Tanpinar hakkinda birkaç SÖZ



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə28/31
tarix17.11.2018
ölçüsü1,21 Mb.
#82941
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31

Hayır, Suat onu beğenmemişti. Fikirlerinin mesuliyetini kabul ediyordu. Ama hammalın karısı ve çocukları buna razı mıydılar? Düşüncesi tekrar şehrin çukur ve havasız yerlerinde, bulaşık suları akan sokaklardaki kerpiç evlerde dolaştı. -Onların torunları daha rahat ve mesut olsunlar, diye...- Fakat kadın razı değildi. Sabahleyin Bitpazarı'ndaki dükkanın vitrininde gördüğü ucuz, gelinlik esvabını giymiş, karşısında -gönderme!- diye yalvarıyordu. -Gönderme! diyordu. O da giderse çoluk çocuk biz ne yaparız? Bize kim bakar?- Ve ucuz mezat yerinden alımış gelinlik elbisesi sırtında, karşısında ağlıyordu. Gelirken Sirkeci'de garın etrafında daha elbiselerini giymemiş yeni silah altına alınanları görmüştü. Yanlarında küçük nişanlılar, çocuklarını ellerinden tutmuş kadınlar, ağlaya ağlaya gidiyorlardı.

-Fikirlerimin mesuliyetini üzerime alıyorum.- Suat bu cümleyi işitseydi, -Hangi fikirler, Mümtazcığım?..- diye gülmekten katılırdı. Fakat Suat başka türlü adamdı. -Beni hiç sevmedi; hiç ciddiye almadı. Fakat ben onu seviyorum.-

Hakikaten Suat'ı seviyor muydu? Hakikaten kimseyi sevmiş miydi? Bak, Nuran ondan ayrılmıştı; içinde ona ait tek bir düşünce yoktu. İhsan hastaydı. O tembel tembel sokaklarda dolaşıyordu. -Beni Macide zorladı. Akşam olmadan eve gelme! Dolaş, hava al, sen de hasta olacaksın! Bakamam sonra! demişti.- Bu son cümleyi Suat'a hitap ederek söylemişti. Adeta bir ölüye kendisini mazur göstermeğe uğraşıyordu.

Eliyle alnını sildi. -Neden onunla bu kadar meşgulüm sanki?..- Zihninden onu uzaklaştırmağa çalıştı. Bu işlerin henüz olmadığı, küçük, mesut sıkıntılarının devrini düşünmek istiyordu.

-Daha iyisi hiçbir şey düşünmemek!- Acele acele Kazancılar içinden geçti. Dişçi mektebinin önünden, sabahleyin yem verdiği güvercinleri ürküterek yürüdü. Sonra tekrar karşıya döndü. Büyük kestanenin altındaki kahveden, kimseye tutulmamak için adeta koşa koşa geçti. Camiin avlusuna girdi. Yan gözüyle saate bakmıştı. Altıya on vardı. -Gelmişlerdir!-

Şadırvanda iki ihtiyar abdest alıyordu. -Ne namazı kılacaklar acaba?- Siyah çarşaflı, pejmürde kıyafetli ihtiyar bir kadın, çömelmiş, avucuna doldurduğu suyu yüzüne götürerek beceriksizce serinleniyordu. Elleri, sanki ateşte kavrulmuş gibi, küçücüktü. Birkaç güvercin, avlunun mermerleri üzerinde, çok mücerret bir bahçede gezinir gibi salınıyorlardı. -Eski minyatürlerin dilberleri gibi... Sonra kendine kızdı ve tekrar Suat'ın ağzıyle bu benzetmeği bozdu: -Değil! Olsa olsa çok tecritçi bir kafada düşüncelerin dolaşması gibi...- Fakat bu da değildi. -Düşünmeden evvelki düşünce benzerleri gibi.- Şimdi olmuştu. Birkaç güvercin, revakın çatısında, dantelalı bir uçuşla bir şeyler çizdiler.

Öbür kapının önünde tekrar ihtiyarların abdest alışına ve bütün avluya baktı. Bu, Yahya Kemal'ın dediği gibi, cami kurulduğu günden beri görülen bir ruh çerçevesiydi. İşte bunun devam etmesi lazımdı. -Acaba eskiden çarşaflı kadın buraya gelir miydi?- Fakat değişiklik sade bu değildi. Demin, geçerken yarı ucu kaldırılmış perdenin altından, içeride tek başına, sanki camiin loşluğunu arttırmamak için yanan bir elektrik ışığı görmüştü. -Fakat cami ve abdest alan ihtiyarlar...-

-Milli olan herşey güzel ve iyidir. Ve sonuna kadar devam etmesi lazımdır.- Sonra hammalın düşüncesiyle yeniden konuştu:

-Senin başın üzerinde pazarlık ettiğimi sanma! Senin de inandığın şeyler namına konuşuyorum.-

Fakat bu sefer hammal tek başına değildi; şimdi Ereğli'de askerlik yapan Mehmet de, Boyacıköy'deki kahveci çırağı da işe giriyordu.

Kapının önünde, başka bir ihtiyar kadın, keskin bir Rumeli şivesiyle, fakat çok yavaş sesle dileniyordu. Onun da küçük, çocuk elleri kadar küçük elleri vardı. -Pörsümüş yüzünde gözleri, dağ kenarlarındaki pınarlara benziyor.- Mümtaz kadına para verirken bu gözlerin içine bakmak istedi. Fakat hiçbir şey göremedi; o kadar sert ve acıyle örtülmüşlerdi ki. Sonra tesbihçinin önünde durdu; çocukluğunun Binbir Gece'yi hatırlatan ramazan sergilerinin bu son ve ufalmış hatırası, içinden geldiği alemi birkaç tesbihle iki üç misvaka indirmiş, küçük bir dolapta satıyordu. Nuran'la geçen ağustosta bu adamdan iki tesbih almışlar ve onunla konuşmuşlardı. Bu sefer de iki tesbih aldı; fakat tesbihleri Suat'ın birdenbire uzanan ellerinden adeta güçlükle kurtardı. -Uyanık iken rüya görüyorum...-

İİ


Kahve; bu yaz akşamının koyu ışığı içinde, sıcaktan, uğultudan bunalıyordu. Vapur bekliyenler, biraz sonra evlerine dağılacak semt insanları, plaj dönüşünde arkadaşlarıyle bir çift laf etmeğe gelenler, her cinsten, her seviyeden bir kalabalık, akasyaların arasından sızan akşam güneşine Niobe'nin kırk çocuğu gibi göğüslerini germişler, vaziyet üzerinde konuşuyorlardı: -Hakikaten bu güneşte kahramanca bir tahammülleri var! Adeta Homerique.-

Mümtaz yürüdükçe Hitler'in, Mussolini'nin, Stalin'in, Chamberlaine'in adlarını adeta havadan kapıyordu. Bir masa önünden geçerken tanıdığı birinin yüksek sesle söylediklerini duydu: -Azizim, bugünkü Fransa harp edemez, yozlaşmış millet... Andre Gide gibi insanlar...-

-Zavallı Gide -ve zavallı Fransa! Eğer Fransa harp edemezse, elbette bu Gide'in yüzünden değildir. Başka sebepleri olsa gerek!- Fakat asıl garibi, bu adamın bugün için Gide'siz bir Fransa tasavvur edebilmesiydi. Birdenbire bu kahvede bu akşamüstü her masada söylenen sözler, savrulan kehanetleri toplıyacak bir kitabı düşündü. Ne güzel bir şahadetti. -Ve sadece bu harbin başındaki eğer olacaksa, ruh haletini onlarla anlatmak!- Hadiseler olup bittikten sonra, bunun kadar alaka çekici, insan düşüncesinin garabetini gösterecek bir şahadet olamazdı. -Ama sıcağı sıcağına... Mesela bu gece yazılmalı!- Çünkü işler olup bittikten sonra, aynı insanlar bütün samimilikleriyle bu akşam düşündüklerini yazmak isteseler, araya hadiseler girdiği için aynı ruh halini ve düşünceyi bulamıyacaklardı. -Çünkü hadiselerle beraber biz de değişiriz; ve biz değişince mazimizi de yeni baştan kurarız.- İnsan kafası böyleydi. Zaman, onda daima yeniden teşekkül ederdi. Hal, bu bıçak sırtı, hem mazinin yükünü taşır, hem de onu çizgi çizgi değiştirirdi.

Bir başka masadan, başka bir sesin kehaneti geldi: -Azizim, İngiltere, zannettiğin kadar zayıf değildir.- -Görürsünüz, asıl kazanan Mussolini olacak!- -Herif yirmi dört saatte Paris'tedir!-

Kendisini, Cabi İsmet Bey'in Üçüncü Selim devri için yazdığı kitabı okuduğu zamanlarda sandı: -Bonapart nam general haber gönderdi kim, benim padişahım, yedi derya dolusu asker ile imdadına gelirim... Tabii, böyle değil ama, buna benzer şeyler.-

-O zaman da bu şekilde bir Avrupa buhranının içindeydik. Fakat ne Avrupa'yı, ne kendimizi tanıyorduk.- Bu memleketin ne kadar kanı akmıştı. -Fransa'yı tutacağı yerde İngiltere'den ayrılmasaydı.- Fakat, tarih olup bitmiş şeydi. İhsan'la bunları ne kadar konuşmuşlardı. Ama şimdi İhsan hasta idi.

Arkadaşları kahvenin gerisinde, bahçe duvarına sırtlarını dayamışlar, oturuyorlardı. Öteden beri Mümtaz'ı tanıyan bir garson: -Orada sizi bekliyorlar...- dedi. Harp olursa bu da askere gidecekti.

Arkadaşlarının yüzleri asıktı. Selim, elindeki bir zarfla oynuyordu. Onu görünce seslendiler:

-İhsan nasıl?

-Üçten beri görmedim. Ama, pek tehlikeli görünmüyor. Yalnız, geceden korkuyorum. Tek günler daima mühim imiş.

Bir sandalyeye oturdu. Elleri titriyordu. Göstermemek için cebine soktu.

-Yüzün çok solgun, neyin var?

-Hiç... dedi, sıkıntılar. Ve cebindeki eliyle Suat'tan kurtardığı tesbihi yokladı. -Ne kadar çocuğum! Zorla kendimi çıldırtıyorum!-

-Bana bir şey ısmarlayın!

-Ne istersin?

Deminki garson masayı elindeki bezle silerek saydı:

-Kahve, çay, ayran, limonata, gazoz...

Mümtaz, talebelik senelerinin arasından onun yüzüne, yeni terleyen bıyıklarına baktı. Bir gün emanet ettiği çantasını kaybettiği için onu azarlamış, sonra dost olmuşlardı.

-Bir çay! Sonra arkadaşlama döndü: -Sizin neyiniz var, böyle?

-Neyimiz olsun! Vaziyeti konuşuyoruz. Harp olacak mı, olmıyacak mı?

Mümtaz, Orhan'ın atletik omuzlarına baktı:

-Galiba olacak... dedi. Bu hükmü verebilmesine kendi de şaşıyordu. Bugün olmazsa yarın olacak. Başka çaresi yoktur. İşler bir kere bu raddeye geldikten sonra...

-Peki, biz, biz ne olacağız?

Selim elindeki zarfı uzattı:

-Beni şubeden çağırdılar. Yarın gideceğim.

Genç adam, içinden düşündü: -Belki bana da, Emirgan'a göndermişlerdir. İhsan biraz düzelsin de şubeye uğrarım!-

-Sualime cevap vermedin...

Mümtaz, Orhan'a baktı. Dört sandalyeye birden gerilmiş, esmer yüzü, camiin bahçesinden sarkan ağaçlarda, her zamanki sükunetiyle, yüzüne bakmadan, onun cevabını bekliyordu.

-Taahhütlerimiz var: Fransa ve İngiltere, harbe girerse gireceğiz.

İçlerinde en kederlisi Nuri'ydi:

-Bu hafta evlenecektim.

Mümtaz'ın gözleri önünde, sabahleyin gördüğü gelinlik elbise bir daha sahip değiştirdi. Fakat hayır, Nuri zengindi; karısı bu kadar fakir eşyası giymezdi. Daha güzel, daha süslü, yepyeni gelinlik elbiseler giyecek, mücevherler takacaktı. Belki de Bedesten'de gördüğü mücevher. Fakat Nuri askere giderse hammalın karısından yine ayrılmayacaktı. Daha muntazam, daha rahat bir hayatın içinde onun için ağlayacak, tenha gecelerde uzviyetinin her kımıldanışında onu çağıracak, yanında bulamayınca bütün insanlığa düşman olacaktı.

Küçük Leyla'yı fakülteden beri tanırdı. İlk gördüğü gün ona -Cep kadını...- adını vermişti. Bir gün ceketinin söküğünü dikmişti; küçücük başı göğsüne doğru eğilmiş, kıvırcık saçlarla elbisenin çizgisi arasından ensesinin yumuşaklığını çok yakın bir şey gibi seyretmişti. Leyla, hakikaten lezzetli insanlardandı. Şimdi başını yine böyle eğecek ve ağlıyacaktı.

-Gitmeden evlenirsin... Yahut izin alırsın. Zaten bizim ne yapacağımız pek belli değil! Sonra birdenbire, bu sıkıntılardan kurtulmak ister gibi hulyaya kaçtı: -Belki de hiç harp olmaz; bir uzlaşma çaresi bulunur.

Fahir:

-Demin, başka çaresi yoktur, diyordun!



-Ama, yine herşey bir pamuk ipliğine bağlanabilir. Asıl fenası nedir, bilir misiniz? Birdenbire durdu, çok sevdiği bir şairin bir mısraını hatırlamıştı: Pire... Pire destin... diye tekrarladı.

-Evet, asıl fenası, diyordu?

-Şu, emniyetsizlik. Hayat bir türlü yoluna giremiyor. Ve giremiyecek de. Biz harpten evvelki zamanı tanımadık. Çocuktuk. Fakat insan kitapta okuyunca şaşırıyor. O ne emniyet ve istikrardı. Para, iş, düşünme şekli, cemiyet içindeki mücadeleler, hepsi, evvelden döşenmiş yollarda yürür gibiydi. Halbuki şimdi, herşey alt üst. Hudutlar bile bir gün, bir saat içinde değişiyor. Hadiseler ve asabımız bir anda sıfırdan yüze yükselebiliyor. Evet, belki bir çare bulurlar. Fakat işleri halletmez. Çünkü emniyetsizlik, korku, politika adamlarını şaşırttı. Verilmiş bir yığın söz, iflas eden ümitler sinirleri bozdu.

Orhan aynı dalgınlıkla:

-Evet, bu harp çıkarsa, artık geçen harp gibi kazaen çıkmayacak!

-Geçen harp de kazaen çıkmadı. Hatta Poincare istediği için çıktı, diyenler bile var! Fakat ne olsa, yine bütün dünyayı gafil avlamıştı. Herkes birbirinden korkuyor, herkes birbirine karşı az çok silahlanıyordu. Fakat halk, böyle bir şeye imkan vermiyordu.. -Olamaz... diyorlardı. Bu medeniyet asrında bu kadar toptan ölüme karar verilemez.- Fakat şimdi... dünya bir iç harbinde. Fikirler birbiriyle kavga ediyor. Fikirler sokağa düştü.

-Ama, o küçük bir zümre, değil mi?

-Değil! Çünkü bu her an devam eden buhranlar, öbürlerini, daha sakinlerini, sadece hayatlarını yaşamak isteyenleri de bıktırdı. Onun için harp muhakkak gibi.

Orhan, deminden beri, yeni açtığı kimya laboratuvarının kapısına el kadar bir kilit asmakla meşguldü. Onu bitirdikten sonra:

-Bir küçük liman için değer mi?

-Elbette değmez... Fakat bir liman meselesi değil ki... Arkasından ne geleceği belli değil! Sonra, orta yerde, hakikaten bir Nazi meselesi, bir tagallüp, bir tasallut var! Bu herif insanlığa musallat.

-Mümtaz, hakikaten insanlığa inanmıyor musun?

Mümtaz, Orhan'a baktı:

-Başka neye inanılabilir? -Suat'ın mektubunda bahsettiği küçük kıza benzemişti.

-Ben inanmıyorum. Ve onların meseleleri için kan dökmek hoşuma gitmiyor. Avrupa tehlikede imiş. Bana ne! Biz tehlikedeyken o düşündü mü? Balkan harbinde bir kere felaketi önlemeği aklına getirdi mi? Asırlardır bize soğukkanlılıkla ameliyat yaptılar. Kestiler, biçtiler. Birkaç asırlık topraklarımızdan ot gibi söktüler. Sonra pirinç tarlasına havuç eker gibi yerimize başka milletler ekildi. Bunları yapan Avrupa değil miydi? Hitler'i, bugünün meselelerini Avrupa beslemedi mi?

-İyi ama, bize, başkalarına üst üste yapılan bu şeyler artık bir sona ersin, diye düşünülebilir! Ve ermeli de!

-Bunu harp ile mi önleyeceksin?

-Mademki taarruz var, elbette harple... Evvela kapıdaki tehlikeyi savacağım, sonra da tekrarının önüne geçmeğe çalışacağım.

-Fena bir şeyden iyi bir şey doğmaz!

-Bazen o fena şey, tek çare olur. Kangreni ameliyat durdurur. Cilt kanserini bıçakla kazırsın. Hulasa ameliyat fena şeydir ama, bazen tek çare olur. Sonra, yeni bir ahlakın kurulması o kadar güç, ve zaman isteyen bir şey ki. Biz zannediyoruz ki, o güneş doğar gibi birden gelir. Hayır ıstırapların ve tecrübelerin arasından, onların terbiyesiyle gelir. Fikirler aramızda daima mevcut. Kıymet hükümleri tenimize geçmiş; o kadar bizimle beraber, bizimle yaşıyorlar. Fakat hiçbir işe yaramıyorlar. Çünkü kafanın bulunduğunu hayat bir türlü benimsemiyor.

-Harple mi benimseyecek? 1914 ila 1918 arasının yaptıklarını gördük.

-Doğru, tecrübe iflas etti.

Orhan laboratuvarın kilidini asmış, dalgın dalgın düşünüyordu. Böyle anlarında muhakkak bir halk şarkısı söylerdi. Nitekim Mümtaz'a cevap vereceği yerde dudaklarının arasından mırıldandı:

Gide gide iki duvar arası,

Kimi kurşun, kimi bıçak yarası...

Mümtaz bu türküyü tanıyordu. Geçen büyük harpte babasıyla Konya'da iken akşamları uğradıkları istasyonda, nakliyat katarlarında sevkedilen askerler, sabaha doğru araba ile şehre sebze taşıyanlar hep bunu söylerlerdi. Yanık bir bestesi vardı. Ona göre geçen harpte Anadolu'nun bütün dramı bu türküdeydi.

-Ne garip! Halka sızlanmak ve şikayet etmek yakışıyor ve hatta affediliyor, dedi. Geçen harbin türkülerine bakın! Ne muazzam şeylerdir, onlar! Daha eskileri de öyle. Mesela Kırım için çıkan türkü gibi. Fakat münevverde hoş görülmüyor. Demek ki onun sızlanma hakkı yok! Demek ki mesulüz.

Nuri birdenbire tekrar eski bahse geldi:

-Bu sefer de tecrübenin iflas etmiyeceğini ne biliyorsun? Bir küçük şeyin, bir saman parçasının eksikliği veya fazlası yüzünden.

Mümtaz onun düşüncesini tamamladı:

-Harbi müdafaa etmiyorum. Neye böyle düşünüyorsun? Bir kere insanlık galip veya mağlup, diye ikiye ayrılıcak mı... Bu kadarı kafi. Kıymet hükümleri, hatta uğrunda dövüştüklerimizi iflas ettirmek için bu ayrılık yeter. Elbette her buhranın arkasından iyi, çok iyi şeyler geleceğini beklemek hatadır. Fakat ne yapabilirsin? İşte burada beş kişiyiz. Beş arkadaş. Tek başımıza düşündüğümüz zaman kendimizi bir yığın kuvvete sahip bulabiliriz. Fakat herhangi bir hadise karşısında...

Arkadaşları merakla ona bakıyorlardı. O devam etti:

-Sabahtan beri kendi içimde bunu münakaşa ediyorum. Fakat birdenbire tekrar, deminki fikre döndü. Bilakis daha kötü şeyler çok kötü şeyler de çıkabilir.

-Sabahtan beri neyi münakaşa ediyordun?

-Sabahleyin Hekimalipaşa Camii taraflarında idim. Kız çocukları türkü ile oyun oynuyorlardı. Ta fetihten beri belki bu türküler vardı. Ve kız çocukları onları söyliyerek oynuyorlardı. İşte bu türkülerin devam etmesini istiyorum.

-O müdafaa harbi... o başka.

-Bazen bir müdafaa harbi, çehresini değiştirebilir. Tabii harp olursa behemehal gideceğiz, demiyorum. Çünkü hadiselerin ne olacağını kimse bilmez. Bazen en umulmadık yerde bir kapı açılır. Birdenbire, bir de bakarsın hesapta olmayan bir vaziyet hasıl olmuş! O zaman harbe girip girmemek senin ihtiyarında olan bir iş olur.

-İnsan hakikaten düşününce şaşırıyor. Geçen harbin başında insaniyeti idare edenlerle bugünküler arasında fark, akla sığar şey değil!

Mümtaz hayalinde, bir şeyler soracakmış gibi İhsan'ı aradı.

-Tabii çok ayrılık var. O zaman insanlık bir tek fabrikadan çıkmış gibiydi. Ne kadar çok şeye hürmet ediyorduk. Sonra o asırlık diplomasi, onun nezaketleri, itiyatları... Halbuki şimdi. Mahalleye deli taşınmış gibi bir şey. Avrupa kalmadı. Avrupa'nın yarısı, halkı kışkırtmakla. kinler, yeni masallar icadıyle tutunan sergüzeştçiler elinde. Konuştukça deminki sabit fikirlerden, hayallerden kurtulduğunu sanıyordu. -Biliyor musunuz ben ne vakit vaziyetten ümit kestim? Rus-Alman ademitecavüz paktı imzalandığı gün.

-Ama, solcular pek beğeniyor. Bir dinlesen! Hepsi şimdi Hitler'i övüyorlar. Sanki Rayiştag yangını mahkemesi olmamış gibi. Nuri'nin yüzü hiddetten sapsarıydı. -Sanki o kadar cinayet yapılmamış gibi.

-Tabii överler. Fakat iş'ar-ı ahire kadar. Anlıyorsunuz ya, kıymet hükümlerini insan bir kere kaybetmesin! Onun için, harbi sevmemekle beraber harpten korkmuyorum ve bekliyorum.

Kendisinde hiç tanımadığı bir katiyetle konuşuyordu. Karşı kahvelerden birisinde bir radyo veya gramofon, akşam saatine başka bir sarsıntı getirdi. Eyyubi Bekir Ağa'nın Mahur Bestesi akşamın içinde yüzdü. Mümtaz olduğu yerde sarsıldı. Dinlediği bestenin arasından, Nuran'ın dedesinin Mahur Bestesi, aşkın ve ölümün o muzlim şiiri içine doluyordu. Kendi kendine -Yarın gidecek ve benden dargın olarak...- Birdenbire içinde garip, tahammül edilmeyecek kadar büyük bir hiddet kabardı. -Neden böyle oldu; niçin herkes bana böyle yükleniyor? Huzurdan bahsediyordu. Peki benim huzurum nerede kaldı? Ben yok muydum? Bu kadar yalnız ne yapacağım?- Hemen hemen genç kadının kelimeleriyle konuşmuştu. -Huzur, iç rahatı...-

-Bütün mesele burada... Orhan sözünü bitirmedi.

-Devam et!..

-Hayır, söyliyeceğimi unuttum. Yalnız bir noktada haklısın. Fenalığı kabul etmemek lazım. Haksızlığı her kabul ediş, daha büyüğünü doğuruyor.

-Bir nokta daha var. Haksızlığa hücum ederken yeni bir haksızlık yapmamak... Bu harp, olursa eğer, çok kan dökülecek. Fakat çekeceğimiz ıstıraplar beyhude olur, eğer metodu değiştirmezsek... -Huzuru Nuran'da değil, içimde aramalıyım. Bu da ancak feragatle olur.- Kalktı:

-İhsan'ı merak ediyorum, dedi. Beni mazur görün. Sonra bu düşünceleri de bırakın. Kim bilir belki hiç harp olmaz! Belki de biz girmeyiz. Biz, çok kan kaybetmiş milletiz, epeyce ders aldık. Hadiseler imkan verir, belki hiç girmeyiz.

Arkadaşlarından ayrılırken, böyle bir harp olursa geçireceği safhalar üstünde hiç konuşmadıklarına dikkat etti. Buna içinden sevindi.

-Fakat hakikaten olacak mı?- Yanı başında bir ses, -Aldırma, dedi. Güzel konuştun, rahatladın! Bu kadarı yeter!- Bu Suat'ın alay eden sesiydi.

Belki de ondan kaçmak için koşa koşa tramvaya atladı.

İİİ


Hasta hep eskisi gibiydi. Zayıflamış yüzü hummanın ateşiyle kızarmıştı. Dudaklar çatlak ve gergindi; zaman zaman dili ile onları ıslatmağa çalışıyordu. Artık eski İhsan değildi; belki onun bir hatırası olmağa doğru gidiyordu. O kadar ki, onu böyle görmek, mukadder yolun yarısında karşılaşmağa benziyordu. Yalnız kendisinde, başka tanıdıklarında kalmağa bir hazırlıktı bu. -Çehresi biraz daha yorulsun, içten ufalsın, sade bizdekiyle kalacak, bizim içimize geçecek.-

Ellerine baktı. Damarları dışarıya çıkmış, kavrulmuş gibiydiler. Fakat canlıydılar. Başka türlü bir hayat tarafından zaptedilmiş, başka bir iklimde yaşıyormuş gibi canlıydılar. Bu kırk derecenin iklimi idi; fakat sade o değildi; kırk derece bu iklimi tek başına yapmıyordu. Bir yığın küçük mikrop, basil diye anılan, hususi aletlerle gösterilen, ince, sırça tüplerde, kıl borularda hapsedilen, cins cins hayvana aşılanan, böylelikle üretilen, yasaması, çoğalması için hususi vasıtalar aranan, sıcaklıklar, soğukluklar bulunan, etrafındakilerden ayırmak, hakiki, küçük, gözle görünmez hüviyetlerinde yakalamak için bir yığın tecrübeye girişilen, en akla sığmaz şekillerde boyanılan, kırmızı kandan derece derece, kirli yeşile doğru giden mayilerde muhafaza edilen varlıklar, onların şartları vardı; ve bu mahluklarla beraberinde taşıdıkları bu şartlar, bu otuz dokuzla kırk arasındaki sıcaklık derecesini, hayatla ölümün arasında bizim coğrafyamızdan çok ayrı bir iklim, çok hususi bir yükseklik, boğucu, çürütücü bir bataklık, binlerce metre yüksekliklerde duyulan bir hava darlığı, bilinmeyen gazların terkibiyle kaynaşan bir volkan ağzı gibi bir şey yapmıştı.

Hastanın göğsü, fena işleyen bir körük gibi inip çıkıyor, kurtarıcı, devam ettirici nefesi bir türlü yetecek miktarda bulamıyor, ağız yutarcasına bir iştiha ile aldığını, belirsiz bir hareketle, delik bir lastiğin havasını bırakması gibi, hiç farkettirmeden boşanıyor, yutma ne kadar çabuk oluyorsa ve ne kadar göze görünüyorsa, kusma da o kadar belirsiz oluyordu.

Öyle ki artık buna, bu hırıltılı ve en şematik fonksiyonuna inmiş, yetersizliği içinde inip çıkan uzva, insan göğsü demek güçtü. Başı ucundaki yarı örtülü ışıkla bu sefalet, daha göze çarpar şekilde aydınlanıyordu. Bu hasta odası ışığı da garipti; sanki herşeyi kendisine mahsus bir işaretle gösteriyor, burada şu ve şu, ötede şu ve şunlar var diye ısrarla sayıyordu. -Ben çok hususi bir hali, otuz dokuzla kırk arasındaki bir haddi, en son eşiği bekliyorum; onu aydınlatıyorum.- diyen bir ışıktı bu. Fakat bu konuşma, Mümtaz'a göre herşeyde biraz vardı. Yatak, hasta ile beraber kabarmış, onun ıstırabını benimsemişti. Perdeler, gardrobun aynası, odanın sessizliği; gittikçe hızını arttıran saat sesi, herşey bu otuz dokuzla kırkın arasının ne acayip, korkunç, bir dehliz, malumdan meçhule, adetten sıfıra, şuurdan mutlak atalete geçen, nasıl çetin bir yol olduğunu gösteriyordu.

Bu bir saltanattı. Orada yatan, elleriyle otuz altı derecenin tabii ikliminde hiç yapmadığı hareketleri yapan, bulunduğu yükseklikte göğsünü biteviye indirip kaldırıp ciğerlerini serinletecek hava arayan, gerilmiş, yıllardır lülesinden su akmamış kır çeşmelerinin önündeki, o bir parça suya, serinliğe hasret topraklar gibi çatlamış dudaklariyle, aydınlığı kusan gözleriyle, içinden ufalan yüzü ile, -Ben artık eskisi gibi değilim.- diye avaz avaz ilan eden bu hastanın uzviyetinde bu saltanat dokuz günde kurulmuştu. Dokuz gün içinde eskisi olmaktan, herkese benzemekten çıkmış, hayatın kenarına çekilmiş, orada, yalnız dikkat edilirse saşırtıcı olan bir değişme içinde yavaş ve emin bir şekilde onu kurmuştu.

Tanıdığı adamdan bu odada ne vardı? Maddenin ıstırabından başka hemen hemen hiçbir şey. Gözlerinde parlayan ışık bile insana tanınan varlığın ifadesi gibi gelmiyordu. Nerede ise, herhangi bir aksi taşıyan bir madde de bu kadar parlar, diyecekti. Fakat hayır, hastanın gözleri başka türlü parlıyordu. Sanki bulunduğu uçta, onun düşüncelerini okuyormuş gibi bir şeydi bu. -Neden hep böyle kötü düşünürüm, bu kadar korkağım!- diye kendini içten azarladı ve konuşmak için yanına doğru yanaştı. Fakat hasta ellerini ellerine alınca gözlerini kapamıştı; konuşmak istemiyordu. Küçük bir sessizlik oldu. O zamana kadar duymadığı cinsten bir sessizlik.

Buna sessizlik denemezdi. Çünkü masa saati alabildiğine işliyordu. Sanki herşey onun emrine verilmişti.

Gittikçe artan bir süratle başka bir zamanı. İnsanın dışında denebilecek bir zamanla, insan ömrünün zamanı arasında bir zamanı, yolun yarısına gelmiş bir oluşun, biraz sonra tek bir sıçrayışta kendisini tamamlıyacak korkunç bir istihalenin zamanını sayıyordu. Bu mücerret hareketin değilse bile insandan boşalmağa çalışan, ölüme doğru giden bir değişmenin zamanı idi.

Bir sürfenin böcek haline, böceğin kelebek haline girdiği anlarda, bu oluşları benimsemiş, onların nabzı olmuş, onları içinden idare eden zaman yok mu? İşte o cinsten bir zamandı. Ve bu gece burada yatanın da böyle bir mahiyet ve cins değiştiren hayvandan ne farkı vardı?

Hasta gözlerini açtı; dudaklarını elinden geldiği kadar ıslattı; Mümtaz küçük kasıkla suyunu verdi; sonra eğildi, bu kabustan kurtulduğuna memnun:

-Nasılsın ağabey? diye sordu.

İhsan eliyle her manaya gelebilecek bir işaret yaptı. Sonra kendisine ait bir hüküm vermekten çekiniyormuş gibi:


Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin