TC
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
EĞİTİM BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
EĞİTİM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
EĞİTİM YÖNETİMİ TEFTİŞİ EKONOMİSİ VE PLANLAMASI
YÜKSEK LİSANS PROGRAMI
“WALLERSTEİN”
Özge KİRMAN (03610123)
EĞİTİMDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ DERSİ ÖDEVİ
Yrd. Doç. Dr. Hasan Hüseyin AKSOY
Ankara,
Ocak 2006
IMMANUEL WALLERSTEİN
Immanuel Wallerstein, 1930' da New York'ta doğdu. 1951'de Kolombiya Üniversitesi'nden mezun oldu. Aynı üniversitede 1959'da doktorasını tamamladı ve Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi oldu. Akademik kariyerinin ilk yıllarında (1959-1970), Afrika Kıtası ve Afrika'nın bağımsızlık mücadelesi üzerine çalışmalar yaptı. 1961'de Africa: the Politics of Independence adlı çalışması, 1967'de ise Africa: the Politics of Unity adlı çalışması yayımlandı. 1968'de bir doçent olarak Kolombiya Üniversitesi'ndeki öğrenci hareketine aktif katılım gösterdi. 68 hareketi üzerine tecrübelerini ve düşüncelerini University in Turmoil: The Politics of Change (New York: 1969) adlı kitapta kaleme aldı. 1971 yılında Montreal'de McGill Üniversitesi'nde görev aldı. 1974 yılında Dünya kapitalist sistemi ve uluslararası siyaseti incelediği üç ciltlik The Modern World System'in ilk cildini bitirdi.
1976'dan bu yana Binghamton'daki New York Eyalet Üniversitesi'nde sosyoloji profesörlüğü yapmaktadır ve Fernand Braudel Ekonomi, Tarihsel Sistemler ve Uygarlık Araştırmaları Merkezi'nin müdürlüğünü üstlenmiştir. Temel yapıtı niteliğindeki üç ciltlik The Modern World-System kitabını sırasıyla 1974, 1980 ve 1989 yıllarında yayımladı ve sosyal bilimlerde verimli bir damarın ortaya çıkmasına yol açtı. "Dünya sistemleri analizi" olarak bilinen bu anlayış ve çalışma tarzı mevcut kapitalizm analizlerine geniş bir bakış açısı ve tarihsellik boyutu getirdi.
Prof. Wallerstein1994-98 tarihleri arasında Uluslararası Sosyoloji Derneği başkanlığını yürüttü.
Immanuel Wallerstein'in Türkiye'de yayınlanan eserleri şunlardır:
-
Amerikan Gücünün Gerileyişi (Metis Yayınları, Ocak 2004);
-
Yeni Bir Sosyal Bilim İçin (Aram Yayıncılık, Şubat 2003);
-
Ütopistik Ya da 21. Yüzyılın Tarihsel Seçimleri (Aram Yayıncılık, Mayıs 2002);
-
Güncel Yorumlar (Aram Yayıncılık, Eylül 2001);
-
Bildiğimiz Dünyanın Sonu (Metis Yayınları, Ekim 2000);
-
Geçiş Çağı: Dünya Sisteminin Yörüngesi(1945–2025) (Hopkins ile birlikte-Avesta Yayınları, 2000);
-
Sosyal Bilimleri Düşünmemek 19. Yüzyıl Paradigmasının Sınırları(Avesta Yayınları, 1999);
-
Liberalizmden Sonra (Metis Yayınları, Eylül 1998);
-
Tarihsel Kapitalizm (Metis Yayınları, Ekim 1996);
-
Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler (Balibar ile birlikte-Metis Yayınları, Ekim 1995);
-
Sistem Karşıtı Hareketler (Arrighi ve Hopkins ile birlikte-Metis Yayınları, Nisan 1995);
-
Büyük Kargaşa Yeni Toplumsal Hareketlerin Krizi(Amin,Arrighi,Frank ile birlikte-Alan Yayıncılık, Ağustos 1993);
-
Jeopolitik ve Jeokültür (İz Yayıncılık, 1993).
-
Geçiş Çağı, Dünya Sisteminin Yörüngesi, 1945–2025 (Hopkins ile birlikte, Avesta, 2000).
-
Sosyal Bilimleri Açın / Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Gulbenkian Komisyonu Raporu; Gulbenkian Komisyonu; Editör: Immanuel Wallerstein (1998)
-
Küreselleşme ve Terör / 2 Cilt Takım / Terör Kavramı ve Gerçeği / Terörizm, Saldırganlık, Savaş (2001)
Amerikan Gücünün Gerileyişi adlı kitabında Wallerstein, önceki kitapları Liberalizmden Sonra ve Bildiğimiz Dünyanın Sonu' ndaki düşüncelerini mantıki sonuçlarına dek geliştiriyor. Temel tezi şu: 1945'ten beri dünya sisteminin başı çeken hegemonik gücü olan Amerika Birleşik Devletleri gerilemektedir. 11 Eylül ve sonrasındaki olaylar bunun en son ve en belirgin kanıtıdır.
İçinde yaşadığımız dünya sisteminin hızla temel bir değişime doğru gittiğini ve tercih ve seçimlerimize, insan iradesine hiç olmadığı kadar açık hale geldiğini savunan Wallerstein ne yapabileceğimiz konusunda şunları söylüyor: "Bu kitapta hepimizin üçlü bir görevi olduğu yolundaki görüşüme bağlı kalıyorum: Gerçekliği eleştirel ve ayık bir kafayla analiz etmekle ilgili entelektüel görev; bugün öncelik vermemiz gereken değerlerin neler olduğuna karar vermekle ilgili ahlaki görev ve dünyanın, kapitalist dünya sistemimizin şu anki kaotik yapısal krizinden çıkıp, mevcut sistemden gözle görülür ölçüde daha kötü değil de, gözle görülür ölçüde daha iyi olacak farklı bir dünya sistemine geçmesi olasılığına hemen nasıl katkıda bulunabileceğimize karar vermekle ilgili siyasi görev." - Wallerstein.
Marx’ın ve Engels'in Manifesto'yu yazmalarından bu yana geçen yüz elliyi aşkın yılda, Marksistlerin "kapitalizm krizi" ile ilişkileri, "Kurt var!" diye bağıran çobanın hikâyesine benzedi. O dev, sarsıcı ve yok edici kriz bir türlü gelmek bilmiyor. Marksistler de her geçici, kısmi krizi beklenen nihai kriz sanmaktan vazgeçmiyorlar.
Wallerstein'in "Bildiğimiz Dünyanın Sonu" saptaması, hayata belirlenmiş bir senaryo olarak bakmadığı için bu tür bir "Kurt var!" haykırışı değil: Yirminci yüzyıl sonlarına kadar ancak kavramsal düzeyde varolan "Dünya Kapitalizmi"nin, iki kutuplu dünyanın sona ermesiyle birlikte pratik bir olguya dönüştüğünü öne süren Wallerstein, bu dönüşümün bildiğimiz, tanıdığımız Kapitalizm Dünyası'nın sonu olduğunu söylüyor. Bu aynı zamanda, bugüne kadar varolan dünyayı algılama ve kavrama biçimlerimizin, kapitalizmin yükselişiyle birlikte ilahiyatçı kavrayışların üzerinde egemenlik kuran Bilgi Dünyası'nın, yani Newtoncu fiziğe temellenmiş bilimsellik anlayışının da sonu.
21. yüzyılın ilk on yıllarının bu iki anlamda da bir altüst oluşa sahne olacağını söyleyen Wallerstein, bu altüst oluşun bir belirsizlik olarak önümüzde durduğuna dikkat çekiyor: Tehlikeleri ve imkânlarıyla bir belirsizlik... Bir yandan bu belirsizlik döneminin koşullarına, ama bir yandan da bizim gerçekten ne istediğimize, tercihlerimizi ne yönde yaptığımıza, yaratıcılığımıza bağlı olarak şekillenecek bir gelecek bu... Daha doğrusu ne olabileceği ve bizim gerçekten ne istediğimiz konularında hepimizi sistemli ve açık bir biçimde düşünmeye çağırıyor.
Irk Ulus Sınıf'ta Fransız filozof Etienne Balibar ve Amerikalı tarihçi ve sosyolog Immanuel Wallerstein, verimli bir tartışma içinde bu sorulara yanıt arıyorlar. Her ikisi de ırkçılığı, geçmiş toplumlardan bize miras kalan akıldışı bir kalıntı olarak değil, modern toplumun temel özellikleri olan ulusal devlet, işbölümü ve dünya ekonomisindeki uluslararası hiyerarşi ile yakından ilişkili, son derece çağdaş bir olgu olarak ele alıyorlar. Bir uluslar sistemi olan dünyamızın bugünkü krizi içinde, modern kapitalizmin ve liberal "evrenselciliğin" nasıl sürekli biçimde milliyetçiliği, ırkçılığı ve ayrımcılığı yarattığını anlamakta, bu çalışmanın son derece yerinde ve zamanında yapılmış bir katkı olduğuna inanıyoruz.
"Günümüz dünyasının çelişkisi şudur: İnsanların doğaları gereği kendilerini 'evlerinde', biz bize hissedecekleri bir ulus devlet tahayyül etmek, sonra bu devleti içinde oturulamaz kılmak... Durmadan düşmanın 'içeride' olduğunu keşfederek, 'dış' düşmanlar karşısında birleşmiş bir cemaat oluşturmaya çalışmak... Böyle bir toplum siyasal olarak tam anlamıyla yabancılaşmış bir toplumdur." – Etienne Balibar.
Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra kitabında, 1990'larda çökenin Liberalizmin ta kendisi olduğunu iddia ediyor. Fransız Devrimi'nden bu yana soldan sağa "Sosyalizm, Liberalizm, Muhafazakârlık" diye sıralanan üçlü ideolojik sistemin, aslında dünya çapında hâkim ve merkez ideoloji olan Liberalizmin üç görüntüsü olduğunu, bu sistemin "sol" kanadının çöküşüyle, dünya çapında bir bütün olarak meşruiyetini ve geçerliliğini yitirdiğini söylüyor.
İdeolojik meşruiyetini yitirmiş devletler 21. yüzyılda ayakta kalabilmek için ne yapabilir? Daha da önemlisi, "sol" geleneğini yitirmiş sistem karşıtı güçler, aynı dönemde hangi ideolojik çerçevede, nasıl bir yapı içinde örgütlenebilir? Wallerstein SSCB'nin çöküşüyle "tek kutuplu" hale gelen "yeni dünya düzeni"nin, yakın gelecekte ABD-Japonya ve Avrupa Birliği-Rusya eksenlerinde yeniden örgütleneceğini ve bu temelde yeni bir meşruiyet aramaya başlayacağını öngörüyor. Sömürüye karşı ve özgürlükten yana güçlerin kaderi ise, bu yeniden yapılanma sürecinde ne yaptıklarına bağlı. Liberalizmin "sol" bir türevi olan eski sistem karşıtı hareketleri diriltmeye mi çalışacağız, yoksa özgürlük, eşitlik ve demokrasi için yeni bir yapılanma ve meşruiyet arayışına mı girişeceğiz?
"Tarihsel kapitalizm daha ilk bakışta, bazı savunucularının öne sürdüğü gibi 'doğal' bir sistem olmak şöyle dursun, açıkça saçma bir sistemdir. Daha fazla sermaye üretmek için sermaye üretilmektedir. Kapitalistler ayak değirmeninde daha da hızlı koşmak için gitgide daha hızlı koşan beyaz fareye benziyor. Bu süreç içinde bazı insanlar iyi yaşıyor, ama diğerleri yoksul yaşıyor. Peki, iyi yaşayanlar ne kadar ve nereye kadar iyi yaşayacak? Hepimiz bu tarihsel sistemin moda ettiği haklılığı kendinden menkul ilerleme ideolojisiyle öylesine dolmuşuz ki bu sistemin çok sayıdaki olumsuzluklarını kabul etmekte zorlanıyoruz. Marx gibi kararlı bir suçlayıcısı bile tarihsel kapitalizmin oynadığı ilerici role büyük ağırlık vermiştir. 'İlerici' sözü tarihsel olarak daha sonra gelen anlamında kullanılmadığı sürece ben buna inanmıyorum... O zaman böyle bir sistem neden ve nasıl ortaya çıktı?" – Immanuel Wallerstein
MODERN DÜNYA SİSTEMİ TEORİSİ
Wallerstein’ın dünya sistemli bir teoriye ilgisi kendi alanı Afrika tarihiyle ilgili sömürgecilik sonrası kalkınmaların/kalkınamamaların analizini yaptığı çalışmaları üzerinden doğmuştur. Modern Dünya Sistemi Teorisi, tarihsel gerçekliğe sistemik bakmakta, tekilden çok bütünle ilgilenmektedir. Bağımlılık Teorisi ise tümevarımcı bir yöntemle azgelişmişlik problematiğinden yola çıkmıştı. Modern Dünya Sistemi Teorisi, Batı’da kapitalizmin gelişmesini orada olduğu farz edilen içsel ve özsel birtakım özelliklerinin varlığıyla değil tarihsel birtakım koşulların orda ortaya çıkmasına bağlamaktadır. Teori, bu anlamda, Bağımlılık okulu ile iç içedir. Bu yaklaşım, tarih-dışı analizler olarak tanımlanan Oryantalizm ve Modernleşmeciliğin kültürel ve kurumsal analizlerinin karşısında yeni seçenekler ve yeni bir yöntem oluşturmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla, bu teori çevre ülkelerin durağanlık, köylü ekonomileri, sömürülen kırsal emek, gelenekselcilik ve otoriter devlet yapısı gibi azgelişmişlik niteliklerinin sanıldığı gibi bu ülkelerin içsel özellikleri olmadığını öne sürer. Bu teze göre, sayılan özellikler Batı’nın etkisi ile önemli yapısal değişikliklere uğrayan bir toplumun dönüşmüş yapılarıdır.
Teorinin temel kavramları;
Dünya Sistemi: Wallerstein’a göre sistem görece diğer gruplardan farklı olan özerk ve birbirlerine bağlı birçok toplum takımlarından oluşan bir bütünlüktür. Bu toplumsal sistemdeki her grup, sistemi yeniden şekillendirmek üzere birbirleriyle mücadele etmektedirler. Bu sistem, sınırları ve yapıları olan, üye gruplardan oluşmuş, yasalara sahip, tutarlı bir sosyal sistemdir. Dünya sistemi içerisinde, dünya imparatorlukları ve dünya ekonomisi olmak üzere iki farklı sosyal sistem vardır.
Dünya İmparatorlukları ve Dünya Ekonomisi: Dünya imparatorluğu, dünyanın birçok ülkesinde tek bir sistem olarak görülen ve güçlü devletlerin birbirine bağlanmasıyla oluşmuş, diğer ülkelerin ekonomilerinin bağımlı olduğu politik sistemdir. Bu sistemlere örnek olarak, Osmanlı ve Rus İmparatorlukları gösterilir. Dünya ekonomisi ise, savaş ve ekonomik mübadele ile birbirine bağlanmış çeşitli politik sistemlerden oluşur. Amin ise bu olguyu “haraç sistemleri” olarak tanımlar. Dünya imparatorluğu, merkezi bir siyasal gücü olan, iktisaden kendi kendine yetme gücü daha fazla ve bürokrasinin ekonomik artık üzerinde önemli bir tasarruf imkanına sahip olduğu bir bütünlüktür. Dünya ekonomisi, çok merkezli siyasal yapıların bulunduğu ve merkezi bürokrasinin görece güçsüz olduğu sistemlerdir.
Modern Dünya Sistemi (Kapitalist Dünya Ekonomisi): Wallerstein, dünya sistemini tekil kapitalist dünya ekonomisi olarak tanımlar ve bu mekanizmanın öteki dünya ekonomileriyle (sosyalist ekonomiler) karşılaştırılamayacağını ifade eder. Ona göre, zaten tek bir sistem varsa ötekilerin varlığı ya da anlamları yoktur. Wallerstein, kapitalist sistemi 16. asırdan itibaren başlatır ve bu sistemin tarihi sürecine “modern dünya sitemi” adını verir. Dünya sistemine modern kavramını da 1789 Fransız devrimini dikkate alarak ekler. Wallerstein’in kapitalist sistemde vurgu yaptığı kilit öğe sermayedir. Sermaye birikmiş zenginliğin başka bir adıdır. Ona göre, tarihsel kapitalizm doğal bir sistem olmak şöyle dursun açıkça saçma bir sistemdir. Çünkü, kapitalistler, daha fazla sermaye üretmek amacıyla sermaye üretmektedirler. Wallerstein’in sisteme modern kavramını eklemesinin temel belirleyicilerinden biri de Fransız Devrimi döneminde bir sermaye devrinin yaşanmasıdır.
Merkez-Çevre-Yarı Çevre Bölgeler: Modern dünya siteminde -yani kapitalist sistem içerisinde- merkez, çevre ve yarı çevre biçiminde toplumsal bir işbölümü oluşmuştur. Bu işbölümünü yönlendiren merkezdeki sermayeyi ve siyasi gücü elinde bulunduran güçlü devletlerdir. Çevre bölgeler, eski sömürge ülkelerini ifade ederken, yarı çevre bölgeler, 16. asırda Venedik ve İspanya, 17. asırda İsveç, 20. asırda ve bugün için Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelerden oluşmaktadır. Bu sıralamada, kilit konumda olanlar yarı çevre bölgeleridir. Wallerstein’e göre yarı çevrelerin dünya sisteminde gerçek anlamda özerk olmaları düşünülemez. Bu ülkeler sanayileşmelerini tamamlayamamış ancak çevre ülkelere nazaran daha iyi durumdadırlar. Yarı çevre konumundaki ülkeler merkez statüsü için rekabete girerler. Bu durum, doğal olarak dünya sistemini sürekli bir dengesizlik içerisinde tutar. Modern Dünya Sisteminin İşleyişi Wallerstein’a göre, 1500’lerde meydana gelen dönüşüm Avrupa da ortaya çıkan yeni bir dünya ekonomisinin tarihte ilk kez kendini pekiştirip kapitalist üretim tarzını ve dünya ekonomisinin yapısal özelliği olan devletlerarası sistemi geliştirmesidir. Zamanla kapitalist üretim tarzı temelli dünya ekonomisi dünya imparatorlukları ve mini sistemleri kendi içine katmıştır. Bu süreç yirminci asırda tüm dünyayı içererek yeni tarihsel durumu yani tekil bir dünya sistemini ortaya çıkarana kadar devam etmiştir. Sistemin işleyişi ve çevreleşme süreci aşağıdaki gibi özetlenebilir; 16. asırdan itibaren, metaların ve insanların dolaşımı ve mübadelesi sürecinde dünya ekonomisi sürekli olarak genişler ve sonuçta dünya çapında niteliksel ve hiyerarşik bir toplumsal işbölümü ortaya çıkar; merkez, çevre, yarı-çevre ve dışsal bölgeler. Merkez bölgelerde nitelikli emek biçimleri ve kapitalist ekonomiler söz konusudur. Çevre ülkeler ise niteliksiz emek biçimleri ve tarımın ağırlığıyla karakterize edilir. Merkezle çevre arasındaki eşitsiz mübadeleden bir artık transferi gerçekleşmektedir. Çevre ülkeler dünya sisteminin parçası haline gelmeleriyle, iktisadi faaliyetlerini merkezdeki üretim ve dolaşımın (dış ticaret yollu mübadelenin) mantığı çerçevesinde düzenlerler. Çevre bölgeler giderek belli malların üretiminde ve merkeze ihracında uzmanlaşır, merkezden teknolojik içerikli yoğun metalar alırlar. Yarı çevre ülkeler, tampon rolü oynayan bölgelerdir. Dışsal bölgeler ise dünya ekonomisinin dışında olan kendi kendine yeterli Osmanlı ve Rus İmparatorlukları gibi büyük dünya imparatorluklarıdır.
Dünya-Sitemi teorisi bir çok temel yaklaşımda ve terminolojide Marxist teorik yaklaşımı benimsemiştir. Dünya-Sistemi ekolu çağdaş toplumsal yapıyı anlamak için Marx’ın önkoşul olarak kabul ettiği; kapitalizmin tabiatı ve işleyişini anlamaya dair felsefik ve sosyolojik yaklaşımları paylaşırlar. Kapitalizmin yükselişi ve yayılması, tahripkâr tabiatı, sebep olduğu savaş ve çatışmalar Dünya-Sistemi teorisyenlerinin modern dönemde insanoğlunun en büyük, çözülmeyi bekleyen sorunsalı olarak kabul ettikleri bir sistemik krizdir. Ekolün Marxist akrabalığı, Marxsizmin bütün öngörülerini kabul ettiği anlamına da gelmemektedir. Bir çok Marxist, Dünya-Sistemi ekolüne getirdikleri sert eleştirilerle de bilinirler. Dünya-Sistemi ekolu Marx’ın geleneksel bir modifikasyonu düzeyinde kalmış, Marxist ilkelerin ateşli bir savunucusu durumuna hiçbir zaman düşmemiştir. Bu yaklaşım ekole farklı kaynaklardan da beslenme imkânı sağlamıştır.
Dünya-Sistemi teorisyenlerinin bizzat yaşamında himmetini aldıkları diğer bir düşünce çevresi ise Annales Okuludur. Anneles okulunun (Annales, bu ekolun bir çok düşünürün yazılarının çıktığı fransızca derginin ismidir) genel tabiati, yine tüm yönleriyle olmamakla birlikte, Marxist bir karektere sahiptir. Bu akademisyenler arasında en önemli isim Fernard Braudel’dır. Braudel’in ‘Medeniyet ve Kapitalizm, 15 ve 18.yy’ eseri, Dünya-Sistemi teorisinin genel karakterini belirlemiştir. Braudel’e gore toplum büyük bir sistemin altında hayatına devam eden küçük birleşik yapılardan ibarettir. Aslolan büyük sistemdir. Bu büyük yapı ‘dünya iktisadını’ oluşturan damarı canlı tutar ve alt-yapıların bu ‘sistem’ içindeki tabiatlarına şeklini ve rengini verir.
Wallerstein dünya sistemi vizyonunun oluşmasında temel rolü oynayan üç isim sayar: Frantz Fanon, Fernard Braudel ve İlya Prigogine. Wallerstein, ismi geçen bu düşünürlerin katkılarıyla tezini oluştururken, akademik dünyada Samir Amin, Giovanni Arrighi ve Gunder Frank’le birlikte ‘dörtlü çete’ lakabıyla anılacaktır.
Modern dünya sistemi ekolu 1970’lerde yavaş yavaş şekillenmeye başlarken en ciddi entelektüel bağı ‘bağımlılık yaklaşımı’nı benimsemiş düşünürlerden bulacaktır. Bağımlılık teorisyenlerinin bir çoğu daha sonraları kendilerini dünya-sistemi ekolü içinde resmetmişlerdir. Bu teorisyenlerden en önemli isim Andre Gunder Frank’tır. Frank önceleri bir çok konuda hemfikir olsa da, daha sonraları Wallerstein’la bazı konularda aykırı düşen fikirleriyle bilinen bir bağımlılık yaklaşımı teorisyenidir. Bu ekol modernizme alternatif düşünce sistemleri ve çalışmalarıyla bilinmektedir. Lakin bu temel karakterleri modern-dünya sistemi teorisiyle yaptıkları evlilikle bir çok evrime uğramıştır. Genel anlamda çevrenin ‘merkez’e olan bağımlılığı üzerine çalışmalar yapmışlardır. Frank’ın ‘çevre’nin varolan ekonomik yapısını anlamlandırmada salt ‘merkez/çevre’ denklemini kullanması bir çok Marxist ve Modernist okulundan tepki almıştır. Modern dünya-sistemi teorisinin tarihsel süreklilik yaklaşımı Frank’ın bir anlamda cevap bulamadığı eleştiriler karşısında yardımına yetişmiş, daha sonraları da bizzat bağımlılık yaklaşımı evrilerek dünya-sistemi teorisine katkılarda bulunmuştur.
Modern-dünya sistemi teorisi gerek son dönem sosyal bilimlerde yaşanan ‘krizden’, gerekse bizzat kendi orijinalliğinden; günümüz iktisatçılarından sosyologlara, tarihçilerden siyaset düşünürlerine varan geniş bir kitleye bir çok konuda ilham kaynağı olmaktadır. Bu yükseliş son dönem Türkiye içindeki tartışmalarda da geçerli gibi durmaktadır.
TEORİK KRONOLOJİSİ VE ARKAPLANI
Dünya-sistemi teorisi, Batı Avrupa’da 1500’den sonraki (modern dönem) yüzyıllarda yükselen ‘yeni’ toplumsal, siyasal ve iktisadi yapıyı anlamaya dönük ilmi çalışmalarda bulunan Karl Marx, Max Weber, Emile Durkheim ve Fernard Braudel gibi sosyal bilimcilerin endişe ve çözümlemelerinin bir devamı olarak zuhur etti. Dünya-sistemi teorisi, ayni zamanda, 1970’lerle başlayan ve yapısal-fonksiyonculuğa karşı antitez bir işlevde gördü. Bu antitez’in en temel hedefi modernizmin yapısal-fonksiyonculuğuna karşı çıkması ve toplumsal sistem içerisinde her yapının bir fonksiyonu ifa eden bünyenin birer parçaları olduğunu idda etmesidir. Bu söylemin en önemli isimlerinden olan Wilbert E. Moore modernizmin merhalelerini şöyle anlatmaktadır:
…Geleneksel ve modern öncesi toplumun, teknolojik, siyasi olarak istikrarli, iktisadi olarak ‘gelişmiş’ toplum (Batı) haline ‘toptan’ dönüşümü; günlük hayatın ve toplumsal ağın kodununda aynen transferidir.
Özetle, bu ekol ‘modernizmin’ bir türev (differentiation) alma sureci olduğunu ve geleneksel toplumsal yapının ise türevi alınmamış bir şekilde hayatına devam eden bir fonksiyon olduğunu idda etmektedir. Fonksiyon basit ve sade kurgulu olduğundan kurumsallaşma fazla büyümezken, türev surecini yaşayan toplumsal yapı bir çok farklı ‘kurumsal yapı’ üretebilmiştir. Teorisyenler üçüncü dünyanın batıdan bilgi ve teknoloji transferini gerçekleştirebilmesinin tek çıkar yolunun bu ‘türev alma’ sürecinin geleneksel koda uygulanması olduğu iddia ederler. Ancak bu şekilde ‘merkez’den ‘çevre’ye doğru bir akış yaşanabilecektir. Bu akışın yaşanabilmesi için gerekli olan potansiyel ise, Dünya-Sistemi teorisyenlerine göre, öncelikle her toplumun kendi tarihsel tecrübesinin bizzat içinde bir türev almaya gitmesi gerekliliği; şu anki hal ile ‘merkez’ yükselirken çevre ile arasındaki derin(kapatıl(a)mayan) farkı yeniden okumaya tabi tutmak (tarihsel dersler ve düşüşler); çevrenin kendi lokal şartlarında sömürgecilik karşıtı bir yapılanmayla varolan iktidara ortak olma mücadelesi. Bu son çözümleme, 1960’lar sonrası Dünya-Sistemi teorisini salt ‘tarihsel çözümleme’ yapan bir sosyolojik ekol modundan çıkarıp Marx’in söylemleri üzerinde de yoğunlaşmaya yönlendirdi.
Dünya-Sitemi teorisi bir çok temel yaklaşımda ve terminolojide Marxist teorik yaklaşımı benimsemiştir. Dünya-Sistemi ekolu çağdaş toplumsal yapıyı anlamak için Marx’ın önkoşul olarak kabul ettiği; kapitalizmin tabiatı ve işleyişini anlamaya dair felsefik ve sosyolojik yaklaşımları paylaşırlar. Kapitalizmin yükselişi ve yayılması, tahripkâr tabiatı, sebep olduğu savaş ve çatışmalar Dünya-Sistemi teorisyenlerinin modern dönemde insanoğlunun en büyük, çözülmeyi bekleyen sorunsalı olarak kabul ettikleri bir sistemik krizdir. Ekolün Marxist akrabalığı, Marxsizmin bütün öngörülerini kabul ettiği anlamına da gelmemektedir. Bir çok Marxist, Dünya-Sistemi ekolüne getirdikleri sert eleştirilerle de bilinirler. Dünya-Sistemi ekolu Marx’ın geleneksel bir modifikasyonu düzeyinde kalmış, Marxist ilkelerin ateşli bir savunucusu durumuna hiçbir zaman düşmemiştir. Bu yaklaşım ekole farklı kaynaklardan da beslenme imkanı sağlamıştır.
Dünya-Sistemi teorisinde, diğer tüm postmodernizm teorileri gibi, ‘merkez’ ile ‘çevre’ arasındaki ilişkileri okurken, Lenin’in ‘emperyalizm’ kuramı dominant bir rol oynar. Lenin, varolan kar marjının devamını sağlamak (kapitalin birikmeye devam etmesi) üzere ‘finans kapitalizmi’, önceleri ‘yeni piyasa’ arayışına girer, yeni piyasaların kar marjı tatminkar olmayınca önce sömürgecilik ardında da son merhale olan ‘emperyalizm’in sahneye çıktığını savunur. Dünya-Sistemi teorisyenleri de Lenin’le aynı görüşü paylaşırlar. ‘Merkez-Çevre’ ilişkisinin nihai olarak ‘emperyalizmle’ son bulduğunu gözlemlerler. Ancak Lenin’in, emperyalizmin tarihsel kapitalizmin bir ‘merhalesi’ olduğuna dair görüşüne Dünya-Sistemi ekolü katılmaz. Aksine tarihsel kapitalizmin 500 yıllık geçmişinde farklı formlarda ‘çevrenin’ sömürülmesinin süregittiğini iddia ederler. Bu meyanda, 19.yy kolonyalizmi kapitalizmin otantik tabiatının modern çağdaki resmidir. Daha öz bir ifade ile; Dünya-Sistemi Teorisi medeniyetlerin, siyasal iktidarların ve kültür havzalarının tarihsel kopukluğunu reddeder. Bu anlamda tarihsel kapitalizm, feodalizmin sahneden çekilişiyle, icat edilen değil, tüm kurumlarıyla dönüşen bir yapıdır. Kapitalizmin yükselişini bu makaleye sığdıramayacağımız kadar geniş bir konu olmakla birlikte; Wallerstein’ın ‘dünya imparatorlukları’ndan ‘dünya sistemi’ne geçiş süreci olarak tanımladığını bir dizi siyasi, iktisadi ve felsefik değişimin ‘döngüsel’ bir formatta vuku bulduğunu ve bu dönüşümün kapitalizmin zuhurunda önemli rol oynadığı vurgulamak lazım. Feodal aile yapısının dağılması, mülkiyetin metamorfozu, kilisenin dönüşümü, kârın ve faizin zuhur edişi, demografik yapıdaki hızlı değişimler, ulus devlet sürecinin ilk işaretleri, siyasi haritaların ve yönetim tarzlarının (d)evrimler geçirişinin ve sekülerizmin yükselişi gibi temel etkenleri başlıklar halinde hatırlatmakta da fayda var.
Dünya-Sistemi teorisyenlerinin bizzat yaşamında himmetini aldıkları diğer bir düşünce çevresi ise Annales Okuludur. Anneles okulunun (Annales, bu ekolun bir çok düşünürün yazılarının çıktığı fransızca derginin ismidir) genel tabiati, yine tüm yönleriyle olmamakla birlikte, Marxist bir karaktere sahiptir. Bu akademisyenler arasında en önemli isim Fernard Braudel’dır. Braudel’in ‘Medeniyet ve Kapitalizm, 15 ve 18.yy’ (Braudel, 1992) eseri Dünya-Sistemi teorisinin genel karakterini belirlemiştir. Braudel’e gore toplum büyük bir sistemin altında hayatına devam eden küçük birleşik yapılardan ibarettir. Aslolan büyük sistemdir. Bu büyük yapı ‘dünya iktisadını’ oluşturan damarı canlı tutar ve alt-yapıların bu ‘sistem’ içindeki tabiatlarına şeklini ve rengini verir. Braudel çağdaş dünya iktisadını üç kavramla tanımlar: “yatay”, “dikey”, ve “kronolojik”. Yatay boyut, dünya iktisadının coğrafi ‘merkez’inin etrafında iskan etmiş olan çevreden ibarettir. Merkez iktisadi ve askeri olarak güçlü olan, en son tekniklerle üretim yapan (Marxist terminoloji) ülkelerden ibarettir. Merkez, dünya gayri safi hasılasından en fazla faydalanan ve bu düzeneği koruyabilen güçtür. Merkezden uzaklaştıkça ‘üretim modunda’ ve ‘güç dengesinde’ asimetrik yapıyı görürüz. Lakin bu asimetrik yapı merkez için hayati öneme haizdir. Merkez her zaman farklı modlardaki üretimi ve hasılasını kendisi için stratejik bir denge unsuru olarak görür ve kullanır. Merkez ve çevrenin yapısına dair bu tanım, dünya-sistemi teorisine özgü bir yaklaşımdır. Bu tanımlamaya bir çok iktisatçı eleştiriler getirmekte ve toptancı bir yaklaşım olduğunu iddia etmektedir. Özellikle modern çağda kapitalin, sermayenin, sektörlerin ve emeğin tabiatında yaşanan derin değişimler dünya-sistemi teorisinin yaptığı sınıflandırmalarda sorunlar yaratmakta; kapital-emek ilişkisini yeniden okumaya tabi tutmayı icbar etmektedir. Kısaca değinmek gerekirse Marxist literatürün gölgesinde oluşmuş olan terminoloji zaman içerisinde sınıf, ülke ve siyasi iktisat alanlarındaki öngörülerinin bir kısmı modern kurumları açıklamakta her zaman yeterli kalmamaktadır.
Dikey boyuttaki iktisadi örgütlenme ise farklı seviyelerde vuku bulur. En altta günlük yaşamla ilgili ‘bayağı’ üretim modu bulunur (Maddi medeniyet). Orta seviyede piyasa ilişkilerinin bulunduğu sistemik yapı vardır. En üst seviyede ise mülkiyet ve iktisadi faaliyetin kontrol edildiği sistem bulunur.
Kronolojik boyut ise dünya iktisadının tarihsel yapı içindeki sistemik dalgalanmaları, krizleri, sosyal kodu, iktidar’ın gücü, yükseliş ve düşüşleri, ve siyasi tabiati oluşturan ‘uzun döngü’lerden ibarettir. Braudel, bu ‘uzun döngüleri’ tecrübe etmiş dört devlet örneği verir. 14.yy Kuzey İtalya şehir devletleri,17.yy Hollanda, 19.yy Britanya, 20.yy Amerika. Özetle, Braudel çağdaş dünya iktisat sisteminin münferit bir yapı olduğunu reddeder. Bilakis, Braudel’e göre modern dünya sistemi bir dizi kronolojik tarihsel safanın dönüşümünden ibarettir. Bu dönüşümlerin her biri ‘dikey’ ve ‘yatay’ boyutta yaptıkları değişimlerle ‘merkez’in varlığının bekasını sağlamışlardır.
Braudel’in dünya sistemi teorisine katkısı azami boyuttadır. Daha Review(Fernard Braudel Center’ın yayın organı olan dergi. Genel anlamda dünya-sistemi teorisinin ilk yayın organı olarak da bilinmektedir ve hala yayın hayatına devam etmektedir.)’in ilk sayısında, Halil İnalcık’tan Wallerstein’a bir dizi ismin makalelerinin arasında Fernard Braudel’in ismide bulunur. Braudel 1978’deki bu ilk sayıda sonuç yazısını yazarken, Wallerstein ‘Direniş Okulu Annales’ makalesini yayımlayacaktır. Daha sonraları Wallerstein, fikirlerinin oluşması safasında etkilendiği isimleri; Marx’dan Freud’a, Schumpeter’den Polanyi’ye sıralayıp, Braudel’e çok özel bir yer verecektir. Braudel’in kendisinin tüm sosyal yapıyla ilgili analizlerini etkilediğini ifade edecektir. Wallerstein dünya sistemi vizyonunun oluşmasında temel rolü oynayan üç isim sayar: Frantz Fanon, Fernard Braudel ve İlya Prigogine. Wallerstein, ismi geçen bu düşünürlerin katkılarıyla tezini oluştururken, akademik dünyada Samir Amin, Giovanni Arrighi ve Gunder Frank’le birlikte ‘dörtlü çete’ lakabıyla anılacaktır. Geçen sene ekim ayında Binghamton Üniversitesindeki Fernard Braudel Center’da yapılan ve bir anlamda dünya sistemi teorisyenlerinin yıllık kongresi sayılabilcek üç günlük toplantıda, aynı ‘çete’ hazır bulunmuştu. Göze çarpan en önemli nokta ise, bir çok farklı sosyal bilim dalından yeni simaların katılımlarıydı. 11 Eylül sonrası yaşanan sürecin, bir çok konuda dünya sistemi teorisini haklı çıkaracağa benzeyen tabiatı teorisyenlerine haklı bir güven vermişti. Her ne kadar Arrighi’yle Wallerstein arasındaki teorik yaklaşım farklılıkları iyice zirveye çıkmış olsa da, genel anlamda dünya-sistemi teorisinin kısa tarihinde elle tutulur bir olgunluğa ulaştığını söylemekte fayda var.
Modern dünya sistemi ekolu 1970’lerde yavaş yavaş şekillenmeye başlarken en ciddi entelektüel bağı ‘bağımlılık yaklaşımı’nı benimsemiş düşünürlerden bulacaktır. Bağımlılık teorisyenlerinin birçoğu daha sonraları kendilerini dünya-sistemi ekolü içinde resmetmişlerdir. Bu teorisyenlerden en önemli isim Andre Gunder Frank’tır. Frank önceleri bir çok konuda hemfikir olsa da, daha sonraları Wallerstein’la bazı konularda aykırı düşen fikirleriyle bilinen bir bağımlılık yaklaşımı teorisyenidir. Bu ekol modernizme alternatif düşünce sistemleri ve çalışmalarıyla bilinmektedir. Lakin bu temel karakterleri modern-dünya sistemi teorisiyle yaptıkları evlilikle bir çok evrime uğramıştır. Genel anlamda çevrenin ‘merkez’e olan bağımlılığı üzerine çalışmalar yapmışlardır. Frank’ın ‘çevre’nin var olan ekonomik yapısını anlamlandırmada salt ‘merkez/çevre’ denklemini kullanması bir çok Marxist ve Modernist okulundan tepki almıştır. Modern dünya-sistemi teorisinin tarihsel süreklilik yaklaşımı Frank’ın bir anlamda cevap bulamadığı eleştiriler karşısında yardımına yetişmiş, daha sonraları da bizzat bağımlılık yaklaşımı evrilerek dünya-sistemi teorisine katkılarda bulunmuştur.
Dünya-sistemi teorisinin diğer bir başarısı ise geleneksel akademik sınırları zorlayan ve disiplinler arası verimli bir iletişimi geliştirmiş olmasıdır. Bu yapısı bazen sert eleştirilere de muhatap olmaktadır. Özellikle ekonomistler, dünya-sistemi teorisyenlerinin derin iktisadi bir vukufiyetleri olmamasından dolayı ‘bağlamdan sapmış’ sonuçlara kolayca vardıklarını dile getirmişlerdir. Öyle ki, bu pek de haksız bir eleştiri değildir. Lakin genel anlamda dünya-sistemi teorisi bir çok sosyal bilimi barıştıran ve birlikte çalışmaya zorlayan yapısıyla, yanlıştan çok doğru yaptığını da söylemek gerekmektedir.
Modern-dünya sistemi teorisi gerek son dönem sosyal bilimlerde yaşanan ‘krizden’, gerekse bizzat kendi orijinalliğinden; günümüz iktisatçılarından sosyologlara, tarihçilerden siyaset düşünürlerine varan geniş bir kitleye birçok konuda ilham kaynağı olmaktadır. Bu yükseliş son dönem Türkiye içindeki tartışmalarda da geçerli gibi durmaktadır. Lakin birçok konuda referans gösterilen ‘teori’ arka planına dair ciddi bilgi yoksunluklarından dolayı çoğu kez ‘bağlamından’ koparılmaktadır. Bunun belki de en büyük sebebi, dünya sistemi teorisinin birçok farklı sosyal bilimin terminolojisini bir potada erittiğinin yeterince anlaşılmamış olmasından kaynaklanmakta. Dünya-sistemi analizi bir teorik manifesto olduğu kadar bozulmuş epistemolojilere ve ihmal edilmiş konulara karşı aynı zamanda bir protestodur. Entelektüel bir çaba olduğu kadar siyasi bir mücadeledir. Çünkü ‘gerçeği’ ve ‘iyiliği’ bulma meselesi aynı mücadelenin sorunudur.
SİSTEMİN DİNAMİKLERİ
Sistemin ana damarı her ne kadar çok ciddi değişimlere uğramamışsa da, bazı yönleri zaman içerisinde değişimler göstermiştir. Bu değişimleri sistem teorisyenleri dinamikler olarak tanımlamaktadırlar. Dünya sistemi teorisyenleri üç önemli değişim üzerinde durmaktadırlar. Birincisi, sistemin belli yönlere dair geçirdiği evrimler ve değişimler: eğilimler. İkincisi, sistemin yapısı içerisinde geçmişte de örnekleri/benzerleri bulunabilecek karakteristik değişimleri: döngüler. Üçüncüsü, sistem içerisinde her devletin ve toplumun birbirinden farklılık gösteren pozisyonları ve bölge değiştirme yetenekleri: geçişler. Modern kapitalist sistem diğer tarihsel sistemlerden farklı olarak yeni piyasalar keşfetmenin yanında yeni kar alanları da icat edebilmektedir. Eğer böyle olmasaydı tarihsel kapitalizm bugün geldiği noktaya 500 yıl dayanıp(ömrünü uzatıp) ulaşamazdı. İktisadi bunalımlar ve düşen kar paylarına rağmen sistem dağılmadan bugünlere ulaşabildi. Bu ivmeyi sistem teorisyenleri iki şekilde tanımlarlar: `genişleme` ve `derinleşme`.(Hopkins, 1982: 123; Wallerstein, 1884: 63) Genişlemeden murat kapitalist ekonomik faaliyetlerin yeni coğrafi alanlar bulabilmesidir. Kapitalist sistem başlangıçta yerkürenin çok küçük bir bölgesine ulaşmışken; 1450–1520, 1620–1660, 1750–1815 ve 1880–1900 arasında hızlı bir ivme ile merkezin yanında çevre iktisadi bölgeyi oluşturmuştur. Derinleşme ise genişleme ile yakalanan ivmenin nihayetinde tüm sosyal kodu değiştiren bir yapıya bürünmesi halidir. Yani kapitalist tüketim modunun bir amaç haline gelişidir. Derinleşme toplumlarda zengin/fakir uçurumunu oluştururken, devletlerarası sistemde merkez/cevre uçurumuna sebebiyet verip harici alanların ise tamamen kopmasını sağlamıştır.
İKTİSADİ DÖNGÜLER
Wallerstein dünya ekonomisinin büyürken, beraberinde iktisadi döngüler yarattıgını iddia eder. Bu iktisadi döngüler (veya bilinen genel ismiyle: Business Cycles) “Kondratieff Dalgalar” ile “Lojistik”lerden ibarettir.
Kondratieff Dalgalar
A Evresi 1850-1873
B Evresi 1873-1897
A Evresi 1897-1920
B Evresi 1920-1945
A Evresi 1945-1967
B Evresi 1967- ?
Kondratieff Dalgaları (veya döngüleri) ilk kez 1920’de Rus iktisatçı tarafindan ortaya atıldı. Bu dalga teorisine göre her iktisadi büyüme/yükseliş hemen ardından bir iktisadi küçülme/düşüş ile takip edilmektedir. Ortalama yükseliş ve düşüş 40 ila 60 yıl arasında vuku bulmaktadır. Wallerstein büyüme/yükseliş dönemine A Evresi, küçülme/düşüş dönemine ise B Evresi demektedir. Tablo istatistik olarak sabit olan değerlerle hazırlanmış olan döngülerin evrelerini ve yıllarını göstermektedir. Bu dalgalarla ilgili bir sorun dalga içlerindeki iniş ve çıkış dönemleridir. Bu dönemler genelde 10 yıl civarında vuku bulmaktadır. Mesela ABD’nin son 10 yılı B Evresindeki bu iniş çıkışlara güzel bir örnektir. Dünya iktisadi sisteminin dalga boyunu anlamaya yönelik çalışmalarda uygulanan farklı teknikler bulunmaktadır. Konvansiyonel yaklaşımlar genelde fiyat seviyelerini ölçü kabul ederek sistemin eğilimlerini kavramaya çalışırken, Marksist gelenekten ve heteredox iktisadi ekolden gelenler ise kar marjını temel parametre kabul ederler. Sistem teorisyenleri de kar marji yaklaşımını benimseyerek Kondratieff dalgalarının haritasını çıkarmaya çalışmışlardır. O halde Kondratieff dalgalara sebebiyet veren ana unsur nedir? Bu sualin cevabını arz-talep dengesinde aramak lazımdır. Yeni teknolojiyle elde edilen bir ürün piyasalarda ilk anda yüksek kar marjiyla satılmakta ve beraberinde yan sanayi, hizmet sektörü ve yeni ürünlere yol verebilmektedir. Talep belli bir olgunluğa ulaştığında gerek fiyatlar gerekse de talep düşmektedir. Örneğin bilgisayarın piyasalara girdiği ilk zamanları ele alalım. Bugün yüzüne bile bakmayacağımız bilgisayarlar yine bugün bizim en teknolojik bilgisayarlara ödediğimiz fiyattan daha pahalı olarak satılmaktaydı. Talebin yoğunluğuyla A Evresini yaşayan bilgisayar sektörü yavaş yavaş talebin azaldığı, kar payının düştüğü B Evresine doğru ilerlemektedir. B Evresini tamamladığında ise tek kurtuluş yolu yeni piyasalar bularak `genişleme ` ve bilgisayarı olmazsa olmaz bir tüketim metası haline getirerek `derinleşme` ile tekrar yeni bir A Evresine atlamasıdır. Bu devletlerarası sistemde, 19 yy`in sonlarına doğru merkezdeki güçlerin genişlemeyi yaşamak üzere yeni piyasalar üstünde yaptıkları kıran kırana rekabet halidir. Modern kapitalist sistem her zaman çıkışı genişleme veya derinleşme ile sağlamamaktadır. Son onbeş yıl bu anlamda kapitalist sistemin geçmişiyle kıyaslanmayacak yeni bir fenomene sahne oldu. Bu yeni durum şirket evlilikleridir. Arzın talebi zorlayarak yürüdüğü bir sistemde tıkanma kaçınılmazdır. Bu tıkanma görülmesine rağmen küresel ölçekli devletler ve sınırlar ötesi şirket evlilikleri yeni bir tip tekel modeli oluştururken aynı zamanda da B Evresinden kurtulmanın modern başka bir ilacıda keşfedilmiş oldu.
Kondratieff döngüler uzun sureli iktisadi dalgalanmalar içinde de vuku bulabilmektedir. Böylesi uzun dönemler içinde vuku bulan dalgalanmalara sistem teorisyenleri lojistik ismini vermektedirler. Sistemdeki tıkanmayı doğru okumak anlamında lojistik dalgalanmalar ayri bir öneme haizdir. Wallerstein`a gore 18. yy`dan sonra henüz bir lojistik dalgalanma olmamıştır. Çünkü 16 yy veya kısmen 17 yy`dakilere benzer uzun iktisadi yükseliş veya düşüş dalgalanmaları yerini Kondratieff döngülere bırakmıştır. Bu aynı zamanda dünya sisteminin bir tıkanmaya; daha doğru tabirle artık `genişleme` ve `derinleşme`yi ilk kapitalist dönemlerdeki kadar rahat yapamadığına işaret etmektedir.
HEGEMONİK DÖNGÜLER
Hegemonik Güç
n Hollanda Şehir Devletleri
Dönemler Döngü Tarzı
1575-1590 Yükselen Hegemonya
1590-1620 Hegemonik Zafer
1620-1650 Hegemonik Zirve
1650-1700 Hegemonik Çöküş
Hegemonik Güç
Büyük Britanya
Dönemler Döngü Tarzı
1798-1815 Yükselen Hegemonya
1815-1850 Hegemonik Zafer
1850-1873 Hegemonik Zirve
1873-1897 Hegemonik Çöküş
Hegemonik Güç
ABD
Dönemler Döngü Tarzı
1897-1913/1920 Yükselen Hegemonya
1913/1920-1945 Hegemonik Zafer
1945-1967 Hegemonik Zirve
1967-? Hegemonik Çöküş
Wallerstein ve diğer bir çok sistem teorisyeni `tam hegemonya`nin(üretim, ticaret ve finans kontrolü) modern dönemde vuku bulduğuna inanmamaktadırlar. Özellikle son yüzyılda tam anlamıyla hegemonik bir güç olmak, yasadığımız cağ anlamında da mümkün değildir. 1950’lerden bu yana dünyanın bir çok ekonomisi ABD’yle rekabet edebilecek durumdaydı. ABD’nin ekonomik büyümesi Avrupa ve Asya’nın 1960, 1970 ve 1980’lerdeki kadar hızlı gelişmedi. Ama 1990’larla birlikte, Clinton dönemiyle, 1992-2000 arasında ABD ekonomisi %36 büyürken Avrupa sadece %19 büyüyebildi. G20’nin sadece dört üyesi, Avustralya, Cin, Hindistan ve Kore, ABD ‘nin büyüme hızını geçebildi. 1992’de Avrupa Topluluğunun 15 ülkesinin toplam GSMH’sı ABD’den %3.5 büyükken bugün ABD nin %9 gerisinde kalmış bulunuyor. Sovyet bloğunun çöküşüyle ABD tek kutuplu bir güç dengesinin hazzını yaşıyor olsa da dünya-sistemi ölçeğinde bu tam hegemonyaya tekabül etmemektedir. Özellikle 1965 sonrası ABD ekonomisinin iktisadi göstergeler anlamında inişli çıkışlı olsa da son tahlilde; dünyanın geri kalan merkez ve cevre ekonomileriyle arasında açtığı farkta üretime, dünya ticaretine ve finans akışına ayni anda hâkim olduğu sonucuna bizi götürmez. Zaten iktisadi göstergelerde bu iddiamızı destekleyecektir. Enformasyon devrimi ABD ekonomisinin son 20 yıl içerisindeki en büyük açılımlarındandır. Lakin bunun yanında ayni acilim bir çok sektöre yayılan üretim için geçerli değildir. Hâlbuki üretici bir ekonomi son tahlilde ayakları yere basan bir ekonomi anlamına gelir. Enronvari bir üretim ve rekabetle son 20 yılı geçiren bir çok ABD firması sanal bir haz yaşamaktadır. Aynı şekilde hizmet sektöründeki anormal büyüme ve dünyadaki emsallerine göre orta sınıf üstü %35 ‘lik bir suni yarı-zengin nüfus icat eden ABD ekonomide üretimden uzaklaşma sinyalleri vermektedir. Finans kontrolü ise yine bizzat ABD bankalarınca değil(ABD`de yakın tarihe kadar bir eyaletteki bankanın başka bir eyalette şube açması yasak olduğundan bankacılık sektörü diğer merkezdeki ülkelere—İngiltere, Japonya- kıyasla bodur kalmıştır) uluslararası finans akışına IMF ve Dünya Bankası üzerindeki kontrolü ile müdahale edebilmektedir. Bu durum Britanya’nın 1815`lerde çevrenin pazarını merkeze açık tutmak için elindeki tek silah olan deniz kuvvetlerini (ABD deniz kuvvetlerini müdahale edebilecek kadar güçlendirene kadar) sonuna kadar kullanması gibi ABD`de silahlı kuvvetleri aracılığıyla hegemonik çöküşüne müdahale etmekten başka bir çözüm yolu bulamamaktadır. Lakin savaşta asker kaybetmeye razı olmayan bu nev-i zuhur müdahale mantığıyla son 50 yılda giriştiği tüm harekâtların ardında net bir sonuç yerine `ateşkes` hali bırakıp çekilmektedir. Oysa bu hegemonik gücün tarifine aykırı bir durumdur. Bush yönetimi bunun farkına vardığına dair işaretler vermektedir. Irak operasyonuna bu sebepten uzamaktadır. Bölgedeki diğer denklemler bu yazının konusu değil. Bizim vurgulamak istediğimiz konu tarihsel olarak hegemonik güçlerin olmazsa olmaz vasıflarının ABD`den zamanla uzaklaştığıdır. Bu elbette kısa bir zaman döngüsü içerisinde vuku bulmayacak. Sistem teorisyenlerinin birçoğu önümüzdeki 20 yılı hem bir tıkanma, hem de bir kırılma dönemi (B Evresi) olarak görmektedirler.
Dünya sistemi son beş yüzyıl boyunca olarak çizdiği iktisadi (orantılı olarak siyasi) dalgalarda genel olarak aynı dalga boylarını yakalamış, sistem-dışı dengesizliklere fazlaca yol vermemiştir. Kısa dönemli emperyal ya da hegemonik çıkışlar olsa da yerküre tüm damarlarıyla teslim alınabildiği tarihsel bir dönem vuku bulmadı. Son yüzyıl diğer yüzyıllardan daha da farklı olarak insanoğlunun bugüne dek gördüğü en büyük kırılmalara şahitlik etti. Böylesine canlı bir yüzyılda sistem içindeki iktisadi bölgelerde de derin değişimler olacağı aşikârdır.
Teoriye Yöneltilen Eleştiriler
Dünya sistemi perspektifi, çevreleşme dönüşümüne tek yanlı ekonomist bir yaklaşım getirdiği için eleştirilmektedir. Bu eleştirilere göre, Avrupa’daki ticaret yapısındaki değişiklikler çevrede sosyo-ekonomik ve siyasal değişiklikleri etkileyen en önemli unsur olarak ele alınmaktadır. Modern Dünya Sistemi Teorisi, özgül yerel –bölgesel- tarihleri ve kapitalizm öncesi toplumlardaki sınıf ilişkilerini açıklamakta başarısız kalmaktadır.Bu sebeple, çevredeki farklılık gösteren gelişme biçimlerini açıklayamamaktadır. Öte yandan, farklı dünya bölgelerindeki gelişmenin spesifik biçimlerinin anlaşılabilmesi için devlet, akrabalık ilişkileri, din ve hukuk gibi ekonomi-dışı toplum yapılarının da göz önüne alınması gerekir. Kapitalizm öncesi toplumlardaki sosyo-ekonomik değişme üzerine yapılan araştırmalar bu ekonomi-dışı toplumsal-kurumsal ilişkilerin sınıf ilişkilerinin yapısını belirlediği ve üretilen artığı çekme olanaklarını sağladığını öne sürülür. Sınıf ilişkilerine vurgu yapan eleştirilerden biri de, Klasik Marxist argümanlarıyla Robert Brener ve Eric Wolf’tan gelmiştir. Brener, teorinin nitelik değil nicelik üzerine inşa edildiğini iddia eder. Sınıf mücadelelerinin sonucu ortaya çıkan bir kapitalizm yerine, işbölümü ve niceliksel gelişmenin –dolaşım ve mübadelenin- bir sonucu olarak sınıf mücadelelerine varılır. Wolf, kapitalizmin kapitalizm olabilmesi için üretim düzeyinde tanımlanması gerektiğini öne sürer. Gerstein de, Brener ve Wolf gibi Modern Dünya Sistemi Teorisi’de kapitalizmin dolaşım açısından ele alınmasını ve sınıf mücadelesinin kaynağına inilmemesini eleştirmiştir.
Diğer bir eleştiri, dışsal faktörlerin ülkelerin kalkınmasında oynadığı rolün abartılmasıdır. Sistemi yönetenin merkez olması nedeniyle içsel olanın dönüştürme ve merkeze (dışsal olana ) direnme potansiyelinin Modern Dünya Sistemi Teorisi içinde hemen hemen kaybolduğu iddia edilmiştir. Ancak, Wallerstein’in tümdengelimci mantığı ve dünya ekonomisi sistemi kavramı dikkate alındığında, bu sistemin bütün olarak ele alındığı anlaşılır. Dolayısıyla, sistem içerisindeki merkez ve çevre ülkeler zaten sistemin içindedir. Sistem açısından bakılırsa, bu sisteme ancak dışsal bölgelerden bir etki olduğu zaman içsel-dışsal ayrımından bahsedilebilir. Yani, Wallerstein’in kullandığı yöntem ve kavramlar -yöntemi veri alan- bu içsel-dışsal ayrımına dayalı eleştirilere pek de izin vermemektedir. Onun yerine, belki ilk başta kullanılan yöntem ve tanımlamalar eleştirilmelidir. Wallerstein’ın merkez-çevre ayrımına da eleştiriler yapılmıştır. S. Stern, 16. ve 17. asırlarda Latin Amerika’da nitelikli, niteliksiz ve ortakçı emek biçimlerini üçünün de bir arada yaşabildiğinden bahseder. Yani, merkezde nitelikli, çevrede ise niteliksiz emek varsayımı teorinin yumuşak karınlarından birisidir. Teori’nin dünya ekonomisinin oluşmasında tarihsel olarak askeri gücün aslında serbest ticaretten çok daha önemli ve merkezi bir yeri olduğunu ve teorinin bunu ettiğini öne sürerler. Onlara göre, dünyanın çeşitli bölgelerinin dünya sitemi içerisine çekilmesinde itici gücü -ticaretteki eşitsiz mübadeleden çok- Avrupalıların çevre ülkelerdeki acımasız askeri ve daha sonraki siyasi güçleri oynamıştır. Ancak, Teori’nin çevredeki dinamiği -teorinin yapısı gereği- dikkate alması zordur.
KAYNAKLAR
Özhan, T. Dünya Sisteminin Dinamikleri Yarın Dergisi Ağustos 2002 sayısı
Özhan, T. Dünya Sistemi Teorisi Yarın Dergisi Temmuz 2002 sayısı
www.wikipedia.org
www.metiskitap.org
www.metu.edu.tr
www.econstyle.blocspot.com
www.uzaklar.de
Dostları ilə paylaş: |