Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə6/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43

Kocaman, çelik yeşili bir ışıltıyla bir sinek ölünün burnuna girdi, çıktı, havalandı. Az sonra üç oldular. Bir tanesi vızıltıyla ölünün başı üstünde bıkmadan, yorulmadan dön ha dön ediyordu.

Akyollu Mustafa Bey şimdiki gibi ansıyordu. Babası ölünün başına dikilmiş gözlerini kırpmadan bakıyor, yüzü hiç kıpırdamıyordu. Yüzü gerilmiş, gözleri dışarıya pörtlemiş, cam gibi olmuş, dudakları da mosmor. Saçları ıpıslak. Güneş öyle yatıyor ki, insanın giyitlerini gövündürüyor. En küçük bir fısıltı yok.

85

Ne ölüyü yerinden kaldırabiliyorlar, ne de taş kesilmişe



dokunabiliyorlar.

Gölgesi upuzun gübreli, dize kadar, kızgın demire dönmüş tozun üstüne, ölünün yambaşma uzanmıştı. Öğleye doğru toparlandı. Kapkara bir kedi geldi, göllenmiş kanı kokladı, sonra geldi babanın ayakları dibindeki karanlık gölgeye sığındı. Kedinin

gözleri yemyeşildi.

Bir toz fırtınası geldi. Kedi hemen o anda fırladı konağın çatışma çıktı, uzun, kara yılan gibi yeşillenen kuyruğu sinirli si-liirli arkasında dalgalanıyordu. Tozdan güneş kapandı. Toz, güneş acı bir pembelikteydi. Tozdan bir süre hiç bir şey gözükmedi. Ağızlar, gözler, burunlar tozla doldu. Kimse bir süre soluk alamadı. Toz evlere, kapalı sandıklara, kutulara, ağaçların kabukları altına, insanların derilerine işledi. Her şey, her şey toza battı. Toz fırtınası dindiği zaman bahçedeki ağaçlar, çimenler, konağın çatısmdaki kiremitler, insanların yüzleri, giyitleri, elleri ayakları, büyük hayvanlar, tavuklar, kazlar boz bir pembelikteydi. Ölü toz yığını altında kalmıştı. Ve babamn gözleri daha toz altında kalmış ölünün üstündeydi. Tozdan bir Hitit

heykeline dönmüştü.

Uzun yıllar geçti aradan, baba konağın avlusunda daha öyle durur. Gözlerini kırpmadan. Üstüne üstüne bir toz bulutu

gelir.

Mustafa Bey atına atladı, doludizgin sürdü. Bütün bedeni çelik bir yay gibi gerildi. Altındaki at da öylesine gergindi. Tozu dumana katarak ovayı bir uçtan bir uca geçti. Toz fırtınası durmuş, havada asılı kalmış tozlar ağır ağır toprağa iniyordu. Bu toz bir gün, iki gün böyle salınıp kalır. Sonra bir gün bulut ağar gibi, bir yel eser, bulut da Torosa doğru ağar gider.



Tozun üstüne inceden, usul usul, bir yağmur çiseler gibi ediyordu. Çiğ düşer gibi ince, tozlu bir çiselti.

Değirmenin karaçalılığında attan indiler, ötelerde Sekizgö-?.ün bataklığı uzanıyordu. Yol, Değirmenin karaçalılığıyla Sekiz-gözün bataklığı arasından geçiyor, oradan Savrun kıyısına varı-

86

vordu. Bataklık bir ucundan akar suya karışıyordu. Hep nergisler açan, içine hiç bir zaman ne insan, ne de hayvan girmemiş bir bataklıktı. Karaçalılıkla Sekizgöz arasında yol inceliyor, bir aq yokuşa vuruyordu. Bir yan kurtulunmaz bataklık, bir yan varılmaz karaçalılık, önde yokuş. Mezarlığın hüyüğünün yokuşu.



Atları karaçalılığa çektiler.

Kara Hüseyinin kucağında bir makinah tüfek vardı. Mustafa Bey bir Alman filintası, koca Ahmet de kocaman bir Rus mavzeri taşıyordu.

Güneşli bir gün. Usul usul, belli etmeden bir yağmur çiseliyor. Toza karışmış bir buğu... Çiselti kızgın toza değer değmez buhar oluyor.

Balçık toprak. Kazmalara, küreklere yapışmış bir türlü ayrılmıyor. Ölünün parasından sarı bir su akıyor... Kefen ıpıslak, tabut, murt çalıları ıpıslak. Güneş kıpkırmızı, buğulu. Tozdan soluk almanın mümkünü yok.

«Koca Hasan... Sen ateş etmeyeceksin. Dervişe ateş etmeyeceksin. Yanında kim varsa ona... Kara Hüseyin, otomobillen geliyorsa, sen otomobilin tekerine... iyi nişan al... Kimsenin burnu kanamayacak. Yalnız tekere... Dervişi yakalar yakalamaz siz öteki adamları alır götürürsünüz. Alır götürür, konağın bodrumuna kilitlersiniz. Kollarını sıkı bağlayın...»

Ötekiler kocaman bir kamış kökünün arkasına, tüfeklerinin başına uzanmışlar, gözleri yolda soluk almadan bekliyorlar.

Mustafa Bey de bir kamış kökünün ardına yattı.

Dervişin yüzünü bir kere görmüştü. Saçları kapkara, elmacık kemikleri çıkık yüzü esmer, yanık, büyük ela gözleri zeytin tanesi gibi kara, büyük, çekikti. Hep korkuyla, telaşla, dört bir yanma bakıyor, yalpalayarak hızlı hızlı yürüyordu. Istan-bulda, Beyazıt meydanında ulu çınarın altında görmüştü onu. O zamanın modasına göre çok şık giyinmişti. Lacivert giyiti ve aPak kolalı gömleği geliyor gözlerinin önüne.

Birinci Dünya Savaşı önçesiydi ve Derviş Hukuku-Alide

87

okuyordu. Onun için diyorlardı ki, her işi, çiftliği, kan davasını bırakacak, bir daha kasabaya dönmeyecek, hakim olacak, diyorlardı.



Mustafa Bey gülümsedi. Toprakta bir karınca katarı yol yapmış, yollarından, ağızlarında buğday taneleri, çabuk çabuk

yuvalarına gidiyorlardı.

«Onu ben öldüreceğim. Alınyazısının elinden kurtuluş var,

benim elimden kurtuluş yok.»

Sultaniyi bitirdikten soma Mustafa Bey okulu terketmişti.

Halbuki öteki yüksek öğrenim yapıyordu.

«Yapsın, bütün bildikleriyim kara topraklara gömülecek.» Acaba Derviş onu hiç görmüş müydü? Acaba hiç merak

ediyor muydu?

Merak etmez olur mu! Kendisi onu görmek için deli oluyordu. Görmese onu, hıncından çatlar ölürdü. Onun hakkında o kadar çok şey duymuştu ki... Merak etmemek mümkün değildi. Şimdi de, şimdi de bir merak ediyordu ki onu... Aradan ne kadar çok zaman geçmişti. «Onu ben öldüreceğim,» dediğini ansıdı. Acaba onu kıskanmış mıydı? Kıskanıyor muydu?

Dişlerini gıcırdattı, elindeki tüfeğin kabzasını sıktı. Yüzü, boynu kırışık içinde kaldı, öfkelendi. Durup dururken elleri titredi.

«Onu ben öldüreceğim.»

içini acı bir sevinç, kıvanç doldurdu. Kardeşinin ölümünden sonra içinden kovamadığı, utandığı bir sevinç ve kıvanç vardı. Hiç kardeşi öldürülmüş bir adam, kardeşinin ölümünden dolayı böylesine sevinir mi? Ayıp, iğrenç. Ama ne zaman bunu düşünse... Dünyada en çok Murtazayı severdi. Karısından, çocuklarından, canından bile çok Murtazayı severdi. Acaba ona her zaman bir ölü gözüyle baktığından dolayı mı onu severdi? Vurulduğunda kendi de ölmüş gibi olmuştu. Öyle miydi acaba? Acıdan geberiyordu. Sonra da içini inceden, utangaç, belli belirsiz bir sevinç sarmıştı. İşte bu sevinç ona kardeşinin ölümünden daha zor geldi. Ediyor ediyor, bir türlü gelip yüreğine yer-

88

leşen, içinde pır pır eden sevinci yüreğinden kovamıyor, sebebini de bir türlü bilemiyordu bu sevincin.



Şimdi, şu anda bile sevinç geldi yüreğinin basma oturdu. Ağlamak istedi. Kardeşinin ölüsünü, kan içindeki bedenini^ kardeşinin ölüsüne sarılmış karısını, çocuklarını gözünün önüne getirdi. Olmuyor, olmuyor, olmuyor işte... Bir tuhaf delilik bu.. Çılgınlık... İçindeki sevinç gittikçe büyüyor.

Elleri kocaman oldu. Çiseliyen yağmur açıldı. Toz bulutu aşağı indi. Bataklıktan nergiz kokuları geldi. Harikulade bir toprak kokuyordu ortalık. Yağmur sonu toprağı...

«Onu ben öldüreceğim.»

En güzel ata binen Derviştir. Yalan! Tabanca kurşunuyla, kırk metreden kendi adım güzel bir sülüsle yazan kimdir, Derviştir. Yalan!

Tekmil kadınların onu görmek için pencerelere koştuğu, kimdir, Derviştir! Yalan!

En yakışıldı? Derviş... Yalan, yalan, yalan!

En nişancı Dervişmiş, adını yazarmış... Şimdi göreceğiz,, adım nasıl yazdığını.

«Onu ben öldüreceğim. Dervişe, kâfire siz kurşun atmayacaksınız. Önce ben, sonra siz. îyi dinleyin, önce ben, sonra siz. Bacağına, kollarına... Yakalamak istiyorum onu. Diri diri...»-

Koca Hasan:

«Beyime de o yakışır.» dedi. «Sana da, senin gibi soylu-bir Beye de o yakışır. Karşı karşıya... Karşı karşıya, yek be yek.»

«Dediğimi kılı kılına... Kılı kılına yerine getirin.»

Kara Hüseyin:

«Çakal yakalar gibi kulağından yakalamak kolay mı? Derviş Bey gibi adamı da... Şimdi önümüzden yel gibi... Otomobilin içinde... Tekerlekleri vurduk... Kendisini kamışlığa atar. Çarpışırız, karanlık kavuşunca da... Kurtuluş. Biz üç kişiysek, «> da üç... Pusu dediğin, hemen öldürmek içindir. Yoksa kuş kafesten uçar,» dedi.

89

«Onu bu hafta içinde öldüreceğim. Onu bugün Öldüreceğim, öldürmeliyim. Peki, Kara Hüseyin, istediğin gibi olsun. Nasıl istersen öyle ateş et. Ama beni bekle. Önce ben... Sonra hepimiz. Otomobili kalbur gibi... Aaah, onun gözlerinin içine baka baka... Onu yalvarta yalvarta... Her saatte bir parçasını kerpetenle kopara kopara... Kopara, kopara...»



Kara Hüseyin:

«Derviş yalvarmaz. Yalvaran düşman, düşman değildir. Ve de hiç bir makbulluğu yoktur,» diye üsteledi. «Onu öldüreceğim.»

Sekizgöz bataklığının üstüne doğru, karşıdan, Ceyhan ırmağı yönünden bir top ışık balkıdı, geldi, yeşil, sudan doymuş, patlarcasına şişmiş sazların üstünde patladı, tuz buz oldu.

Uzaklardan bir otomobil sesi geldi kulaklarına. Ortalık <:ok sessizdi. Sarıca arıların vızıltıları bile duyuluyordu.

«Öldüreceğim... Kalbur gibi edeceğim onu. Dilini koparacağım. ..»

Bir eline dilini dolamış çek ha çek ediyor, çek ha çek... Dilden damla damla kan düşüyor tozlu yola. Tozların içine gömülüyor.

Otomobil yaklaştıkça Mustafa Beyin heyecanı büyüyüp, yüreği şişiyor. Bir hoş inanılmaz bir şehvette kıvranıyor... İçine ışık dolmuş. İçinde inanılmaz, erişilmez bir tad patlıyor. Eli tetikte... Önünden yel gibi geçecek otomobili bekliyor. Hiç şaşmaz. Şoförü de... Otomobilin içinde kim varsa... «Otomobili kalbur gibi edeceğiz.» «Kalbur gibi Bey...»

«Otomobil geçmeden içindekilerin her birisi beş kurşunu yemiş olmalı. İnşallah Derviş yaralı kalır.» «Evelallah Bey... Yar ah, inşallah.» Gün kavuştu kavuşacak. Mustafa Bey ayağa kalkıp kalkıp geri yatıyor. Otomobil geliyor mu, diye bakıyor. Bilinmez, alışılmamış bir hummada kıvranıyor. Hiç tatmadığı bir tad, almadığı bir koku. Hiç bir tada benzemiyor... Hiç bir sarhoşluğa

90

benzemiyor. Müthiş, ince, bir ömürde bir kere ele geçen bir tad. Bütün bedeni erişilmez bir tadda çımgıştı.



Gün kavuştu kavuşacak. Mustafa Bey duyulur duyulmaz üşüdü, ürperdi. Elleri, göğsü, tüm bedeni bir mestolma ateşinde vamyordu. Anavarzanın üstünde batan günün kızartısı. Kendinden geçmiş, gözlerinin önünden pul pul uçuşan ışıklar, renkler... Otomobil geldi zınk diye tam önlerinde durdu. İçinden Derviş Bey çıktı. Çıplak tabancası elindeydi. Sağa sola gözlerini kirpiştirerek baktı. Bütün bedenini bir korku örtüsünün sardığı belli oluyordu. Yüzünün sağ yanı üstüste seğiriyordu. Ve yüzü apak olmuştu, tozlu. Kam çekihniş, cansız acınacak bir yüz. Yol boyunca dimdik durmağa, yürümeğe çalışarak ağır ağır, ölü gibi, sallanarak, yalpalayarak gidiyordu. Gözleri de pörsü-nıiiştü. Üç günlük bir ölü gözü cansızhğındaydı. •Sararmış, bir ölü eli gibi yanma sarkmış sol eli, dudakları, yere bastıkça ayaklan usuldan titriyordu. Her adımında bir ölüme atıyordu sanki ayağını.

Birden gök kütürdedi, her yan karardığa kesti. Ağır, sıcak, kocaman damlalarla bir yağmur hışım gibi gümbürtüyle indi. Bir an Mustafa Beyin gözü hiç bir şeyi görmedi.

Az ötesinden, dimdik, ölüme gidercene bir karartı yolun ortasından yürüyor. Neredeyse küt diye cansız, yere düşüp ölecek. Yürüyen ölünün arkasından Hamza Dayı da otomobilini ağır ağır sürüyor.

«İzin ver Beyim, izin ver de onu kalbura çevireyim. İzin ver Beyim. Kurban olayım Mustafa Bey...»

Mustafa Bey sevincinden uçuyordu. Nerdeyse kalkıp yolda yürüyen ölünün boynuna sarılacaktı. Ellerini filintadan çekip, bir elini Koca Hasanın, bir elini de Kara Hüseyinin elinin üstüne koydu, okşadı, ellerin üstüne bastırdı ellerini.

Az sonra Dervişin ayağı bir taşa, ya da tümseğe takılmış f'lacak, tökezledi, yere yuvarlandı. Arkasından adamları yeti-S!P onu yerden kaldırdılar. Bütün göğsü, karnı, elleri, yüzü toz 'Cinde kalmıştı. Gene dimdik yürümeğe çalıştı. Bacakları biri-

91

birine dolanıyordu. Ha düştü, ha düşecek. Dimdik Derviş Beyin az sonra beli bükülüp kamburu çıktı. Adamları onu kollarından tutup, cansızcasma otomobile koydular.



Güneş batıp da ortalık iyice kararınca Koca Hasan sordu:

«Ne var, ne oldu bize Bey?»

Mustafa Bey ışıl ışıl, kıvanç dolu bir sesle:

«Bilmem,» dedi.

Başka hiç bir şey konuşmadılar. Atlarına bindiler, kasabaya doğru yöneldiler.

Savcı Mustafa Beye sordu:

«Kardeşiniz Murtaza Beyi eskiden beri sürüp gelen ailevi kan davası yüzünden Sarıoğlu Derviş Beyin öldürttüğüne dair ihbar var, ne dersiniz? Kardeşinizin katili Kürt Mahmudun Derviş Beyin silâhşoru olduğu söyleniyor, onun çiftliğinde büyümüş. Bütün bunlar doğru mu?»

Mustafa Beyin sevinç içindeki yüzünde gözleri parladı:

«Gerçi aramızda çok eskiden bu yana sürüp gelen küçük bir anlaşmazlık var ama,» dedi, «Derviş benim kardeşimi niçin . öldürtsün? Hiç bir sebep yokken böyle bir şey olamaz. Böyle bir şeyin düşünülmemesi gerektir. Mahmuda gelince Mahmut Dervişin konağında değil, benim konağımda büyüdü. Kardeşimle aralarında hususi bir anlaşmazlık olsa gerek. Derviş Beyi böyle küçültücü, aşağılık bir vakadan vareste tutmakla vicdani bir iş yaptığıma kaniyim.»

Dimdik, başka hiç bir şey demeden çıktı gitti. Yürürken ayakları halay çeker gibi uçuyordu.

O çıktıktan bir saat sonra Savcının yanına Derviş Bey girdi. Yüzü hiç değişmemiş, apaktı. Toprak gibi, kam çekilmiş. Gözleri solmuş, ölü koyun gözü gibi, bitkin... Elleri tirtir...

Sesi titreyerek, öfkeli, yılgın, bezgin, başka birinden çıkarcasına yaygın:

«Kim demiş onu?» diye inledi. «Olamaz öyle şey. Kürt

92

lAvr JİQ mİ beiÜ kaSabaya P*** Yoksa'Akyollu Mustafa mı şikayette bulundu?»



«Hayır.»

Derviş Bey Savcının yanından biraz daha bitkin çıktı ve utancından ıkl kocaman eliyle yüzünü kapattı. Bir «Hayır» onu iyice bitirmişti. •

93

Konakta hummalı bir çalışma sürüp gidiyordu. Ortakçı kadınlar konağın büyük sofasına dizilmişler, boyuna bezler biçip, önlerinde dikiş makinaları, durmadan irili ufaklı torbalar dikiyorlardı. Yanaşmalar avluya arabalarını sokup kum boşaltıyorlar, bir kısım çocuklar, kızlar, yanaşmalar da torbaları kumla d olduruyorlardı. Bir kısım köylüler de bu ağır kum torbalarını sırtlarında konağa taşıyorlar ve Bey bu torbaları pencerelere, kapı arkalarına yerleştiriyordu.



Konaktaki bu çalışma geceli gündüzlü üç gün sürdü. Artık konak bir kale olmuştu. Akyollu Mustafa da ne yaparsa yapsın, hangi çareye başvurursa vursun konağa yaklaşamayacaktı bile.

Gece ve gündüz bahçe kapısında en güvenilir adamlarından birisi, Muharremin gözcülüğünde, nöbet bekliyordu. Konağın kapısında da Hidayet. Konağın her köşesinde de dört adam.

Gün batar batmaz odasına giren Derviş Bey kapıyı üstüs-te iki üç kere kilitliyor, sonra kapının ardına kum torbalarmı üstüste koyuyordu. Pencereler de öyle, üstüste, zırh gibi kum torbalarıyla kapalı.

İlk günler Derviş Bey bu durumda uyuyamadı, belki bir

hafta. Sonra ona da alıştı.

Ne gece, ne de gündüz konaktan dışarıya adımını bile at-

94

----- _ — »»-w»



dar başına topluyor, onlarla konuşuyordu. Onlara türkü söyletiyor, hikâyeler anlatıyor, daha da çok onları anlamağa çalışıyordu.

Aradan iki ay geçti. Akyolludan ses şada çıkmıyordu. Bütün araştırmasına karşın Derviş Bey ondan en küçük bir haber bile alamadı. Ortakçılarından birisininin on iki yaşındaki çocuğu Akyollu çiftliğinde bir hafta kaldı, ortakçı Rüstem bütün o yöreyi bir bir aradı, Akyollu üstüne en küçük bir ipucu bile bulamadılar. Akyollu kasabada da oturmuyordu, dağa da çıkmamış, Adanaya, Ankaraya, îstanbula da gitmemişti. Öyleyse ne oldu bu adama? Yer yarıldı, yere mi geçti? Akyollunun böylesine yitişi, imi timi bellisiz oluşu onu ürkütüyordu. Bir yerlerden öylesine bir vuracaktı ki, darbenin ne yandan geldiğini kimse bilemeyecekti.

Derken yaz geldi. Korkunç sarı sıcaklar çöktü. Konağın içi bir cehennem gibi oluyordu bütün gün. içinde durulur gibi değil. Gündüzler neyse ne... Derviş Bey gündüzleri büyük sofanın bir köşesine, güneş vurmayan bir yerine sığmıyor, çalışmaya gitmemiş çiftliğin çocuklarını başına topluyor, onlarla türlü oyunlar icat ediyor, oynuyordu. Çünkü yazın bütün ortakçılar, yanaşmalar tarlaya gidiyorlardı. Ve ancak geceleri toplanıyorlardı Beylerinin başına.

Bütün çiftlik halkı, çocuklar bunun dışında, Beylerini, kartal gibi Beylerini bu hale getiren AkyoUuya kızıyorlar, ona diş biliyorlardı. Onurlarına dokunuyordu Beylerinin bu hali. Böyle konağından dışarıya bir adım atamayışı, gün yüzü görmeyişi onları deli ediyordu.

Bir de bütün köyü bir korku almıştı. Onlar da geceleri dışarı çıkamıyorlar, onların da tarlada, dağda kırda önlerinden bir kuş parlasa ödleri kopuyordu. Bir şaşkınlık içindeydiler. Ne yapacaklarını bilmez bir haldeydiler. Her an bir yerden bir ölüm bekliyorlardı. Sebebini bilmeden, araştırmadan, Beyleriyle birlikte, aynı heyecanı duyarak bekliyorlardı.

95

"Gene kışınki gibi işten dönen ortakçılarıyla konuşuyor, onlarla 1 birlikte akşam yemeğini yiyor, onlar geceyarısına doğru dağıl- ] ¦diktan sonra karısının odasına gidiyor, onu öptükten sonra odasına girip kapısını kapatıyor ve anahtarı iki kere çevirip kapıyı kilitliyor, sonra da kapının ardına kum torbalarını yığıyordu. Pencerelerden içeriye en küçük bir ışık bile sızamazdı.



Ve yaz geceleri yapış yapış, boğucu sıcaktı. Hele Beyin odasının içi cehennem gibiydi. Derviş Bey uykuyu yitirmiş, sabahlara kadar odanın içinde çırılçıplak kendini o duvardan o Ouvara vuruyor, ama pencerelerden birinden en küçük bir delik açmıyordu. Sabah olunca gerçekten Derviş Beye gün doğuyor, sabah olur olmaz kendini konağın büyük sofasındaki kerevetin üstüne atıyor, deliksiz bir uyku çekiyordu.

Ve hep terliyordu. Nerdeyse Derviş Bey ter olup tükenip gidecekti. Bazı bazı düşünüyordu, ölüm mü daha iyi, böyle yaşamak mı?

«Ölüm iyi olmasına daha iyi ya, yaşamak inadma yaşamak... Alçakçasına, teslim olarak ölmektense böyle yaşamak -daha iyi. Biraz daha iyi.»

Ve terli hayat sürüp gidiyordu. Her bir yön ter kokuyordu. Ağaçlar, otlar, kilimler, konağın duvarları, insanlar, Derviş Beyin Hatunu, yeryüzü gökyüzü, tüm giyitleri ekşi ekşi ter kokuyordu. Her şey, dünyada ne varsa, burada neyi görüyor, neye dokunuyorsa herkes, her şey zırıl zırıl terliyordu.

Bir gece Derviş Bey dayanamadı, kendisini bağırarak dışarı attı:

«Yanıyorum, boğuluyorum. Yanıyorum!» Üstüne kova kova su döktüler, kendine geldi ve gene odasına girdi, kapıyı kilitledi.

Bu kadar tedbire karşın gene de korkuyordu. Başım yastığa koyunca artık bir daha uyanamayacağını sanıyordu. Bir -daha hiç hiç uyanamayacak, artık dünyada ne olup bitiyor bilemeyecekti. Bir varmış bir yokmuş olacaktı. Dünyaya hiç gel-

96

___a ___,, _, _T______-y &i^i... j^uııyaua UUJtaç KİŞİ Dlie-



cekti onun var olduğunu, karısı, çocukları, eli aşireti, sonra tanışları. .. Onu unutmayacak bir tek kişi vardı, hiç unutmayacak, tâ yüreğinin başında sonuna kadar duyacak, mezarına kadar onu taşıyacak, Akyollu Mustafa Bey.

Ama öldükten sonra onun için hiç, hiç bir şey.. Ve dünya olmayacaktı ki... Dünya olmayacaktı. Gerisi vız gelir... Vız gelmese bile, onlar da öleceklerdi. Karısı, çocukları, Akyollu Mustafa-¦¦ Onlar da ergeç öleceklerdi. Ölümüyle bütün dünya sonsuz evren de ölecekti. Demek ki her şey ölecekti... Biraz daha yaşamak neden? Yaşamakta bir büyü var. Sonsuz bir güç, sonsuz, erişilmez bir büyü.

Gitmeli, diyordu, gitmeli Akyolluyu bulmalı, bütün bunları, ölümü ve yaşamı inceden inceye onunla konuşmalı. Birkaç kere atma binip ona gitmeye karar verdi, sonradan vazgeçti.

Ne acaip iş bu böyle. İnada binip biribirini öldürmek... Bir türlü sonu da gelmiyor. Bu işin korkağı, yiğidi de yok. Sırası gelen öldürüyor da, ölüyor da... Kimse bu kan oyunundan dışarıda kalmayı kendine yediremiyor. Bu kadar tatlı bir şey mi bu kan oyunu?

Bir sabah odasından kapıyı kırıp baygın çıkardılar Derviş Beyi. Baygın, çırılçıplak Derviş Beyin bedeninden bir pınarın gözünden su sızarcasına ter akıyordu. Yattığı tahta ıpıslak olmuştu. Kuyudan çektikleri kova kova soğuk suyu döktüler üstüne de öyle kendine geldi.

Karısının artık burasına gelmişti, birden patladı: «Sen kurşundan değil, bu inadından öleceksin Bey,» dedi. «Azıcık, hava alacak bir delik bıraksana... Bey... Ne olursun! Her gün başka bir odada yatsan kim bilecek? Bir de tavandan bir delik açsan, oradan sana kim kurşun sıkacak? Derviş Bey, delicene öfkelendi:

«Sus Hatun,» dedi. «Sen sus bakalım. Ben işimi bilirim. Ölmek istemiyorum. Anlıyor musun, ölmek istemiyorum.» «Sıcaktan boğulup öleceksin.»

97

F:7



dürsün beni.»

«Kurban olduğum Bey, küçücük bir delik açsan pencereden, düşman o deliği nasıl bulur da gelir seni öldürür?»

«Bulur ve de öldürür. Ben tere alıştım. Bundan sonra'terlemeden duramam. Sonra her yer kapalı olunca sivrisinek de

girmiyor içeriye.»

Derviş Bey ortakçıların, karısının, akrabalarının bütün diretmelerine karşın ne pencerelerden, ne de tavandan el kadar bir delik açtı. Geceler boyunca odasında su dolu bir testi gibi terleyerek, sıcaktan yapış yapış, dili dışarda, soluk alamayarak dolandı durdu. Terli bedenini duvardan duvara yapıştırıyor, duvarların azıcık serinliğini yalım gibi olmuş bedeni bir anda emi-

veriyordu.

Doludizgin giden at ayakları sesi geliyordu kulaklarına. At ayakları sesi sabahlara dek bir türlü kesilmiyordu. Bir an kesilir gibi yapıyor, sonra birden gene başlıyordu.

Çiftlik konağı on beş, yirmi metre yüksekliğinde geniş, büyücek bir hüyüğün üstüne kurulmuştu. Konağın dört bir yanı bir, bir buçuk metre yüksekliğinde bütün tepeyi içine alan bir avlu duvarıyla çevrilmişti. Duvarın üstüne, renk renk sivri cam kırıkları çakmışlardı. Eski duvarın çok yerlerini yosun bağlamış, yağmur, toz, sıcak, soğuk bir zamanlar apak olan duvarı karart-mıştı. Konağın duvarları da avlu duvarları rengindeydi.

Asma çardaklı, çakıltaşı döşeli bir yoldaa geçilerek konağa girilirdi. Konağın avlusunda büyük ağaçlar vardı. Asma sarınmış incir ağaçlan, incir ağaçlarının bir kısmının gövdeleri çürümüştü. Çınar ağaçları ululaşmış, üstlerini leylek yuvalan doldurmuştu. Büyük bahçenin doğuya bakan kısmı büyük, uzun bir nar bahçesiydi. Avlu duvarını fırdolayı kavaklar, papuç incirleri çeviriyordu. Dikenli, iri, renk renk parlak çiçekli papuç

incirleri...

Yarıcıların evleri çiftliğin önüne, yani güneye düşüyordu. Büyük avlu kapısının sağında Beyin tarlaları uzanıyor, solun-

98

nasnıaların ve Derviş Beyin adamlarının evleri başlıyordu. Çiftlikte yarıcı, yanaşma, Derviş Beyin adamı olmayanlar da vardı. Çiftlik tarlalarına yakın, beş on dönüm toprağı olan birkaç aile de bu çiftlikte oturuyordu. Ve çiftlikte bir tek ağaç yoktu. Atlar konağın doğusundaki düzlükten, pamuk tarlalarından ffeçip gidiyorlardı. Atların geçtiği yerde yatık, sütbeyaz, kocaman bir kaya parçası vardı. Bu kaya parçası öylesine büyüktü ki hiç bir güç onu bir yerden bir yere kaldırıp götüremezdi. Bir tek taş kırığı bile olmayan bu kara, yağlı topraklı ovaya bu taş nasıl, niçin getirilmişti öyleyse? Bu taş üstüne bu ovada birçok efsaneler çıkarılmıştı. Bu ünlü taş türkülere de girmişti.



Atlılar her gece işte bu taşın yanından geçip gidiyorlardı. Derviş Bey merak ediyordu. Kimdi bunlar? Neydi, niçin her gece durmadan böyle nereye geçip gidiyorlardı?

«Muharrem,» dedi, «daha öğrenemedin mi kim olduklarını? Tam on beş gündür, durmadan gelip gidiyorlar. Nal sesle-iinden sabaha kadar gözümüze uyku girmiyor.»

«Öğrenemedim Bey, kim olduklarım bir türlü öğrenemedim. Gece karanlık... Kim olduklarını öğrenmek için aym doğmasını bekleyeceğiz. Hep de aynı zamanlarda geçiyorlar. Gece yarıya doğru dağlardan yana gidiyorlar, az sonra da dönüp güneye, Ceyhan ırmağına sürüyorlar atları. Sonra şafağa karşı da gene dağlara sürüp, ortadan yitiyorlar. Ne diyorsun, kovalayayım mı onları?»

«Kovalama. Ayın doğmasını bekle. Bir hendeğe yat, yüzlerini seçmeğe çalış.»

Köylüler de meraktaydılar ve tedirgindiler. Atlıların ak ta-ş:n oradan geçiş vakitleri gelince bütün köy, genci kocası, kızı karısı, çoluğu çocuğu uyanıyor, kulaklarım toprağa verip atların tâ uzaklardan gelen ayak tapırtılarını dinliyorlardı.

Köylüler ve Derviş Bey at ayağı seslerinden dolayı kuşkuda, meraktaydılar. Bu atlılar kimin atlılarıydı, kimse kimseye ağzını açıp da bir şey söylemiyordu.

99

ti


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin