TEMEL KAVRAMLAR
Eğitim-Öğretim
Eğitim, çeşitli etkileşimlere dayanan çok yönlü ve geniş kapsamlı bir süreçtir. Öğretim ise bunun düzenli ve programlı kısmını teşkil eder. Eğitim, öğretime göre daha geniş ve daha kapsamlıdır. Belli bir öğrenmenin gerçekleştirilmesi istenilen durumlarda olsun veya herhangi bir öğrenme maksadı taşımayan durumlarda olsun her türlü etkileşimde eğitim söz konusudur. Kazanılan olumlu veya olumsuz bütün tecrübeler eğitim olarak anlam ifade eder.
Eğitim ve öğretim kavramlarının ortak yanı “insanda bir davranış gelişmesi ve değişmesi meydana getiren etkileşim” oluşudur. Aralarındaki temel ayırım ise, eğitimin daha geneli ve daha genişi ifade ettiği ve bu anlamda tesadüfi ve olumsuz bazı yönlerininin de bulunabileceğidir. Öğretim ise, plan ve programa bağlı olarak belli amaçlar doğrultusunda yürütülen güdümlü ve kasıtlı etkilemelerdir” (Küçükahmet,1986,1; Varış,1985,18)
Diğer bir ifadeyle “öğretim, eğitim işinin düzenli çalışmalarla planlı ve kontrollü bir biçimde, kurumlaştırılarak gerçekleştirilmesidir.” (Bilgin,1988,10)
Yani eğitimin planlı, programlı, amaçlı bir şekilde okullarda yapılan kısmıdır. Bu yaklaşımdan hareketle, her öğretimin aynı zamanda bir eğitim olmasına karşılık, her eğitimin öğretim olmayacağı kabul edilmektedir.
Eğitim kapsamlı bir biçimde ele alındığında nitelik bakımından formal (kontrollü-düzenli) ve informal (kontrolsüz-düzensiz) olarak ikiye ayrılmaktadır;
Kontrollü Eğitim (Formal Eğitim) : Belli amaçlar doğrultusunda planlanıp programlanarak yürütülen eğitim faaliyetleridir. Kontrollü eğitim, başlangıcından itibaren özel bir çevre içinde kontrollü olarak yürütülür. Bu sürecin belli aşamalarında ve sonunda değerlendirme işlemi yer alır.
Okulöncesi eğitimden yüksek öğretime kadar devam eden sistematik eğitim yanında, okul dışında çeşitli hizmet alanlarında kişileri bir mesleğe hazırlamak veya mesleklerinde gelişmelerini sağlamak, yeniliklerden haberdar etmek için yapılan hizmet içi eğitim, halk eğitimi, çıraklık eğitimi, yurtdışı eğitimi, lisansüstü eğitim birer kontrollü eğitimdir. Okul dışı formal eğitim sürecinin okullardakinden farkı, kısa süreli olması, öğrencinin yaşlara göre gruplandırılmaması, sürekli olmaması ve belli konularda sınırlandırılmasıdır. Okul dışı formal eğitim, okul eğitimini tamamlamak ve insanları hayat boyu eğitmek gibi işlevleri yerine getirir.
Kontrollü eğitim kendi içinde ayrıca örgün eğitim ve yaygın eğitim olmak üzere ikiye ayrılır.
A. Örgün eğitim: Çocuğun yetiştirilmesini esas alan düzenli, sürekli ve yaş gruplarına göre kademeli olarak okul çatısı altında yürütülen örgütlenmiş eğitim organizasyonlarıdır. (Ilköğretim, ortaöğretim, yükseköğretim) Bu sistem içerisinde genel, teknik ve mesleki eğitim programları uygulanır.
B. Yaygın eğitim: Her yaştan ve her eğitim düzeyindeki insanlara hitap eden, bireylerin eğitim ihtiyaçlarına göre, ihtiyaç duyulan zamanlarda ve ihtiyaç duyulan konularda planlanıp yürütülen eğitim faaliyetleridir. (Çeşitli halk eğitim faaliyetleri, hizmetiçi eğitim, kurslar, seminerler vb.)
Kontrolsüz Eğitim (İnformal Eğitim) : İnsanın doğumdan ölüme kadar hayatı boyunca yaşam içinde kendiliğinden oluşan bir süreçtir ve insanın etkilendiği bütün hadiseler, sosyal ve kültürel değerler, dar ve geniş çevre, gelenekler, iş hayatı, seyahatler ve çeşitli iletişim kanalları ile edinilen tecrübelerin bütünü kontrolsüz eğitimi ifade eder. Bu anlamda eğitim bir bakıma hayatın kendisidir.
İnsan, ailede, sokakta, işyerinde, çeşitli kitle iletişim araçları karşısında hatta okulda kontrollü eğitim dışında karşılaştığı çeşitli durumlar ve ilişkiler esnasında farkında olmadan yardımlaşma, dayanışma, işbirliği, kurallara uyma, paylaşma, içinde bulunduğu gurubun değerlerini benimseme gibi pek çok şey öğrenir ve sosyalleşirler.
İnformal eğitim sürecinde insanlar sigara içmek, kopya çekmek, yalan söylemek, hile yapmak vb. istenmeyen zararlı alışkanlıklar da edinirler. İnformal eğitim sürecinin iki önemli öğrenme yolu gözlem ve taklittir. Özellikle ilkel toplumlarda eğitim büyük ölçüde informal yollarla gerçekleşir. Toplumlar yükselip bireylerde seçme hakkı ve sorumluluk bilinci geliştikçe informal eğitimin etkisi azalacaktır.
Öğrenme
Öğrenme, bireyin olgunlaşma düzeyine göre yaşantıları aracılığı ile eski davranışlarını değiştirme veya yeni davranışlar kazanma sürecidir. Burada yaşantı; kişinin duyu organları vasıtasıyla dış dünyadan aldığı izlenimler ve çevre ile etkileşim sonucu kazanılan tecrübeleri ifade etmektedir.
Öğrenme mutlak surette etkiye dayanır ve duyular yoluyla alınan dış etkilerin insanın zihninde, anlayışında ve davranışlarında meydana getirdikleri değişiklikler olarak ortaya çıkar. Kısaca öğrenme her türlü etkiye karşı bir tepki işidir. Görmek, duymak ve hissetmek suretiyle algılanan her şey öğrenilmiş demek değildir. Öğrenmenin meydana gelebilmesi için algılar sonucu oluşan tepkilerin kalıcı olması diğer bir ifadeyle iz bırakması gerekir. Bu sebeple öğrenme kısaca izli davranış değişikliği olarak tanımlanmaktadır. (Selçuk,1992)
Ancak kalıcılık, etkinin veya algının gücüne, tekrarına ve devamlılığına bağlı olarak zayıf, güçlü, kısa süreli, uzun süreli olabilmektedir. Kalıcılığın gücü ve süresi öğrenmenin niteliğini göterir. Bir defa işitilip geçilen bir bilginin öğrenilme derecesi ile tekrar tekrar işitilip üzerinde düşünülen bir bilginin öğrenilme derecesi aynı değildir. Eğitimde sıklıkla kullanılan "anlama", "kavrama", "belleme", "ezberleme" kavramları dağişik boyutlarda gerçekleşen öğrenme durumlarını anlatmaktadırlar.
Eğitimbilimciler öğrenmenin, etki ve tepkinin gücüne ve tekrarına bağlı olarak farklı düzeylerde gerçekleştiğine dikkat çekerek buna dair basamakları öğrenme alanlarına göre ayrı ayrı belirlemişlerdir. Buna göre öğrenme alanları;
a- Bilişsel alan (bilgi alanı)
b- Duyuşsal alan (duygu alanı)
c- Psikomotor veya devinsel alan (beceri alanı) diye üç kısma ayrılmaktadır. (Bloom, Atk. Tekin,1987)
Din Eğitimi - Din Eğitimi Bilimi
Varlık aleminde kendi yerini arayan insan, çeşitli sorularla varlığını anlamlı kılmak istemiştir: Ben kimim? Nereden geliyorum? Görev ve sorumluluğum nedir? Sonum ne olacak? Ölüm ve ötesi ...? vb. soruların cevabını dinde bulması, her devirde kutsala olan tecessüs, ilgi ve ihtiyacın canlı kalmasının nedenlerinden birisi olmuştur.
Tarih boyunca insanlar dine ve onun öğretilerine ihtiyaç duymuşlar ve bu öğretiler günümüze kadar öğretilmiş, dini bilimler geliştirilmiştir. Fakat yakın zamana kadar din eğitimi ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkmamıştır. Kuşkusuz dinin öğretimini yapmak ayrı şey, bunun kime, niçin, nasıl, hangi düzeyde öğretileceğini araştırmak ve bu konularda teoriler geliştirmek, onları denemek ve uygulamak ayrı şeydir.
O halde öncelikle Din Eğitiminden sonra da Din Eğitimi Biliminden ne anlaşıldığını görelim:
A. Din Eğitimi; “Bireyin dini davranışlarında kendi yaşantıları yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir.” (Tosun, 2001, 30)
“İnsanın dini istidat ve kabiliyetlerini işleyip geliştirmek üzere, başta Allah’ı ve ilahi kelamı öğrenip kabul ederek, ilahi kelam içinde mevcut bilgiler ve talepler doğrultusunda yaşayışını düzenleyebilmesine rehberlik etmektir” (K.Yavuz, 1988, 52)
Din Eğitimi Bilimi, eğitim gerçekliğinin dini boyutunu bilimsel olarak araştırma konusu yapan bir bilim dalıdır. Başka bir ifade ile, din eğitimi sürecini incelemeye, betimlemeye, açıklamaya ve kontrol altına almaya çalışan bilimsel bir disiplindir.
B. Din Eğitimi Bilimi; “Bireyin dini davranışlarında kendi yaşantıları vasıtasıyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecini geçmişi, bugünü ve geleceği ile, bilimsel metotları kullanarak, betimlemeye, açıklamaya ve kontrol altına almaya çalışan bilimsel disiplindir”(Tosun, 2001, 34)
“Dinle ilişkili olarak, kime, neyi, nasıl, niçin öğretelim? sorularına cevaplar arayan, bu konuda hedefler, ilkeler, metodlar ve teoriler geliştirmeye çalışan bilimsel bir disiplindir.” (Cebeci, 1996, 27)
Din Eğitimi Biliminin Konusu, Amacı ve Görevleri
Din eğitimi biliminin konusu; bilimsel araştırma yapacağı din eğitimi gerçekliğidir. Din eğitimi bilimi dinin öğretilebilirliği ve niçin, nasıl, nerede, hangi araç ve gereçlerle öğretilebileceğini araştırır. (Tosun 2001, 70)
Din eğitimi biliminin alanı insan-Tanrı ilişkisinin ve bununla ilgili kuralların ilkelerin, öğütlerin öğretime müsait kılınmasını kapsamakta ve bu anlamda insan varlığının bütünü ile ilgilenmektedir. Bunu yaparken tarih, günümüz ve gelecek boyutlarını birlikte değerlendirir. (Bilgin, 1998, 42-43)
Din eğitimi biliminin amacı; araştırma konusu olan din eğitimi gerçekliğini bütün boyutlarıyla bilimsel metod ve teknikler kullanarak betimlemeye, açıklamaya ve kontrol altına almaya çalışmaktır.
Din eğitimi biliminin görevleri ise şunlardır:
- Kendi teorisini geliştirmek. Yani, konusunu, amacını, araştırma metotlarını ve bilimler arasındaki konumunu kısaca kendi neliğini ortaya koymak
- Kullanacağı terminolojiyi, kendi kavramlarını oluşturmak
- Yaygın ve örgün din eğitiminin bir ihtiyaç olarak temellendirmesini yapmak
- Din eğitiminin ne zaman başladığını, nasıl geliştiğini, bu gelişmeyi etkileyen sebepleri araştırmak
- Her kademede gelişim basamaklarına uygun din eğitimi hedefleri ve ilkeleri bellirlemek, bunlara uygun programlar geliştirmek
- Yaygın din eğitimi alanında anne-babalara, din görevlilerine rehberlik edecek esaslar belirlemek ve yetişkin din eğitimi imkanlarını araştırmak
- Din eğitiminde program geliştirmeden başlayarak bütün süreçleri (metot, teknik, ilke, araç gereç vb) düzenlemeye çalışmak
- Din eğitiminin gerçekleştiği pedagojik ortamların (aile, okul, ibadethane vb.) özelliklerini keşfetmek.
- Din eğitiminde görevli elemanlar için tamamlayıcı, destekleyici hizmetiçi eğitim programları geliştirmek
- Bu alanlardan her birinde ulaşılması gereken amaçları belirlemek ve bu amaçların geçerliliğini ortaya koymak
- Din eğitimi faaliyetlerini değerlendirmek ve her alandaki eğitim etkinliklerinin verimli yürütülmesine yardımcı olacak metodlar geliştirmek
- Toplumdaki sosyal, kültürel ve teknolojik gelişmeleri dikkate alarak din eğitimi alanında ileriye dönük teoriler geliştirmek
Din Eğitimi Biliminin Diğer Bilimlerle İlişkisi
Din eğitimi bilimi; bağımsız, disiplinlerarası bir bilimdir. O bir yandan ilahiyat bilimleriyle, bir yandan eğitim bilimleriyle ve bir yandan da din bilimleriyle ilişki içerisindedir. Din eğitimi bilimi bunların yanısıra insan bilimleri veya sosyal bilimler olarak nitelendirilen bazı bilim dallarıyla da yakın ilişkidedir.
Din eğitimi konusunda, üzerinde çalışılması gereken hayatın bütününü ilgilendiren çok yönlü problemler vardır. Dinin özelliğinden ve insanın din ile ilişkisinden kaynaklanan bu problemler, insanı ilgilendiren bütün konularla az veya çok bağlantılıdır. Din eğitimi bilimi isabetli sonuçlara ulaşacak sağlıklı çalışmalar yapabilmek için ilgili bütün konularda bilimsel verilere dayanan güvenilir bilgilere ihtiyaç duyar. Bu durum, sorunların bilimsel yaklaşımlarla çözümü için çeşitli disiplinlerden yararlanmayı gerektirmektedir.
Şüphesiz din eğitimi bilimi de kendisi ile ilgisi bulunan, konuları ile bağlantılı olan ve çalışmalarına ışık tutacak bütün disiplinlerle ilişki kurmak, onların yardımlarına başvurmak, onlarla dayanışma içinde olmak durumundadır.
Din eğitimi biliminin yakın ilişki içinde olduğu bilimler:
Ilâhiyat Bilimleri
Bunlar; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf, İslam Tarihi vb. disiplinlerdir. Bunların herbiri kendi içinde sistemleşerek, birbirleriyle yardımlaşarak hayatın dinamik yapısı içinde, insanların din ile ilişkilerini sürekli canlı tutacak çalışmalar yapmaktadırlar. Din eğitimi bilimi için bu çalışmaların sonuçları çok değerlidir.
Eğitim Bilimleri
Bunlar; Eğitim felsefesi, eğitim sosyolojisi, eğitim psikolojisi, eğitim tarihi, program geliştirme, eğitim yönetimi, genel öğretim metotları, özel öğretim metotları, eğitimde psikolojik danışma ve rehberlik gibi disiplinlerdir.
Din eğitimi biliminin konusu din olmakla beraber yaptığı iş sonuç itibariyle bir eğitim görevidir. Bu da eğitimin genel kuralları, prensipleri ve yöntemleri ile yapılacaktır.
Din Bilimleri
Bunlar; Din felsefesi, dinler tarihi, din fenomenolojisi, din sosyolojisi, din psikolojisi gibi disiplinlerdir.
Din bilimlerinden herbiri konu ve muhteva bakımından dineğitimi bilimine önemli katkılar sağlamaktadır.
Diğer Bilimler
İnsan bilimleri veya sosyal bilimler olarak nitelendirilebilecek bu disiplinler ise; antropoloji, sosyoloji, psikoloji, felsefe, iletişim vb.dir.
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE DİN EĞİTİMİ
1. Evler:
İslam’da evler umuma açık öğretim için uygun mekanlar olarak kabul edilmemiştir. Bunda eğitim öğretimin tabiatından kaynaklanan hareket ve canlılık vasfıyla, evlerin sükunet ve mahremiyet vasfının uyuşmamasıdır. Bu durumda hem ev sahibi hem de ders halakalarına dahil olan kişilerin huzursuz olması söz konusudur.
Ancak İslam’ın ilk dönemlerinde ve mescitlerin yapılışından önce, evlerde eğitim öğretim işlerinin icrasına mecbur kalınmıştır. Rasulullah Mekke’de dinini öğrenmek isteyen sahabeye kendi evini de açmış ve bu durum Medine’de de devam etmişti. Ancak sırf Rasulullah’la mülaki olmak üzere vakitli-vakitsiz gelenlerin çoğalması Hz.Peygamber’i rahatsız etmiş ve bu durum Ahzab Suresi’nin 53. ayetinin inmesiyle bir ölçüye ve izne bağlanmıştır.
Mekke döneminde Hz. Peygamber ve arkadaşları, Erkam b. Ebi’l Erkam’ın evinde toplanıyorlar, namaz kılıyorlar, Kur’an öğreniyorlar ve İslam’ı ilk defa kabul edenlere İslam’ı anlatıyorlardı.
Esad b. Zürare, Mahreme b. Nevfel, Külsüm b. Hidm, Sa’d b. Hayseme gibi zevatın evlerinin de ilk dönemlerde öğretim için kullanıldığından bahsedilmektedir.
Medreselerin yayılmasından önceki dönemlerde evlerin, ilmin yayılmasında önemli rolleri olmuştur. Bilhassa dönemin önde gelen alimlerinden birçoğunun evi, ilim yuvası olarak hizmet vermiştir. Mesela, İbn Sina, evinde toplanan öğrencilere Şifa ve Kanun adlı eserlerini okutmuş, Gazâlî de Nizamiye medresesindeki görevinden ayrıldıktan sonra talebelerini evinde kabul ederek onlara ders vermiştir. Birçok vezir ve devlet erkanının evi de ilmi bahislere açılmıştır.
İlk zamanlardaki kadar olmasa da bazı özel durumlarda evlerde ilim tedris etme geleneği günümüze kadar süregelmiştir.
2. Küttab:
Bu tip mektepler çok az yayılmış olmakla beraber, İslam’ın zuhurundan önce de mevcut idi. Genellikle okuma-yazma öğretimine tahsis edilen bu yerlerin benzerleri, Kur’an ve İslam dini esaslarını öğretmek üzere, İslam aleminde diğer öğretim müesseselerine nispetle çok erken devirlerde kurulmaya başlamıştır. Küttab ismi- öğrenilen konu ne olursa olsun; ister Kur’an, isterse okuma yazma- çocukların öğrenim yaptıkları yere denmekteydi.
Hz. Peygamber zamanında küttab denilen öğretim kurumlarının varlığına dair rivayetlere de rastlamaktayız. Buralarda hür çocukların yanısıra köleler de eğitim görüyorlardı. Buralarda daha ziyade okuma-yazma, Kur’an ve dini bilgiler öğretilmekteydi.
Küttablar büyük ve tantanalı yapılar değildi. Gayet basit, sade ve mütevazı yerlerdi. Tezyinat yoktu, yerlerde hasır serili idi. Genişliği öğrenci sayısına göre değişirdi. Bazen bir dükkan veya ev odası bile küttab olarak kullanılırdı.
Küttaba başlayabilmek için verileni anlayabilecek durumda olmak yeterli idi. Erinlik çağına gelen öğrenci küttaptan ayrılırdı. Küttablarda eğitim öğretim faaliyeti genellikle ücretli bir muallim tarafından yürütülürdü. Genellikle tek muallimin görev yaptığı bu yerlerde ihtiyaca ve öğrenci sayısına göre birden fazla öğretmenin görev yaptığı da olurdu.
Osmanlı döneminde hemen her mahallede bulunan bu tip mekteplere “mahalle mektebi” ve “taş mektep” denilirdi.
3. Mescitler:
Kur’an-ı Kerim’in beyanına göre tevhid inancını hayata geçirmek için yeryüzünde ilk inşa edilen yapı Kâbe’dir.1 Mescid-i Haram yeryüzündeki mescitlerin kutsiyet bakımından en önde gelenidir. Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa ise özel anlamlar taşıyan diğer önemli mescitlerdir. Bunların dışındaki mescidiler ise içlerinde yapılan faaliyetlere göre anlam kazanırlar.
İslam tarihinde mescitler esas itibariyle Allah’a ibadet edilen mekânlardır. Bununla birlikte İslam’ın daha ilk dönemlerinde ilim müessesesi, kaza dairesi, ordu karargâhı ve elçilerin kabul edildiği yer olarak da görev yapmışlardır.
İslam âleminde hızla gelişen eğitim öğretim faaliyetleri ve okuma yazma seferberliğinde mescitlerin büyük rolü olmuştur.
Mescid-i Nebevi’nin bir bölümü ibadet mahalli olarak, bir bölümü Hz.Peygamber’in ikametine, Mescid’in arka bölümdeki bir yer ise eğitim öğretim işlerinin yürütülmesine tahsis edilmişti. Bu bölüm İslam eğitim tarihinde “Suffe” olarak bilinen ve organize eğitim-öğretimin verildiği ilk kurum olarak kabul edilen yerdir. Burada genellikle ileri seviyede ilim meclisleri teşekkül ettiği bunun yanında isteyenlere Kur’an ve yazı da öğretildiği anlaşılmaktadır.
Burada öğrenim görenlerin çoğu Medine’de kimsesi ve barınacak bir yeri bulunmayan kişilerdi. Bu nedenle geceleri de Suffe’de kalırlar ve genellikle gece öğretim görürlerdi. Gündüzleri Mescid’e su taşırlar, odun toplayıp satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlardı. Hz. Peygamber bunlara özel bir ilgi gösterir, gittiği davetlere onları da götürürdü. Kadınların da Mescid-i Nebevi’ye zaman zaman hem ders için hem de ibadet için geldiklerine dair rivayetler mevcuttur.
Mescid-i Nebevi’de başlayan eğitim-öğretim faaliyeti, daha sonraki asırlarda da bir gelenek olarak devam etmiş, özellikle yetişkinlerin tahsili için mescitler önemli birer merkez olmuştur İslam’da öğretim ile meşgul olan ilk muallimler, Kur’an okuyup yazabilen ve Kurra adı verilen kimselerdi. Halife Hz.Ömer, Hicret’in 17. Yılı (m. 638) gibi erken devirlerde idaresi altına aldığı bütün bölge ve ülkelere bu neviden muallimler göndermiş ve camilerde tertiplenen toplantılara katılmaları için halka emir vermiştir. Bu usûl bilindiği gibi daha önce Hz. Peygamber tarafından da uygulanmaktaydı.
Daha sonraki dönemlerde mescitlerdeki ilim halkalarında ağırlıklı olarak dini ilimler öğretilmekle birlikte, dil, şiir, edebiyat, tıp, astronomi gibi zamanın önemli diğer ilim dalları ile ilgili dersler de verilirdi.
Hasen el-Basrî, İmam Malik, İmam Azam, İmam Şafiî, Hatîb el-Bağdâdî gibi pek çok önemli sima derslerini camide oluşturulan halakalarda vermişlerdir. İbn Haldun’un Kahire el-Ezher Camii’nde iki yıl ders verdiği de bilinmektedir.
İlim, tebliğ ve irşad faaliyetleri zamanla değişen ve gelişen şartlara göre şekillenerek merkezi cami olan külliyelerin doğmasına yol açmıştır. Caminin merkez olduğu bu külliyelerde, medrese kütüphane, Darul-Kur’an, Daru’l-Hadis, Daru’ş-Şifa, meşruta, hazire, türbe, hamam, dükkan, çarşı, şadırvan vb. üniteler yer almıştır.
Mescitlerdeki eğitim öğretim faaliyetleri aynı düzeyde olmasa da günümüzde de minber mihrab ve kürsü hizmetleri yanında okulların tatil dönemlerinde çocuklara Kur’an ve namaz sureleri yanında basit ilmihal bilgilerinin de verildiği yerler olma özelliğini kısmen devam ettirmektedir.
4. Saraylar:
İslam’ın ilme ve öğrenmeye verdiği değer, onun zuhurundan itibaren Müslümanları bu faaliyetlerin yerine getireceği kurumlar oluşturmaya yöneltti. Rasulullah döneminde evler, mescitler ve küttaplar ile başlayan ve hızla yaygınlaşan kurumlara daha sonraki dönemlerde yenileri eklendi. Bunlardan birisi de halifelerin ve üst düzey yöneticilerin saraylarındaki eğitim-öğretim faaliyetleridir.
Seçkin ve yüksek tabakanın çocuklarını kapsayan saray eğitiminde, öğretimi idare eden kişiye “müeddib” denirdi. Böyle bir eğitimde öğrenci, sarayda müeddibin nezaretinde çocukluk çağını atlatıncaya kadar eğitime devam ederdi. Öğretim programı babanın talimatı ve çocuğun ileride alacağı vazife ve mesuliyete uygun olarak yetiştirilmesini sağlayacak konuları içermekteydi. Birbirinden bazı ayrılıkları olsa da genelde müeddibden istenen, çocuğun kafasını, kalbini ve bedenini terbiye etmesidir.
Saraylarda ilköğretim seviyesindeki bu tür eğitim dışında, saray salonlarında düzenlenen ilmi münazaraları da burada zikretmek gerekir.
Emeviler devrinde mütevazı bir şekilde ortaya çıkan ve Abbasiler devrinde gelişerek yaygınlaşan salonlar, daha önceki dönemdeki toplantıların tekamül etmiş bir devamı sayılmaktadır. Halifeler kendilerini ilmin hamisi saymışlar saraylarını da, etrafa kültür ve irfan saçan bir merkez, ulema ve edipleri sinesinde barındıran bir yer kabul etmişlerdir. Hatta bazıları sarayın müştemilatında, nazari ve ameli ilim dallarından her meslek ve mezhebin başkanlarına müstakil bir yer tayin edecek şekilde bölümler yaptırmak ve buralarda bir ilim ve sanat dalında bilgi almak isteyenlere yardımcı olacak kişilere bol maaş bağlama yoluna gidenler olmuştur.
Salonlarda yapılan ilmi toplantılar muntazam vakitlerde akdedilir ve sadece halifelerin saraylarına münhasır kalmayarak, vezir ve diğer devlet ricalinin konaklarında da yapılırdı. Toplantılar, o devrin çok yönlü kültür hayatı ile mütenasip olarak, edebiyat veya diğer ilim ve fenleri hatta musikiyi de içine alacak şekilde çeşitlilik arz ediyordu.
5. Kitapçı Dükkânları:
İslam Eğitim Tarihi’nde kitapçı dükkânlarının önemli bir yeri vardır. Kitap alıp satmak için açılan bu dükkânlar ilmi ve edebi zevki olan kimselerin gösterdiği ilgi neticesinde kültür ve bilgi alış verişi yapılan toplantılar ve mübahaseler için birer buluşma yeri haline gelmişlerdir.
Kitapçı dükkanları, bir yandan ticari diğer yandan eğitimle ilgili aracı olarak Abbasiler’in ilk devirlerinden itibaren varlığını göstermeye başlamıştır Sonra, İslam aleminin merkezi şehirlerine ve muhtelif beldelerine yayılmış, zamanla da her şehirde, hatta her mahallede bol miktarda rastlanır duruma gelmiştir.
Mısırda Tolunoğulları ve Ihşidler devirlerinde, muazzam bir “kitapçılar çarşısı”nın varlığından bahsedilmektedir ki, burada kitaplar satışa arz edilir ve zaman zaman da münazaralar yapılırdı.
Kitap satıcıları, sadece kar gayesi güden tüccarlar olmayıp, çoğu zaman onlar kendilerine okuma ve mütalaa imkânı sağlayan ve aynı zamanda âlimleri ve edipleri dükkânlarına çeken, buraları edebi münakaşaların yapıldığı merkezler olarak kullanan, bu mesleğin arkasında zihni zevklerini de tatmin etmek için koşan müstensih ve ediplerdi.
Bu kitapçılar, büyük kıymeti haiz kitapları istinsah edip, bu işin heveslilerine arz ediyorlar ve karşılığında da cüz’i miktarda ücret alıyorlardı. Bu dükkânlar, talebelerin ve ilim adamlarının müzakereler ve münazaralar yaparak ruhen beslendikleri ve dolup boşaldıkları yerler olmuştur.
Kitapçı dükkânlarının ilmi atmosferi, sadece sahiplerine değil ev halkına da tesir etmiş, onların içinden de edebiyat ve diğer ilimlerde otorite olacak kadar yetkin kişilerin çıkmasına vesile olmuştur.
Bu ilmi faaliyetler sadece kitapçı dükkânları çerçevesinde kalmamış, diğer alım satım yerlerine de intikal etmiştir. Çömlek ve testi satılan dükkânlardan, boyacı dükkânlarına kadar bu ilmî faaliyetlerin yapıldığı yerlere rastlamak mümkündür.
Bu geleneğin günümüze kadar varlığını sürdürdüğü söylenebilir. Nitekim İstanbul Beyazıt’taki “Sahaflar”, “Beyazıt Kitapçılar Çarşısı” vb. yerler bugün az da olsa benzeri işlevleri yerine getirmektedir.
6. Kütüphaneler:
Kütüphaneler ilmin yayılmasında önemli roller yüklenen kurumlardan biridir. Kütüphanelerin kurulma dönemlerinde yazma eserlerin fiyatları çok yüksek olduğundan, zenginlerden başkası kendisi için kitap almakta zorlanıyordu. Bu durum karşısında maarifperver kimseler, içinde kitapları toplayan kütüphaneler inşasına ve kapılarını halka açma yoluna başvurdular. İskenderiye Kütüphanesi ve Beytü’l-Hikme bu maksatla kurulmuştur.
Mantık, felsefe, astronomi ve diğer müspet ilim konularındaki koleksiyonları ihtiva eden kütüphaneler, seçkin kimseler veya servet sahipleri tarafından kurulmuştu. İlim adamları ve mevki sahibi kimseler, bu özel kütüphanelere girip çalışmakta bir güçlükle karşılaşmıyorlardı. Onuncu asırda Musul, Basra, Şiraz, Rey gibi pek çok şehirde içinde devamlı vazifeli memurlar bulunan, ilim adamlarına kurucusu tarafından burs veya maaş tahsis edilen ve ilmi münazara ve münakaşaların yapıldığı kütüphaneler bulunduğundan bahsedilmektedir. Bu kütüphanelerin çoğu Moğol istilasında yakılıp yıkılmıştır.
Kurtuba, doğudaki Konstantinapol ve Bağdat ile birlikte dünyanın önde gelen üç önemli muhitinden biri ve Avrupa’nın en ileri kültür merkezi olmuştur. Kurtuba’da kitap satış yerleri, camiler ve sarayların yanında 70 kütüphane olduğu söylenmektedir. Kurtuba Saray Kütüphanesi’nde 400.000’i bulan yazma eser mevcuttu.
Bu dönemde içlerinde kadınlar da bulunan birçok kimsenin özel kitaplıkları vardı. Hollandalı müsteşrik Dozy, o devirde Endülüs’te hemen herkesin okuma yazma biliyor olduğunu söylemektedir.
Yetişkinlerin eğitim ve öğretimine tahsis edilen ve mescit dışında gelişen müesseselerin ilk örneklerine Abbasiler devrinde rastlıyoruz. Bunların başında Halife Me’mun (813-833) zamanında Bağdat’ta kurulan Beytü’l-Hikme sayılabilir.
Bir tercüme merkezi olarak faaliyette bulunmasının yanında bu müessese bir akademi, halka açık bir kütüphane olarak vazife görmüş ve buna bağlı çalışan bir rasathane kurulmuştur. Burada hem eser yazma, hem tercüme ve hem de okutma faaliyetleri yürütülüyordu.
Fatımilerin kurduğu önemli müesseselerden biri ise, Dâru’l-Hikme (Dâru’l-İlm)’dir. Bu müessese Şiilere has akidelerin öğretimi ve bunların halk arasında yayılması maksadıyla Halife Hâkim tarafından 1005 yılında Mısır’da kurulmuştur. Bu müessese Hilafet sarayına bitişikti ve içinde bir kütüphane ile muhtelif toplantı salonları bulunuyordu. Bu müessesenin eğitim programlarına dini ilimlerin yanısıra astronomi ve tıp da ilave edilmişti. Bu müessese Eyyûbilerin Mısırda iktidar oluşlarına kadar faal kalabilmiştir.
7. Medreseler
Osmanlı Öncesi Medreseler
İslam’ın zuhurundan itibaren başlayan eğitim öğretim seferberliği kısa zamanda etkisini göstermiş ve başta merkezi yerler olmak üzere İslam Mesajı’nın ulaştığı her tarafta ciddi ve samimi bir eğitim-öğretim faaliyeti başlamıştı. Bu faaliyetler yukarıda bahsedilen yerlerde yürütülüyor, bunlar içerisinde de mescitler hem ibadet hem eğitim mahalli olarak kullanılmaya imkân verdiğinden daha yoğun bir kitleye hizmet veriyordu.
Mescitlerdeki ilim halakalarına teveccüh artmış, bir mescitte çok sayıda ders halakası kurulur olmuştu. Bunların her birinden aynı ayda yükselen sesler birbirine karışıyor, ibadet için mescitten beklenen sükûnet ve huzurun bozulmasına yol açıyordu. Böylece mescidin, hem namaz, hem de tedrisat için birlikte kullanılması uygun olmuyordu.
Bu nedenledir ki, 360/970 yılında Fatımi komutanı Cevher es-Sicillî tarafından yaptırılan Ezher Camii, 378/988’den itibaren ilmi tetkik ve araştırma merkezi haline getirilmiş ve Cuma namazından başka namaz kılınmamıştı. Mescidin asıl vazifesi halkın ibadet etmesini temin etmek olduğuna göre böyle bir yaklaşım meseleyi çözmüyor ve yeni kurumlar oluşturma ihtiyacını doğuruyordu.
Diğer taraftan zamanın değişmesi ve maarifin gelişmesiyle yeni ilim dalları ve bu ilim dallarının kendine has karakteristiği ve öğretim tarzı şekilleniyordu. Genellikle muhavere, münakaşa ve karşılıklı atışma esasına dayanan Kelam, Cedel ve Münazara gibi ilimlerin öğretim tarzı, mescide gelip gidenlerin takınmaları gereken tazim prensibine aykırı düşüyordu.
Zamanlarını buralarda yürütülen eğitim öğretim faaliyetlerine hasreden ve vakit buldukça geçimlerini temin edebilmek için basit bir sanatla uğraşan ilim yolcularının hayat seviyesi, ekonomik durumu hiç de iyi değildi. Bu nedenle onların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar ücret temin etme arzusu da medreselerin ve onların yanında vakıflar kurulmasının bir başka nedeni oldu.
Medreselerin ilk defa kim tarafından ve nerede kurulduğu konusunda farklı yaklaşımlar vardır. Bunun net olarak tespit edilememesinin esas nedeni, medresenin tanımlanmasından ve ona yüklenen fonksiyondan kaynaklanıyor kanaatimizce.
Eğer medrese ile kastedilen; binası, müştemilatı (imaret, kütüphane, hamam vs.), öğretim programları, hoca ve öğrencilerin statüsü, vakfiyesi vb. teknik ve destek donanımları ile teşekkül etmiş ve süreklilik gösterebilmiş ve kendisinden sonrakileri etkilemiş, onlara model olmuş organize bir kurum ise; bu şekildeki medresenin ilk defa Selçuklu Sultanı Alpaslan ve Melikşah’ın başvezirliğini yapan Nizamü’l-Mülk tarafından 1066 da Bağdat’ta kurulduğu noktasında tereddüt yoktur.
Ancak eğitim-öğretim faaliyetleri için kurulmuş olmakla birlikte eğitim öğretim için gerekli olan bütün donanımlara sahip olmayan kurumları da medrese olarak değerlendirecek olursak o zaman, yukarıda da değinildiği gibi, Ezher Camii, 378/988’den itibaren ilmi tetkik ve araştırma merkezi haline getirilmiştir.
Subkî’nin bildirdiğine göre “Daha Nizamülmülk doğmadan önce Nişabur’da Beyhakiyye Medresesi vardı.” Nizamiye’den önce ilmi faaliyetler için kurulan bir başka yer de Kurtuba eğitim kurumudur ki, bu kurum bir üniversite niteliğindedir.
Nizamiye’nin doğuşu Selçuklular’ın Irak’a ve Bağdat’a girişleri (447/1055) ile yakından ilgilidir. Bu olay Ehl-i Sünnet’in Şii’lere galibiyetinin başlangıcı kabul edilir. Nitekim o tarihten itibaren halk arasında Şiiliği yaymak veya onları buna zorlamak için Büveyhîlerin faaliyeti sona ermiş oldu.
Selçuklular halk arasında yayılmış olan bu fikirlerin etkisini kırmak, halkın gerçek dini öğrenebilmesine imkân sağlayacak dinin esas ve prensiplerini öğretebilmek için ilmi bir hareket başlatmak gerektiğini düşünmüşler ve medreseler bu gayeyi gerçekleştirmek için ortaya çıkmıştır. Hatta Medreselerde dini ilimlerin daha fazla yer almasında bu etkenin rolü olmuştur. Nitekim Şiî hareketinin önlenmesinden sonra medreselerde tıp vb. fenni ilimler de nasibini almaya başlamıştır.
Nizamü’l-Mülk’ün Melikşah’a söylediği şu sözler de medreselerin kuruluş amaçlarına dair bir fikir verebilir: “Ey Alem’in sultanı, orduna bunun birkaç mislini harcıyorsun. Bu askerlerin okları bir milden öteye geçmez. Halbuki ben sana öyle bir ordu hazırlıyorum ki, onların duaları ok gibi arşa ve Allah’a yükselir.”
Nizamü’l-Mülk’ün medreseler inşa ettirdiği şehirlerin başında; Bağdat, Nişabur, Herat, Isfahan, Basra, Merv ve Musul gelmektedir. Bu medreselerde devrin ileri gelen alimleri dersler vermiş, talebe yetiştirmiştir.
Nizamiye Medreseleri ile öِnemli bir gelişme kaydeden medrese hareketi, gerek Nizamü’l-Mülk’ten sonraki Selçuklular, gerekse Selçukluların enkazı üzerine emirlikler kuran Şahlar ve Atabeyler tarafından da ciddiyetle devam ettirilmiştir.
Suriye ve Mısır’ı hükmü altına alan Türk Atabeylerinden Nureddin Zengî’nin (v.569/1173) medresenin gelişip yayılmasındaki katkılarını da burada belirtmek gerekir. Nureddin Zengi’nin Şam’da ilk Medrese’yi kuran kişi olduğu rivayet ediliyor. Nureddin Zengi’nin medreseleri; Şam başta olmak üzere, Haleb, Hama, Humus, Ba’lbek gibi önemli merkezlerde yoğunlaşmıştır. Bu medreseler, gerçekte akademi halinde çalışan ve içinde yüksek seviyede öğretim yapılan camiler yahut okul-camiler halindeydi.
Mısır’da Fatımilerin hâkimiyetine son veren Eyyûbîler de Mısır’da medreseler inşa ettiler. “Medrese” tarzında bir eğitim müessesesini ve bunun mimari biçimini Kudüs ve Mısır’a sokan Sultan Salâhaddin Eyyûbî’dir (v.589/1193). Onun İmam Şafii’nin türbesinin yanına yaptırdığı “Salâhiyye Medresesi” meşhurdur. Bu devir, şehzadelerin, tüccarların ve hatta hizmetçilere varıncaya kadar diğer halkın medrese yaptırmakta ve ilmi himaye etmekte yarış yapmalarıyla ün kazanmıştır. Eyyubiler devrinde Mısır başta olmak üzere, Kudüs ve Şam’da çok sayıda medrese inşa edilmiştir.
Nizamiye Medreselerine rakip olarak, Abbasi Halifesi Mustansır tarafından kurulan ve 1234 de yapımı tamamlanan Mustansıriyye Medresesi de medrese tarihinde önemli bir yer tutar. Abbasi Halifesi Mustansır (ö.640/1242) bu medresede dört mezhebin her birine ayrı ayrı birer eyvan yaptırmış, her eyvana bir müderris tayin edip, her müderrise 75 talebe tahsis etmiştir.
Medreseler kurulmadan ِönce fakir aile çocukları çok zor şartlar altında tahsil görüyordu. Medrese kurucuları fakirlerin ilim tahsil etmesi için her türlü imkânı hazırlamaya özen göstermişlerdir. Bunların öncüsü olan Nizamü’l-Mülk, medreselerde herkesin öğrenim yapabilme hakkına sahip olduğunu ve istisnasız bütün talebeye eğitimin ücretsiz verileceğini ilan etmiş hatta muhtaç talebelere maaş da bağlamıştı. Diğer medreselerde de durum bundan farklı değildi. Her talebe barınacak bir mesken, öğrenmek istediği ilmi öğrenecek bir müderris ve bütün ihtiyaçlarını karşılayacak bir harçlık temin edebiliyordu.
Osmanlı Medreseleri
Osmanlılar döneminde medreseler hem program hem de mimari sahada gelişme göstermiştir. Osmanlı medreseleri, yüksek tahsil müesseselerdi. “Sıbyan mektebi” veya o seviyede özel öğretim görmüş olan talebeler buralara giderek ders alıyorlardı.
Osmanlılar döneminde daha çok vakıf müesseseler halinde teşkilatlanan medreselerin ilki 731/1330 da Orhan Gazi tarafından İznik’te açılmıştır. Osmanlıların ilk Şeyhülislamı Molla Fenârî bu müesseseden yetişmiştir,
Bursa’nın fethinden sonra medrese hareketi burada ağırlık kazanmış, Edirne’nin fethinden sonra Devlet merkezinin de buraya taşınmasıyla medreseler burada hızla yayılmaya başlamıştır.
Osmanlılar geniş topraklara yayılıp, medreseler çoğalınca, medreselerde bir sınıflandırma ve derecelendirme ihtiyacı doğmuştur. Önce II.Murat, sonra Fatih zamanında bu sınıflandırmaya gidildiğini görmekteyiz.
Fatih’in İstanbul’da kurduğu Sahn-ı Seman-(Hukuk, ilahiyat, edebiyat) ve Kanuni’nin yine İstanbul’da kurduğu Süleymaniye (Fen-tıp ilimleri) ile Osmanlı medreseleri zirveye ulaşmıştır.
Osmanlı medreseleri İhtisas medreseleri (Daru’l-Hadisler, Daru’t-Tıblar ve Daru’l-Kurra’lar) ve genel eğitim medreseleri olarak iki kısma ayrılmıştır.
1770 ten itibaren Osmanlı’nın savaşlarda gerilemesinden sonra batı tipinde askeri okullarla bir yenileşme hareketi başlamıştır.
Dostları ilə paylaş: |