah'a nis­bet edilen yüz, göz, el, ayak gibi organla­rı aynen kabul etmenin ve O'nu cismanî bir varlık olarak düşünmenin bir sakın­cası yoktur. Söz konusu görüşleri temsil edenlerin, Ahmed b. Hanbel'e uydukları­nı iddia ederek kendilerini "ashâbü'1-ha-dîs" veya "efıl-i hadîs" olarak ad/andıran bir kısım Selefiyye, Şîa'ya mensup bazı fırkalarla Müşebbihe ve Mücessime'den oluştuğu kaydedilir. Haşviyyeyi bu şekil­de açıklayanlar arasında Ebü'l-Muîn en-

Nesefî, Nûreddin es-Sâbûnî, M. Zâhid Kevserî, İbn Rüşd, İbn Asâkir, Sübkî, İbn Şâzân en-Nîsâbûrî, Nevbahtî. İbnü'l-Mu-tahhar el-Hillî gibi değişik ekollere men­sup pek çok âlim bulunmaktadır fbk. bibi). Naslarda Allah'a nisbet edilen ve İlk bakışta teşbih izlenimi uyandıran ha­beri sıfatların uygun mânalarla te'vil edil­mesi gerektiğini savunan Ehl-i sünnet kelâmcılan da haşviyyeyi, teşbih ve tec-sîmi meşrulaştırma gayesiyle kendi yan­lış telakkilerini Selef görüşü olarak tak­dim eden bir grup olarak nitelemiştir. Nitekim GazzâlTnin İlcâmü'l^avâm'ım, Fahreddin er-Râzînin Esâsü't-takdîs'mi bu endişe ile kaleme aldığı bilinmektedir [DtA, XI, 358; a.e., XIII. 508). 2. Başka bir görüşe göre haşviyye "ilâhî sıfatları ispat edip Kur'an'ın ezelî olduğunu savunan­lar, kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığına inananlar ve âhâd hadislere dayanarak itikadı konularda hüküm ve­renler" şeklinde tanımlanabilir. Câhiz, Ebü'l-Hüseyin el-Hayyât, Kâdî Abdülceb-bâr gibi Mu'tezile âlimleri ashâbü'1-hadî-sin yanı sıra, bu gruplara mensup kelâm-cıların yani Ehl-i sünnet kelâmcılarının da haşviyyeyi temsil ettiği görüşündedir (Câhiz, R halki'l-Kur'ân, III, 289; Hayyât, s. 59, 96; Kâdî Abdülcebbâr, Müteşâbi-hü't-Kur'ân.s. 231, 273, 454; krş. İbn Tey-miyye, Minhâcü's-sünne, II, 521). 3. İbn Teymiyye'ye göre haşviyye, belli bir görü­şü ve temsilcileri bulunan bir itikadî züm­reyi ifade etmekten çok karalama veya küçümseme amacıyla "avam ve cahiller" mânasında kullanılmıştır (a.g.e., II, 520-521). 4. Genellikle Şiî âlimleri haşviyye­yi, "Hz. Peygamber'in kendi yerine geçe­cek olan bir halife tayin etmediğini iddia edenlerin düşüncelerini benimseyenler, Muâviye b. Ebû Süfyân'ın bayrağı altında toplanıp onun yönetimini tasvip edenler" şeklinde tanımlarlar (Nâşîel-Ekber, s. 19; Nevbahtî, s. 7; Ali Sami en-Neşşâr, 1, 287).

Haşviyyenin tanımı ve esas fikirleri hak­kında ileri sürülen bu farklı görüşlerden birincisinin daha İsabetli olduğunu söyle­mek mümkündür. Zira bu yaklaşım, haşv kelimesinin sözlük ve terim anlamlarına daha uygun bir açıklama getirmektedir. Nitekim Câhiz'in, haşviyye ile bu grubun kelâmcılan arasında bir ayırım yapmak suretiyle haşviyyenin rivayetlere dayana­rak akıl yürütmeyi haram saydığını belirt­mesi (Fî halki'l-Kur'ân, İM, 289; a.mlf., Kitâbü't-Kıyân, II, 154), ayrıca Ehl-i sün­net kelâmcılarının da haşviyyeyi kendile­ri dışında bir zümre olarak görüp tenki­de tâbi tutmaları, haşviyyenin, sahih olup olmadığına bakmadan Hz. Peygamber'e

atfedilen bütün rivayetleri hadis olarak kabul eden ve bu rivayetlerin zahirinden hareketle dinî bir anlayış benimseyen bir kısım ehl-i hadîs ile, teşbih ve tecsîm inancını savunan gruplardan teşekkül et­tiğini gösterir mahiyettedir. Bu sebeple İsrâiliyat'a veya diğer din ve kültürlere dayanan pek çok asılsız rivayetin haşviy­ye anlayışının kaynakları arasında önemli bir yer tuttuğu kabul edilmektedir.

BİBLİYOGRAFYA :

et-Ta'rlfât, "hşv" md.; Tehânevi, Keşşaf, I, 396-397; Câhiz, Nefyü't-teşbîh (nşr Abdüsse-lâm M. Hârûn, Resâ'ilü't-Câhİz, Kahire 1964 içinde), I, 283; a.mlf., er-Red 'ale'n-Naşârâ (a.e. içinde), 111, 351; a.mlf., Fî halki'l-Kur'ânia.e. içinde), İH, 289;a.mlf., Kitâbü'l-Kıyân{a.e. için­de), II, 154; İbn Şâzân en-Nîsâbûrî, el-fzâh. Tah­ran 1363 hş., s. 36, 42; İbn Kuteybe, Te'uîlü muhtelifı'l-tıadîş, Beyrut 1408/1988, s. 69-70; a.mlf., el-İhtitâf fi'l-lafe (nşr. M. Zâhid et-Kevse-rî), Kahire 1930, s. 69-70; Nâşîel-Ekber, MesâH-lü'l-imâme{nşr. |. van Ess), Beyrut 1971, s. 19-21, 65-67; Hayyât, e/-/ntışâr, s. 59, 96; Nevbahtî, Fıraku'ş-Şica. Necef 1355/1936, s. 7; Ebû Ha­lef el-Kummî, ei-Makâiât ve'l-fırak (nşr. M. Ce-vâd Meşkûr), Tahran 1963, s. 6, 12, 14, 136; İb-nü'n-Ne dîm. el-FihristiTeceddüd).s. 215; Kâdî Abdülcebbâr, Müteşâbİhü'l-Kur'ân (nşr Ad­nan M. Zerzûr), Kahire 1969, s. 231, 273, 302, 454; a.mlf., el-Muğni fiebüâbi't-teutıîd ue'l-'adt (nşr. İbrahim Medkûr v.dğr.), Kahire 1965, XI, 3; XVI, 162; Neseff. 7/eöşıra(ü7-edı7/e(Salame), I, 299; II, 817; Şehhstânî. et-Mİlel (Kîlânî), I, 105; İbn Asâkir. Tebyînü kezibi'l-müfteri, neş-redenin mukaddimesi, s.11, 16, 18, 19, ayrıca bk. s. 148-150, 216-217, 369; Neşvân el-Hİm-yerî, el-Hürü'l-'İn (nşr Kemâl Mustafa). Kahire 1938, s. 139-140; Sâbûnî. et-Bidâye, s. 54 İbn Rüşd, el-Keşfcan menâhici'l-edille [Feisefetü ibn Rüşd içinde), Kahire 1388/1968, s. 41 -43; İbn Teymiyye, Minhâcü's-sünne (nşr. M. Reşâd Salim), Riyad 1406/1986, II, 500, 517, 520-521, 601; a.mlf.. Der'ü te'âruzı'7'afc/ ue'n-naki, Riyad 1978, IV, 148; VII, 432; Sübkî. es-Seyfü'ş-şakîl (nşr. M. Zâhid el-Kevserî), Kahire 1356/ 1937, neşredenin mukaddimesi, s. 5-6, ayrıca bk. s. 12-13, 15; İbnü'l-Murtazâ. Tabakâtü'l-Mu'-teziie.s. 6; Hafâcî, Şifa'ü't-ğalU, Kahire 1282, s. 87; R. J. McCarthy, The Theobgy ofAl-Ashan, Beyrut 1953, s. 171-175; S. M. Allard, Le prob­leme des attibuts diüins, Beyrut 1965, s. 25-26, 35-36, 80, 83, 392; J. van Ess, Frühe Mu 'ta-zilttische Haresiographie, Wiesbaden 1971, s. 51-56; a.mlf., "Dirar b. 'Anır und die Cahmi-ya", İsi, XUV (1968), s. 18; Ali Sami en-Neşşâr, Neş'etü'İ-fikri'l-febefîrı'l-İstâm.KahiTe 1977,1, 286-288; W. Watt, İslâm Düşüncesinin Teşek­kül Devri (tre. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 173, 240, 283, 337; M. Cevâd Meşkûr, Meusû-'atü'l-fıraki'l-İslâmiyye (trc Ali Hâşim). Beyrut 1415/1995, s. 212-213; Nadim Macit, Kur-'an'ın Insan-Biçimci Dili, İstanbul 1996, s. 113-127; M. Th. Houtsma, "Die Hashvviya", TA, XXVI (1912), s. 196-202; A. S. Halkın, "The Hashwiyya", JAOS, UV (1934). s. 1-28; [Ed..] "Hashvviyya", EF(İng). III, 269; Metin Yurdagür. "Esâsü't-takdîs", DİA, XI, 358; M. Sait Özer-varlı. "Gazzâlî: Kelâm Hmindeki Yeri", a.e., XII], 508. E

İRİ Metin Yurdagür

HAŞYET

HAT


Kulun işlediği günahlar sebebiyle

veya Allah'ın celâl sıfatlarının

kendinde tecelli edeceği düşüncesiyle

kalbinde duyduğu endişe

(bk. HAVF).

L J


HAT

Arap harflerinden doğarak

İslâm medeniyetinde müstakil

ve olağan üstü bîr mevki kazanan

güzel yazı sanatı.

Tarihçe. "Yazmak, çizmek; kazmak; alâ­met koymak" anlamlarındaki Arapça hatt masdarından türeyen ve "yazı. çizgi; çı­ğır, yol" gibi mânalara gelen hat kelimesi (çoğulu hutût ve ahtât), terim olarak "Arap yazısını estetik Ölçülere bağlı kalıp güzel bir şekilde yazma sanatı (hüsnü'l-hat, hüsn-i hat)" anlamında kullanılmıştır. Kaynaklarda genellikle "cismanî aletlerle meydana getirilen ruhanî bir hendese­dir" şeklinde tarif edilen hat sanatı, bu tarife uygun bir estetik anlayış çerçeve­sinde yüzyıllar boyunca gelişerek süre­gelmiştir.

İslâm dinini kabul eden hemen hemen bütün kavimlerin dinî bir gayretle benim­sediği Arap yazısı, hicretten birkaç asır sonra İslâm ümmetinin ortak değeri ha­line gelmiş, aslı ve başlangıcı için doğru olan "Arap hattı" sözü zamanla "İslâm hattı" vasfını kazanmıştır. Arap yazı sis­teminde harflerin çoğu kelimenin başına, ortasına ve sonuna gelişine göre yapı de­ğişikliğine uğrar. Harflerin birbirleriyle bitiştiklerinde kazandıkları görünüş zen­ginliği, aynı kelime veya cümlenin çeşitli kompozisyonlarla yazılabilme imkânı, sa­natta aranılan sonsuzluk ve yenilik kapı­sını açık tutmuştur.

Şarkiyatçıların, Suriye ve Sînâ yarıma­dasında İslâmiyet'ten önceki asırlara ait Arapça kitabeler üzerinde yaptıkları araş­tırmalar, Arap yazı sisteminin (hurûfü'l-hicâ) aslen Fenike yazısına bağlanan biti­şik Nabat yazısının bir devamı olduğunu ortaya koymuştur (bk. ARAP [Yazı]). Ku­zey Arabistan'dan Hicaz bölgesine inti­kal eden Nabat yazısının farklı karakter­de iki üslûbu olduğu bilinmektedir. Câhi-liye devrinde "cezm" ve "meşk" diye ad-landırıldığı rivayet olunan bu yazılar. İslâ­miyet'ten sonra hicreti takip eden bir asır içinde büyük gelişmeler kaydetmiş

427

HAT


ve tedricen güzelleşerek sanat yazısı se­viyesine yükselmiştir.

İslâm'dan önceki dönemde en fazla iş­lendiği bölgeye nisbetle Enbâri, Hîrî, İs­lâm'ın doğuşunda Mekkî, hicretten son­ra Medenî isimlerini alan geometrik, dik ve köşeli cezm tarzı Arap hattıyla kitap haline getirilmiş ilk metin olan Kur'an. deri (parşömen) üstüne siyah mürekkeple noktasız ve harekesiz biçimde yazılmış­tır. Süratli yazılabilen meşk tarzı ise günlük yazılarda kullanılmış, yuvarlak ve yumuşak karakterinden dolayı sanat ic­rasına uygun bir hal almıştır. Emevîler devrinde Şam'da gelişmesi ve yazılması hızlanan meşk tarzı yazıdan zamanla ye­ni hat çeşitleri doğmaya başlamış, bu ara­da kalem ağızlarının hangi ölçüde olması gerektiği de tesbit edilmiştir. Yeni hat çe­şitleri arasında büyük boy yazılara mah­sus olan celîl (celî) ve resmî devlet yazıla­rında kullanılan standart büyük boy to­mar (tûmâr) ilk bilinenlerdir. Tomar kale­minin üçte ikisi "sülüseyn" ve üçte biri "sülüs" ismiyle ve ayrı iki kalem, dolayısıy­la iki ayrı yazı cinsi olarak geliştirilmiştir. Daha sonra "riyâsî, kalemü'n-nısf, hafî-fü'n-msf, hafîfü's-sülüs" gibi yeni hat ne­vileri de ortaya çıkmıştır. Bu yazı cinsle­rinin bazıları, nisbet ifade eden isimlerin­den de anlaşılacağı gibi tomar hattı esas alınarak onun belli oranda (yarım, üçte bir, üçte iki) küçültülmüş kalemiyle yazı­lıyor, bu küçülmede yazılar yeni özellikler kazanırken yazma aletinin adı olan kalem bu nisbete dayanılarak hat mânasına da kullanılıyordu. Kalemin çeşitli nisbetler-de küçülmesine bağlı olmadan belirli kul­lanım alanları için İhdas edilen "kısas, mu-âmerât" gibi yazılar hakkında ise kalem yerine hat tabiri kullanılmıştır.


Yüklə 1,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   28




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin