Türk küLTÜr tariHİnde spor



Yüklə 130,22 Kb.
səhifə2/3
tarix31.10.2017
ölçüsü130,22 Kb.
#24592
1   2   3

Önceleri sadece çatışmalara ve karşılaşmalara katılan alplar, atın evcilleştirilmesinden sonra atlı savaşçı oldular. Bundan böyle de at, kahramanın yardımcısı, silah arkadaşı, yardımcısı, bir kelime ile, âdeta onun tamamlayıcısıdır. Türk alp'ının biniti, hayatta ve ölümünde attı. At, gelecek felaketi hisseder, pusuda gizlenen düşmanları duyar, dostları bilir, âdeta ismi unutulmayacak bir kahramandır. Türkler'de, ta Orhun Abideleri'nden beri, atın önemini görüyoruz. At, ün ve onurun, kahramanlığın, üstünlüğün sembolü olduğu gibi, atsız kalmakta, zayıflığın, yenilginin, güçsüzlüğün ifadesidir. At alpın kolu, kanadıdır. Sonsuzluklar onunla sonlanır, erişilmezlere onunla erişilirdi. Alpın başarısında en az yarı pay ata aittir. Başarı bir kut belirtisi ise, bu başarıda etkin olan atta kutsaldır.

Tabii ki, yaşayış biçimlerine, coğrafyanın ve iklimin belirleyiciliğine bağlı olarak özellikle de "at'a" bağlı olarak komşu uluslardan farklı olarak bir giysileri vardı. Türk alplarının giysileri, atlı savaşa elverişli, binici giyimidir. Hiç değişmeyen özelliği sürekli çizme ve çakşır giyilmesidir. Çakşır, bazen kaplan postundan olurdu. Bu post kuşanma savaşta alpın cezbe gelip, bir kaplan gibi savaşması düşüncesi ile kullanılmaktaydı. Düşmana onun gücü ile başeğdirecekti.

Zırhsız kıyafette alplar büyük kılıçlar, hançer, ok ve yay ile gözükür. Tarihlerin kaydettiği gibi, Türklerin at üstünde de ok attığı ve hem öne, hem de dolu dizgin giderken arkaya ok attığı, sanat eserlerinde resmedilmiştir. Ayrıca müzik eşliğinde törensel dört yöne ok atışı erken dönemlerden itibaren ayinsel bir eylemdi. Bir kam konumunda olan hakan bu törende at üstünde dört yöne ok atardı. Bele bağlanan ok kını yassı ve geniştir.

Alpın silahı çoğu kez demirden yapılır, çünkü Türkler'de demircilik kutsal bir işti. Türkler Ergenekon'da yüzyıllarca maden işleyerek yaşamışlardır. Destanlarda alpların daha küçükken silahlarını kendilerinin yapmaya başladıklarını görürüz. Alpların kullandığı silahlardan kılıç, kara polat, elmas kılıç, insan kanıyla su verilmiş çelik kılıç adları altında geçer, oklar, altın, gümüş, demir, bakır, kamış ve kayın ağacından yapılır. Yaylar sığır sinirinden, kurt sinirinden, kemikten yapılmaktadır. Mete vızlayan oku bulmuştur. Manas'ın kılıcı yapılırken, kömürü için birçok orman, körüğü için bir öküz kesilmiş, kılıca su verilirken birçok çeşme kurumuş, tepkisine dayanamayan kırk altı usta bayılmıştır. Bu kılıca zehirli pınarda su verilmiş, ejderin zehri ile üç ay beslenmiştir.

Türkler düşmanı ve avları çeşitli silahlarla yakından ve uzaktan vurabilmekten başka, kement atarak da bağlar ve esir ederlerdi. Yani alpların oldukça farklı ve çeşitli silahlar kullandıkları açıklıkla ortadadır. Sürek avlarında yırtıcı ve saldırgan hayvanlara karşı ustalıkla kullanırken, bu etkinlikte edindiği birikimi savaşlarda kullanırlardı. Eğitimlerini her iki ortamda da canlı ve tehlikeli hedeflere karşı gerçekleştirirlerdi.

Hiung-nu ve Türk alplarının zoomorfik şekilde öngünleri vardı. Bunların, bir ataya kut vermiş olan hayvan veya doğum yılı kutlanması, ya da ad ile ilgili olduğu sanılmaktadır. Her halde, kurganlarda, koruyucu ruh veya heraldik belirti gibi gözükürler. Elbetteki bu derecede simgesel değer taşıyan öngünler, aktivitelere ve uğraşılara da etkide bulunarak, sportif oyunlara da kaynaklık etmiştir. Çünkü alplar onları takliden ilahi güce erişirlerdi.

Hiung-nular'a "kun" adını verdiği sanılan ünlü öngün, koç veya koyun, Türkler'de de geçerli idi. Kül-Tegin'in mezarında bir çift koç heykeli nöbet beklemektedir. Koçun güreş sporu ile ilgili bağlantısı önceki bölünlerde açıklanmış olduğunu burada hatırlamada yarar vardır. Kesinlikle bu hayvanın bir hareket serisinin ilkel insanın dikkatini çektiği anlaşılmaktadır. Çünkü güreşe erken dönemde ilkel insan "toslaşma" adı vermiştir.

Buku'ya adını veren boğa veya öküz, Bibliotek National'deki Uygur Oğuznamesi resimleri arasında, Oğuz Han'ın öngünü gibi gözükür. Aynı zamanda büyü olgusunu da simgelerdi. Ayrıca boğa her zaman güç ve kuvvetin sembolü olarak bilinmiştir. Erken dönemlerden bu yana güçlü insan boğa sembolü ile özdeşleştirilirdi. Oğuz Kağan'da bu özdeşliğe uygun bir alp gibi düşünülmüştür.

Bugra (erkek deve) da bir kahraman öngünü idi. Şulek petrogliflerindeki savaş sahnelerinde deve güreşleri de resmedilmiş. Akbeşim eserlerinde deve öngün olarak görülmektedir. Öngünler aynı zamanda kahramanların bireysel ongunları idi. Onun postuna bürünür, gücü onunla simgelenirdi. Akınlarda bu motivlerle cezbe gelerek, ölümsüz bir saldırgan ve savaşçı haline gelir.

Hiung-nular ve Tavgaçlar'ın düşüncesinde tanrı ve öngün olarak değerlendirilen ejder, Türkler için de Temir nehrinde ibadet edilen bir tanrı ve Asena hanedanının öngünlerindendi. Yang-ti, Köktürk hakanının ordusuna "ejder konağı" demişti. Kül-Tegin anıtında da ejder maskeleri vardır. Ejderin eklektik bir varlık olduğu ve öngünlerin nitelik birikimi ya da yığını görünümündedir. Kesinlikle doğaüstü sonsuz bir güç konumunda idi.

Göçebelerin eserlerinde, milattan önce binyılda yaşamış "er"leri (eski Türkçede kahraman), bunların kemer ve ayna gibi belki rütbe işaretlerini, alplık destanlarını, av sırasında vurulan hayvanın kurban ve ongun niteliği kazandığı sahneleri görmekteyiz.

Doğu ve Batı Hunlar'ının öngünü olan yırtıcı kuş veya gryphon, Kül-Tegin'in başlığı üzerinde de kanatlarını açmıştır. Erken bir Türk ahdi olan Aschete Köktürk lahdinde de, bir tamga ile beraber, yani öngün niteliğinde bir yırtıcı kuş hakkedilmiştir. Kaşgari'ye göre, Türkler'in eski hanedanının oğullarına yırtıcı kuş adı verilirdi. Yırtıcı kuşlar, Oğuzlar'ın da öngünleri idi. Kurt, Noin-ula eserlerinin birinde kanatlı şekilde gözükmektedir. Asena soyunun öngünü kurt idi. Prof. Von Gabain, Grünwedel'in yayınladığı Turfan eserleri arasında, kurt başlı bir bayrak bulmuş. Kızıl resimleri arasında, bir ejder - hükümdar (naga-rajah) da başlı bir bayrak tutmaktadır.

Kaplan da öngün olmuş olsa gerek. Noin-ula'da kaplan ve kaplan postu belirgin bir motiftir. Orkun yazıtlarında adı geçen Tonga Tekin'in adının aynı zamanda kaplan demek olduğunu Kaşgari belirtir. Türk sanatında öngün olacak şekilde heraldık tertipli kaplan resminin varlığı görülür. Birçok alp resim ve heykelleri kaplan postundan çakşır veya eyer altı örtüsü ile gösterilmiştir. Kaplan postu bütün Asya'da giyilirdi. Kaplan postunun Siva ibadeti ve Brahmanlarla ilgisi ve eski Nan-chao'da kaplan postundan çakşırların beyler tarafından giyildiği bilinmektedir. Bu ortaklığın Hindistan'a aktarılmasında Turanî bir topluluk olan Dravitler'in etkisi olması gerekir. Daha önce de belirtildiği gibi posta bürünme olayı şamanist bir gelenektir. Diğer toplumlarda köklü bir gelenek birikimine sahip değildir. Değil ki Walter Ruben şamanizmin eski Hint dinlerine etkisi konulu araştırmaları da burada hatırlanmaya değer. Ayırca Hint Kşatriya'sının kökeninde alplık felsefesinin yattığı da bu kanıtla söylenebilir. Benzeri biçimde Japon "Samuray"larını da değerlendirmek söz konusu olabilir. Gerek giysileri, gerekse aksesuar ve silahları yönünden bu savaşçılar da alplarla aynı görünümün ve felsefenin ürünüdürler. "Kumite" adıverilen ölümüne karşılaşmaların ayinsel olarak sürdürülmesi, "Pi-yung"taki alpların dinsel kılıç gösterilerinin, müzikli okçuluk karşılaşmalarının vb. ortak göreneklerdir.

Erken dönem Türk kültürü çevresindeki fiziksel becerilerde belirginleşen bireylerin sosyal statülerinin farklılığı dikkati çekmektedir. Nitekim, alplar toplumun ideal insan tipini çizmekteydiler ve kuvvet, beceri, zekâ gibi özellikler şahıslarında sembolleştirmişlerdi. Cesurluk, gayretlilik, çok iyi ata binmek, kuvvetli olmak (ruhî ve fizikî) hem öne, hem de arkaya at üzerinde ok atabilmek, güzel kılıç kullanmak, güreşmek, dostu ve arkadaşı çok olmak ve özel bir giysi giymek gibi erdemleri de taşımak zorunda olan alpların tarih sahnesine çıkışları, Eurasya bozkırlarında milattan önce bin yılından itibaren görülmeye başlayan ferdiyetçi eğilimli boylara denk düşmektedir. Erken tarihlerde, Hunlar döneminde, alplara "bagatur" ve "batur" dendiği, hatta Çinliler'in dilden dile aktarım sırasında bozulmuş olarak "Mao-tun" adını verdiği Hun hakanının ismi de "Bagatur" aslında bozulma olduğu düşünülmektedir. Yine, yağmalarda belirginleşen başkanlara "serdar" denir, kahramanlar "bahadur" diye övülürdü. Takiben daha sonraki dönemlerde, bu kahramanlara "alp, sükman" denilirdi ve onların özel sembolleri vardı. Başlarındaki kızıl ve ak "börk"lere avladıkları yırtıcı kuşların kanatlarını takarlar, atlarının başını "kutas" larla süslerlerdi. Alpların başlarına yırtıcı kuş kanatları takmalarının temelinde köken efsaneleri yattığı gibi, aynı zamanda mücadelelerinde o derecede yırtıcı olma, göçebe olarak uzaklıkları bir kuş gibi uçarcasına aşma isteğinden kaynaklanmaktadır.



Çin'in kuzey komşuları olan göçebeler ki, Çinliler onları barbarlar olarak adlandırıyordu, bu toplulukların çok değişik ve yaygın geleneklerinin bulunduğu Çin kaynaklarınca aktarılmaktadır. Fiziksel aktivitelere dayanan uygulamaların bir şekli olarak gençlik evleri vardır; burada, ayinlerde gençlerin sırt derileri delinerek bir kulaçtan uzun değnekle urgan geçirilir. Bunlar oda etrafında şikâyet etmeksizin bütün gün koşarlar, bu suretle cesaret tecrubesi denemeleri yapmış olurlardı. Gençlik evlerine bağlı "initiation"a benzer manevi (cesaret tecrübeleri) âdetlerin Asya'da yaygın olarak varlığı bilinmektedir. Koreliler'in ataları olduğu kabul edilen "Su Şenler" ve Protomoğol oldukları ileri sürülen "Şireğ" -şu an Mançurya, Güney Moğolistan ve kısmende Kore'de yaygın olarak yaşayan bütünüyle Türkleşmiş ya da Türk olarak kabul edilen - topluluğun nefsi baskı altına almak suretiyle cesaret ve metanet gösterilerinin gerçekleştirildiği initsiasyon ayinleri yaptıkları görülür. Ayrıca benzeri bir biçimde Kuzey Çin'de yaşayan, Çinliler'in barbar olarak adlandırdığı topluluklarda, sokak çaprazlarında (dönemeçlerinde), evlenmemiş gençlerin gece gündüz okçuluk eğitim ve atışı yaptıkları büyük binalar inşa edilmekteydi. Erkek evleri şeklinde cesaret denemeye de yönelik olan bu okçuluk eğitimi alanları, bütün Asya'da oldukça yaygın bir gelenek olduğu anlaşılıyor. Bu evleri ilk spor klüpleri olarak da değerlendirebiliriz. Bu topluluklarda atış ve isabet yönünden belirginleşen kişiler birimiklerine göre kademelere ayrılırlar. Bu kademeler kuşaklarla ve onların renkleriyle hiyerarşik düzene konurdu. Göçebe - avcı toplumların erken dönemlerinin yaygın uygulaması olan bu gelenek Türkler'in de adetleri arasında yer almaktaydı. Bu ayinlerde kuşak önemli bir yer tutardı. Kuşak ve kemerler, Asya dahil bütün Tunçderililer'de pek genel bir haldedir. Kırmızı kuşaklar ile tanınan tanrılar efsanelere kadar girmiştir. Boyundan inip bele dolanan ve sağ elde toplanan kutsal kuşak, Primitif dinlerin gizli tarikat erbabı tarafından kullanılır ve mezara kadar sahibini takip eder. Madenî kemerlerin de, pek iyi bilmediğimiz önemli rolleri vardır; buna şaşmamak gerek, çünkü dünyanın birçok yerlerinde bunun örnekleri vardır. Altından, gümüşten veya tunçtan kemerler insanın toplum içindeki yerine, yani tanrı ile ilişkilerine işaret eder. Haç şeklindeki düğmeler ve bunlara asılan küpe tarzında taslar, nüsha ve tılsım görevi görür. Yalnız hür kimseler bunları takabilir. Çıkarılmaları bağımlılığa işaret eder; beyler ibadet ederken kuşaklarını çözerler veya boyunlarına bağlarlar. Taştık kültüründen beri geliştiği bilineni deriden kemer veya eski adı ile "kur", artık Köktürk döneminde Türkler'in özelliklerinden biri olmuştu. Türk 'kur'u küçük şahsi eşyayı asmak için sarkan kayışları, madeni süs levhaları ve iğneli tokası ile, şekilleniyordu. "Kur" kelimesinin hem kemer, hem mertebe anlamında kullanılmasından ve mezar taşlarındaki ibarelerden belirdiği gibi, kemeri süsleyen madeni levhaların cinsi ve sayısı, sahibinin düzeyi ile ilgili idi. Bu nedenle kuşak özellikle örgütün devamlılığı ve geçmişi yani kökeni açısından önemli bir iz olarak görülür. İleride de görüleceği gibi alplık örgütünde de kuşağın belirleyici bir rolünün olduğu anlaşılmaktadır. Ak Hunlar'da ise, kuşaklı yiğitlerden biri ölünce öbürlerinin de kendilerini öldürmeleri gerektiği rivayet ediliyor. Göktürkler'deki insan kurbanı konusunda tek olay, Bizans elçisi Valent'in aktardığı İstemi Han'ın Yoğ töreni sırasında Hunlu dört kişinin atlarla birlikte öldürülmeleri ile ilgilidir. Bu da olayın ayinsel bir kökene sahip olduğunu gösterir.

Kılıç ve kemer (yahut kuşak) de bir otorite sembolüdür. Özellikle bu sembolün, Selçuklular çağında yaygın bir kullanım alanına sahip olduğu görülüyor. Kılıç ve kemer ayrı ayrı ele alınabileceği gibi, ikisi zaten birbirini tamamlayan unsurlar olduğu için birlikte de değerlendirilebilir. Kemer ya da kuşakla ilgili bilgiler sırasıyla sunulacak olursa: Türkler'de özellikle, altın kemer, bir hakanlık ve beğlik sembolü idi. Bu sembol, aynı zamanda ilahi otorite anlayışına da ışık tutmaktadır. Bununla ilgili belgeleri, eski Uygur duvar resimleri ile kazılarda kesin olarak görülebilmektedir. "Kur kuşak", "kurma kuşak" Dede Korkut ile Osmanlılar'da da vardır. "İp kuşak", halkın; "kur kuşak" ise, hakanların sembolü idi. Nitekim, eskiden Anadolu'da "ip kuşaklının sulhünü, kur kuşaklı bozamaz" deniyordu. Kemer karşılığı olarak, "kur" sözü Uygurlar'da da vardır. "Kut Kurı" yani (siyasî otorite) kut kuşağı daha çok XI. yüzyılda Türk eserlerinde bol bol görülmeğe başlanır. Ancak, deyimler ve anlayışlar Göktürk ve Uygur gelenekleri ile bağlıdır: "Dünya'ya (acuna) bağladı gör, tam bir kut kuşağı (kut kurı)" özdeyişi başka bir yerde de "acunluk, yani dünyalı veya dünyayı elinde tutan kişi, beline bağladı kut kuşağı (kut kurı)" deyişiyle bütünleşir. Abdülkadir İnan, Eski Türkler'de bağımlılık ve bağlılık sembollerini anlatırken bunlardan birinin "boynuna kuşak asıp yalvarmak" olduğunu söyleyip Manas Destanı'ndan şu örneği verir: "Manas Destanı'nda bir kahramanın "boynuna kuşak koyup" beyine yalvardığı tasvir ediliyor. "Kaplan doğmuş delinin açtığı yaman geldi. Yanındaki kırk arkadaşı sızlanarak kalkıverdiler, sakalları darmadağın oluverdi. Almambet boynuna kuşa (boto=futa) asıp, yalvardı." Bu gelenek ve içinde uygulaması yürütülen organizasyonların, zaman içinde alplık örgütüne ve onun işaretlerine kaynaklık etmiş olabileceği kuvvetle düşünülebilir. Bu nedenle de alplık ve onunla ilgili örgütün kökeni Türkler'de tarihin erken döneminden de öncesi, karanlık zamanlara kadar indiğini göstermektedir."



Ortaçağların ilk yarısında hâlâ hüküm süren männerbünde olgusuna bu anlamda olmak üzere bir gözatıldığında, özellikle Germenler ve İranlılar arasında fevkalade yaygın olan bir çeşit "yiğitler örgütü" (confererie) vardır. Bunlar aynı inanç ve ayinleri olan genç savaşçılardan oluşan çapulcu göçerlerdi. Germenler'de ulfhedhner (kurt postu giyenler) diye tanımlanırlar. İran metinlerinde ise "iki ayaklı kurtlar" ifadesi geçer. Gerçekten de, kurt postuna bürünürler, ruhlarını "wut", yani öfke ve vahşeti sarmıştır. Bir çeşit, kurtlarla özdeşleşmiş kurt-insanlardır. İranlı olanları kargılarının ucuna kurt kafası takılıdır. Derlenen bilgiler Hint-Avrupa budunları hakkındadır. Aslında männerbünde'nin yayılma alanı, yine Doğu Hint-Avrupalı olan Mesagetler, Sarmatlar, Sakalar, Alanlar, Aslar, Partlar, Toharlar, Soğdaklar ve Wu-Sunlar'ın ülkeleridir. Oysa, bu geniş bölge Köktürkler'in "türeyiş efsanesinde" anılan Hsi-hei ve Batı Denizinin (Etsin Gölü dolayları) batısında olup, Turfan bölgesine bitişir. O bölgedir ki, yüz yıllar boyu Köktürk atlılarına uğrak yeri olmuştur. Sahiden; Batı Köktürk Fu-liler'i, İranlı "iki ayaklı kurtları" hatırlatmıyor mu? Söz konusu hayvan gerçekte yiğitler örgütünün öngünü olarak da değer taşımaktaydı. Bu hayvan gerçekte yaşama biçimi ve davranış kalıpları olarak savaşçıları simgelediği anlaşılmaktadır. Bu örgüt ve öngün şövalyelik ruhunun ve grubunun kökenini oluşturmuş olmalıdır.

Alplık geleneğinin başlangıç tarihî bilinmemekle birlikte konu ile ilgili yazılı kaynaklar, bu günkü Kuzey Çin'de - Türkler'in eski yurtlarında - Choular döneminde, yani milattan önce bin yılına kadar inmektedir. Ferdiyetçi eğilimli boylarda, alplar belirginleşmekte idi. Yalnız karşılaşmaya katılan alplar, atın evcilleştiği milattan önce dört yüz sıralarında atlı savaşçılar oldu. Alplar arasında, eskiden beri yardımlaşma teşkilâtı da var idi. Prototürklerin yaşadığı sanılan bölgelerdeki alplar ve alplık teşkilâtı hakkında en eski rivayetlerden biri Çin sınırlarından gelmektedir. Kuzey Çin'in henüz İç Asya göçebelerinin ili olduğu milattan önceki bin yılda, Çince olmayan pi-yung kelimesi, kale şeklinde bir binaya işaret ediyordu. Pi-yung, ok atmakta, savaşta ve avda belirginleşen alpların toplantı yeri idi. İç Asyalı göçebelerin alplık teşkilâtı, sembolü kılıç olan ve silahlar ile maden işlerini icat etmiş sayılan bir savaş tanrısı veya efsanevî hakan ibadeti ile de ilgili idi. Skitler'de de savaş tanrısının sembolü kılıca, Herodotos tarafından bozulmuş şekilde ad olarak verilen, akinakes adını da dil uzmanları Türkçe "kıngırak" a dönüştürmektedir. Türkçe, iki tarafı keskin olan kılıç veya kamaya ad olarak verilen "kıngırak" kelimesinin bu savaş tanrısı sembolü olarak, milattan önceki bin yılda dahi kullanılmış olması ihtimaline, Pulleyblank işaret etmektedir. Prototürk sayılan ve milattan önceki bin yılda bugünkü Kuzey Çin'e egemen olan Chou sülâlesinin (M.Ö. 1050-249) kurucusu Wu-Wang hakkında bir rivayette, "kıngırak" olabilecek bir kılıç adı geçiyor imiş. Bu neden ile, Pruşek milattan önce altı yüz kırk beşte alplık teşkilâtının varolduğuna dikkat çekmektedir. Milattan önce altı yüz kırk beş yılında, bugünkü Shensi'deki bir dağda, Çinli olmayan göçebeler, bir atı kurban edip, sonraki şölen sırasında birbirlerine bağlılık belirtisi olarak, şarap ile and içmişlerdi. Doğu Hunlar'ı (Hsiung-nular) da, benzeri şekilde, and içerlerdi. Bir dağ tepesinde, ak donlu bir at kurban edilip, onun kanı şaraba, bir kaşık ve chinglo veya k'eng-lu denen ve aslının "kıngırak" olduğu anlaşılan kılıç ile karıştırılıyor ve bağlılık yemini edenler tarafından bu içki içiliyordu. Yemine, gök tanrısı ve "kıngırak"ın temsil ettiği savaş tanrısı tanık gösterilmekte idi. Shiratori, Doğu Hunlar'ının, sembolü "kıngırak" olan savaş tanrısı ile gök tanrısını eş tutmuş olduklarını sanmaktadır. Çin metinlerinde bozulmuş olarak geçen ve "kıngırak" şeklinde icra edilen ching-lo veya keng-lu kelimesinin aslı, Shiratori'ye göre, "kıngırak" değil kılıç idi. Burada Pi-yung adı verilen alplar okulunda dans şeklinde ve doğrudan kılıç karşılaşması biçiminde, müzik eşliğinde, alpların ayinsel gösteriler yaptığı Çin kaynakları tarafından aktarılmaktadır. Ustalıkları özellikle kılıç üzerine yoğunlaşan alpların bulunduğu, Çin kaynaklarında bunların geliştirdiği kılıç tekniklerinin dans gibi yorumlandığını, görüyoruz. Bu nedenle kur ve kuşaklara takılan kılıçların, sadece görünümü tamamlayan bir aksesuar değil, alpların yakın döğüş silah olarak en çok uzmanlaştıkları silahlar olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Öyle ki alpların kullanımla ilgili teknikleri yönünden çok özel stiller geliştirdikleri aynı kaynaklarca aktarılmaktadır. Şövalyelik ve alplık, savaş tanrısı örneğinde olduğu gibi, kılıçla, yani eskrimle simgelenmekteydi.

Chou döneminde, askerlik amaçlı mücadele sporları ve silah kullanım öğretilen Pi-yung adı verilen bir saray okulu bulunuyordu. Bu okulda hakan ve yaşlı alplar, başlarında hakanın oğlu bulunan genç alpları yetiştirirdi. "Devlet oğulları" denen ve çoğunlukla Choular'a bağlı beylerin oğulları olan genç alplar, silah kullanmayı, özellikle ok atmayı, na'ra atarak bir vuruşta baş kesmeyi Türkçe "kağnı" denen iki tekerlekli savaş arabalarını sürmeyi öğrenirlerdi. Devlet oğulları denen genç alplar, ilkbaharın son ayında (ateş yıldızı görününce) bataklıktaki çalıları ateşe verip, sürek avına çıkarlardı. Sonbahar ile gök ayini döneminde musiki yönetiminde, ok atma karşılaşmaları yapılırdı. Gök ayini döneminde, karşılaşma yeri, sarayda hakanın kurban vermesine özgü, Çince olmayan muhtemelen "Chou" dilinde, "Pi-yung" denen yer idi... Pi-yung'un aslen askerî anlamda olduğundan şüphe yoktu. Çünkü bu yer, toparlak bir havuz içinde olup, bir kale şeklinde idi. Pi-yung'a dört yöndeki köprülerden geçerek varılıyordu. Gök tanrısına göksel cisimlere, bunların somut şekillerine ve ongunlarına ayrılan saray tapınaklarının hepsinin Pi-yung denen eski Chou askerî tapınağı gibi, dairevî bir havuz içinde bulunması, Pi-yung'un düzeyine işaret sanılmaktadır. Saray tapınaklarının arasında, hem gök tanrısına, hem de onun çevresi sanılan göksel cisimlere ibadet edilen büyük tapınak, aynı zamanda, hakanın beyleri kabul ettiği, kubbe altındaki ming-t'ang idi. Tsung-miao denen atalar tapınağının da, aslen aynı şekilde kullanıldığı rivayet edilmişti, ancak daha sonra, atalar tapınağı, Çin'de başka şekiller alacaktı. Gök tapınağına prototip olan ming-t'ang'ın mimarî bakımından, K'un-lun gibi "Tengri" Dağlar'ı ile benzerliğine Eberhard dikkati çekmektedir. Surlar ile çevrili, dört kapısı olan bir yerde bulunan ming-t'ang, üç setli veya üç katlı bir yapı idi. Chou hakanına bağlı eyalet beyleri, mevkilerine ve ait bulundukları yönlere göre, en alt kattan, en üst kata kadar sıralanmakta idiler. En tepedeki, kubbeli ve dokuz hücreli köşk, hakan makamı idi. Hakan, her mevsimde, o mevsime uygun yöndeki hücrede yer alırdı. Ming-t'agn'ın solunda, biraz önce de belirtildiği gibi, Pi-yung adını taşıyan askerî tapınak bulunuyordu. Pi-yung aynı zamanda bir alplar okulu idi. Ming-t'ang'ın sağında ise, ling-t'ai adı verilen kule yükseliyordu. Ling-t'ai'da , göksel ruhlar ile görüşmek imkânı bulunduğu sanılıyor ve astrolojik yorumlar yapılıyordu. Ming-lou denen diğer bir kulede hakanın davulu bulunurdu. Pi-yung'daki musiki ile yönetilen okçuluk karşılaşmalarına katılanlar, eyalet beyleri ve yüksek mertebeli alplar, usta okçular arasından seçilirdi. Çünkü bu karşılaşmalarda, musiki'nin işaret ettiği anda hedefi vurabilmek, yalnız ustalık değil, terbiye, doğruluk ve kut belirtisi sayılıyordu. En usta okçu sayılan hakan, dört yöne ok atarak, kötü ruhları kovan bir "kam" görevi de görmekte idi. Hedefi vuranlara kadeh ile, vuramayanlara boynuz ile, şarap sunulurdu. Öte yandan, Çin denizinden Avrupa ortalarına kadar uzanan bölgede ok atmakta belirginleşen Skit alpının işareti yay, bele bağlanan kemer ve kemere asılan altın kadeh idi. Skit alp'ı ancak bir düşmanı öldürdükten sonra, kahramanlar meclisinde şarap içme hakkını kazanırdı. Milattan önceki bin yıldan kalan Baykal ötesi kurganlarında, güneş tasvirlerinin savaşçı mezarlarında da bulunduğunu kaydeden Levin ve Potopov, güneş simgesinin alplık sembolü olabileceğine işaret etmektedir. Skit çevresinde savaşçı sınıfının simgesinin güneş olduğunu söylerler. Herodotos ve Flaccus'un Kolakars adını verdikleri ve Skit savaşçı sınıfının sembolü olan alp'ın adı, ethymologienin yöntemleri ile aslına dönüştürülürse, Horaksais oluyormuş ve güneş-hükümdar demekmiş. Horaksais'in adını taşıyan Skit askerî birliklerinin, al bayraklarıyla ateş ve şimşek gibi işaretleri varmış. Grantovskij, atalarımız Oğuzlar'ın destanını da bu Skit geleneğine bağlamakta ve Gün Han ile Dağ Han'ın şahsiyetlerinde Horaksais'i ve Horaksais efsanesinde dağa benzetilen büyük cüsseli bir kimseyi sezmektedir. Bu öngünlerin, yani güneş simgesi taşıyan kırmızı renkli flemaların, bu gün Kırgızlar'da ve Japonlar'da bayrak olarak kullanıldığı burada hatırlanmaya değer.

Mevsim göçlerinde karşılaşılan güçlükler ve boylar arasında çatışmalar, erkek savaşçı kişiliğinin, Türkçe deyimi ile, er ve alp şahsiyetinin ön plana geçmesine yol açmıştı. Erler ve alplar, "alpagut"lar, "bagatur"lar arasında kurulan kademeli bağlar, orduların çekirdeği olacaktı. Alplar, şölenlerde, düzeylerine göre sıralanıyor ve içki kadehi ile, savaş tanrısı sembolü kılıcı tanık göstererek, büyüklerine bağlılık andı içiyorlardı. Er ve alpları, mezarlarında ve heykellerinde görülen belirtileri, kılıç veya kama asılı kemer ve kadeh idi. Kabile teşkilâtının çok kuvvetli olduğu çağda antlı dost olma töreni fertler arasında değil, boy başbuğları tarafından kabilelerinin katılımlarıyla yapılırdı. Böylece iki boyun kanları ve silahları birleşmiş olurdu. Manas destanının kahramanlarına göre antlı dostlar, "göğüslerinde canları, ağızlarında dilleri-sözleri, gemlerde atları, bohçada giyimleri bir, yani ortak olan" kimselerdir. Kırgızlar bu gibi dostlara "antlı adaş" derler ki, eski Türkçe'de "andlığ adaş" anlamındadır. Pruşek'in tahmin ettiği üzere bu şölen Skitler'in, Hunlar'ın ve Türkler'in, gök tanrısı ile savaş tanrısı sembolü "kıngırak" (kılıç) tanık göstererek, and içtikleri şeklinde bir törende, birbirlerine bağlılık yemini ile ilgili idi. Pruşek, bu rivayeti, göçebelerde and yemini edenler arasında kurulan alplar birliği hakkındaki en eski belge saymaktadır. Manas'ın lider olarak kabul edilişi bu anlamda bir tören sonunda olur. Manas, Kırgızlar arasında kutsal kabul edilen Koşay Alp'ın huzuruna gelir. İnanışa göre bu alpı, Ruh-Tanrı'nın kanatları gölge olup korumaktadır. Tanrının gölgesindeki Koşay Alp'ın huzurunda Manas ve kırk yiğidi diz çöküp onu selamlarlar. Koşay Alp da, altından yapılmış kuşağını onun boynuna dolar. Halk doksan kara boğa kurban eder. Bu seramoni her halde alplık törenlerinden biriydi.


Yüklə 130,22 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin