ÜSTÜn yetenekli Çocuklar biLDİRİler kitabi



Yüklə 2,17 Mb.
səhifə17/37
tarix27.10.2017
ölçüsü2,17 Mb.
#16665
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   37

Tablo-3 incelendiğinde, deneme ve kontrol gruplarının son-test puan ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık olduğu görülmektedir [t(38) = 5.174, p<0.05]. Zenginleştirilmiş program uygulanan deneme grubunun “kütle ölçüleri” son-testinden aldıkları puanların ortalaması 14.11 iken, normal öğretimin yapıldığı kontrol grubunda başarı ortalaması 8.00 olmuştur. Uygulama öncesinde, deneme ve kontrol gruplarının başarı ortalamaları arasında anlamlı farklılık yokken son-test puan ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık olduğu dikkat çekmektedir. Aradaki farkın, araştırmacının uyguladığı deneysel desenden (zenginleştirilmiş programdan) kaynaklandığı söylenebilir.

Deneme grubunun başarı ortalaması uygulama sonrasında, uygulama öncesine oranla, 6.26’dan 14.11’e yükselmiştir. Deneme grubunun başarısında anlamlı bir farklılaşma olduğu görülmektedir. Deneme grubunda yer alan öğrencilerinin grup olarak başarı düzeyi yükselmiştir. Bununla birlikte, kontrol grubunun başarısında bir farklılaşma olmamıştır. Kontrol grubundaki bireylerin bazılarının başarı düzeyi artarken bazılarının başarı düzeyi düşmüştür.
5. BÖLÜM

SONUÇ


Araştırmanın bulgularına göre, üstün yetenekli çocukların kaynaştırma ortamında seviyesine göre eğitim alabileceği, bu eğitimin de hem üstün yetenekli öğrenciye hem de kaynaştırma ortamında bulunan sınıf arkadaşlarına katkı sağlayabileceği söylenebilir.
KAYNAKÇA

1. ATAMAN, Ayşegül; Özel Gereksinimli Çocuklar ve Özel Eğitime Giriş, Gündüz Eğitim ve Yayıncılık, Ankara 2003

2. ATAMAN, Ayşegül; Ankara Resmi Şehir İlkokullarındaki Üstün Zekâlı Çocukların Fiziksel Özellikleri, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, Ankara, 1984

3. CUTTS, Norma E., Moseley, Nicholas; Üstün Zekâlı ve Yetenekli Çocukların Eğitimi. (Çev: İsmail Ersevim) Özgür Yayınlar, İstanbul, 2001

4. ENÇ, M; Üstün Beyin Gücü, Gelişim ve Eğitimleri, Kalite Matbaası Ankara, 1979

5. ERSOY, Ö., Avcı, N; Özel Gereksinimi Olan Çocuklar Ve Eğitimleri: Özel Eğitim, Ya-Pa Yayın Pazarlama, İstanbul, 1981

6. GEORGE, David; The Challenge of the Able Child, David Fulton Publishers, 1992

7. ÖZSOY, Y., ÖZYÜREK, M., ERİPEK; Özel Eğitime Muhtaç Çocuklar, Karatepe Yayınları, Ankara, 2001

8. YEŞİLOVA, Habibe; Üstün Yeteneklilik Ve Türkiye’de Üstün Yetenekli Çocukların Eğitimi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Van, 1997

Türkiye’nin Merkezi (Eksen) Bir Güç Olmasında Üstün Yeteneklilerin Eğitimi Üzerine Bir Tartışma

Necmettin TOZLU*

ÖZET


Yüzyıllardır ülkemizde ihmal edilen bir konudur üstün yeteneklilerin eğitimi. Halbuki çağı yakalama azim ve iradesini ortaya koyan Türkiye Cumhuriyeti, bunu, en kısa zamanda, en uygun bir şekilde yapmak zorundadır. Haliyle üstün beyin gücünü bu yolda işe koşmak durumundadır. Bunun için bu gücü bulmalı, keşfetmeli, ve eğitmelidir. Dış dünya karşısında eziklik psikolojisinden kurtulmanın, bağımlılığı kırmanın önemli yollarından biri budur. Şimdiye kadar sadece Batı’lı dünyanın gücüne, cezbesine kapılan aydın, bu dünyanın gerçeğini kavrayamamıştır. Üstelik kendi dünyamızı da anlayamamıştır. Eğitim bu yolda bir çevrim olarak kullanılmıştır. Bütün bunların normale, olması gerekene dönüşü, bir açıdan üstün beyin gücünün eğitilmesine, istihdamına bağlıdır. Bunun yapılması artık bir zarurettir. Bildiride bütün bu hususlar tartışılmaktadır.
1. GİRİŞ

Bir milletin, toplumun gelişmesinde, varlıkta kalmasında, hatta merkezi bir güç oluşunda üstün yeteneklilerini eğitmesi, onları işlevsel kılması hayatî bir önem taşır. Üstün insan gücü her devirde, her ülkenin sahip olduğu en büyük kaynaktır. Yeni yollar, usüller, bakış açıları dehanın eseridir. Büyük ölçüde kurucu gücü, kültürü, medeniyeti işleyen, geliştiren üstün yetenektir. Einstein, Freud, Darwin, Galileo, Marx, Kepler vs.’siz bir Avrupa medeniyeti düşünülebilir mi? Yahut Beethovensiz, Bachsız, Mozartsız bir çağdaş sanat dünyası. Hülasa bilimi de, sanatı da, dini de geliştiren, hayattar kılan tefekkürdür. Tefekkürü bütün boyutlarıyla üstün yetenekliler üretir, geliştirir. Popper bu yüzden şu yargıya varır:

Doğabilim uygulamalarıyla belirlenir düşüncesi yanlıştır. Ne Planck, ne de Einstein, ne de Rutherford, ne de Bohr atom kuramının pratikteki uygulamalarını düşünmüşlerdir. Tersine, 1939’a kadar, bu türden uygulamaları olanaksız, bilim-kurgu olarak değerlendirmişlerdir. Onlar araştırma için araştırmacıydılar... Onlar Faust’un şu sözlerle dile getirdiği bir arzuyla yanıp tutuşuyorlardı:

Dünyayı bir arada tutan gücün,

Ne olduğunu bilmeliyim”.

Bu, nihâi gerçeğin peşinde olmaktır. Nihâi gerçeğe ayarlanmış bir zihni yapının tefekkürü, hayal ve yaratıcılığı, ilâhi olanla irtibatı demek olan sezgiyi en üst seviyeye çıkaracağı, geliştirip, işlevsel kılacağı açıktır.

İkiyüz yıldır üstün yeteneklilerimiz, dehamız terk edilmiş, kendi haline bırakılmıştır. Üstün yeteneklilerimiz, dehamız işe koşulmalıdır. Fonksiyonel kılınmalıdır. Bunu sağlayacak irade mutlaka var edilmelidir. Günümüz şartlarında varlıkta kalmak, her türlü bağımlılık çemberini kırmak, ikiyüz yıldır üzerimizde oynanan oyunları bozmak, bu potansiyeli keşfedip işlemekle, işlevsel kılmakla mümkün olabilecektir. Bu yüzden konu daha çok düşünce boyutunda ele alınmış, yerine göre yazılı metinlere de başvurlmuştur.

Bu, önce yaşanılan çağı, şartları bilmekle başlar.


2. CEZBEDEN BİR DÜNYA VE GETİRDİKLERİ

19. yüzyıldan itibaren Avrupa, tüm dünyada üstünlük kurar. Siyasî, sosyal, iktisadi, askeri vs. tüm sahaları kapsar bu üstünlük. Artık Avrupa bu ezici güçle emretme, buyurma konumundadır. Bugün üçüncü dünya diye tabir edilen dünyanın geri kalanı bu güce imrenir. Sahip olmak ister. Temelde bu masum bir istektir. Ne var ki, üçüncü dünyanın sandığı gibi, istenildiğinde hemen edinilebilecek bir şey değildir. Ne olursa olsun; bir defa karar verilmiştir: “Bu güce sahip olmanın yolu Avrupalı olmaktan geçer. Öyleyse yerli olan, bizim olan her ne varsa atılmalı, Avrupa’nın kurumları, değerleri taklit edilmelidir. Bu, tüm yerliliği, geleneği kırar, özgünlüğü yitirir. Ama karşılığında bekleneni de vermez. Üstelik gittikçe daha da bağımlı bir yapılanmayı getirir bu anlayış. Böylece üçüncü dünya Avrupalı olamaz ama, herbiri uydu birer ülke konumuna gelir.”

“Laing’in, psikolojide artık klasikleşmiş olan eseri, The Divided Self (Bölünmüş Benlik) bu konuda aydınlatıcı başlangıç noktası oluşturur. Laing’in ontolojik güvenlik ile benlik arasında kurduğu ilişki ve mücessem / dışa yansıyan benlik (embodied) ile mücessem olmayan (unembodied) benlik farklılaşması konusunda tesbit ettiği kritik alan, birçok bunalım alanımızı aydınlatmamızı kolaylaştırmaktadır. Ona göre, psikolojik bunalımların kökeninde, kişinin vücudu ile benlik arasındaki bağın kopuşu yatar. Ve bu kopuş, kaçınılmaz bir benlik bölünmesini getirir. Kendi vücudu ile yabancılaşan kişi, zaman içerisinde şahsî süreklilik unsurlarını da kaybeder ve kendisini, kendi dışında tanımlanmış bir sahte benlik (false-self) olarak algılamaya çalışır. İç benlik (inner self) ile, dışa yansıyan benlik (embodied self) arasındaki uçurumlar açıldıkça bunalımlar artar ve kişi, hem kendisiyle hem de çevresiyle yaşadığı bir bunalım labirentinin içerisine girer (Davutoğlu, 2001, 59).

Bu izah, Avrupa’nın gücüne, sosyal-idari-askeri sistemine kapılan üçüncü dünya insanının psikolojik yapısını pek güzel açıklar. Pek tabiî onların düştükleri açmazı da. Şüphesiz bu izah, ülkemizin bunalım kaynaklarını da gözler önüne sermektedir.

Böyle bir durumda karşımıza bunalımlı fertler, kırılmış, alt-üst olmuş toplumlar çıkar. Bunalımı fertler ruhlarıyla hatta vücutlarıyla dahi yabancılaşırlar. Benliklerini kaybederler. Sahte benlik geliştirirler. Aynı durumdaki toplumlar da tarihleri ile, mekanlarıyla yabancılaşırlar. Böylece tarihsizleşir ve köksüzleşirler. Haliyle gelenekleriyle içiçelikten doğan benlik bilincini geliştirme imkanını kaybederler. Bu, yani ferdi ve toplumsal planda tarih / mekân bilincinin kaybı, çağdaş medeniyetin bir yöntemidir. Kimliğini, hafızasını kaybeden insan ve toplum, özgün bir üretim yapamaz. Mekan-zaman bilinci bulanıklaşır ve sahte bir yapılanım kazanır. Ona, tarihi değerleri şimdi açısından hiçbir değer ifade etmediği öğretilir. ‘Şimdi iyidir, üstündür ve değerlidir’ düşüncesine odaklanması sağlanır. Bu, geçmişin silinmesini getirir. Bu durum aşağıdaki alıntıda tüm gerçekliği ile ortaya konmaktadır:

Russell Jacoby, Belleğini Yitiren Toplumlar adlı kitabında toplumsal hafızanın silinişini pek güzel anlatır. Bir zamanların üstünde durulan sorunları, sonradan gelenler, yepyeni gibi öne çıkarılanlar [adına], her alanda gözden ve gönülden uzaklaştırılır. Toplum giderek daha az hatırlar. Zamanın göstergesi, düşünceyi modanın teslim almasıdır. Geçmiş çok eski diye küçümsenir, ve bugün, en iyi diye göklere çıkarılır. Unutkanlık [unutturma] sarsılmaz bir ilerleme inancı tarafından yönetilir (Bıçak, 2003, 147).

Hafızanın kaybı edilgenliği, ‘şeyleşmeyi’ getirir. Bu, herhangi bir değer üretiminin güçlü tüm zemin, dayanak ve malzemesini siler. Dolayısıyla bu tür toplumlar sürekli problem üreten, ama bunlara özgün çözümler bulamayan bir yapıyla karşı karşıya kalırlar. Taklit, bu ortamda tek çıkar yol olarak görülür. Başkaları, sistemleri vs. böylece benimsenir. Ve sahte bir bilinç oluşur. Bu da kendine düşmanlığı, cezbeden dünyalarda kaybolmayı getirir.

Bu olgu, eğitimle de beslenir. Üçüncü dünyanın elitlerinin modernizm adına başkalaşım geçirmeleri temel bir eğitim felsefesinin eseridir. Baştan beri vurgulanan hususlar doğrultusunda elit, aydın başka dünyalarda yaşayan, onların dilini konuşan biridir. Kendine, değerlerine yabancılaşan, değerleriyle mücadeleyi kurtuluşun anahtarı olarak gören kimsedir. Geleceğini kestiremeyen, böylece kendi dünyasını büyütemeyen bir elit kadro, aslında topyekün bir milleti teslimiyete götürür.

Bu, ikiyüz yıllık bir serüvendir. Neticede İmparatorluğun çöküşünü getirdiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de varlık idealini sarsmış, onu üçüncü dünyalı yapmıştır. Haliyle böyle bir aydın, dışındaki dünyaya nüfuz edememiştir. Avrupa medeniyetini, onun temel değerleri olan özgürlüğü, eşitliği ve bunların üstünde yükselen sistemini anlayamamıştır. Bu sahte aydın içini de, kendi dünyasını da iyi anlayamamıştır. Aslında bu iki alanı derinliğine anlayamayan, tahlil edemeyen aydınların mensup oldukları toplumların hayatta kalmaları zordur. Kendisini ve dışındaki gücü, dünyayı kavrayacak bir derinliğe, vukufiyete sahip olmayan aydınların geleceklerini kurmaları kabil değildir. Ve bunların olanı da anlamlandırmaları mümkün olamaz. Derinliğine vukufiyetin olmadığı bakış açıları etkin, işlevsel ve üretici bir yapıyı inşada yetersiz kalırlar. Böyle bir temele sahip olamayan elit, zamanı-mekânı en iyi bir şekilde değerlendiremez. Dolayısıyla yeni, etkili, kendisi olan bir dile de sahip olamaz. Aydınımızın bir dili olmalı. Tarihi birikimi bugünde üreten bir dil. Bugünü kendisi açısından dillendiren bir dil. Açıklayıcı bir dil. Gerçek başarılara nüfuz eden, hezimetleri de iyi okuyan bir dil. Böylece tüm sahte oluşları teşrih masasına yatıran, gerçek oluşun yolunu açan bir dili konuşmadıkça, bize ait bir dil inşa etmedikçe, bir felsefe kurmadıkça, bu dünyada dehamızı yetiştirmedikçe, söyleyecek sözümüz olamaz. Yani biz var olamayız. Halbuki ikiyüz yılı aşkın bir zamandan beri ne özgün bir dünyaya ne de bunun diline sahibiz. Bu, şüphesiz bir insan tasavvuruna, bir kimliğe-tarih bilincine dahası güçlü bir hafızaya dayanır. Bunun da kuruluşu böyle bir bilinci işleyecek, bir eğitim felsefesini gerekli ve zorunlu kılar.

Bu felsefe eğip-bükmeyen, mekanı-zamanı iyi tahlil eden, kendini üreten, milletin özünü geliştiren bir eğitim sistemine vücut verir. Türkiye, şimdiye kadar bunu yapmamıştır. Bunun için de imkanlarını, potansiyelini, zenginliklerini kendisi olarak kullanamamıştır. Bu yüzden de etkin değil, edilgen, uydu bir ülke manzarası görünümünü vermektedir.

Bütün bunlar, cezbeden bir dünyayı, dışımızdaki dünyayı iyi anlayamamanın, tahlil edememenin, elbette kendimizi de iyi bilememenin neticeleridir. Bunda siyasetin, politikanın, devlet iradesini iyi kullanamamanın vs. de rolleri vardır. Ama en büyük rolü bu olguda aydın oynamıştır. Yahut bunu gereği gibi yetiştiremeyen felsefi yapılanmanın, düşünce dünyasının belirleyicileri.
3. ÜSTÜN YETENEKLİLER – DEHA VE EĞİTİM

“.. bir ülkenin en temel stratejik gücü, insan unsurudur... Sabit ve stratejik unsurlar olan tarih ve coğrafyayı değiştirmek mümkün değildir. Ancak kaliteli insan unsuru, bu tarih ve coğrafyaya ufuk açıcı anlamlar kazandırabilir. Kalitesiz insan unsuru ise, aynı tarih ve coğrafya unsurlarını ülkenin zaafları haline dönüştürebilir” (Davutoğlu, 2001, 35).

Tarihte olduğu gibi, bugün de dünyamızda amansız bir savaş hüküm sürmektedir. Bu; ideolojiyle, bilimle, kültürle, teknolojiyle, siyasetle, ekonomiyle vs. sürdürülmektedir. Bunu iyi anlayamayan, zamanında karşı tedbirler alamayan milletler etnografik malzeme olmaktan kurtulamazlar. Şüphesiz bu yarış, bu savaş zekânın, üstün yeteneğin, dehanın elinde yürütülmektedir.

Öyleyse yapılacak iş, bunu bir millî mesele, bir varolma davası olarak kavramak ve üstün yeteneğin işe koşulmasını sağlamaktır. Bu konuda gösterilecek zaafların, iradesizliğin etkin olamamanın telafisi mümkün değildir. Yetişmiş insan unsurunu yanlış kullanma, ideolojik tercihlere kurban etme de aynı kapıya çıkar. Ne var ki ülkemiz, bu iki menfî tutumu da henüz aşabilmiş değildir.

Öyleyse ilk iş, üstün yeteneklilerin, özellikle dehanın keşfidir. Aranıp bulunmasıdır. Bu, güç bir iş değildir. Çünkü bunlar her toplumda mevcuttur. Bu yüzden önemli olan böyle bir çabanın, iradenin ortaya konulmasıdır. İkincisi, bunların eğitimidir. İşlenmesi, yetiştirilmesidir. Yerinde kullanımıdır. Tarihte, Enderun’la böyle bir eğitimi gerçekleştirmiş bir millet olarak, bugün bundan, bu tür kurumlardan mahrum olmamızın izahı zordur. Hem biz hem de tüm Türk-İslam dünyasının bu kabil kurumlara vücut verememeleri, durumlarını izahta önemli ipuçları vermektedir. Yaşanılan bu hayatın, uydu ülke konumunda olmanın, tüm gelişmiş güçlerin iştihalarını kabartmanın, ezilmiş, güdük kalmanın, bağımsızlığını yitirmiş olmanın bir kader olmadığı bilinmeli, bu çarkın kırılmasında artık dehamız işe koşulmalıdır. Deha ne yapar? Kendini, millî kültürünü işler. Bunu dünyaya açar. Yükselmenin, gelişmenin, başkalarına boyun eğmemenin idrakını yaşar. Ezilmeye, sömürülmeye, aşağılanmaya tahammül edemez. Yeni yollar arar. Yeni usüller getirir. Büyük fedakarlıklara katlanır, daima yüceliğe koşar. Bu açıdan deha, ihtisas elemanından, uzmandan çok farklıdır. Yüzyıllardır, ele alamadığımız üstün yeteneklilerimizi, dehamızı artık işlemeli işe koşmalıyız.

Şimdiye kadar yapılmış olan, gerçek dahiler yerine yeteneksizleri ideoloji adına yüceltmekti. Artık bu terk edilmeli deha gündeme getirilmelidir.

Sinanları, Birunileri, Fuzulileri, Dede Efendileri yetiştiren medeniyet, bugün niçin Mendelyevleri, Einsteinları, Boyleları, Rutherfordları vs. yetiştiremiyor?

Bu, dehanın diriltilmesiyle, bulunup işlenmesiyle aşılacaktır. Çünkü ancak bu yolla yeni sesler, yeni usüller, yeni diller kurulabilir. Çağları yoğurup, bugünde üretecek dehadır. Çağları aşacak oluşların yolu da onunla açılacaktır. O, özgündür. Biz şuurunu taşımaktadır. Derlenip-toparlanma, toplumsal düzeni yenileme, millî iradeyi yönlendirme, ona ivme kazandırma, üstün beyin gücünün eseridir.

Tarihte milletimiz bunu gerçekleştirmiştir. Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun gücünün, yapılanmasının, işleyişinin temel direklerinden biri Enderun’du. Enderun, üstün beyin gücünü seçmede, işlemede, istihdam etmede yüksek derecede isabet sağlamıştır. Bu yolla önemli bir âlimler grubu-ilmiye sınıfı, İmparatorluğu çekip-çeviriyor, ona ufuklar açıyordu. Şu halde üstün beyin gücünün eğitimi, dolayısıyla istihdamı gündemimizin baş konusu olmalıdır.
4. GÜNÜMÜZ AÇISINDAN ÜSTÜN BEYİN GÜCÜNÜN EĞİTİMİ

Bugün tekrar düşünce-bilim baş tacı edilmelidir. Çünkü, temelde çağdaş dünya ve bu dünyanın gücü, değerleri yani gelişme, refah, bağımsızlık, bireysellik vs. düşüncenin-tefekkürün eseridir. Bu yüzden gelişmiş ülkeler hem kendi üstün beyin güçlerini, hem de diğer milletlerin bu güçlerini çeker, en güzel bir şekilde değerlendirirler. Bunun için okullar açar, vakıflar kurar, imkânlar hazırlar başka yol ve metotlarla da üstün beyin gücünü çekerler. Önce bunun, bu kaçışın önlenmesi gerekir. Bunun için üstün yeteneklilere saygı duyulmalı. Bir yandan da yetişmeleri için köklü bir eğitim inşasına başlanmalı. Eğitimimiz bu beyin gücünü bulma, işleme ve geliştirmeye uygun bir yapıya kavuşturulmalıdır. İşe köklü bir eğitim felsefesiyle başlanmalı. Bir insan ve toplumsal tasavvur, devlet tasavvuru temele koyulmalı. Ortalama insanı yetiştiren sistem bunda başarılı olamaz. Haliyle sistemde üstün beyin gücüne, bunun özelliklerine vs. dayalı kurumlar oluşturulmalı. Yaratıcı kabiliyetleri erkenden seçmeli, istidatları doğrultusunda yetiştirmeye has köklü kurum ve yapılar geliştirilmelidir. İş sadece üstün yeteneğe de indirgenmemeli. Gayret, irade, sabır, ideal, başarma azmi vs. merkezileştirilmelidir. Üstün yetenek, çevreyle, imkanlarla, koruyup-kollamayla, bu konuda çok boyutlu faaliyetlere başlamakla geliştirilir, hayatiyet kazanır. Bu açıdan, Einstein’ın vurguladığı gibi ‘deha bir ter dökme işidir’. Bunun gereği her alanda yerine getirilmelidir.

Bu konuda ülkemizde yapılanlar eksiktir, yetersizdir. Herşeyden önce bir amaç ve ideal ortaya konulmuş değildir. Beyin gücünün eğitimi, istihdamı bir bilince dayalı değildir. Bunun ciddi bir plan ve ihtiyaca binaen yapıldığı da söylenemez. Zaman zaman konuya el atılır. Bazı kurumlar var edilir, ama ifade edildiği gibi, işin bilincine varılmadığından, yahut bu engellendiğinden bu konudaki irade yanıltılır, tüm teşebbüsler akim bırakılır. Yüksek Öğretmen Okulları bu konuda önemli bir örnektir. Akim kalmış kapsamlı bir projedir. Hakeza 1969’da açılan özel sınıflar da beş yıl sonra kapatılır. 6660 sayılı yasa uygulanmaz (1948’den beri ancak 20 civarında insan gönderilir yurt dışına. Bunlar da müzik, resim ve güzel sanatlar konusundadır).

Ömer Seyfettin, Efruz Bey’de şöyle bir anekdot nakleder:

“Ben Avrupa’ya okumaya gidiyorum... Ne okuyayım?

Ne okumak istiyorsun?

Daha birşey tasarlamadım ama, yaşım otuza vardı. Öyle birşey istiyorum ki gayet kolay olsun, kısa olsun. Hatta kitap bile olmasın. Öyle sözle bir ilim”.

Böyle bir eğitim anlayışı Tanzimat’la yerleşir ve devam eder. Bu anlayış bugünkü dünyaya nasıl nüfuz edebilir? Yahut bu dünyanın sorunlarıyla nasıl başedebilir?

Dünyamız, düşüncemiz bu doğrultuda ikiyüz yıldır kısırlaştırılır. Reform adı altında ideolojik kıskaca sokulur. Okul, bunda hakim otoritenin müdahil olduğu bir alan haline getirilir. Köklü idealler terk edilir. Çevreyle-halkla içiçelik kırılır. Ufku açık, çaplı, çağı ve dünyayı, gelişmeleri anlayabilen, birbirini seven, fedakâr bir elit, aydınlar grubu yetiştirilemez. Mesele, bu dalgaları kıracak bir yapıya ülkeyi kavuşturmaktır. Bunda yeni bir zihniyet değişikliği etkili olacaktır. İşte bu yeni dünya, önemli ölçüde üstün beyin gücünün eliyle kurulacaktır. Bu dünyanın kurulmasında genişleme ve gelişme dört halkadan ibaret bir yapılanma üzerinde olacaktır. Bunlar;

1. Türkiye,

2. Türk dünyası,

3. İslam dünyası,

4. Tüm dünya.

Bu, Tanpınar’ın deyimiyle, ‘maziyi, tarihi yeniden üretmekle, kendi tecrübemizden doğmakla mümkündür. Başka milletlerin tecrübelerini yaşamakla’ mümkün değildir.

Tarihte yaptığımız herhalde buydu. Daha doğrusu bunu yapacak beyin gücünü yetiştirmekti. Enderun tecrübesi böyle bir yapılanma için zengin ve ders verici bir tecrübedir. Bu tecrübeyi yeniden düşünmeliyiz. Tarihi birikimi yeniden düşünmeliyiz. Kaynaklara inmeliyiz. Aydın olmanın en büyük özelliği her alanda kaynağa inebilmektir. Tasavvur, yaratıcılık temelde üç büyük insani faaliyetin de özüdür. İnsanlığı yenileyen din, sanat ve bilim nihayette kaderimiz üzerine bir tefekkürdür. Bu sırrı, kurcalamaktır. Bu yüzden Popper’ın önceki yargısı, yani tüm bu alanları esas itibariyle hazırlayan olgu ‘pratikten önce tefekkürdür’ yargısı üzerinde de düşünülmelidir. Şüphesiz bu alanlar için pekçok etkenden bahsedilebilir. Ama herhalde merkezi güç tefekkür, hayal ve yaratıcılıktır. Bu, üstün beyin gücüne işaret eder.

Bilimle, sanatla, bilim adamıyla gerçekleştirilen insanlığın dünyayı, kendisini anlama ve açıklama düşüdür. Bu da tekrar dehayı, onun eğitimini gündeme getirir. Ve tabii bilim adamının, sanatçının çevresi, dünyası, kültürü de bu olguda önemlidir. Yani siz büyük geleceklere ancak büyük beyinlerle sahip olabilirsiniz. Hatta büyük yenilgiler bile dehalarla zaferlere çevrilebilir.

Bugün yüksek yeteneklilerin eğitimi çeşitli şekillerde yapılmaktadır. Ancak, vazgeçilemeyecek olan, bir ülkenin tecrübesinin sistemli kullanılışıdır. Bunun için de kurumsallaşma esastır. Dünyada bunun örnekleri çoktur. 1917’lerde Berlin’de açılan “Kabiliyetliler Okulu-Begabtenschule”, 1918’lerde Lousville’de başlatılan Hunters High School (I.Q.’su 140 civarı olanlar alınır) vs.

Bize gelince hala böyle bir kuruma sahip olmadığımız açıktır. Enderun’un bu konuda ilk ciddi bir kurum olduğu dahası “Huzur Dersleri”yle bu halkanın diğer müslüman ülkelere açıldığı da bilinmektedir. Enderun üzerinde çok farklı şeyler söylenebileceğini biliyorum. Ben birkaç hususun üzerinde duracağım.

Enderun üzerinde düşünenler, yazanlar işin teorisini Eflatun’a kadar götürürler. Hatta Eflatun’un Devleti’nde öne sürdüğü görüşlerin ilk defa Enderun’la hayatiyet kazandığını vurgularlar. Bu, kurumun özgünlüğünü ifade eder. “İkinci özelliği programlarıdır” (Enç, 292). Bu açıdan da kurum özgündür. Yetiştirmek istediği insan tipine de ulaşmıştır. Kurumdan yetişip de ihanet eden yüksek devlet memuru pek enderdir.

Kurum, mânevi, dünyevi alanları, pratiği, tefekkürü, sanatı, yönetimi vs. içeren bir programa dayalı bir yapı arz ediyordu. Ferdi farklılıkları esas alan bir eğitim-öğretimi benimsemiş bulunuyordu. Bu açıdan duygu, düşünce, beceri, zekâ vs. gibi tek tek yetenekleri önceleyen parçalı bir eğitim anlayışını reddediyor, bütünü amaçlayan bir eğitim-öğretimi hedefliyordu.

Eflatun, hedeflediği yetiştirme sistemiyle üstün beyin gücünü, toplumsal düzenin yönetimine koşar. Önce etkili, yetkin bir devlet yapısı ortaya konur. Sonra, bunu gerçekleştirecek kral-filozofun yetiştirilmesi üzerinde durulur. Bunun için de yurttaşlar yaradılışlarına göre tasnif edilir. Bakır yaratılışı olanlar kölelerdir. Bunların kas ve beden güçleri geliştirilir. Bunlar vatandaşlık haklarına sahip değillerdir. Hizmetleri önemlidir. Bu açıdan yetiştirilirler. Altun, gümüş ve tunç yaratılışlı olanlar öncelenir. Yönetici-filozoflar, bunların elenmeleriyle bulunur. Ve bunlar, yöneticilik açısından en iyi bir şekilde yetiştirilmelidirler.

Şüphesiz bugünkü Batı, bu düşüncelerden hayli etkilenmiş ve sistemlerini üretirken bütün bunları yerine göre kullanmasını bilmiştir.

Begoviç, ‘Bosna’nın savunmasını mümkün kılan, “Şarkî” ve “Garbî” unsurların ilginç bir terkibidir’ der. Günümüz dünyasında üstün beyin gücünü eğitirken, ülkemiz bu temel ilkeyi göz önünde bulunduracak, her iki dünyanın özgün üretimlerinden faydalanacaktır.

Üstün beyin gücünün tesbit ve eğitimi, ilgi istidat ve özel yeteneklere göre yapılır. Özgünlük, yaratıcılık esas alınır. Önemli projeler geliştirme şeklinde organize edilir. Geleceği şekillendirecek temel alanlara bu beyinler yönlendirilir. Önemli problemlerin çözümü üzerinde durulur. Bunlar, zaman zaman birlikte, zaman zaman ferdi olarak tüm bu konular üzerinde durur, tartışır ve çözümler üretirler. Nihayette mevcut, değişmesi gereken yapılar bu yolla değiştirilir, ülke etkin bir konuma getirilir. Kurumsal yapılanma bu ilkelere göre oluşturulur. Nihayette bu eğitim; hem iki dünyayı kavratacak bir ufuk üzerine kurulur, hem de toplumu ayakta tutacak çağdaş güce erişebilecek insan tipini varetmeye göre düzenlenir. Bu tip, kişilikli, dürüst, hakperest erdemli bir tiptir. Ki, çağ böyle bir tiple ayağa kalkacak ve ülkemiz merkezi bir güce, konuma bununla ulaşacaktır.

Mandevill, “Bizi, toplumsal yaratıklar haline getiren, güvenlik ve refahımızı temin eden, erdemimiz değil, şerrimizdir” der. Dehamız, şerde ittifak etmeyecek, erdemi hakim kılacak şekilde yetiştirilecek, böylece hem çağa, hem de bize ışık tutacaktır. Nasıl, Enderun, dehayı eğitmeğe koyulduğunda batılı hakim anlayış olan soyluluğu kırmış, soyluluk esasına göre değil de, yetenek esasına göre köklü bir anlayış getirmişse, bugün de bizler, “şerri” kıran “hakkı” esas alan, yücelten bir anlayışı hakim kılabiliriz. Bu olguda, hedefte tüm insanlık olmalı, şu veya bu görüşe dayalı ayırımcılığa pirim verilmemelidir. Çünkü çağdaş silahlar erdemsiz, âdil olmayan insanın elinde ancak “şerri” üretir.


Yüklə 2,17 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   37




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin