Trablus saldırısından bir kaç gün önce Beyaz Saray TV kanallarına Kaddafi'nin sonunun yaklaştığına ilişkin haberler sızdırmaya başladı. Ancak ABD'li istihbarat yetkileri temkinli davranıyor, gazetecilere hızlı bir zaferin mümkün olup olmadığından emin olmadıklarını, savaşın aylar boyunca sürebileceğini söylüyorlardı.
19 Ağustos'ta çok önemli bir gelişme yaşandı: Kaddafi rejiminin en tanınan yüzlerinden birisi olan Abdel Selam Callud karşı tarafa geçti. Üst düzey bir UGK yetkilisine göre Callud son üç ay boyunca saf değiştirmeye çalışıyordu. “Bizden yardım istedi, ama en yakınlarını değil, tüm ailesinin kendisiyle birlikte kaçmasını istediği için bu lojistik bir sorundu. Tüm ailesi toplamda 35 kişi.”
Artık dağ yolları isyancıların denetimindeydi. Callud'u ve ailesini Trablus'tan Zintan'a, oradan da sınırı geçirerek Tunus'a götürdüler. Callud Tunus'tan önce İtalya'ya, sonra Katar'a uçtu.
İsyancıların önderliği hazırdı. Ama şimdi de NATO daha fazla zaman istiyordu. Üst düzey ABD'li savunma yetkilisi “Zaviye'nin kontrolünü ele geçirdikten sonra, bir anlamda isyancıların stratejik bir ara vereceklerini, yeniden gruplaşacaklarını, ardından da Trablus'a doğru harekete geçeceklerini bekliyorduk” dedi.
Üst düzey bir UGK yetkilisi "NATO'ya biz her halükarda gidiyoruz dedik" diyor.
İsyancıların özel kuvvetleri, okullar ve hastanelerde bulunanlar gibi, görünmez durum-daki hareket odalarını vururken, Batı ittifakı da çabucak bombardıman hedeflerini 82'den 32'ye çekti.
Saldırı işareti 20 Ağustos günü, güneş doğduktan kısa bir süre sonra UGK Başkanı Mustafa Abdel Celil'in bir konuşmasında verildi. Celil “İlmek daralıyor” dedi. Gerçek bir katliam başlamak üzereydi.
Celil'in konuşmasından sonra Trablus mahallelerinde bulunan isyancı hücreleri on dakika içinde harekete geçtiler. Bazı birlikler doğrudan operasyonla bağlantılı olarak hareket ederken, başka pek çoğu bağlantısız hareket ediyordu, ama planı öğrenmişlerdi.
Alhasi Trablus'taki ayaklanmanın neden o zaman başladığı sorulduğunda Reuters'e
“Bunu biz seçmedik, koşullar ve operasyonlar bizi bu tarihe getirdi” diye cevap verdi. “Trablus'ta camilerden yapılan çağrıyla ayaklanmanın o gün başlayacağına ilişkin bilinen bir plan vardı. Bu askeri ya da resmi bir plan değildi. Halkın planıydı. Trablus içindeki halk bunu bizimle koordinasyon halinde yaptılar.”
İlk bir kaç saatte isyancı hücreleri çeşitli tesislere ve komuta merkezlerine saldırdılar. Diğerleri sadece barikatlar kurarak ve hareketi engelleyerek mahalleleri güvence altına aldılar. Misrata'dan gıda ve mühimmatla dolu gemiler harekete geçti. İsyan güçleri Batı Dağları'ndan ve doğudan başkente doğru ilerlemeye başladılar. Fransız gazetelerine göre NATO, Kaddafi'ye bağlı, patlayıcılarla dolu sürat teknelerini yok ederek isyancılara suyolunu açtı.
İlk isyan askerleri bir kaç saat içinde şehre ulaştı. Bu ayaktakımı ordusu pek de bir şeye benzemiyordu. Bazı savaşçılar üzerlerinde İngiliz futbol oyuncularının isimleri yazılı formalar giyiyordu. Ama çok az direnişle karşılaştılar.
İsyancılara bağlı bir kaynak Kaddafi'nin önemli birliklerini ve oğlu Muatassım'ı da içeren askeri liderlerini petrol kenti Brega'ya yollayarak ölümcül bir hata yaptığını söylüyor. Libya lideri açık ki, petrol bölgesinin isyancıları güçlendireceğinden korkuyordu. Ama askerlerini buraya yollaması Trablus'un güçlü bir savunmadan yoksun kalması anlamına gelmiş, isyancıların şehre girmesine izin vermişti.
Havadaki savaş da rejimi bunaltıyordu. Saldırı altındaki Kaddafi güçleri, halen sakla- yabildikleri her türlü ağır teçhizatı açığa çıkardı. Son 24 saatte, diyor batılı bir askeri yetkili, NATO “Kaddafi güçlerinden arta kalanların silah sistemlerini, özellikle karadan havaya roketlerini yeniden kurmaya çalıştığını görebiliyordu.” NATO bunları hava saldırılarıyla vurdu.
21 Ağustos Pazar gününe gelindiğinde isyancılar Trablus'un büyük bir bölümünü kontrolleri altına almışlardı. Bu kargaşa içinde UGK, Seyf-ül-İslam'ı yakaladığını ilan etti. Ama bir sonraki akşam geç saatlerde Seyf-ül-İslam Trablus'taki yabancı muhabirlerin kalmakta olduğu Rixos Oteli'nde ortaya çıktı. “Dedikodulara son vermek için buradayım...” diye açıkladı.
ABD'li ve Avrupalı yetkililer artık Seyf'in hiçbir zaman gözaltına alınmadığını söylü-yorlar. UGK Başkanı Mahmud Cibril bu fiyaskoyu isyan güçlerinin çelişkili raporlarına bağlıyorlar. Ama diyor, bu beceriksizlik bir talih kuşuna dönüştü: “Yakalandığı haberlerinin bize siyasi getirileri oldu. Bazı ülkeler bizi tanıdılar, bazı askeri birlikler teslim oldu... ve otuzdan fazla subay bizim safımıza geçti.” Kaddafi birlikleri çökerken isyancılar Libya ordusu içinde, Kaddafi güçlerinin telsiz konuşmalarına sızmalarını sağlayan bir sempatizana ulaştılar. Üst düzey bir UGK yetkilisi “Emirlerindeki panik havasını işletebiliyorduk” diyor. “Bu gençlerimizin Trablus'un denetimini aldığının ilk işaretiydi.”
Kaddafi avı ilerledikçe UGK, yabancı askeri destekçilerine danışılarak oluşturulmuş ve başkentte güvenliği sağlamayı hedefleyen yetmiş sayfalık bir planı uygulamaya başladılar.
Londra, Paris ve Washington'daki yetkililer planın Irak ya da başka bir ülkedeki deneyimlerin gölgesi altında kalmadığını söylemek için kırk dereden su getiriyor, ama Bağdat'taki hatalarından çıkan dersler gayet açık. UGK Başkanı Cibril Katar'daki bir basın toplantısında Libya'nın “birleşerek yaralarını saracak ve iyileştirecek, böylece ulusumuzu yeniden inşa edeceğiz” dedi.
NATO, tarihinde ilk kez kendi görev alanı dışında bir ülkeyi işgal etmişti. Başlangıç-ta NATO'nun bu operasyonuna sert tepki gösteren Türkiye bir hafta sonra tavrını değiştirerek Libya sahillerine savaş gemilerini yolladı. NATO uçakları yaklaşık yedi ay süren ve Kaddafi'nin öldürülmesi ile sonuçlanacak operasyon süresinde onüçbin kadar sorti düzenleyerek onbinlerce bomba attı. Bu bombardıman ve yaşanan çatışmalarda yaklaşık altmışbin insan öldü ve yüzbin kişi yaralandı. Libya'nın her tarafındaki yıkımın zararı ikiyüz milyar Dolardan fazla olarak hesaplanmaktadır. Bu da NATO'nun Libya'ya getirdiği “özgürlük ve demokrasi”nin bedeliydi. Şimdi Libyalılar tıpkı Irak'ta olduğu gibi yaşananların
muhasebesini yapıyor ama iş işten geçmiş durumda.
Suriye'ye gelince; Türkiye, Irak, Lübnan, Ürdün ve İsrail'e komşu ve 17.000.000 nüfusa sahip Suriye'de nüfus çoğunluğunu Sünni Araplar oluşturmaktadır. Ülkede bulunan azınlıklar nüfusu ise Alevi Araplar, Şii Araplar, Hıristiyanlar, Ermeniler, Kürtler ve Dürzileri kapsamaktadır.
1946 yılında her ne kadar Fransa'dan bağımsızlığını ilan etmiş olsa da, Suriye 1970'lerde dönemin savunma bakanı Hafız El-Esad'ın “ Düzeltme Hareketi” adı altında yaptığı darbeye kadar istikrarlı bir devlet yapısına sahip olamamıştır.
Hafız El-Esad, BAAS (Arap Diriliş Partisi) üyesiydi. BAAS sosyalizan bir Arap devleti kurmayı hedefliyor, tabanı ise kentli ve batı eğitimli bir kesime dayanıyordu. Rejim 1965'de yüz adet şirketi millileştirdi. Büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koyup halka dağıttı. Ertesi yıl etkin ailelerin fertleri devlet kurumlarından uzaklaştırıldı. Yeni rejim köylüler, kasabalılar ile orta sınıf kentliler (öğretmenler, memurlar ve üniversite öğrencileri) arasında bir ittifak kurarak kendi seçkinlerini yarattı.
Hafız El-Esad aleviydi. Bununla birlikte Esad Sünnileri / İslamcıları ürkütmemek için Anayasa'daki “Cumhurbaşkanı Müslüman olmak zorundadır” maddesini değiştirmeye yanaşmıyordu. Yine Birinci Körfez Savaşı sırasında Irak karşıtı ABD koalisyonuna desek vermiş ve ABD'nin arabuluculuğunda İsrail ile barış görüşmelerine de başlamıştı.
1945 yılında kurulan Suriye İhvan'ı BAAS rejiminin karşısında radikal islamcı bir yapı idi. Sünni bir birliği temsil ediyordu. 1970'lerde gittikçe güçlenmiş ve neredeyse iktidarı ele geçirecek güce ulaşmıştı. Esad devrilmek üzereydi. İhvan Suriye'yi Esad'ın sapkınlığından ancak kutsal bir cihadın kurtarabileceğini söylüyor ve Alevileri kafirlikle suçluyordu.
Bu arada ABD Ordu İstihbaratı'nın (DIA) 1982 tarihli bir raporu, daha önce de Türkiye'nin 12 Eylül'den hemen sonra Suriye'ye yönelik kanlı bir plana örtülü desteğini ortaya çıkardı. Raporda Suriye Müslüman Kardeşler örgütünün, bir darbeye zemin hazırlamak amacıyla Hama'da başlattığı ayaklanmaya katılan silahlı militanların ülkeye sızdıkları ana rotalarından birinin de Türkiye olduğu belirtiliyor.
Raporda Müslüman Kardeşler'in 1981 yılı başında bir darbe planı yaptığı, örgütün sür-gündeki liderliğinin bir yandan ülke çapında isyan başlatırken, diğer yandan örgütle işbirliği yapan bir grup Esad karşıtı Alevi subayın hükümeti bir darbeyle devirmesini planladığı anlatılıyor. Hafız Esad'ın darbe planını 1982 başında öğrenerek Müslüman Kardeşler'e yönelik operasyonlarını sıklaştırdığını söyleyen rapor, örgütün buna karşın 2 Şubat 1982'de Hama isyanını başlattığını kaydediyor.
1980'de onbin üyesi ve bin silahlı militanı olduğu tahmin edilen Suriye Müslüman Kardeşler örgütü, 1980 sonunda İslam Cephesi kurduğunu ilan ediyor ve bu dönemde Irak hükümetiyle temaslarını yoğunlaştırıyor. 1979-1980'de Suriye yönetimiyle girilen çatışmalarda Müslüman Kardeşleri, Bağdat yönetimi destekliyor. Bağdat'la kurulan bağlantı, Suriye BAAS Partisi içindeki “ ayrılıkçılarla” da ilişki kurulmasını sağlıyor. Bu dönemde örgüt, Suriye'nin önde gelen Alevi aşiretlerinden biri olan Haddadun'un reisi Salah Cedid'le işbirliği yapmaya başlıyor. ABD Ordu İstihbaratı'nın raporunda, “Suriye Müslüman Kardeşleri'nin Esad'ı devirme planıyla Suriye BAAS'ı içindeki ayrılıkçılar arasındaki koordinasyon, muhtemelen Irak'ın arabuluculuğuyla sağlandı” deniyor.
Rapor, Müslüman Kardeşler'in darbe planının iki adımı olduğunu anlatarak devam ediyor. Birinci adımda, Hama merkezli bir isyan başlatılması ve bunun Halep, Şam ve diğer büyük şehirlere yayılması amaçlanıyor. İkinci adım ise, bu kargaşadan istifade eden Salah Cedid'in ordu içindeki destekçilerinin Hafız Esad'ı bir darbeyle devirmesi. Ayaklanma başlatıldığında dünya çapında bir propaganda kampanyası başlatılması ve ordunun büyük kısmının “muhalefete” katıldığının ilan edilmesi de planlanıyor. Buna paralel olarak 1981'de Irak'ta El Minbar adlı bir dergi yayımlanmaya başlıyor. Dergi sistematik biçimde Suriye'deki insan hakları ihlallerini konu ediyor. Suriye'nin Esad yönetimi altında Arap dünyasında izole olduğu propagandası yapıyor.
1981Temmuz'unda örgüt, Suriye'ye silahlı militanlarını sızdırmaya başlıyor. Militanlar özellikle Irak ve Türkiye üzerinden Suriye'ye sızıyor. Ancak darbe planı Ocak 1982'de ortaya çıkıyor ve Esad yönetimi özellikle Ürdün sınırındaki Deraa'da yüzlerce Müslüman Kardeşler üyesini tutukluyor. Ancak örgüt, isyan başlatmanın BAAS yönetimini hem Arap dünyasında daha fazla yalnızlaştıracağını, hem de Suriye Alevileri içerisindeki çatlakları derinleştireceğini hesaplıyor.
Hama'daki ayaklanma 2 Şubat'ta başlatılıyor. Bazı camilerin minarelerinden halka cihat çağrısı yapılıyor ve belirlenen camilerden silah temin edilebileceği duyuruluyor. Eş zamanlı olarak Müslüman Kardeşler'in silahlı militanları hükümet binalarına saldırı başlatıyor.
Örgüt bu süreçte uluslararası propagandaya da hız veriyor. Propaganda merkezlerinden biri de Ankara. Rapora göre 14 Şubat 1982'de Müslüman Kardeşler'in Ankara’daki kaynakları Hama-Şam-Halep otobanının örgütün kontrolüne geçtiğini iddia ediyor.
Aynı günlerde binlerce Suriye askerinin taraf değiştirdiği, Lazkiye'deki bir deniz üs-sünün ele geçirildiği, Humus, Lazkiye ve Halep'te genel grev ilan edildiği gibi iddialar da propaganda ediliyor. ABD Ordu İstihbaratı raporunda ise “Propagandanın aksine Suriye'deki ayaklanma, Şamdaki bazı eylemler dışında, hiçbir zaman Hama'nın dışına sıçramadı” diyor.
BAAS rejimi yeni bir yasa çıkararak İhvan üyesi olan herkese ölüm cezası verdi. Oldukça kanlı geçen günlerden sonra İhvan'ın gücü kırılmış ve pek çok İhvan üyesi Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Katar ve Irak gibi ülkelere kaçmak zorunda kalmıştı. Sonraki yıllarda liderleri, örgütü Londra'dan yönetmeye devam etse de, geride kalan İhvan üyeleri şiddet içeren İslam savunusundan vazgeçmişlerdi.
10 Haziran 2000 yılında Hafız El-Esad'ın ölmesinden sonra Londra'da tıp eğitimi alan oğlu Beşar El Esad % 97 oy alarak iktidara geldi. Esad'ın gelişi ülkede büyük bir değişim beklentisi yaratmıştı. Her anlamda uzlaşmacı olan ve daha yumuşak bir döneme geçileceğine işaret eden Beşar El Esad, birlik çağrısı yapıyordu. Özel sektörün gelişmesini isteyen Esad, neoliberal bir politikayı savunuyordu. Ancak BAAS rejiminden bu politikalara karşı ciddi bir direniş vardı. Esad arkasındaki desteği kesmeden, eski kadroların hepsini tasfiye etmeye çalışıyordu. Suriye için neoliberal politikalara geçiş sancılıydı ama uygulanmaya devam ediyordu. Halkın büyük bir kısmında bu politikalar rahatsızlık yaratıyor ve yoksullaşma ise giderek artıyordu.
ABD yönetimi, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra Suriye'yi de “şer eksenine” dahil etti. Suriye'yi terörist gruplara destek vermek ve Irak'ı istikrarsızlaştırmak ile suçlayan ABD yönetimi Bush döneminde birkaç kez Suriye'yi tehdit etti. Ancak Suriye'yi “diplomatik yollarla yola getirme” politikasından da hiç vazgeçmedi. Özellikle AKP ile yakın ilişki içinde olan Esad yönetimi, AKP ile yüzünü batı politikalarına çeviriyordu.
Yine de Suriye emperyalizmin bölgesel hedeflerine uyumluluk göstermedi. Filistin ve Lübnan üzerinde oldukça yüksek bir siyasi etkinliği olan Suriye, Golan Tepeleri sorunuyla birlikte özellikle İsrail'le ciddi sorunlar yaşadı. İran ve Rusya ile kurduğu müttefik ilişkisi Suriye'nin bölgedeki pozisyonunu özetliyordu. Aynı zamanda Suriye'nin Avrupa devletlerinin Rusya'nın doğalgaz hakimiyetini azaltmak amacıyla Katar'la yapılacak doğalgaz anlaşmasına coğrafi konumundan dolayı Rusya lehine engel olması, Suriye'yi bir kez daha hedef haline getirdi. Hürmüz Boğazı üzerinde Suudi Arabistan ve İran arasında süren gerilimin bir noktası da Suriye'yi ilgilendirmekteydi.
Esad Arap Baharı ile başlayan, Sovyetler Birliği’nden arda kalan ülkelere dönük,
bölge ülkelerini yeniden biçimlendirme projesinin Suriye'ye sıçramasına engel olamadı. Suriye'de başlayan olaylar ve hızla gelişen gösterilerin birçok kente yayılmasına polis ve ordunun müdahale etmesi ve durumun giderek gerginleşmesiyle taraflar karşılıklı olarak silah kullanmaya başladı. Olayların hemen başlangıcında bazı silahlı grupların Cisr El-Şugur kasabasını ele geçirme girişiminin ordu tarafından önlenmesi sonucu onbeşbin kadar Suriyeli Türkiye'ye sığındı. Aynı günlerde Türk hükümeti Suriyeli muhaliflere Antalya'da toplanma izni verdi.
Bu, gerginleşecek Suriye- Türkiye ilişkilerinin ilk işaretiydi. Nitekim Türkiye hızlı bir şekilde Suriyeli muhaliflere destek vererek tüm toplantılarını İstanbul ve Ankara'da yapmasına izin verip her türlü desteği sağladı. Suriye ordusundan kaçan askerler için özel kamp tahsis eden Ankara, Suriye'ye net mesajlar veriyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı Gül, Başbakanı Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Arınç, Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun sert söylemleriyle Şam-Ankara ilişkileri hızla gerginleşiyordu. Türkiye'nin daha başlangıçtan itibaren muhalefete destek vermesi muhalefetin moralini yükseltip mücadeleye devam etme gücü verdi. Oysa 1990'lı yıllarda ağırlıklı olarak Abdullah Öcalan'ın Suriye'deki varlığından kaynaklanan gerginlik dışında 2011 yılına kadar Türkiye Suriye'nin en önemli dostu ve müttefikiydi. Şam'a göre ise Türkiye'nin Esad karşıtı tutum ve davranışı olmasaydı belki de Suriye'de olaylar çoktan son bulmuştu. Çünkü başını Katar ve Suudi Arabistan'ın çektiği Arap ülkelerinin tüm çabalarına rağmen Batılı ülkeler Suriye'ye müdahale edemiyor, Rusya, Çin ile birlikte BM Güvenlik Konseyi'nde veto kullanıyor ve çok net olarak Şam'dan yana olduğunu gösteriyor, bu ise başta ABD olmak üzere Batılı ülkeleri tedirgin ediyor ve korkutuyordu. Bu nedenle Batı, Türkiye'nin Suriye'ye müdahale etmesini provoke ediyordu.
Türkiye'nin Suriye muhalefetine verdiği siyasal, maddi, manevi ve askeri yardım işe yaramayınca bu kez Arap Birliği devreye sokuldu. Ne var ki Arap Birliği gözlemcileri ilk raporlarında bu ülkede silahlı grupların halka ve devletin güvenlik güçlerine karşı her türlü silah kullandıklarını belirtince bu kez saldırılar gözlemci heyetine yöneldi; Arap Birliği bakanları Suriye'ye giden gözlemcilerin görevine son verdi ve BM'den Suriye'ye Barış Gücü askerlerini göndermesini istedi. BM Genel Kurulu'nda Suriye aleyhinde karar aldıran ABD ve müttefikleri Tunus'ta 24 Şubat'ta Rusya ve Çin'in katılmadığı Suriye'yle ilgili bir uluslararası toplantı düzenlediler ve Suriye'ye müdahalenin yollarını aradılar.
Batı, kendi politika ve planlarıyla “uyumlu” olmaları durumunda Arap İslamcılarına her türlü yardımı ve desteğini vereceğinin sinyallerini vermekteydi. Çünkü Batı'ya göre kendisi ile uyumlu ve bulundukları ülkelerin halkların desteğine sahip Arap Sünni İslamcıları Şii İran'a karşı kullanmak daha kolay olacaktı. Zira Batı kendi yandaşı Arap diktatörleri halkın desteğinden yoksun oldukları için bu tür planlarda kullanma çabasında hep başarısız olmuştu.
BOP kararının alındığı Sea Island Zirvesi'nden sonra sürecin nereye gideceği belliydi. Bu coğrafyada demokrasi gelecekse ancak İslamcıların zaferi ile gelebilirdi. Çünkü solcu, ulusalcı ve milliyetçi güçlerin zayıfladığı ya da zayıflatıldığı bir ortamda ancak İslamcılar gücünü ortaya koyabilirdi. Otuz-kırk yıllık ABD işbirlikçisi iktidarlar Mısır, Tunus, Fas, Libya, Yemen ve diğer ülkelerdeki kitleleri “dine yönlendirmek” için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Başka bir anlatımla Mübarek, Bin Ali, Kaddafi ve benzerlerinin baskıcı politikaları sonucunda bu ülkelerde insanların direnme ve mücadele gücü kalmamış ve ekmeklerinden başka bir düşünemez olmuşlardı. Umutsuz kalanlar insanlar doğal olarak camilere sığınıyor ve hızla kaderci oluyorlardı. Çok iyi örgütlenen “İslamcı” gruplar bu insanlara rahatça ulaşıyor ve onları örgütleyebiliyordu.
İslamcıların Tunus, Mısır, Fas, Libya ve Cezayir'de tek başlarına ya da diğer liberal-
laik partilerle iktidara gelmesi çok önemli olmasına rağmen BOP henüz hedefine varamamıştı
Zira bu ülkelerin tümü önemli olmalarına rağmen BOP'un merkezini oluşturan gerçek Ortadoğu'yu temsil etmiyorlardı. Çünkü Ortadoğu denildiğinde Nil'in doğusu ile İran sınırı arasında kalan bölge anlaşılmaktadır. Bu coğrafyanın ortasında ise Suriye bulunmaktadır. Bu nedenle de bütün ülkeler başından beri Suriye ile ilgilenmektedir. Dolayısıyla ABD ve müttefiki bölgesel ve uluslararası ülke ve güçler tüm enerjileri ve her alanda Suriye'ye yüklenmektedir.
Başlangıçta barışçıl gösterilerle sokağa çıkan Suriyeliler Esad yönetiminin derin
yolsuzluklarından, genel olarak ekonomik sıkıntı ve yoksulluktan hoşnut olmadıklarını söylüyorlardı. Ancak bu gösteriler İslamcılar tarafından çok hızlı bir şekilde provoke edilince işler hızla karıştı. BOP'un ilan edilmesi ve ABD'den alınan yardımlar da bu sürece katkıda bulundu. 1982 yılındaki Hama ve 2004'deki Kamışlı olayları dışında uzun süredir ülkede herhangi bir olay yaşanmaması da Suriye istihbaratını yaşanan olaylar karşısında hazırlıksız yakaladı.
ABD Kongre raporuna göre Washington, Suriye muhalefetinin çeşitli gruplarına 2004- 2008 arasında 200.000.000 Dolar yardımda bulunmuştu. Böylesi zengin mali finans kaynaklarına ve lojistik desteğe sahip Suriye muhalefeti doğal olarak ilk günlerden itibaren devlet güvenlik güçlerine karşı direnebilmeyi becerebildi. Suriye ordu, istihbarat ve polisi ilk şoku atlattıktan sonra çok sert karşılık vermeye başladı. Bu sertlik silahlı radikal İslamcı grupların işine yaradı. Çünkü bu halkı provoke etmek için kaçırılmaz bir fırsattı. Üstelik bu grupların halka dağıtmak üzere milyonlarca Dolarlık parası vardı. Bu da yetmeyince işin içine mezhepsel söylemler sokuldu. Türkiye'de bile birçok politikacı, akademisyen ve gazeteci bu çabalara destek vererek Esad'ın Aleviliğine dikkat çekti. Bir yıl öncesine kadar Erdoğan'ın Esad ile dostluğuna mutlak destek verenler bu kez Türk ordusunun Suriye'ye girip Esad'ı devirmesinden söz etmeye başladı.
BOP ortağı Türkiye, ABD'nin bölge için planlarını bilen ya da sezen bir ülke olarak Esad'a 2007'den itibaren demokratik reformlar yapması telkininde bulunuyordu. Babasının ölümünden sonra iktidara geldiği 2000 yılından itibaren ekonomik ve siyasal alanda çok önemli reform adımları atan, istihbarat baskısını azaltan, keyfi tutuklamalara son veren, ülkeyi dışa açarak halkı rahatlatmaya çalışan Esad, Gül- Erdoğan ikilisinin bu istek ve telkinlerine sıcak bakmasına rağmen çevresindeki insanların yani derin devlet denilen oluşumun etkisi ile çok ileri gidemiyordu. İktidarın önemli kilit noktalarını tutan, bu iktidarın nimetlerinden otuz yıldır yararlanan ve bazıları kendi akrabası olan bu kişiler ellerinde tuttukları iktidarı kaybedecekleri endişesi ile Esad'ı hep frenlediler. Oysa Esad halk tarafından çok seviliyor ve destek görüyordu. Yapılan tüm yoklamalara göre demokratik seçim yapılsa Esad o sıralar en az % 80 oy alırdı.
Tunus'ta başlayan ve hızla Mısır ve Libya'ya sıçrayan ayaklanmalarla Suriye yönetimi tehlikenin yaklaştığını anlamasına rağmen olup bitenin BOP çerçevesinde büyük bir oyun olduğunu anladığında işler oldukça karışmış ve Şam savunmaya geçmişti. Suriye yönetimine göre amaç demokrasiyi getirmek değildi. Şam'a göre olup bitenin amacı Batı yanlısı iktidarları Arap ülkelerinde iş başına getirmek, emperyalizme karşı direnen yönetim ve güçleri tasfiye etmek ve böylece İsrail'in rahatlatılmasını sağlamaktı. Böyle olunca Erdoğan'ın reform söylemi farklı anlaşılıyor ve Şam Erdoğan'ın söylemini “oyunun bir parçası” olarak görmeye başlıyordu. 15 Mart 2011 tarihinde olayların Suriye'de başlaması ve Ankara'nın Mayıs sonunda Suriye muhalefetinin ilk toplantısını Antalya'da gerçekleştirmesine izin vermesi ve peşinden Suriye'den kaçanlara sınırda özel kamplar oluşturulması iki ülke ilişkilerine son noktayı koymuştu. Geçen süre içinde de cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye yönetimine ve Esad'a çok ağır suçlamalarda bulunmuş ve ağır eleştiriler yöneltmişlerdi.
Suriye ordusundan ayrılarak kaçan bazı subay ve askerlerin Antakya'daki kamplarda barındırılması ve bu subayların ve özellikle Özgür Suriye Ordusu denilen grubun komutanı Riyad El-Esaad'ın Türk ve yabancı medyaya sık sık konuşarak “ buradan Suriye'ye yönelik eylemde bulunduklarını söylemesi Şam için bardağı taşıran son damla olmuştu..
Ankara, Katar ve Suudi Arabistan gibi bölgesel ve başını ABD ve Fransa'nın çektiği uluslararası devlet ve güçlerle hareket ediyor ve Esad iktidarının düşmesi için elinden gelen
her şeyi yapıyordu. Bu ise Suriye yönetimini çok kızdırıyor ama Türkiye'ye karşı hareket etmesine yetmiyordu. Ankara'nın beklenmeyen bir şekilde Suriye'ye karşı uyguladığı bu politika İslamcı çevreler tarafından sevinç ve mutlulukla karşılanmasına rağmen genel olarak Arap entelektüel çevrelerinde ve geniş halk kesimlerinde şaşkınlıkla izlenmekteydi. Arap medyasındaki köşe yazısı ve yorumlarda “takiyeyle bölgede prestij sağlayan Erdoğan yeni bir sultan olamaya çalışmakla” suçlanıyor, ve “bunu Osmanlı'dan ve Türklerden nefret eden Suud kralları ile Katar emirlerinin yardımı ile yapmaya çalıştığına” dikkat çekiliyordu.
Erdoğan'ın Suriye'ye son ziyareti 6 Şubat 2011 tarihinde oldu. O tarihte “Arap Baharı” başlamış, Tunus lideri Bin Ali ülkeden kaçmış, Mısır'da askerler Mübarek'e darbe yapmış, Libya'da heyecan giderek yükseliyordu. Erdoğan Suriye'de başbakan Naci Itri ile Asi Nehri üzerinde kurulacak olan Dostluk Barajı'nın temelini attıktan sonra Halep'e uçtu. Dönüşünde de Esad'a uzun uzun reform ve demokrasi telkinlerinde bulunduğunu anlattı. Peşi sıra 28 Mart 2011 tarihinde MİT müsteşarı Hakan Fidan, 6 Nisan 2011 tarihinde dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu Şam'a giderek uzun görüşmeler yaptı. Konu yine Suriye'deki demokratik reformlarla ilgiliydi. Esad'ın kendisinden istenen ve beklenenleri yapmadığını ileri süren Ankara 9 Ağustos 2011 tarihinde Davutoğlu aracılığı ile bu kez artık başlamış olan çatışmaların durdurulması için planlar sundu. Ama artık hiçbir şey kolay görünmüyordu. Çünkü Esad'a göre iktidarını Müslüman Kardeşler'le paylaşmasını isteyen Ankara samimi değildi. Diğer yandan Ankara Suriyeli muhaliflere kucak açmıştı bile. 31 Mayıs 2011'de üçyüz kadar Suriyeli muhalif Antalya'da toplanırken, Suriye'den kaçan bazı subay ve askerler de Hatay'da Özgür Suriye Ordusunu kuruyordu. Mülteciler için çadır kentler ise daha önce kurulmuştu.
15 Mart 2011'de Daraa'da başlayan yangın, özellikle provokatif yayınlarla genişlemeye başlayınca, Esad, iktidardaki BAAS Partisi yönetimini acil olarak toplantıya çağırdı. 24 Mart'ta yapılan bu toplantıdan sonra Esad'ın başdanışmanı Buseyna Şaaban bir basın toplantısı düzenleyerek, halkın haklı tüm isteklerinin yerine getirileceğini, yakında önemli kararların alınacağını söyledi ama bir işe yaramadı. Olaylar artarak devam etti.
Bunun üzerine, 31 Mart 2011'de parlamentoyu olağanüstü toplantıya çağıran Esad, yeni hükümetin kurulacağını, reform yolunda çok önemli kararlar alınacağını söyleyerek, son olaylardan dolayı tutuklananların serbest bırakılması emrini verdi. 7 Nisan'da da kimliksiz olan Kürtlere kimlik verilmesi ile ilgili yasayı imzaladı. 21 Nisan'da otuzsekiz yıldır ülkede uygulanan Olağanüstü Hal Yasası'nı kaldırdı. Milli Güvenlik Mahkemeleri'ni iptal etti, izne bağlı gösterileri serbest bıraktı. Ancak bunların hiçbiri bir işe yaramadı. Çünkü ortada merkezinde Suriye olan büyük bir oyun vardı. Arap Baharı yalnızca cumhuriyetleri hedef alıyor, gerici krallıklara dokunmuyordu. Bu oyunda AKP yönetimindeki Türkiye'nin de çok tehlikeli bir rolü bulunuyordu.
Bu bağlamda, 6 Nisan 2011'de “ Suriye halkının güvenlik ve esenliği için yardıma hazır olduklarını” söyleyen Erdoğan, 10 Haziran'da Suriye'de olup bitenleri “felaket” olarak niteledikten sonra, Esad yönetimini “ göstericilere karşı insanlık dışı yöntemlerle karşılık vermekle” suçladı.
Özgür Suriye Ordusu'nun ( ÖSO) Hatay'da kurulmasından sonra Suriye Ulusal Konseyi (SUK) de 2 Ekim 2011'de İstanbul'da kuruldu. Bölge ve batılı ülkelerin SUK'taki kişi ve gruplara verdiği rüşvetler medyada sıkça yer aldı. Çünkü her ülke SUK'ta güçlü ve etkin olmak istiyordu. SUK'un başına otuz yıldır Paris'te yaşayan Suriyeli Hıristiyan Burhan Galyun getirildi. Oysa Hıristiyanlar Suriye toplumunun ancak % 10-12'sini oluşturuyordu. Ancak Galyun var olan karmaşık duruma ve konseyin tarafları arasındaki çatışmalara fazla dayanamayınca, yerine 9 Haziran 2012'de Kürt kökenli Abdülbasıt Seyda seçildi. Bu sefer amaç toplumun % 10-12'sini oluşturan Kürtleri kandırmak ve onları Esad yönetimine karşı ayaklandırmaktı. Bu da bir işe yaramayınca, konsey üyeleri 9 Kasım 2012'de bir kez daha Hıristiyan olan George Sabra'yı iş başına getirdiler. Her nedense başkanlığa % 70 çoğunluğa
sahip Sünnilerden yani Müslüman Kardeşler'den birisi seçilmiyordu. SUK'un kendisinden isteneni verememesi üzerine ABD, SUK dışında kalan grupları ayaklanmaya katarak Esad'a karşı daha aktif ve kapsamlı bir mücadele yürütme yolunu seçti. Bu amaçla Katar'ın başkenti Doha'da Ulusal Muhalefet ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (UMDGUK) kuruldu ve başına Sünni ve dindar olan Emevi Camii eski hatiplerinden kimya mühendisi Ahmet Muaz El- Hatip getirildi. Bu koalisyon içinde hemen hemen tüm Suriyeli gruplar vardı. Ne var ki bu koalisyon da işe yaramadı. El- Hatip Esad yönetimi ile masaya oturmaya hazır olduklarını söyleyince herkesi karşısına almış oldu. Yerine geçici olarak SUK başkanı George Sabra,6 Temmuz 2013'de İstanbul'da yapılan toplantı sonrasında da Suudilerin adamı Ahmed El- Carba getirildi. Birkaç kez başkanın değişmesinden sonra UMDGUK içindeki farklı grupların yönetimi hırsızlık ve yabancı istihbarat örgütlerine hizmet etmesi ile suçlaması ile koalisyonun adı duyulmaz oldu.
Suriye'de olayların başladığı ilk günden itibaren Esad, çok samimi olarak bir şeyler yapma eğilimi içindeydi. Yukarıda sözü edildiği üzere başdanışmanının ve kendisinin yaptığı açıklamalar ve yaptığı girişimleri takiben 4 Ağustos 2011'de yeni Partiler ve Seçim Yasası'nı çıkarttı. Böylelikle parti kurulması serbest bırakılıyor ve seçimler yargının denetimine devrediliyordu. Yanı sıra 15 Ekim'de yeni Anayasa için özel bir komite kuruldu ve hazırlanan yeni demokratik Anayasa 26 Şubat 2012'de referanduma sunuldu. Yeni Anayasa'ya evet diyenlerin oranı % 89.4'e ulaştı. Yeni düzenlemelerden sonra ve Aralık 2015'e kadar Suriye'de yirmibir parti kuruldu. Bu adımlara karşı dış destekli muhalefet silahlı mücadeleden vazgeçmedi. Ülke hızla iç savaşa sürükleniyordu. Muhalifler keskin bir şekilde mezhepsel söylemleri kullanıyor ve saldırılarıyla Aleviler ve Esad'a destek verdiklerine inandıkları Hıristiyan ya da Müslüman herkesi hedef alıyordu. Onlara destek verenlerin başında da AKP yönetimindeki Ankara vardı. Esad'ın aktarıma göre Erdoğan kendisinden demokrasiye geçmesini ya da reform yapmasını isterken aslında sadece yasaklı olan Müslüman Kardeşler'i serbest bırakmasını, onlara siyaset yapma özgürlüğü tanımasını ve iktidarı onlarla paylaşmasını istiyordu. Müslüman Kardeşler'in geçmişi ve sicili çok kötüydü. Esad bunları görmezden gelse bile ülkede egemen olan güç ve anlayış buna izin vermezdi. Nitekim de öyle oldu. Çünkü Müslüman Kardeşler'in derdi demokrasi değil, iktidarı ele geçirmek ve kendi ideolojisini uygulamaktı. Bunun böyle olduğu olaylardan hemen sonra anlaşılacaktı. Zira birçok reform kararı alınmasına rağmen muhalefet çok geç olduğunu söyleyerek bunların hiçbirini kabul etmedi ve silahlı saldırılarını yoğunlaştırdı. Muhalif gruplar ayaklanmanın hazırlıklarına aylar öncesinden başlamıştı. Arkalarında ise bölgesel ve uluslararası ülke ve güçler vardı. Oyun çok önceden hazırlanmış ve roller ona göre dağıtılmıştı. Herkes figüran olmak için can atıyordu.
Yukarıda açıklandığı üzere Türkiye destekli Arap Birliği Örgütü çabalarında başarısız kalınca bu kez yüz kadar ülke bir araya gelerek Suriye'yi yıkma operasyonu başlattılar. Kendilerine “Suriye Dostları Grubu” adını uygun bulmuşlardı. Bu “dostların” ilk toplantısı 24 Ocak 2012'de Tunus'un başkenti Tunus'ta yapıldı. Türkiye'nin Suudi Arabistan, Katar, ABD, İngiltere ve Fransa ile birlikte örgütlenmesinde ve toplanmasında etkin rol oynadığı bu ilk toplantıya yaklaşık yetmiş kadar ülke ve Birleşmiş Milletler, Arap Birliği Örgütü İslam Konferansı gibi bölgesel ve uluslararası örgüt temsilcisi katıldı. Toplantıda ülkeler Dışişleri Bakanı seviyesinde temsil edildi. Alınan en önemli karar Suriyeli muhaliflere destek sağlanmasıyla ilgiliydi.
İkinci toplantı, 1 Nisan 2012'de İstanbul'da gerçekleşti. Bu kez katılım listesinde yüz ülke ve örgüt temsilcisi vardı. Bu toplantıda muhaliflere yardım konusu detaylandırıldı. Bazı ülkeler ise muhaliflerin silahlandırılması konusunda acele edilmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Bunun üzerine Suriye'de savaşan yetmiş civarında silahlı grup komutanı İstanbul'a çağrılarak kendileri ile görüşüldü. Sonuçta da Türkiye, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, Suudi Arabistan ve Katar gibi savaş isteyenlerin görüşü kazandı ve muhalif
gruplara her türlü silah yardımı kararı alındı. Silahlar çok kısa bir süre içinde Türkiye üzerinden ulaştırılmaya başlandı. Bu askeri ve istihbari operasyonun başında ABD'nin eski Şam büyükelçisi Robert Ford vardı.
6 Temmuz 2012'de Paris'te bir araya gelen “dostlar” askeri yardımların detaylarını konuştular. Tıpkı Fas'ın Marakeş kentinde düzenlenen dördüncü toplantıya katılan ülke ve örgüt temsilcilerinin yaptığı gibi. Bu kez katılanların sayısı yüzotuz civarındaydı ama moraller bozuktu. Çünkü muhaliflere verilen onca desteğe rağmen Esad devrilmemişti. İktidarını hala güçlü bir şekilde sürdürüyordu.
Diğer yandan muhaliflere verilen ağır silahlar o sırada yeni adından söz ettiren Nusra gibi radikal İslamcı gruplara gidiyordu. Esad yönetimini hırpalayan bu grupların eylemleri Batılı ülkeleri mutlu ediyordu ama bu grupların hızla silahlanıp güçlenmesi bir yandan da onları korkutuyordu. Bu nedenle 22 Ekim'de Londra'da yapılan toplantıda ilk kez Suriye'de mezhep savaşının tehlikesinden edilerek bu ülkede mücadele eden “ılımlı” gruplara sağlanan desteğin artırılması istendi. Bununla birlikte Suriye'nin Dostları hiçbir düşünce, plan, proje ve hesaplarını gerçekleştiremeden ve bir sonuç alamadan ancak Suriye'yi yıktıktan ve 250.000 Suriyeli'nin ölümüne neden olduktan sonra ortadan kayboldu.
Bir yandan da Suriye'deki muhalif gruplara yardım adına ülkeye yabancı savaşçıların akını başlamıştı. Suriye'ye giren ilk yabancı cihatçılar Tunus ve Libya'dan gelmişti. İkiyüz kişi bir gemi ile silahlarıyla birlikte İskenderun'a gelip, oradan da Suriye'ye girdi. Bunlar Özgür Suriye Ordusu'na katılarak 9 Haziran 2011'de Cisr El Şuğur kasabasına saldırdı. Kısa bir süre sonra da dışarıdan gelenlerin sayısında hızlı bir artış göründü. Bölgesel ve uluslararası
istihbarat örgütleri bu cihatçıları Suriye'ye taşımak için seferber oldu. CIA ve diğer istihbarat örgütlerinin raporlarına göre beş yıl içinde Türkiye sınırlarından Suriye'ye giren cihatçı sayısı ellibini geçmişti. Yaklaşık seksen ülkeden gelen bu cihatçılar vizesiz ya da vizeli olarak İstanbul'a geliyor, oradan da Hatay'a uçuyorlardı. Üstelik bu adamlar hiçbir zorluk çekmeden Suriye'ye girip çıkıyor, yaralandıklarında da Türk ambulansları ile Türk hastanelerine taşınıyorlardı. Özellikle sayıları 7.000-8.000'i bulan ve Çeçenistan ve Kafkaslardan gelen grup IİD ve Nusra'nın vurucu gücünü oluşturuyordu. Türkiye'den bu iki örgüte katılanların sayısı da en az bu kadardı. Batılı ülkeler ise kendi cihatçılarından kurtulmak için Suriye'ye gitmelerine göz yummuştu. Bu cihatçılar Esad'a büyük zararlar verdi. Ne var ki batı bu kez farklı bir sorunla karşılaştı. Suriye'ye giden ilk grup cihatçıların propagandasının etkisinde kalan başka cihatçılar da Suriye'nin yolunu tuttular. Sayı giderek yükseldikçe risk de artıyordu. Riskin artması IŞİD ve Nusra'nın giderek güçlenmesi demekti. Üstelik bu örgütlerin sosyal medya ağlarında en az yetmişbin hesabı vardı ve yaptıkları her şeyin propagandasını yapıyorlardı. Bu propagandalarda İsrail ya da batının hedef gösterilmemesi ise ABD ve genel olarak batıyı çok mutlu etmişti. Göreceli birkaç eylemde batıda ölen 150-200 kişiye karşın Suriye, Irak ve diğer Arap ülkelerinde son beş yılda milyonlarca insan öldürüldü, sakat kaldı, işkence gördü, acı çekti, kaçmak zorunda kaldı, evleri yıkıldı ve ülkeleri perişan oldu.
Suriye'de savaşan militanlar İsrail hastanelerinde tedavi edilip iyileştirildikten sonra tekrar Suriye'ye dönüp savaşıyorlardı. İsrail Başbakanı Netanyahu dört yılda sayıları 2.500'ü geçen bu yaralıları zaman zaman ziyaret edip moral veriyordu. İsrail ayrıca CIA ve bölgesel istihbarat örgütleri ile birlikte cihatçılara her türlü yardımda bulundu. Örneğin Suriye ordusunun mevzilerini fotoğraflıyor ve subayların haberleşmesini dinleyerek cihatçılara iletiyordu. Gerektiğinde Suriye ordu mevzilerini bombalıyor, Suriye askerinin haberleşmesini bloke ediyordu.
Nusra'nın durumuna bakılacak olursa; Haziran 2012'de olaylar başlayınca dünyanın her tarafından “mücahitler” özellikle Türkiye üzerinden Suriye'ye gitmeye başladı. Suriye'de onları bekleyenler vardı. Başlangıçta ÖSO ve yeni kurulan örgütlere katılıyorlardı. Sayıları çoğalınca devreye Kaide girdi. Çünkü Suriye'ye girenlerin büyük bölümü Afganistan
saflarında savaşmıştı. Bunların başında Çeçen, Özbek, Türk ya da Kafkas kökenliler vardı. Suriyelilerle bir araya gelen bu cihatçılar Aralık 2011'de Nusra örgütünü kurdular. Örgüt lideri Colani 24 Ocak 2012'de ilk resmi bildirisini yayınladı. Halep, Şam ve Suriye'nin birçok kentinde intihar eylemleri ve çok kanlı saldırılar gerçekleştiren örgüt, kısa sürede büyük ün kazandı. Türkiye üzerinden Suriye'ye giren yabancı cihatçıların büyük bölümü bu örgüte katılıyorlardı. Bu arada ülkede yüzlerce örgüt kuruluyor, bölgesel ve uluslararası ülke ve istihbarat örgütlerinden yardım alıyorlardı.
Kaide lideri Zavahiri'nin kendi sesiyle yayınladığı ve Colani'nin Kaide'nin Suriye temsilcisi olarak atandığını söylediği bildirisiyle Nusra daha da güçlendi. Bu arada Kaide'nin Irak lideri Bağdadi Colani'den kendisine katılmasını istedi. Colani ise Bağdadi'nin Irak'ta kendisinin Suriye'de mücadeleye devam etmesini söyleyince iki taraf arasında gerginlik başladı.
IŞİD'e gelince; IŞİD, kamuoyunun gündemine Ocak 2014'de Anbar'daki çatışmalarda Felluce'yi ve Ramadi'nin bir kısmını ve 10 Haziran 2014'te Irak'ın ikinci büyük kenti Musul'u ele geçirmesi ile keskin bir giriş yapmış olsa da; aslında IŞİD'in kuruluşu 2003 Irak işgaline dayanmaktadır. İşlediği suçlar ile artık herkesin tanıdığı IŞİD'in Ortadoğu'da yarattığı ekonomik ve politik değişim, özellikle emperyalist devletler ile uyumlu olduğuna işaret etmektedir. Kısaca açmak gerekirse, Suriye'de duvara çarpan Arap Baharı, Mısır ve Libya'da gittikçe radikalleşen Müslüman Kardeşler projesiyle birlikte çöküşe geçmiş, projeyi yürüten ABD'nin itibarını yerle bir etmişti. Bu yanıyla IŞİD'in ABD'nin bölgesel politikalarına yeni bir soluk aldırdığı söylenebilir.
ABD Irak'ta gerçekleştirdiği katliamlar nedeniyle uluslararası kamuoyunca Ortadoğu'da istenmeyen bir güç iken, IŞİD'in yükselişi ile birlikte, yeniden aranan bir aktör haline geldi. Nitekim IŞİD'e karşı ABD merkezli bir savunma birlikteliği gündeme geldi. Özellikle IŞİD yalnızca Müslüman ülkelerde değil, Belçika, Fransa, Avustralya ve Almanya’da da örgütlenmektedir. Bu nedenle herkesin yakından hissettiği bir tehlike haline gelmiş ve uluslararası kamuoyunun “ortak düşmana” karşı birlikte hareket etme zorunluluğunu doğurmuştur. Bu anlamda Rusya ve ABD arasındaki gerilime yeni bir boyut kazandırmıştır.
Diğer yandan, IŞİD'in “aşırılığı” bugüne kadar bölgede faaliyet yürüten Kaide, Nusra ve ÖSO gibi örgütleri toplumsal algıda daha “ılımlı bir çizgiye çekti. Keza IŞİD'e karşı tampon bölge oluşturulması ve bu örgütlerin tampon bölgeye yerleştirilmeleri bile tartışılır hale geldi.
ABD'nin çöplüğe çevirdiği Irak'ta, ABD'nin çekilmesine paralel olarak Şiiler yeniden güçlenmeye başlamıştı. IŞİD'in ortaya çıkışı Irak'ın dengelerini ve özellikle Kürt hareketinin konumlanışını değiştirdi. Maliki'nin alaşağı edilmesini sağlayan IŞİD, ülkenin bölünebilmesinin de önünü açtı. Suriye Kürtleri Esad'a, ancak daha ABD'ye mesafeli dururken, IŞİD'e karşı savunma paktında ABD ile yakınlaştı.
IŞİD, Suriye'de çöken Arap Baharı projesinden sonra, ABD'nin bölge planlarına devam edebilmesi için yeni bir konjonktür yaratmış, ötesinde enerji vermiştir.
Türkiye iç politikası açısından ise, AKP Suriye ile savaş propagandası yaparak muhalefetten destek toplamış ve kendi tabanını konsolide etme yeteneğini artırmıştır. Diğer taraftan ise, IŞİD'le kurulan kanlı pazarlık masasından Türkiye'ye yüklü miktarda sermaye aktarıldığı göz önüne alınmalıdır. Bu sermaye, küresel iktisadi kriz karşısında ülkenin ekonomik zaaflarının üzerini örtmüş, yeni pazar olanakları yaratmıştır.
Tüm bu gelişmeler ışığında IŞİD'in Ankara ve Suruç'ta katliamlar yaptığı, MİT TIR'ları ile IŞİD'e silah taşıdığı, IŞİD petrolünün AKP'nin tankerleri ile Türkiye'ye sokulduğu ve Koç Holding rafinelerinden piyasaya sürüldüğü, İzmir'den, Bodrum’dan çıkan botların Suriyelileri
ölüme taşıdığı bir Türkiye'de, emperyalizmin yarattığı karanlık ve gericilik karşısında barış mücadelesini sürdürmenin önemi artmaktadır.
Barış mücadelesine direnç kazandırmanın yolu ise, öncelikle savaşın nasıl ortaya çıktığını anlamak ve savaşın faillerini bulmaktan geçmektedir. Üstelik IŞİD'in işlediği suçlar ve onun yukarıda sözü edilen ülkelerle; ama özellikle Türkiye ile olan ortaklığına dair birçok delil ve belge de günbegün su yüzüne çıkmaktadır.
Ortadoğu coğrafyasında bütün İslamcı terör örgütlerinin ideolojik kaynağı Müslüman Kardeşler ve öncesinde Suudilerin selefi Vahabi anlayışıdır. 1740'lı yıllarda İngilizler tarafından kurdurulan Vahabiliğe göre, öze dönüş ve dönmeyenlerin ortadan kaldırılması gerekir. Yani çağ dışı kalmak, bunun için İslamı kendisine göre yorumlamak ve karşı çıkanları bertaraf etmek. Başka bir anlatımla, İslamı alabildiğine bağnazlaştırmak. Bu çerçevede Suudilerin İslam dünyasına en büyük hediyesi Kaide ve sonrasında Taliban oldu.
Irak'ın Mart 2003'te ABD ve müttefikleri tarafından işgal edilmesinden sonra farklı Şii ve Sünni gruplar direnişe geçti. Sünni olanlar arasında en etkili grup Kaide'cilerdi. Bu grubun başında 2006'da Amerikalılar tarafından öldürülen Ürdünlü Zarkavi vardı. Zarkavi ölünce yerine Abu Ömer Bağdadi seçildi. Örgütün adı da Irak İslam Devleti oldu. Mayıs 2010'da Abu Ömer Bağdadi'nin öldürülmesinden sonra da yerine Abu Bekr Bağdadi geçti. Bu örgüt 2003-2011 döneminde binlerce saldırı düzenledi ama ağırlıklı olarak Şii ve Hıristiyanları hedef aldı.
Gerçek adı Ibrahim Awad Ibrahim al-Badri olan Bağdadi 1971 doğumludur ve Bağ-dat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yüksek lisansını ve doktorasını yapmıştır. Amerikan işgali ile birlikte 2004'te yanlışlıkla tutuklanmış ve 2009'a kadar Basra'nın güneyinde bulunan Buka Hapishanesi'nde tutulmuştur. Bağdadi 2009 yılında Buka'dan çıkıp “Arap Baharı” öncesinde Kaide'nin Irak kolunun başına geçmiştir.
Ortadoğu ve Afrika'da Müslüman Kardeşler projesinin çökmesi ve bu örgütün Suriye'deki muadili olan ÖSO'nun da başarısızlığa uğraması ile IŞİD adı ile Kaide'den ayrılan örgüt bölgede hakimiyeti ele geçirmeye başladı. ÖSO'dan geçen militanlar ve komutanlarla birlikte 2012'den itibaren üye sayısını ikiye katlayan IŞİD'in bugün otuzbinden fazla üyesi olduğu düşünülmektedir. Örgüt halen Suriye, Irak'ın kuzey bölgelerinde, Lübnan'da, Ürdün'de, Kuzey Afrika ve Güneydoğu Asya'da faaliyet göstermektedir.
IŞİD'e Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, Tunus, Libya ve Katar gibi Müslüman ülkelerden katılım oldukça fazla olmakla birlikte Fransa, İngiltere Belçika, Almanya Avustralya ve Avusturya'dan da katılımlar bulunmaktadır. Örneğin Avrupa Birliği Adalet, Tüketim ve Cinsiyet Eşitliği Komisyonu Başkanı Verajourova, Fransız gazetesi Le Figaro'da yayınlanan raporunda IŞİD'e katılan 5.000-6.000 arası Avrupalı militan olduğunu ve bunun 1.450'sinin Fransız olduğunu iddia etti. ABD, Avustralya ve Kanada’dan da çoğu kadın olan üniversite öğrencilerinin de örgüte katıldığı biliniyor. Doğrudan IŞİD'e katılan militanların yanı sıra bugün onsekiz farklı ülkeden otuza yakın küçük ve orta ölçekli grup IŞİD'e katıldıklarını ilan etmiş durumda.
Suriye ve Irak'ta irili ufaklı pek çok örgüt olduğu düşünülürse, militanların örgütler arası sık geçişini de göz ardı etmemek gerekir. Özellikle ÖSO militanların birçoğu IŞİD'e geçmiş durumda. Her ne kadar eski CIA şefi Petraeus, IŞİD'e karşı Nusra'yı kullanmayı önermiş olsa da, yine birçok Nusra militanın IŞİD'e geçtiği biliniyor. Örgütler arası geçişkenliğin vurgulanmasının önemi şuradan geliyor. IŞİD'e karşı çoğu kez Nusra'nın desteklenmesi veya tampon bölge oluşturulup o bölgeye ÖSO'nun yerleştirilmesi gerektiği beyan ediliyor. Oysa bu, IŞİD, Nusra ve ÖSO arasındaki geçişkenlik göz önüne alındığında, çok da masum olmayan bir strateji olarak göze çarpıyor.
Diğer önemli nokta ise, IŞİD'in kayda değer sayıda militan çekmesinin en önemli sebebinin mali gücü olduğu gerçeğidir. Özellikle petrol kaçakçılığı ve tarihi kaçakçılığı IŞİD'in en önemli iki temel gelir kaynağını oluşturuyor. Diğer gelir kaynak başlıklarından en
önemlileri ise alınan vergiler, yağma, fidye ve özellikle Körfez ülkelerinden gelen “ bağışlar.”
Irak Parlamentosunun yaptığı araştırma, örgütün ana gelir kalemleri arasında şunları saymaktadır. Petrol kaçakçılığı, “vergi” adı altında toplanan paralar, “ koruma parası” adı altında alınan haraçlar, örgüt sempatizanlarının yaptığı bağışlar, fidye, yağma yoluyla ele geçirilen kaynaklar ve “zekat”. Bu çerçevede IŞİD'in kontrol ettiği mali kaynakların sanıldığından daha büyük olduğunu görmek hiç de zor değil.
IŞİD 2015 yılı için 2.000.000.000 Dolarlık bir bütçe açıklamıştı. Örgüt, yalnızca Musul'u ele geçirdikten sonra Irak Merkez Bankası’na ait 432.000.000 Dolara el koymuştu.
Bölgeyi ziyaret eden Brookings Doha Center dış politika görevlisi ve Irak Enerji Enstitüsü’nün yöneticisi Luay EL Hatib, Irak'ta IŞİD kontrolündeki topraklarda şu anda günde 25.000-40.000 varil petrol elde edildiğini ve karaborsada bu petrolün değerinin 1.200.000 Dolar olduğu belirtiliyor. IŞİD'in ne kadar geliri olduğu tam olarak saptanamasa da, ortalama rakamlar bile örgütün yönettiği kaçakçılığın boyutlarını gözler önüne seriyor.
Ayrıca IŞİD'in petrol ticaretini yürüten komutanı Ebu Sayyaf'ın ölümünden sonra, üzerinden çıkan flaş bellekte yer alan bilgiye göre, yalnızca El-Nabuk'taki tarihi eserlerden elde edilen gelir 36.000.000 Dolar.
IŞİD ayrıca ele geçirdiği bölgelerde perakende mağazalarından vergi aldığı ve Suri-yeli bir aktiviste göre IŞİD önümüzdeki günlerde ele geçirdiği bölgelerde elektrik ve su tüketimi için fatura kesmeye başlayacak.
IŞİD'in isminin içinde yer alan “devlet” sözcüğünden de anlaşılacağı üzere, örgüt iş-gal ettiği şehirlerde kendi düzenini kurmaya çalışıyor. Bunun için de çeşitli bakanlıklar kuruyor, ele geçirdiği bölgelere vali atıyor. Hatta örgüt kendi yargı sistemine dahi sahip. Esirleri veya kendi “ halkını” yargılayarak hüküm veriyor ve bunları uygulamaya koyuyor. Bunun yanında örgüt vergilendirme sistemi de yürütüyor. IŞİD, kontrolündeki bölgede yaşayan 8.000.000 insandan düzenli olarak “vergi” topluyor. Bu gelirler sayesinde örgüt onbinlerce savaşçısına aylık 300-2.000 Dolar arasında maaş ödüyor.
IŞİD gerek hiyerarşik yapısı, gerek mali gücü, gerek silahlı kuvvetleriyle her anlamda bir yapılanmasından fazlasını temsil ediyor ve düzenli ordularla oy ölçüşebilecek savaşabilme kabiliyetine sahip. Daha açık ifade edilirse, bu durum örgütün çok kolay suç işleyebilmesini sağlıyor.
IŞİD'in Suriye ve Irak'ta pek çok işlediği biliniyor. Özellikle sosyal medyada Holly- wood tarzı bir propaganda yürüten IŞİD, bugüne kadar aralarında doktorların, savaş esirlerinin gazetecilerin ve LGBTİ bireylerin de bulunduğu pek çok sivili vahşice öldürerek, katliamların görüntülerini Youtube hesaplarından yayınladı.
Kısaca değinmek gerekirse, IŞİD'in Ezidi Kürtleri'ne yönelik gerçekleştirdiği katliam, Palmira antik kentini yok etme, insanları köleleştirme, işgal ettiği şehirleri yağmalama ve onbeş yaş altındaki çocukları silahlı çatışmalarda kullanma gibi pek çok fiili işlediğine dair birçok delil bulunmaktadır.
Var olan delillere göre Suriye ve Irak'ta işlenen suçların faili olarak doğrudan IŞİD'i, göstermek mümkün. Ancak bu noktada önemsenmesi gereken diğer husus ise şudur: ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkeler yaptıkları para ve silah yardımlarıyla kendi ülkelerinde bu kişileri barındırmak ve eğitmek suretiyle saldırı suçunun failleridir.
IŞİD'in militan sayısı ve finansal gücü düşünüldüğünde, bu örgütün sıradan bir Kaide uzantısı olmadığı açıktır. Ortadoğu'nun Musul da dahil olmak üzere, en önemli petrol rezervlerini ele geçirdi. Ortadoğu'nun tarihi eser kaçakçılığı ondan soruluyor. Dünyanın her tarafında örgütleniyor ve militan topluyor. Kaçakçılıktan elde ettiği kayıt dışı parayı kolaylıkla legal hale getiriyor. Tüm bunlar IŞİD'in ortaçağ karanlığından daha fazla şey vaat ettiği anlamına geliyor.
Ancak belki de daha önemlisi, IŞİD'in siyasal olarak bölgede neden olduğu gelişme-lerin hangi ülkelerin çıkarına olduğunu tespit etmektir. Örneğin Irak Başkanı Maliki, Ramadi'nin IŞİD'in eline geçmesinden önce Şii milisleri göreve çağırmasına ABD'nin karşı çıktığı, hatta Maliki'ye istifa etmesi yönünde baskı uyguladığı biliniyor. O günlerde ABD yönetimi Maliki görevini bırakmadığı sürece IŞİD'e müdahale etmeyeceğini açıkça duyurmuştu. Kısacası IŞİD'in sahip olduğu mali ve örgütsel güç göz önüne alındığında, başta ABD olmak üzere, birçok devletin doğrudan veya dolaylı olarak IŞİD'le bağlantısı olduğu ortaya çıkıyor.
Bunun Türkiye ayağına bakılacak olursa; kuşkusuz AKP Türkiyesi IŞİD'in işlediği suçların önemli ortağı. Üstelik Türkiye'nin IŞİD'in işlediği suçlara iştiraki gizli olmaktan da çıktı. IŞİD'in Türkiye'deki faaliyetleri adeta halkın günlük yaşamının bir parçası haline gelmiş durumda.
AKP IŞİD'den aktarılan petrol ve kayıt dışı para ile birlikte, son birkaç yıldır yaşanan ekonomik krizi hafifletmiştir. Buna paralel olarak, siyasal anlamda yaşadığı gerginliği de IŞİD'in yarattığı gerilim üzerinden atlatmaya çalışıyor. Ortadoğu'daki her türlü kaçakçılık ve yasa dışı faaliyetin başına geçen AKP, “ bu işi benden daha iyi kimse yapamaz” diyerek alternatifi olmadığını örtülü olarak ifade ediyor. AKP'nin IŞİD üzerinden elde etmeye çalıştığı bir diğer mevzi ise, IŞİD'le birlikte bölgede yeniden şekillenen Kürt sorununda çözümün tek adresinin kendisi olduğunu iddiasına dayanıyor.
AKP bu sebeplerle, IŞİD'in Ortadoğu'da akıttığı kana çoktan bulaşmış durumda. Ge-çen dönemlerde Youtube hesaplarında yayınlanan savaş güdümü tapeleri bunun en büyük kanıtı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler arasında geçtiği iddia edilen görüşmenin ses kayıtlarında Suriye'ye yönelik askeri müdahale planları açıkça konuşuluyor.
Söz konusu kayıtlara göre Davutoğlu “ laf aramızda başbakan (dönemin başbakanı Erdoğan) da telefonda bu (Süleyman Şah Türbesi’ne saldırı) gerektiğinde bir imkan gibi değerlendirilmeli bu konjonktürde dedi yani” derken, Fidan “ ben öbür tarafa dört tane adam gönderirim, sekiz tane boş alana füze de attırırım. Problem değil, o gerekçe üretilir ( ... ) Biz niye illa Süleyman Şah'ı bekliyoruz. Onu anlamadım... gerekiyorsa oraya da biz saldırı düzenleriz, biz saldırtırız önden canım” demekten geri durmuyor. Aynı kayıtlarda Fidan AKP'nin muhaliflere mühimmat gönderdiğinden de söz ediliyor.
Suriye ile uzun bir sınırı bulunan Türkiye'den IŞİD'e pek çok militanın katıldığı, IŞİD'in Türkiye'de kurduğu vakıflar, dernekler, din kursları aracılığıyla örgütlendiği, Türkiye'nin aynı zamanda IŞİD'e katılmak amacıyla Avrupa'dan gelen militanlar için geçiş noktası olduğuna dair haberler basında sıklıkla yer alıyor. Keza, Türkiye'deki hükümet yetkilileri de yeri geldiğinde ideolojik olarak IŞİD'e yakın olduklarını ifade ediyorlar.
Örneğin 22 Eylül 2014'te Anadolu Ajansı’nda yer alan bir haberde Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun “ Herkesin saygı duyduğu IŞİD'in de üzmek istemeyeceği geniş bir kesim var” sözleri hala akıllarda. Davutoğlu Dışişleri Bakanıyken, 2014 Ağustos'unda “ IŞİD gibi bir yapı radikal ve terörize görünebilir, ancak o grubun içinde kitleler var. Sünni Araplar vardır, ciddi seviyede Türkmenler vardır” dedi. Davutoğlu'nun bu sözleri üzerine, IŞİD'e yakınlığıyla bilinen Takva Haber Sitesi “ Dışişleri Bakanı'nın açıklamaları, İslam Devleti gerçekliğini ve arkasındaki halk gücünü bir kez daha ortaya koydu” yorumunda bulundu.
Bir diğer örnekse, Hollanda hükümetinin, Hollanda kökenli yüz kişilik bir cihatçı listesini Türkiye'ye ilettiği, ancak Türkiye'nin harekete geçme konusunda isteksiz davrandığı iddiasıdır.
IŞİD'in örgütlenmek için İstanbul'da bir vakıf altında yardım standı açtığı, İzmir'de namaz kıldırdığı biliniyor. Bunun yanı sıra Şanlıurfa, Adana, Gaziantep gibi illerde irtibat noktası olduğu da herkesin bildiği bir gerçek halini aldı.
soL Haber Portalı yaşanmış bazı örnekler üzerinden, IŞİD'in nasıl bir örgütlenme stratejisi izlediğini de gözler önüne serdi. Kocaeli'nde akrabalarından biri IŞİD'e katılan kişinin ifadelerine dayanan haberde Kocaeli'ne bağlı Dilovası ilçesinde on kişinin not
bırakarak Irak Şam İslam Devleti saflarında savaşmak üzere Suriye'ye gittikleri, Dilovası 'nda yıllardır isimleri ve adresleri bilinen kişilerin yaptığı cihat propagandasının devletin hiçbir engeliyle karşılaşmadan sürdüğü ve IŞİD'in kolaylıkla örgütlenebildiği açığa çıktı.
IŞİD'in örgütlenme stratejisi olarak yoksul ve gençlerin yoğun olarak uyuşturucu kullandığı semtleri tercih ettiğini düşünmek kulağa hiç de mantıksız gelmiyor. Öncelikle gençleri dine yönelterek uyuşturucu gibi alışkanlıklardan kurtarıyor, daha sonra da yavaş yavaş örgütlenmeye başlıyor. Gençlere IŞİD'e katılırlarsa hem Allah yoluna girmiş olacakları, hem de yoksulluktan kurtulacakları vaat ediliyor. Gittikçe yoksulluğun arttığı, gençler arasında güvenceli bir yaşam sürdürebilme inancının kaybolduğu kent metropollerinde de IŞİD'e katılım oranı oldukça yüksek.
Basında yer alan bir diğer örnek ise Ankara'da yaşandı. Eskiden alkolik olan bir kişi radikal İslamcı örgütlerle temas etmeye başladı ve ardından da çocuklarını alarak yine en ufak bir engellemeyle karşılaşmadan IŞİD'e katılmak için minibüsle Suriye'ye gitti. Başka bir haberde Yaşar isimli bir kişinin ondört yaşındaki oğlunun da benzer şeyler yaşadığını belirtiyor. Buna göre genç çocuk uyuşturucu bağımlısı iken radikal İslamcı bir örgüte katılıyor ve dört arkadaşı ile otostop yaparak IŞİD'in yolunu tutuyor.
Türkiye aynı zamanda IŞİD'e katılmak isteyen Avrupalı militanlar için de geçiş noktası konumunda. Sık sık Almanya, İngiltere, Fransa, Belçika gibi ülkelerden üniversite öğrencilerinin IŞİD'e katıldığı haberleri basında yer alıyor.
Suriyeli muhaliflere ait Londra merkezli İnsan Hakları Örgütü Mirsad'ın başkanı Rami Abdurrahman, Kobani'de gerçekleşen bombalı araç saldırısını düzenleyen IŞİD militanının bölgeye Türkiye'ye girdiğini iddia etti.
Tüm bu iddiaların onaylanması ise doğrudan Hatay Valisi ve Hatay milletvekilleri tarafından yapıldı. CHP Hatay milletvekilleri Refik Eryılmaz ve Mehmet Ali Edipoğlu, Hatay Valisi Celalettin Lekesiz tarafından İçişleri Bakanlığı’na gönderilen “IŞİD Raporu’nda militanların, “Bükülmez, Kuşaklı, Beşaslan'ı Altınözü’nde Hacıpaşa'yı Yayladağı bölgesinde ise Güveçci'yi kullanarak sınır kaçakçıları vasıtasıyla illegal olarak Suriye'ye geçiş yaptığını” belirtti. Konu hakkında hiçbir soruşturma başlatılmadığı gibi, Hatay valisi daha sonra görevden alındı.
Türkiye'nin nasıl bir çamura bulaştığını ise Suruç katliamı gösterdi. AKP'nin IŞİD'le olan kanlı pazarlığı otuzdört gencin canına mal oldu. Suruç saldırısını gerçekleştirdiği kesinleşen Şeyh Abdurrahman Alagöz'ün babası Zeynel Alagöz'ün saldırıdan iki ay önce polise ve savcıya her şeyi anlattığı ortaya çıktı. Suruç katliamını düzenleyen canlı bomba Alagöz'ün de HDP mitingini bombalayan Adıyamanlı Orhan Gönder gibi IŞİD'e yakın “Dokumacılar” grubundan olduğu anlaşıldı. Saldırıdan yaklaşık iki ay önce Şeyh Abdurrahman Alagöz'ün babası, oğlunun canlı bomba olarak kullanılabileceği hususunda polisi bilgilendirmiş olmasına rağmen, İçişleri ve Adalet Bakanlıkları Alagöz hakkında herhangi bir işlem yapmadı.
AKP ile IŞİD arasında bağlantı olduğunu gösteren bir diğer örnek ise bu ikili arasında gerçekleşen esir değişimi. Türkiye tarafından esir tutulan ve bir kısmı Avrupa Birliği ( AB ) vatandaşı olan yaklaşık yüzseksen civarında militanın, IŞİD'in Musul istilası sırasında ele geçirdiği kırkdokuz Türk diplomatla takas için örgüte iade edilmesi, ciddi bir dış politika skandalı olarak basında yer aldı. The Times'ın görüştüğü IŞİD'e iade edilen militanlardan
Yemen asıllı Suudi vatandaşı El Mekdad El Şaruri, diğer militanlarla birlikte Şanlıurfa'da tutulduklarını, Türk yetkililerinin de IŞİD'lilere karşı çok iyi ve çok kibar davrandığını ifade etti. IŞİD'e teslim edilen militanlar arasında iki İngiliz, üç Fransız, iki İsveçli, bir Belçikalı ve iki Makedonyalı da yer alıyordu.
Suriye ve Irak'taki çatışmalarda yaralanarak Türkiye'ye geçen IŞİD militanlarının tedavisi de Türkiye'deki sınıra yakın hastanelerde gerçekleşiyor. Militanlar tedavinin ardından sınırı serbestçe aşıp savaşa katılabiliyorlar.
YPG ile girilen çatışmalarda Kobani'de yaralanan ve IŞİD komutanı olduğu ileri sü- rülen Emrah Ç.'nin Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedavi edildiği iddiaları Denizli Valiliği'nce doğrulandı. Valilik Emrah Ç.'nin akrabaları olduğu için Denizli’ye geldiğini ve “normal vatandaş” gibi sağlık hizmetlerinden faydalanma hakkı gereği tedavi işlemlerinin devam ettiğini belirtti. IŞİD militanı daha sonra serbest bırakıldı. Şunu kesin bir dille ifade etmek gerekir ki; her kim olursa olsun yaralının tedavi edilmesi uluslararası hukuka uygun bir davranış olsa da, devamında serbest bırakılması tamamıyla yasaktır.
IŞİD'in bölgedeki hakimiyetinin gittikçe artması, bu sebeple zaman zaman kontrolden çıkabilmesi ve kamuoyunun artan baskısı ABD'nin “ gerektiğinde” IŞİD'e askeri anlamda müdahale etmesine sebep oluyor. Benzer açıdan AKP de, uluslararası kamuoyu baskısını hafifletmek adına IŞİD militanlarının bir kısmını gözaltına aldı. Ne var ki, Suruç katliamından sonra, Temmuz ve Ağustos ayları boyunca gözaltına alınan 1.050 IŞİD üyesinden sadece üçünün hükümlü olduğu ve toplam 123 kişinin IŞİD üyeliği iddiasıyla tutuklu bulunduğu ortaya çıktı. Geri kalanlar ise serbest bırakıldı. Üstelik bir kısmı da AKP'li çıktı.
Rusya Savunma Bakanlığı da 1 Aralık'ta yaptığı basın toplantısında, sadece son bir haftada Türkiye topraklarından IŞİD ve Nusra saflarına ikibin militan katılımının tespit edildiğini belirtti.
AKP, belirtilen lojistik desteklerin yanı sıra IŞİD'e silah yardımları da yapmıştır.
15 Ağustos 2014 tarihli Birlemiş Milletler raporunda IŞİD'in çok sayıda mühimmata sahip olduğu ve Türkiye üzerinden de silah taşındığı ifade edildi. Raporda “IŞİD ordusunda geleneksel savaş deneyimi olan tank ve ağır silahlar da dahil, pek çok silah sistemine hakim savaşçılar bulunmaktadır. Silah ve teçhizat, 1980'ler ve 1990'larda depolanmış mühimmatın yanı sıra daha yeni malzemelerden oluşmaktadır. Bunların pek çoğu ya Irak ya da ( daha nadiren) Suriye Arap Cumhuriyeti’nin silahlı kuvvetlerinin el konulmuş teçhizatıdır veya öncelikle Türkiye üzerinden geçirilen kaçak silahlardır” ifadesi kullanıldı.
Suriye iç savaşında Esad'a karşı savaşan cihatçıların, silah ve mühimmatlarıyla birlikte Hatay Reyhanlı’dan Şanlıurfa Akçakale'ye MİT organizasyonuyla taşındığının Cumhuriyet Gazetesi tarafından ortaya konulmasından ardından IŞİD militanlarını taşıyan otobüs şoförlerinin görüntülü ifadeleri de ortaya çıktı. İfadelerinde militanları aldıkları Reyhanlı’daki IŞİD bayraklı kampları gösteren, ardından da Akçakale'den Suriye'ye nasıl geçtiklerini anlatan şoförler kendilerini “Bizim bir suçumuz yok, devlet işi yapıyorduk” diye savundu. Şoförler, otobüslerin MİT tarafından kiralandığını, silah ve mühimmatıyla cihatçıların taşınmasında görev aldıklarını anlattı. Şoförler cihatçıları Reyhanlı’da Suriye sınırının sıfır noktasında bulunan Bükülmez Köyü'nün karşısında bulunan ve bazı radikal dinci grupların barındığı Atme Kampı'ndan aldıklarını söyledi.
Diğer taraftan MİT'e ait TIR'larla sağlık malzemesi değil silah ve roket taşındığını ortaya çıkaran savcılar hakkında ise daha sonra soruşturma başlatıldı. MİT TIR'larını durdurduğu gerekçesi ile 7 Mayıs'ta tutuklanan Savcı Ahmet Karaca, savunmasında, MİT TIR'larının durdurulmasından kısa bir süre önce Adana'da bir ihbar üzerine 1.200 tane roket başlığı bulduklarını ve roket başlıklarının IŞİD'e gittiğinin anlaşıldığını beyan etti.
Yine basında yer alan bir iddiaya göre Akçakale sınır kapısından IŞİD'e silah sevki-yatı yapılıyordu. YPG Tel Abyad'ı aldıktan sonra sınır kapandı.
Yakın zamanda ise, Yunanistan Sahil Güvenlik ekipleri Girit Adası açıklarında silah ve mühimmat yüklü bir gemi ele geçirdi. Marine Traffic'in sağladığı bilgiler, “Haddad 1” isimli geminin 29 Ağustos 2015 tarihinde İskenderun'dan Mısrata'ya doğru yola çıktığını gösteriyor.
Rusya Savunma Bakanlığı 1 Aralık 2015'te yaptığı basın açıklamasında sadece son bir haftada Türkiye'den IŞİD'e yüzyirmi tonun üzerinde askeri mühimmat ve yaklaşık ikiyüzelli adet motorlu akışı tespit ettiklerini açıkladı.
AKP ile IŞİD arasındaki bağlantı yalnızca IŞİD'e lojistik ve silah sağlanmasıyla sınırlı değil. Sınırda sigara, ilaç vs. her türlü kaçakçılığın yapıldığı aşikar. Ancak IŞİD'in ayakta kalmasını sağlayan iki temel başlık söz konusu: petrol satışı ve tarihi eser kaçakçılığı.
IŞİD'in petrol satışından tam olarak ne kadar kazandığı bilinmemekle birlikte, 2015 Şubat ayı “ihracat” gelirinin 8.500.000 Dolar olduğu tahmin ediliyor. Deyrezzor'daki petrol ihracatından elde ettiği gelirin aylık 2.000.000 Dolar civarında olduğu ve buna ek olarak yarım milyon Dolar da doğalgaz rezervlerinden elde ettiği iddia edildi.
Deyrezzor ise IŞİD'in ana rezervinin olduğu yer olarak biliniyor. Özellikle bu bölgede IŞİD'in satın aldığı petrol rafineleri, mobil petrol rafineleri en çok burada bulunuyor. Burada günde yaklaşık 34.000-40.000 varil petrol üretiliyor ve bir varil ise 45 Dolardan satılıyor.
Bu noktada AKP ile IŞİD arasında petrol ticareti konusunda da önemli bağlantılar bulunmakta. Örneğin, Ankara katliamı sonrasında Başbakan Davutoğlu'nun açıkladığı yirmibir kişilik canlı bomba listesinde adı geçen ve Rojava'da YPG'nin elinde bulunan Mahmut Gazi Tatar, Türkiye'nin IŞİD ile petrol alışverişi yaptığını iddia etti.
Ayrıca Observer'dan Martin Chulov'un haberine göre, ABD uçaklarının Deyrezzor'da öldürdüğü Ebu Sayyaf, IŞİD'in petrol kaçakçılığından sorumlu ismiydi. Ebu Sayyaf'ın öldürdüğü yerde ele geçirilen belgeler ve istihbarat konusunda bilgi sahibi bir batılı yetkili, Türk yetkililerle IŞİD liderleri arasındaki doğrudan ilişkinin şimdilik “reddedilemez” olduğunu vurguladı.
IŞİD'in ve diğer silahlı grupların kontrolündeki bölgelerdeki bir petrol pazarı oluşmuş durumda. IŞİD elindeki bölgelerin en bilinenleri arasında Halep'in kuzeyindeki Bab ve Menbic bulunuyor. Diğer silahlı grupların kontrolündeki bölgelerde ise, IŞİD petrolü ile yerel petrol birlikte kullanılıyor.
IŞİD petrolü Türkiye'den geçiriliyor. AKP ise petrol kaçakçılığına iki şekilde dahil oluyor. Bunlardan ilki, alınan para karşılığında, IŞİD'in Türkiye sınırından petrol sevkıyatı yapmasına göz yumulmasıdır. Sınır bölgelerde Suriye'den Türkiye'ye uzanan borular ile petrol aktarılıyor veya bizzat IŞİD militanları ya da IŞİD'den petrol satın alan Türkiyeli köylüler tarafından bidonlarla eşek/katır sırtlarında IŞİD petrolü Türkiye'ye geçiriliyor. Bazen ise tüccarlar tarafından TIR veya tankerle geçiriliyor petrol. Çoğunlukla birden fazla el değiştiren petrolden Türkiye sadece “haraç” alıyor. Bu küçük ölçekli kaçaklıkla Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayan halk petrolü piyasada satarak küçük ölçekli sermaye sağlıyor. Diğer yandan, IŞİD petrolün Irak'tan Kürt petrolleri ile birlikte transferinin sağlandığı da tahmin edilmektedir.
Hatay'ın Altınözü ilçesinde bulunan Hacıpaşa beldesiyle, sınırın diğer tarafındaki Ezmerin arasında döşenen borularla petrol aktarıldığı, çekilen fotoğraflarla belgelendi.
Amerikalı yetkili David L. Phillips de buna göz yumduklarını, çünkü düşük fiyatlı kaçak petrolden kazanç sağladıklarını, bundan çıkar sağlayan kayda değer sayıda Türk ve hatta devlet adamı olduğundan emin olduğunu ifade ediyor. “Geçiş yolunu destekleyen zincirdeki kişiler, aileler ve organizasyonlar gayet yerleşik, bazıları onlarca yıldır, Saddam'ın ABD'nin “yemek için petrol” kampanyası zamanında yaptığı kaçakçılık işinden bu yana bu işi yapıyorlar. O gümrükler hiçbir zaman mühürlenmedi ve mühürlenmeyecek “ diye ekliyor.
AKP'nin petrol kaçaklığında kullandığı diğer yol ise, kurduğu şirket aracılığıyla IŞİD petrolünün Türkiye'ye taşınmasıdır. Bunun en büyük örneği ise, Powertrans- Çalık Holding işbirliğidir.
Recep Tayyip Erdoğan'ın damadı Berat Albayrak'ın bir dönem CEO'luğunu yaptığı Çalık Holding 1997 yılında kurulmasına rağmen, hükümetin yardımı ile aldığı ihalelerle hızlıca büyüdü. Holdingin adı pek çok soruşturmada da yer aldı.
Powertrans şirketi ise, petrol transferi yapmak için 2011 yılında kuruldu. Şirket kurulmadan önce ise, gümrük mevzuatı değiştirilerek önceden yasak olmasına rağmen “ülke menfaati sebebiyle” Türkiye'de kurulu şirketlere ham petrol ve jet yakıtının Türkiye üzerinden transit geçirme izin verme hakkına kavuşmuştu.
Şirketin şu anki yönetim kurulu başkanı Şevket Acar, daha önce Powertrans'ın mali işler müdürüydü. Daha önce de Çalık Holding'de Arnavutluk'taki ALBTelecom'un CEO'suydu. Resmi olarak Powertrans, Çalık Holding'in bir parçası olmasa da, arada organik bir ilişki olduğu açıktır. 31 Temmuz 2013 itibarıyla da Powertrans'a ait 673.953.800 Dolarlık
bir gelire işaret ediliyor.
Hürriyet Gazetesinin Washington temsilcisi Tolga Tanış'ın gündeme taşıdığı haberde Çalık Holding'in bünyesinde bulunan Powertrans şirketi Habur'dan petrol yüklü olarak transfer yaparken, Mersin'de yapılan kontrolde tankerlerden su çıktı. Gümrük mevzuatına göre transit sevkiyat yapan firmaların taşınan ham petrolü yurtta bırakması yasak, ancak görünen o ki, Powertrans getrirdiği petrolü bir yerde bırakmış ve onun yerine su doldurarak yola devam etmiş, Yapılan kontrollerde usulsüzlük ortaya çıkarıldı. Hemen ardından Mersin Gümrük Muhafaza Kaçakçılık ve İstihbarat Müdürlüğü’nce soruşturma başlatıldı. Ancak soruşturma takipsizlikle sonuçlandı ve petrolün nerede, kime bırakıldığı sorusu da yanıtsız kalmış oldu. Düne kadar Irak Kürdistanı petrolünü taşıyan Powertrans'ın 2014 yılıyla birlikte IŞİD'in petrolünü taşıdığı, yurt içine bıraktığı ve legalleştirdiği tahmin ediliyor.
Dikkat çeken bir diğer konu ise, binlerce TIR'la Suriye'den Türkiye'ye petrol sevkiyatı yapıldığı bilinse bile, bugüne kadar, ABD insansız hava araçlarının bu çapta büyük konvoyları neden tespit edemediği gerçeği. Oysa Suriye'nin çağrısı ile IŞİD'e müdahale eden Rusya, birkaç gün sonra, Türkiye ile IŞİD arasında petrol satışı yapıldığına dair elinde önemli deliller olduğunu öne sürdü. Rusya, IŞİD petrolünün Türkiye'den piyasaya sürüldüğünü, Erdoğan ve ailesinin de doğrudan işin içinde olduğunu iddia etti. Rusya Savunma Bakanlığı yayınladığı uydu görüntülerine istinaden Türkiye'ye giren petrol tankeri sayısının 16.260 olduğunu ve üç farklı yoldan IŞİD petrolünün işlenip, piyasaya sürüldüğünü belirtti.
Türkiye'nin IŞİD'in petrol kaçakçılığının parçası olduğuna dair başka önemli veriler ise kısa süre önce ortaya çıktı.
İngiliz ve İrlanda basınında uzun yıllar birçok gazetede görev yapan Finian Cunning-ham, Türkiye'nin IŞİD'in petrol ticaretindeki rolüne ilişkin Rusya Savunma Bakanlığı tarafından yayınlanan görüntüleri değerlendirdiği makalesinde önemli noktalara değindi. Türkiye'nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'a ait BMZ Grup'un da bu ticarette rol oynadığını ileri sürdü. Kısa süre önce 36.000.000 Dolara iki tanker satın alan BMZ grubun IŞİD petrolünü taşımak adına bu tankerleri kullanacağını belirtti.
Deyrezzor üzerinden Batman'a gelen petrolün buradan İskenderun Limanı'na taşındı-ğını ve BMZ gruba ait tankerler aracılığıyla dünya pazarlarına nakledildiğini söyledi. BMZ'in hızlı büyümesinin altında IŞİD'in petrolünün piyasaya sürmenin yattığını ifade etti.
IŞİD'in ikinci en büyük gelir kalemini oluşturan tarihi eser kaçakçılığının yolu Katar, Suudi Arabistan ama özellikle Türkiye'den geçmektedir. Bu ülkelerden geçirilen eserler, Avrupa Birliği’nde, Londra ve Paris müzelerinde sergilenmektedir.
Ortadoğu'dan Avrupa'ya tarihi eser kaçakçılığı yeni değil. Daha önce Kaide veya çeşit-li örgütler eliyle sürdürülen, sonra ÖSO ile devam eden tarihi eser kaçakçılığı bugün daha geniş bir bölgeye hakim olan IŞİD tarafından sürdürülmektedir sadece.
IŞİD büyük gelir sağladığı tarihi eser kaçakçılığına özel bir önem atfediyor. Öyle ki, “Değerler Kaynaklar Bakanlığı” adı altında bir birim kurdu. Örgütün güçlü olduğu kentlerde kurulan “tarihi eser bakanlıkları” hangi eserlerin satılacağına ve hangi bölgelerde kazı
yapılması gerektiğine karar veriyor.
Herhangi biri de, Irak ve Suriye'deki tarihi eserleri araştırmak, kazı yapmak istiyorsa bunun için öncelikle IŞİD'e vergi vermesi gerekiyor. Daha sonra elde ettiği eserler, bulgular IŞİD tarafından denetleniyor ve IŞİD'in putperestlik olarak gördüğü figürler de yok ediliyor.
Eserlerin fiyatları eserlerin oluştuğu tarihlere göre değişiyor. 85 Dolara da var, 500.000 Dolara da. 10.000 yıllık eserler ise 1.000.000 Dolara satılabiliyor.
Bazen ise Avrupa’dan veya Türkiye'den aracılar ile skype yoluyla iletişim kuran IŞİD militanları istenilen eserleri bulup yolluyor, para karşılığında ya da doğrudan tarihi eser fotoğrafıyla birlikte eBay adlı internet sitesinde satılıyor.
ABD'ye veya Avrupa'ya girişte IŞİD militanları eserler ile yakalanmadıkları için de tarihi eserleri yağmaladıkları için değil, gümrük yasasını ihlal ettikleri için cezalandırılıyor.
ABD'de Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosu'nda özel ajan olarak çalışan Bren-ton Easter, Suriye'den şu sıralar kaçırılan eserlerin Türkiye'deki depolarda saklandığını bildiriyor. Bu eserler bazen yakalanmaması için yıllarca Türkiye'deki depolarda tutuluyor, daha sonrasında Avrupa'ya sevkiyat gerçekleşiyor.
IŞİD'in Suriye'deki ve Irak'taki faaliyetlerinin en büyük mağduru kuşkusuz bölgede yaşayan sivil halk. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin ( UNHCR) 19 Ekim tarihinde güncellediği bilgilere göre çeşitli ülkelerde bulunan Suriyeli mülteci sayısı 4.180.631. Elbette Suriyeli mültecilerin büyük kısmı Türkiye'de yaşıyor.
Türkiye'ye ilk Suriyeli göçü aslında ÖSO ile başladı. Hatay'daki Suriyelilerin sığındığı kamplardan Boynuyoğun kampı, sınıra sadece 500 metre. Burada yaşayan mültecilerin büyük kısmı 2011 yılının Haziran ayı başlarında Cisreş-Şuğur kentinde yaşanan ve yüzyirmi Suriye askerinin öldürülmesiyle sonuçlanan olaylardan sonra ordunun kendilerini cezalandıracağı endişesi ile kampa sığındılar. 2012 yılının Ocak ayında Türkiye'deki mülteci kamplarında yaşayan kişi sayısı 9.500 iken bu sayı 18 Mart 2014 tarihi itibariyle yirmi kattan fazla artış göstererek 221.829'a yükselmiştir.
Kamplarda kalan Suriyeli sayısı aslında oldukça düşük. Bunun en büyük sebebi sınıra çok yakın kurulan bu kamplara pek çok IŞİD'linin rahatlıkla girip çıkabiliyor olması. IŞİD militanlarının saldırılardan kaçarken bu kamplara sığındığı, bazen ise yaralı olarak gelerek kamplarda tedavi edildiği iddialar arasında. Türkiye devletinin bu mülteci kamplarını sürekli büyük bir gizlilik altında tutması, bu gibi düşünceleri daha da pekiştiriyor.
Kampın güvenliği ve sınır kapısına mesafesi ile ilgili İHD'den Emrah Öner, Uluslar-arası Af Örgütü Türkiye Mülteci Koordinatörü Volkan Görendağ da defalarca başvurmalarına rağmen devletin kendilerine mülteci kamplarında inceleme yapmasına izin verilmediğini vurguladılar.
Kampta kalanlarla yaptığı röportajlara haberinde yer veren Kevorkova, kampta kalan ve kendisini Ebu Amin adıyla tanıtan bir “takım lideri”nin sözlerini aktarıyor. 29 yaşındaki mühendis Ebu Amin annesinin de Birleşik Arap Emirlikleri'nde olduğunu belirtiyor. 15 ay Suriye ordusunda bulunduğunu ifade eden Amin, Banyas'ta ordudan kaçtığını ve daha sonra üç ay boyunca 240 kişilik bir muhalif silahlı birliğin liderliğini yaptığını söylüyor. Ebu Amin gibi pek çok militan kamplarda kalmaya devam ediyor.
Bunun yanı sıra kampların sunduğu yaşam koşulları oldukça kötü. Eğitim hakkı, sos-yal hayata katılma hakkı gibi hakların olmaması bir yana, barınma hakkı çerçevesinde en temel yaşamsal ihtiyaçları karşılanabilmiş değil. Beslenme ihtiyaçları bile yeterince sağlanamıyor. Bu nedenle, İstanbul veya İzmir'e gitmeye, burada çalışıp para kazanmaya ya da en kısa yoldan Avrupa'ya göç etmeye çalışıyorlar.
Ülkelerinden zulüm ve baskı nedeniyle ayrılmak zorunda kalan sığınanların ülkelerine döndüklerinde öldürülme tehlikesi olduğu için, uluslararası hukuka göre ülkelerine iade edilmesi yasak. Dahası Türkiye'ye veya başka ülkelere giden Suriyelilerin “sığınma hakkı” bulunmaktadır. Ancak 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsü'ne ilişkin Sözleşme ve Mültecilerin Hukuki Statüsü'ne İlişkin 1967 Protokolü olmakla birlikte, mülteci; “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen kişidir. Bu kişinin aynı zamanda mülteci olmak için göç ettiği ülkeye de başvuruda bulunması gerekmektedir.
Yukarıda belirtilen madde sebebiyle Suriyeliler için “mülteci” tanımlamasını kullan-mak çok doğru değildir. Türkiye adı geçen sözleşmeye 1968 yılında taraf olsa da, coğrafi sınırlama getirmiş, yalnızca Avrupa Konseyi'ne üye devletlerden gelen kişileri mülteci olarak kabul edeceğini beyan etmiştir.
Sığınmacı; yukarıdaki nedenlerden dolayı ülkesini terk eden ve henüz mülteci
statüsü kabul edilmemiş kişidir. İskan Kanunu'nun 3/3 maddesine göre “Türkiye'de yerleşmek maksadıyla olmayıp bir zaruret ilcasıyla muvakkat oturmak üzere sığınanlara sığınması denir”
Göçmen ise; mülteciler veya sığınmacıların sahip olduğu nedenler dışında, daha çok ekonomik sebeplerle ülkesini gönüllü olarak terk etmiş, ilgili ülkenin de iznini almış yerleşik kişiyi ifade eder. Suriyelilerin bir kısmı bu kavram ile tanımlanırken, büyük bir kısmı da gelinen ülkenin örneğin Türkiye'nin izni ve bilgisi olmadığı için şimdilik “ misafir” statüsünde yer almaktadır. Bu iki tanım içine giren Suriyelilerin hiçbir güvencesi bulunmamakla birlikte, her an sınır dışı edilme tehlikesini de barındırmaktadır.
Suriyelilerin sığınmacı olarak kabul edilmesi için gerçekten ülkelerinde yaşayama-dıkları, tehdit altında oldukları, dil, din, siyasi görüş, etnik farklılık ve cinsiyetlerinden dolayı kendilerini güvende hissetmediklerini belgelerle ispat etmek zorundadır. Kaldı ki, belirtildiği üzere bu kişiler zaruri durumu belgeleseler dahi Suriye veya Irak Avrupa Konseyi olmadığı için kabul edilmeyeceklerdir.
Türkiye'de hiçbir güvencesi olmadan yaşayan çalışma, ülkenin siyasi hayatına katılma hakkı bulunmayan, iade edildiği takdirde öldürülecek olan göçmen veya “misafirlerin” durumunun ne olacağı sorusunun yanıtı özellikle hukuki tanımlamadan yoksun bırakılmaktadır ki; Türkiye mülteci hukuku dahilindeki sorumlulukları dolayısıyla uluslararası mekanizmalardan kaçınmaya çalışmaktadır.
29 Kasım'da ise bu durum bir adım daha ileri gitmiştir. Avrupa Birliği ile Türkiye arasında 16 Aralık 2013'te imzalanan “İzinsiz İkamet Eden Kişilerin Geri Kabulü” anlaşması, 28 Haziran 2014'te resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. AB ülkelerinde yasa dışı ilan edilen insanların Türkiye'ye geri gönderilmesinin yanın sıra AB ülkelerine olası geçişlerin önlenmesi konusunda da Türkiye aktif rol üstlenecek. Türkiye, AB ülkelerinden gelen Suriyeli “misafirleri” orijin ülkelerine gönderecek. Ancak Türkiye'ye gelen Suriyelilerin sınır dışı etme işlemleri sonuçlanıncaya kadar da hangi koşullarda ve esaslarda tutulacağına dair elde bir veri bulunmamaktadır.
Türkiye'de güvencesiz bir şekilde yaşayan göçmenlerin bir kısmı yasa dışı yollardan, Türkiye'den Avrupa'ya geçmeyi tercih etmektedir. Bu zorunlu tercih Suriyeli göçmenleri insan ticareti yapan veya göçmen kaçakçılığı yapan örgütlerin eline itmektedir.
Birleşmiş Milletler 2014 yılında Avrupa'ya kaçak yollarla giren göçmen ve mülteci sayısının 224.000'e ulaştığını açıkladı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği sözcüsü William Spindler, Fransız haber ajansı AFP'ye yaptığı açıklamalarda bu yıl deniz yoluyla İtalya'ya ulaşan göçmen sayısının 98.000 olduğunu, Yunanistan'a gelen göçmenlerin ise 124.000'i bulduğunu söyledi. 2014'te 3.279 göçmen de hayatını kaybetmişti.
2015 yılında ise Avrupa'daki göçmenlerden 593.432 kişi deniz yoluyla Avrupa'ya ulaştı. Uluslararası Göç Örgütü verilerine göre 2015 yılı itibariyle Avrupa'ya göç eden kişi sayısı 710.000. Ölü sayısı ise katlanarak arttı. Uluslararası Göç Örgütü, Akdeniz'de 2015'te teknelerin batması sonucunda ölen göçmenlerin sayısının 30.000'e ulaşabileceğini bildirdi.
Avrupa'ya göç edenlerin büyük bir kısmı Suriyeliler olsa da kayda alınması gereken önemli bir kısmının da Arap Baharı yaşanan ülkelerden Avrupa'ya giden göçmenler olduğunun belirtilmesi gerekir.
Göçmenler Türkiye'ye de kaçak yollardan girmiş olsa da, Türkiye'de bulunmaları oldukça olağanlaşmış halde. Bodrum, Ayvalık ve İzmir artık geçiş koridoru rolünü üstlenmiş durumda. Herkesin gördüğü, bildiği bu durum açısından artık “ illegal” oldukları söylenemez.
Avrupa'ya göç edebilen Suriyelileri ise yine yoksulluk bekliyor. Gittikleri ülkelerde de çoğunlukla oturma ve sığınma hakkına sahip olamayan Suriyeliler bu kez uyuşturucu mafyalarına, kaçaklık yapan örgütlere veya Avrupa'daki “ılımlı İslam” cemaatlerine sığınıyorlar. Emperyalizm bu sefer, kendi merkezlerinde başka yüzlerini gösteriyor savaştan kaçan Suriyelilere...
Suriyelilerin bir kısmı ise kaçak yollardan Avrupa'ya göç etmek yerine Türkiye'de kalmayı tercih ediyor. Türkiye'de kalmayı tercih eden Suriyelileri ise sigortasız çalışma, asgari ücretin çok altında maaş ve sağlıksız çalışma koşulları bekliyor.
Antalya Valisi Muammer Türker, Antalya’da bulunan Suriyelilerin resmi rakamlarda 1.500 görünmesine rağmen kendilerinin 10.000'e yakın Suriyelinin Antalya’da olduğu bilgisine sahip olduğunu söyledi. İşverenlerin özellikle tarım ve inşaat sektörünün ucuz iş gücü olması nedeniyle Suriyelileri talep ettiğinin altını çizen Vali Türker, bu insanların asgari ücretin altında bir paraya ve sigortasız çalıştırıldıklarını belirtmektedir.
Deutsche Welle'nin Türkçe Servisi'nde yer alan Aram Ekin Dura'nın haberine göre, AKP hükümeti Suriye'den göç edenlerin barınma ve istihdamına yönelik bir Geçici Koruma Yönetmeliği yayınlamış durumda. İstanbul, Gaziantep, Şanlıurfa ve Adana gibi mültecilerin yoğunlukla yaşadığı kentleri kapsayacak, Suriyeli mültecilerin başta inşaat, tekstil ve hizmet sektörü olmak üzere pek çok alanda istihdam edilmesine olanak sağlayacak bu düzenleme getirildi.
Suriyelilerin çalışma hayatına katılması hakkındaki düzenleme, ne yazık ki Suriyeli-lerin çalışma koşullarını düzeltmiyor. Özellikle ucuz iş gücünün yoğunlukta olduğu sektörlerde çalışan Suriyelilerin isimleri, mutlaka ölen işçilerin arasında anılıyor. Bazı Suriyeliler ise bu sektörler yerine fuhuşa ya da uyuşturucuya yöneliyor.
Gaziantep Islahiye'de Suriyeli birçok kadın para ödeyerek, evlenmek istedikleri erkek-ler tarafından evlenmeden önce “ deneme süreci” adı altında birlikte yaşamaya zorlanıyor.
Ankara, Batman Bursa, Diyarbakır, Hatay ve Sakarya Baroları ile Uluslararası Af Örgütü, Uçan Süpürge Kadın İletişim ve Araştırma Derneği, Yeniden Sağlık ve Eğitim Derneği, Çocuk İstismarını ve İhmalini Önleme Derneği'nin de aralarında bulunduğu kırktan fazla kurum tarafından oluşturulan mücadele ağının raporunda, Suriye'den Türkiye'ye gelen kız çocuklarının erken evlilik, para karşılığı fuhuş gibi farklı şekillerde cinsel sömürüde kullanıldığı kaydediliyor.
Suriye'de işlenen suçların niteliklerine bakılacak olunursa; Suriye kısa bir süre öncesi-ne kadar toplumsal yapısı dil, din ve etnik açıdan farklılık göstermesine rağmen halkın barış içinde yaşadığı bir ülkeydi. Ancak son birkaç yılda yukarıda açıklandığı üzere Suriye savaşa doğru sürüklendi.
ÖSO ve IŞİD'e verilen destek, ABD yetkililerince de onaylanmıştır. Örgütlerin silah ve finansal gücü düşünüldüğünde yaptıkları katliamlar incelendiğinde ve silahlı muhalif grupların itirafları Suriye'de bir savaşın yaşadığını ortaya koymaktadır.
Roma Statüsü'ne göre de, çatışmalarda kullanılan şiddetin yoğunluğu veya silahlı grupların organize olma potansiyeli, ellerindeki silahlar göz önüne alındığında ülkede hükümet güçleriyle organize silahlı gruplar arasında ya da grupların kendi aralarında olabilir. ( Roma Statüsü'nün 8 / 2-f maddesi)
Suriye'de 2011 yılından beri süre gelen bir çatışma hali bulunmaktadır. Savaş hukuku kurallarının uygulanabilmesi için iç çatışmaların uzun süreli silahlı bir çatışma olması ve hükümet güçleri ile organize silahlı güçler veya organize gruplar arasında gerçekleşmiş olması gerekir (Roma Statüsü'nün 8 / 2-d.f maddesi).
Roma Statüsü kapsamında IŞİD'in yaptıkları değerlendirildiğinde, Suriye devletine ve halkına karşı işlenen adam öldürme, bir uzvun ziyanı, zalimane muamele, işkence, rehin alma, bir kişiyi hukuki bir prosedüre tabi tutmaksızın yargılamak veya infaz etmek, sivillere saldırı, Cenevre sözleşmelerinin tanıdığı işaretleri taşıyan kişilere ya da nesnelere saldırı, insani yardım kapsamında olan ya da barış gücü misyonunda çalışan personele veya hedeflere saldırı, korunması gerekli olan mekanlara saldırı, yağma, cinsel saldırı, onbeş yaşından küçük çocukların askere alınması ya da kullanılması, sivilleri yerinden etme, haince öldürme ya da yaralama, merhamet göstermeme, tıbbi ya da bilimsel deneylere tabi tutma, düşman tarafın mal varlığını ele geçirme ya da tahrif etme suçlarının savaş suçu olarak görülmesi gerektiği
açıktır.
İnsanlığa karşı suçlar yönünden ise; Roma Statüsü'nün 7. maddesinde düzenlenen fiillerin birden fazlası “saldırının bilince olarak, herhangi bir sivil nüfusa karşı, yaygın veya sistematik bir saldırının parçası olarak” IŞİD tarafından Suriye ve Irak halkına karşı işlenmiştir. Bu suçlar insan öldürme (insan öldürme suçunun insanlığa karşı suç teşkil edebilmesi için öldürme fiilinin sivil bir topluluğa karşı, saldırı bilinciyle yapılması gerekir), yok etme (bir grubun kısmen veya tamamen yok olması sonucunu doğurabilecek koşullarda yaşama zorlanmasıdır), köleleştirme (kadın ve çocuklar başta olmak üzere, bir kişinin özgürlüğünün bir başkasının egemenlik alanı içinde sahiplenilmesini ifade eder), sürgün veya zorla nakil, uluslararası hukukun temel kurallarının ihlali sonucu hapsetme veya özgürlüğü kısıtlama, işkence, cinsel fiiller, zorla kişileri ortadan kaybetme ve ırk ayrımcılığıdır.
Dostları ilə paylaş: |