Toplumsal sistem gerçekliĞİ



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə85/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   81   82   83   84   85   86   87   88   ...   133

YA „EŞRAF“ VE „AYAN”


Osmanlı sisteminin „Yönetenler“ ve „Yönetilenler“ olarak ayrıştığını söylemiştik. Bu genel yapının yanı sıra İmparatorluğun belirli bölgelerinde yarı feodal, eskiden kalma-kısmen özerk yapılar da vardı. Osmanlılara karşı savaşmaktansa, onlara katılmayı seçen (bazı) Müslüman Türk beyleriyle, Bizanslı tekfurları buna örnek olarak gösterebiliriz.

“Osmanlı İmparatorluğu’nda Evrenosoğulları, Malkoçoğulları, Turhanoğulları gibi Osmanlı’nın soylu savaşçı sınıfını oluşturan dört köklü aile bulunmaktadır. Savaşlarda ün yapmış kişilerce kurulan bu aileler, Ortaasyadakine benzer bir aristokrasi oluşturuyorlardı. İmparatorluğun kuruluş yüzyıllarında bu aileler büyük toprakları denetimleri altında tutmakta ve yöneticilerin gözünde bile bir tür soylular topluluğu oluşturmaktaydılar. İkincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüdükçe bünyesi içine almak zorunda kaldığı ve Selçuklulardan arta kalmış eski beyliklerdi. Sözgelimi, Türkiye’nin doğusunda eski bir Türk beyinin soyundan gelen Zülkadiroğulları 17.yy.lara kadar Osmanlı egemenliği altında kısmen özerk bir aile hükümranlığının ayrıcalıklarından yararlanmışlardır“...

“İmparatorluğun kullardan oluşan merkezi yönetim mekanizmasının, ikili modele (Yönetenler-Yönetilenler) uymayan bütün bu unsurları ortadan kaldırmak için yoğun ve sürekli bir baskı uyguladığını söyleyebiliriz. Bu çekişme, Osmanlı toplumsal tarihinin başlıca özelliklerinden biridir. Baskı altındaki bir hanedanın soyluluk kimliğini sürdürmesinin bir yolu da yeni bir korunmuş statü üstlenmektir. Beyşehir’de Eşrefoğullarının geliştirdiği, ailenin en büyük oğlunun daimi mütevelli durumunda bulunduğu dinsel vakıf kurma taktiği bunlardan biridir...Bu gibi kısmen özerk bir hanedandan, ya da eski bir devlet adamının soyundan gelen kişiler Ayan ve Eşraf görünümündedirler . Bu yeni toprak soyluları türüne eski ayrıcalıklarının bütün tortuları sızmıştır. Ayan terimi, 18.yy da mültezime karşı yerel çıkarları savunan ve zamanla kendileri de mültezim olan bu kişileri nitelemek için daha dar bir anlamda kullanılmıştır..17.yy da merkezdekiler tımarları sipahilerin elinden alıp mültezime dağıtmaya başlamışlardı. Böylece, sipahi de daha eski soylu ailelerin kalıntılarının doğal müttefiki oluyor ve devletin tesviye siyasetinin muhalifleri arasında yerini alıyordu“.

„Osmanlı Devleti’nin varlığını sürdürebilmesi, toprağı tasarruf edenin güvencesiz olması ögesine dayanmaktaydı. Belli bir yetki sahibine, bu yetkiyi elinde çok uzun süre tutmasına izin verecek kadar güvenmemek Osmanlı hükümet biçiminin en güçlü gizli ilkesiydi“.83

„Osmanlı devletinin yıldızının sönüşüne bir feodalleşme ve yerel toprak sahiplerinin güçlenmesi süreci eşlik etmiştir. Çöküş döneminde, bu durumu karmaşıklaştıran iki yeni etmen ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi, yerel güçlerini yeterince sağlamlaştırdıklarında, geri çağrılma, tayin ya da rütbe tenzili halinde, makamlarından ayrımaya niyetli olmadıklarını merkeze ima etmeye başlayan devlet görevlileri, yani yönetici kurum üyeleridir. Bu durumda merkez, taktik gereği, bu makamlarda sürekli olarak kalma hakkını onlara bağışlama yoluna gidiyordu. Tasarruf hakları böylece daha güvenceli hale getirilen bu görevliler, vergi toplama konusunda öteki devlet görevlileri kadar acımasız davranmıyor, köylünün ve yerel halkın desteğini kazanıyorlardı. Bir başka gelişme de, ayan ve eşrafın arabuluculuk işlevi yüklenmeye başlamasıydı; artık bunlar taşradaki vergi yükümlüleri ile merkezce atanmış gözü doymaz mültezimler arasında tampon görevini üstlenmişlerdi. Böylece, vergi yükümlülerince seçilen ayanın vergi toplayan görevlilerle onlar adına yüzyüze geldiği ve alınacak verginin belirlenmesi sırasında yükümlüleri savunduğu bir sistem gelişti.. Ancak, kültürün yönetenle yönetilen arasındaki ikiliği yansıttığı ve bir ara-tabakanın bulunmadığı toplumda ayan gibi aracı bir sınıfın yasallık kazanması ya da kalıcı olması düşünülemezdi. Ayan da son hesapta gücünü devletin kendisine tanıdığı ayrıcalıklardan almakta ve egemen rolünü büyük bir hevesle üstlenmekteydi. Böylece ayan da talana katıldı, onlar da kendilerine bağımlı olanları bunalttılar ve resmi sınıfın görenekleri ve dünya görüşüyle özdeşleştiler. Gene de, alt sınıflar için ayan ancak resmi görevli olduğu sürece ve yöneticilerin davranışlarını benimsediği oranda kötü olmuştur..Kitleler için en korkulu umacı, her zaman resmi görevliler olmuştur“.

„Merkezi otorire, haklı olarak, derebeyleri ve ayanı kendi varoluşunu sürekli tehdit eden ögeler olarak görmekteydi. Derebeyleri ve ayan, İmparatorluğun ideal yapısına aykırı, yasallık dışı ögeler olarak kalmıyor, bu durumlarını alaycı bir aldırmazlıkla karşılıyorlardı. Yönetici kurum, çözülmeyi hazırlayan etmenlere duyulan o eski korkunun etkisiyle, ilk dönemlerin güçlü yönetimini geri getirmeye kararlıydı. Böylece, Osmanlı İmparatorluğundaki çöküşü durdurmak isteyen „ıslahatçı“ padişahlar bile Avrupaya özgü silahlanma ve örgütlenme yöntemlerinin benimsenmesi için çalışmakla yetinmiyor, Avrupadaki çağdaş, merkeziyetçi yönetim uygulamalarıyla da yakından ilgileniyorlardı. Bu yüzden en başarılı ıslahatçılardan II Mahmut’un (1807-1839) aynı zamanda en acımasız saldırılarını ayan ve derebeylerine yöneltmesine şaşmamak gerekir“[16].

Müthiş birşey! Osmanlı toplumu ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti bir „Tuba ağacı“ gibi! Herşey tersine bizde! Halk, yani yönetilenler, „devleti kurtarmak“, onu „içine düştüğü bataktan çıkarmak“ isteyen “iyi niyetli” padişahlara ve devlet sınıfı üyelerine karşı, denize düşen yılana sarılır hesabı eşrafı-ayanı destekliyor, onların yanında yer alıyor. Çünkü, „devletin kurtulması“, „güçlenmesi“ demek daha çok ezilmek demek halk için! Devlet, içine düştüğü çıkmazdan kurtulmak için ne yaparsa halk onun tersini savunuyor! Devlet Batıcı, Devlet Sınıfları „ilerici“ olunca, halk, bunlara karşı olduğu için dine sarılıyor, “gerici” oluyor! Ve bu tiyatro yüzyıllardır oynana geliyor...

OSMANLI’NIN „ALT SİSTEMLERİ“


Sistemin kendi içindeki „alt sistem“lerine gelince: İlk bakışta, Osmanlı Sistemi kendi içinde son derece örgütlüdür ve birçok alt-sistemlerden oluşur. Hatta bu alt-sistemler çoğu zaman kendi içinde otonomdurlar da. Ama, kendi içinde otonom bir sistem gibi işleyen bu alt-sistemlerin hiçbir zaman devletin karşısında bir varlığı-tüzel kişiliği-yasal bir statüsü yoktur! Adeta bir tür iğdiş edilmiş muhtariyettir bunların varlığı. Bu nedenle, görünüşün aksine, sistem tamamiyle merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Tek gerçek varlık merkezde oturan Padişahtır.

Osmanlı sisteminde, kendi içinde otonom faaliyet gösteren alt sistemlerin dışa-merkeze- karşı varlığını gene merkezin atadığı memurlar ordusu temsil ettiği için, sistemin bütünü açısından hiçbir zaman bir iç diyalog-dinamik oluşmaz. Bu bakımdan merkez tek egemen güçtür. Ve tek yönlü olarak verdiği direktifleri memurları aracılığıyla en aşağıdaki birimlere kadar ileterek yönetir ülkeyi. Geriyi besleme mekanizması sadece kendi memurlarından gelecek informasyonlarla sınırlıdır. Bu ise sistemin pratikte kendi içinde iki ayrı dünya olarak oluşmasına yol açar. Yönetenlerin ve yönetilenlerin dünyaları.

Bir örnek olarak Osmanlı esnaf örgütlenmesini ele alalım. Devletinin kuruluşu döneminde Ahi denilen bu örgütlerin oynadığı rolü daha önce ele aldık. Sonra, devletleşme sürecine paralel olarak Ahi’lerin yerini Lonca’lar alır. Bunların görevlerini şöyle sıralayabiliriz:

Üretimde belirli bir standardı korumak, bir malı piyasaya ihtiyaca göre sunmak, istikrarlı bir fiyat tesbit etmek. Bu örgütler kendi içlerinde bir tür sosyal güvenlik örgütü gibi de çalışırlardı, hastalık, işsizlik gibi durumlarda hemen devreye girerlerdi. Esnafın çıkarlarını korumakla görevli bu örgütlerin yöneticilerine gelince; örgütün başında bulunan başkana Şeyh denilirdi. Esnaf arasından seçilen bu Şeyh, örgütü temsil görevinin yanı sıra, esnaf arasındaki anlaşmazlıklarda devreye girerek, yapılabilecek birşey varsa, olayı dışarı taşırmadan, bunun için önce o çaba harcardı. Şeyhin esnaf yanındaki temsilcisine ise, Nakip denirdi. Esnafın bazı işlerini takip eden, toplantıları yöneten kişiye de Kethuda deniyordu. Kethuda’nın yardımcısına da Yiğitbaşı denirdi. Kalfa veya Ustaların bağımsız iş sahibi olabilmesi için, onun iznini almak gerekirdi; ayrıca esnafa hammadde sağlanmasıyla da sorumluydu bunlar.

Buraya kadar hiçbir sorun yok. Esnaf kendi işini kendisi hallediyor. Ama iş burada kalmıyor ki! Kendi içinde ne kadar otonom-örgütlü bir mekanizma olarak görünürse görünsün, son tahlilde Kadı’ya bağlı olarak çalışıyordu bu örgütler. Esnafın seçtiği Şeyh başkanlığındaki yönetim kurulu üyelerini tayin veya azletmek, esnafı denetlemek, esnaf birlikleri arasındaki anlaşmazlıklarda son sözü söylemek, kurallara uymayanları cezalandırmak Kadı’nın görev ve yetkileri içindeydi. Esnaf miktarını da Kadı ayarlardı. Üretilen ve piyasaya verilen bütün ürünler Kadının bilgisi dahilindeydi. Bu yolla aracıların ortaya çıkması önlenir, ürünlerin üreticiden tüketiciye en kısa yoldan ve en uygun fiyattan ulaşımı sağlanırdı. Peki kimdi bu “Kadı”? Devletin atadığı bir memur, yani devlet! Ama bitmedi, Kadının yanında bir de Muhtesip vardı arada! Onun görevi de piyasayı denetlemekti. Esnaf birliklerinde hükümetin temsilcisiydi yani..

Burada çok önemli bir nokta var. O da şu: Ortaçağ Kentlerindeki esnaf örgütleriyle (Loncalarla) Osmanlı’nın Loncaları, görünüşteki bütün benzerliklerine rağmen, niteliksel olarak farklı kuruluşlardır. Ortaçağ’ın Loncaları, feodal sistemin ana rahminde gelişen kent toplumuyla birlikte tarih sahnesine çıkarlarken, Osmanlı Loncaları, Osmanlı sisteminin içine hapsolmuş, bu sistemin içinde kalmaya mahkum edilmiş unsurlardır. Sistemle ters düştükleri zaman ise yapabilecekleri tek birşey vardı, o da isyan etmek!



Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   81   82   83   84   85   86   87   88   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin