«Öyleyse şu büklüğün içine girelim.»
«Sen saçmalıyorsun Hüseyin! Ne oldu sana? Başına mı vurdu kan? Kan mı tuttu seni?»
«Sus Veli!» diye bağırdı olanca sesiyle Hüseyin.
Yel Veli onun öfkesinden korktu, bir süre sustu. Sonra
usuldan:
«Ulan akılsız, onlar bizim buraya, sazlığa kaçtığımızı bilmiyorlar mı? Sazlığı aramayacaklar mı sanıyorsun? Derviş şimdi arkamıza yüz canavarım salmıştır. Biz bugün geceye bizim çiftliği tutmalıyız. Tek kurtuluş yolu bu.»
Kara Hüseyin hiç yerinden kıpırdamıyor, doğan günde kamaşan gözlerini kısmış kirpiştirip duruyordu.
«Gözlerim görmüyor Veli. Şu ışık gözlerimi kör etti. Gün azıcık daha ısısın da...»
Yel Veli Kara Hüseyinin tüfeğini elinden aldı. Elinden de tuttu, ardınca çekti. Gözleri bir kurdun gözleri gibi keskindi Velinin. Ne kamaşıyor, ne de bir şey oluyordu onun gözlerine.
Güneşin ışınları ağır, ustura gibiydi. Bataklık dizlerine kadardı. Ve altı sertti. Batmıyorlardı.
«Koyver elimi Yel Veli. Bataklık dediğin böyle olur işte. Bataklık böyle giderse onlar ardımızdan ulaşamazlar.» «Bataklık böyle gitmez.»
128
musun, sesler gittikçe yaklaşıyor.» «Yaklaşıyor. Onlar bu sazlığın içini evlerinin içi gibi bi-Urler. Bu sazlıkta kaç kamış, kaç bük var, kaç arı dolaşır burada, onlar bir bir bilirler.» «Yel Veli!» «Söyle aslanım.»
«Sen bu yalanlarınla birlikte şu bataklığın çamuruna bat da bir daha çıkma e mi? Kaç arı dolaşır burada, bilirler mi? Kaç sinek?»
«Alimallah bilirler!»
«Ver şu tüfeğimi de fazla gevezelik etme. Bilirlerse ne olurmuş, bizi yakalarlar değil mi? Şu tüfek elimdeyken onların bir ordusu gelsin üstüme.»
Tüfeğini Velinin elinden çekti aldı ve onun önüne geçti. «Ayağımızı çabuk tutmazsak, senin tüfeğe yakında iş düşer. Onlar da bataklığı tuttular. Girdiler bizim girdiğimiz yerden. Haydi.»
Bir anda öne.fırladı.
Veli yüz elli adım kadar önde, Kara Hüseyin arkada gün kızdırıncaya kadar çalılara, kamışlara, böğürtlenlere yene par-çalana bataklığın ortalarına doğru yürüdüler. Bir yere geldiler ki önleri duvar gibi, kapkara bük. Bükü yarıp içinden gitmenin mümkünü yok. Büklüğü dolanıp ötesine geçmek de en azından bir gün sürer. Bir anda kendilerini büklüğün bir açıklığında buldular. Burası batak değil, kupkuru yarılmış topraktı. Burasının otları da kurumuş solmuştu.
Bu açıklıkta yüzlerine gözlerine mucuk dedikleri sinekler sıvanmağa başladı. Mucuklar ne yaparlarsa yapsınlar gözlerine doluşuveriyordu. Veli iki kocaman eliyle her dakikada bir yüzünden boynundan mucukları sıyırıp atıyor, mucuklar bana mısın demiyorlar, gene hiç bir şey olmamış gibi yüzüne sıvanıveri-yorlardı.
Uzaktan bakan onları kapkara birer zenci sanırdı. Ellerine, saçlarına, sırtlarına silme mucuk sıvanmıştı.
129
F:9
UÜneş KlZfliraiKÇa HIUCUK. yugaııyuı, ııava agu, j«pı>? japıs
bir buğu oluyor, ortalık delicesine, insanın ciğerini sökercesine bir bataklık kokusuyla kokuyordu. Buğudan havanın arkasında güneş bulanık, küllenmiş bir yığm köze benziyordu.
Kara Hüseyin başını sağa çevirince bütün bir kamış kökünü peteklerle doldurmuş sarıca arılar gördü. Yüzlerce peteğin üstünde binlerce sarıca an. Üstüste kaynaşıyordu.
Böyle boğucu, yapış yapış havalarda arılar azarlar, önlerine bir canlı gelmeyegörsün, hemen sıvanır, iflahım keserler. «Hişt, Yel Veli, baksana şunlara! Uyandırmadan şuradan bir sıvışsak, tatlı canı kurtardık demektir.»
«Vay ocağın bata vay! Ölümün ocağına düşmüşüz Kara Hüseyin. Vay ocağın bata vay! Yürü!»
Ayaklarının ucuna basa basa oradan uzaklaşmağa başladılar.
Bütün bir kamış köküne tepeden tırnağa sıvanmış arılar güneşin altında kıvıl kıvıl ediyorlar. Kamışların, peteklerin üstünde ağır ağır kıpırdanıyorlardı.
Arılar, bu kadar ağır sıcakta kendilerinden geçip, güneşe böylece serilirler, tek tük de olsa hiç uçmazlar. Ama bir de dışardan bir ses, bir kıpırtı duymasınlar, hep birden azarlar, karşılarına ne çıkarsa saldırırlar.
Şimdi arıların titreyen, uğunan kanatlan yüzlerce binlerce renk ışıltısıyla ipiliyordu. Arılardan uzaklaştıklarını anlayınca, bük boyunca başladılar koşmağa. Soluk alamaz oluncaya kadar koştular. Kesilip durdular. Soluklarım toparlıyorlar, göğüsler; hırıltıyla inip inip kalkıyordu. «Şimdi hangi yöne?»
«Gün doğusuna. Bu bükü geçmenin mümkünü yok, dolanacağız. Akşam olurken de, bu akşam karşıyı tutmamız gerek. Voksa kurtulmanın bir mümkünü çaresi yok. Yürü!»
Veli ilk adımı atar atmaz, önü derinmiş, bataklığa gömüldü gitti. Hüseyin orada, öylece baktı kaldı. Biraz sonra Veli su-
130
yUlx çekti.
gcıuı, uu uaıa yapışıp kendini dışarı
Hüseyin:
«Kusura kalma kardaş elinden tutacak halim kalmadı, iyi jci ben düşmedim. Yoksa çıkamazdım.»
Sazlığın öte kıyısındaki gürültülere kurşun sesleri de karıştı. Arada bir üstüste birkaç tüfek patlıyor, sonra yerini uğul-dayıp gelen gürültülere bırakıyordu.
Yürüdüler. Hüseyin Velinin koluna girmişti. Artık yüzlerine sıvanmış mucuğu kovamıyorlardı. Güneş kızdırdıkça kızdırıyor, hava gittikçe ağırlaşıyor, bulaş bulaş bir şey oluyordu. Bu ısîak, yoğun hayayı içine çekmek gittikçe mesele oluyor, burun delikleri yetmiyor, alabildiğine ağızlarını açıyorlardı.
«Boğuluyorum Veli. Ne oluyor? Birşeyler oluyor, haberin vi-r rai?»
«Ben de, ben de... Boğuluyorum. Ağır...»
Ortalıkta hiç bir canlı yoktu. Onlan görünce, kamışların dibinden bataklığa dökülüveren su kaplumbağalarından başka. Bir de sinekler... Bin türlüsü, an kadar büyüğü... Seslisi sessizi. ..
Berdiler, sazlar, bodur, kaim yapraklı ağaçlar. Bütün ba-taknk bitkilerinde bir ağzına kadar doymuşluk, şişmişlik vardır. Bir yaprağı, bir dalı, bir otu, çiçeği tutup koparsan günlerce oradan yeşil bir su fışkıracak gibi gelir.
Öğle oldu. Tere batmıştılar. Güneş de gittikçe kızdırmıştı. Güneş kızdırdıkça mucuklar, öteki sinekler de gittikçe azgmla-şıyorlardı.
«Yediler parçaladılar, yediler parçaladılar Yel Veli.»
«Yediler parçaladılar, Hüseyin.»
İkisinin de elleri makina gibi işliyerek sinekleri koğmağa başladı. Elleri bir an dursa... Sinek soluk aldırmıyor.
Ve bataklık fıkır fıkır kaynamağa başladı. Kaynamanın sesi derinden, uzak, yerin altından gelir gibi geliyordu. Uğultulu.
Bereket versin ayaklarına çarık giymişlerdi. Yel Veli köy-
131
Vl^ll AJ.V bUiuuıı uiyw.^ 3-------3—- *_•
dırirdi. Ayaklarında çarık olmasaydı bu bataklıkta mümkünü yok yürüyemezlerdi. Bir de bacaklarını çevremek zorunda kalsalardı, hele sülükten hiç yürüyemezlerdi. Kanlarını emer, damarlarını bir gün sabahtan öğleye kadar boşaltıverirlerdi.
Öğle sıcağı çatır çatır ediyor, bataklığı kaynatıyordu. Ter kakınçlarından fışkırmış, gözleri terden yanıyordu.
«Gözüm kararıyor Veli. Bir gölge bulsak da azıcık otur-sak. Bir el parçası kadar kuru yer. Bir ağaç bulsak da üstüne çjksak. Dallarına şöyle bir uzanıp...»
Uzaklarda, sazlığın güney yönünde ulu, kararmış ağaçlar
kümeleniyordu:
Kara Hüseyin ağaçları gördü:
«O ağaçlığı gördün mü Veli?»
«Gördüm.»
«Oraya gitsek olmaz mı?»
«O ağaçlara gidelim, gidelim ama... O ağaçların altında bir de soğuk çaygara var ki adamın dişini söker. Bir de... Orası tekin yer değil. Tekmil kaçaklar oraya sığınır. Orası kaçaklara ölüm tuzağıdır. Çevrilirsek, gün batmcaya kadar çarpışacak kurşun var mı yanında?»
Kara Hüseyin:
«Var,» dedi. «Görmüyor musun?»
Yel Veli sustu, bir süre düşündü:
«Şeytana uymayalım. Soğuk su iyi. Bir de uyku çekeriz ağaçların dallarında, o da iyi... Anadan yeni doğmuş gibi oluruz ama... Vazgel arkadaş... îte dalanmadansa, çalıyı dolanmak yeğdir.»
«Bende yürüyecek hal kalmadı. Baksana dudaklarım ku-
vudu çatladı. Susumdan ölüyorum.»
Eğildi, yarı çamur, kaynayan kan gibi suyu içti.
«Oof, kokuyor. İçim bulandı, kusacağım. Su değil bu, tüm zehir.»
Veli:
132
«Tüm zehir,» dedi.
Uzaktaki top ağaçlar gittikçe ışığa boğuluyor, parlıyor, een-netleşiyor, onlarsa gittikçe yavaşlıyor, halden düşüyorlardı.
«Ya orada bizi bekliyorlarsa... Orası hiç tekin değil. Adam şu bataklığın içinde sürteceğine, ölüp gebereceğine, gider de düşmanını orada bekler.»
«Gel şuraya, zıncarların altına oturalım, geceyi buluncaya kadar.»
Zıncarlara yürüdüler. Altına girdiler, çamurların üstüne zıncar dallarını yatırıp, dikenli dallara oturdular. İlkin bir yayla gibi serin geldi ıslak zıncar dallarının arası, sonra gittikçe bunaltıcı, soluk aldırmaz bir sıcak çökmeğe başladı.
«Burdan da kurtulursam, Mustafa Beye gideceğim, emekli vap gayrı beni Bey, diyeceğim. Çok emek verdim sana. Senin yoluna çok cana kıydım. Canımı yoluna harcadım. O da bana \üz elli dönüm tarla vermeli, öyle değil mi, Yel Veli? Ben do bu tarlayı sürmeliyim ekmeliyim, yazın da yaylaya çıkmalıyım. Canımın istediğini almalıyım. Çocuklarımı okutmalıyım, varsın adam olsunlar, eşşek kalmasınlar. Tarla bire otuz kırk vermeli. İşte oldum bir yılda zengin. Bir ev yaptırmalıyım. Öyle değil rai Veli? Bey beni emekli yapsın gayrı. Hakettim.»
«Yaa, sana emekli maaşı bağlamalı Hükümet gibi... Koca l^ymakam nasıl emekli oluyorsa...»
«Benimle oynama Veli. Benim derdim bana yeter. Bir de acıktım ki... O ağaçların orada bence karpuz var.»
«Sen aklını bozdun. Kim ekecek oraya karpuzu?»
«Hani, belki ekmişlerdir, dedim, o soğuk çaygaranın ya-i'ina...»
«Oraya insan ayağı değmemiştir, kaçakçılardan başka.» «Gidelim mi oraya? Soluk alamaz oldum gene.» «Ben de...»
Boğuzu hava... Buğulu... Sazlığın üstünü koyu, odun dumanı gibi bir sis sardı.
133
«Kim akıl edecek... Biz oraya gitmeyiz ki. Biz yabancıyız. Akçasazın ortasındaki topağaçlığı biz ne biliriz?» «Ne biliriz,» dedi Yel Veli.
Birden Kara Hüseyin tütsü verilmiş tilki gibi koğuktan fırladı, arkasından da Yel Veli.
Topağaçlara gün kavuşurken vardılar. Vardılar ama, onlarda da ayakta duracak hal kalmamıştı. Topağaçların altı küçücük bir tepecekti, kuruydu da... Sevinçle tepeye ayak bastılar. Yeşil, -3ZC, yumşacık çayırların üstünde bir süre yürüdüler. Ortalık azıcık serinledi. Gene de susuzlukları dayanılır gibi değildi. Yanıyor'ardı.
«Soğuk su ilerde. Şu ulu söğüt ağacının kökünden fışkırır, t Hüseyin var gücünü topladı, ulu söğüdün köküne doğru koştu. Vardı, suyun başında bir an durdu. Çaygara söğüdün kökünden aydınlık, kütür kütür, buz gibi kaynıyor, ağacın kocaman gövdesine aydınlık suyun ipiltileri vuruyordu.
Hüseyin suya eğilirken iki tüfek birden patladı ve kurşun yağdnmağa başladı. Hüseyin tam çaygaranm yanına, suyun bir karış berisine dizleri üstüne düştü ve suyun üstüne yumuldu, suyun içine doğru upuzun uzandı, önce eli değdi buz gibi suya. Sonra dudakları. Kana kana içti. İçtikçe yanıyordu. Su içerken iki kurşun daha yedi. Kanı çaygaranm sularına karıştı. Küçücük çaygara az bir zaman içinde kıpkızıl oldu. Kara Hüseyin bir iki çırpındı, sonra titredi. Sonra da başı küçük, kanlı suya gömülü-verdi.
Yel Veli ilk kurşun sesinde kendini bir ağacın arkasına atmış, sonra da bataklığın içine o anda girmiş, kaybolmuş gitmişti.
Büklerin, sazların, zıncarların, kamışların, böğürtlenlerin, yaban asmalarının arasından yılan gibi akıyordu.
Hidayetle Koca Hasan ölüyü çaygaradan çektiler çıkardı-x!.;. uzun bir kendirle omuzlarından bağladılar, arkalarından sü-ıtyerek sazlığın dışına çıkardılar. Sazlığın kıyısı topağaçlara o
134
i.tnv v.k6ii^i. uuuıo ua uıu^u uu ctıa uagıayıp /\jcyoııu-nUn çiftliğine sürdüler.
Sabaha karşı çiftliğin aşağısındaki dereye geldiler. Derenin kıyısında ulu, çok uzun çmar ağaçları vardı. Hüseyinin ölüsü-u en ulu çınarın en üst dalma astılar. Atlarına binip doldurdu-jgr, deli gibi sürüp Sarıoğluna şafağa karşı geldiler.
Ölü, doğan gün içinde, seher yelinde çıplak, sararmış ayaklarıyla usul usul sallanıyordu.
135
lî
Şöyle rivayet ederler kim:
iskândan çok sonraları Amber Ağa adında bir Afşar Beyi Tardı. Bu Afşar Beyi kışın Çukura iner, çadırını şimdiki Vay. y.iylının ••^başına kurar, yazın da Binboğalara çekilirdi, öyle î-'aşı kalabalık bir Bey değildi Amber Ağa ama, cin fikirli birisiydi. Her gün sabahtan akşama kadar olmadık işler düşünürdü.
Bir gün gene düşünürken aklına düştü: «Bu ovada,» dedi, «zorlu çeltik yetişir. Ben Çukurovaya çeltik ekeceğim.»
Halebe adamlar gönderdi. Oradan tohumluk ve çeltik ekme ustaları getirtti.. Ustalar Çukurovayı görünce parmaklan ağızlarında kaldı. Burada öylesine çeltik olurdu ki, görülmüş değil... Halepli ustalar çalışmalarına karşılık Amber Ağadan para değil, çıkan üründen yüzde alacaklardı.
Amber Ağa Sülemişin bir kilometre kadar aşağısından bir ark başlattı. Bu arkta kendi obasının erkekleri beleş çalıştı, öteki obaların erkeklerine de birer cıgara parası gündelik verdi. Ve ark Sülemişten Vayvaylmın üstüne kadar uzadı. Ve Halepli ustalar göz alabildiğine bir ovayı çeltik yaptılar. O yıl güzün Amber Ağa Binboğalardan döndüğünde ambarlar almaz ürünle karşılaştı. Bu çeltikleri develerle Halebe taşıttı. Oradan kese kese altın paralar geldi.
Amber Ağanın çeltikçiliği ne kadar sürdü, kimse bilmiyor.
136
/\ganm ölünceye kadar çeltikçilik yaptığı herkesçe biliniyor.
Birkaç yıl sonra Amber Ağa ölünce çeltik de, çeltikçilik de unutuldu gitti. Yalnız Amber Ağanın arkı ve bendi olduğu gibi kaldı. Hiç kimse Savrunun üstündeki Amber Ağa bendini yıkmayı akıl etmedi. Kışın taşan Savrunun sularının büyük bir kısmı Amber arkına geçti, çeltik salağım doldurdu, çeltik salağını da geçip bütün Anavarza ovasını doldurdu. O kış su o kadar çok gelmişti ki yazın da kuramadı. Kuramazdı da, çünkü Amberin arkı ovaya yayılmış bu su baskınını durmadan besliyordu.. Anavarza önünde, yerleşmiş, yerleşmekte olan on yedi köy vardı, ikinci kış bu köylerden üçü su altında kaldı ve köylüler evlerini bırakıp ovanın başka yerlerine gittiler, oralarda köy kurdular. Ertesi kış da öteki köyler, daha ertesi kış da bütün Anavarza ovası su altında kaldı. Ve birkaç yıl içinde ova bataklık oldu. Bataklığın adına da Akçasaz dediler. Akçasaz yıllar geçtikçe taştı, büyüdü, kuzeyde şimdi Amberinarkı dedikleri yere kadar geldi, doğu-güneyde Cığcık altını buldu, güneyde Ke-sikkeliye, Endele, Ceyhan suyuna kadar uzadı.
Akçasaz sinek, sıtma yaptı. Artık yakınında köy, insan barınamaz oldu. Sıtmadan ölen öldü, kalanlar da başlarını alıp dağlara sığındılar. Çukurovanm ağır olan havası Akçasaz yüzünden bir kat daha ağırlaştı, yaşanmaz bir cehennem oldu Çukurova. Yazın Akçasazın yakınına yaklaşmanın mümkünü kalmadı. Ancak kışlağa inen Türkmenler yaklaşabildiler Akçasaza.. Gel zaman git zaman Kadirli Ağaları gene çeltik ekmeğe başladıar. Ve Savrundan ark üstüne ark çıkardılar. Akçasazın yanına Akçasazdan da büyük bataklıklar yaptılar, çeltik bataklıkları... O kadar çok çeltik etkiler ki ovaya Savrun suyu bu kadar çeltiğe yetmedi. Büyük su kavgaları başladı çeltikçiler arasında, kan döküldü.
Savrun da her yıl Hazirandan Ekime kadar kurudu, işte bu beş ayda Akçasaz, her yıl ana kaynağı olan Savrundan mahrum kaldı. Yıldan yıla kurumağa başladı. Her yıl kuruyan Akça-
137
saza köylüler, Ağalar üşüştüler, AKçasaz lopıagmı yagu.,.* ^^-ler. Bentler yaptılar, kanallar açtılar. Köylüler Akçasazdan tarla kazandılar, ama kazandıkları tarlalar ellerinde kalmadı, çeltikçi yeni yetme Ağalara kaptırdılar. Akçasaz bir dönüm toprağı olmayan nice adamları büyük çiftlik sahibi etti, zengin, milyoner etti. Fabrika sahibi etti. Akçasazdan yetişen Ağalar politikaya atılıp bir süre koca bir memleketin kaderine hükmedenlerin arasına katılıp, en olumsuz, en korkunç rolleri oynadılar.
Bütün bu işler olur, Akçasaz yağma edilir, topraktan mantar gibi yeni zenginler, Ağalar, çeltikçiler türerken Derviş Bey-ie Mustafa Akyollu işte bu haldeydiler. Birbirlerine düşmüşler, dünyadan habersiz kendi dünyalarına kapanmış, bir ölüm kalım • avaşındaydılar. Akçasaz taşmış, onların gırtlaklarına sarüocak hale gelmiş, onlar görmüyor, duymuyor, bilmiyorlardı. Görseler, bilseler de onları birbirlerinden başka hiç bir şey ilgilendirmiyordu.
12
Hidayet:
«öyle bir kaçıyordu ki Bey,» dedi, «arkasından kurşun ulaşmaz. Ben kurşunu sürdüm, tetiğe basacaktım ki ortadan kayboldu gitti. Ben böyle bir adam görmedim. Adam değil, şeytanın öz bir kardaşı. Derlerdi de Yel Velinin böyle bir adam olduğuna inanmazdım. Bir gün nasıl olsa yakalarım. Yakalat da onun canını cehenneme yollarım. Ben Muharremin öcünü yerde koman Bey.»
Sıcaktı. Bütün konak, bahçedeki ağaçlar, otlar> pamuk fidanları, toprak durmadan terliyordu. Derviş Bey de durmadan terliyordu. Üstündeki giyitleri suya batmış çıkmış gibi olmuştu.
Birden, uzaklardan bir tüfek patladı, kurşun geldi Derviş Beyin odasının pencere altına yapıştı. Bu birkaç gündür böyleydi. İlk kurşun yatsı vakti patlıyor, geliyor pencerenin altına yapışıyor, ikinci kurşun tam gece yarısı horozları öterken, üçüncü kurşun da tanyerleri ışırken geliyor pencerenin altına, ötekilerin oraya yapışıyordu.
önceleri Derviş Bey bu kurşunlara kızdı, köpürdü, dışarı çıkmak, bu kurşunlan atanı bulmak için can attı ama, kafesinden dışarıya bir adım atamadı, çatır çatır yanan, boğucu, hamam gibi odasında soluk alamaz oldu, köpürdü durdu.
Ne Hidayet, ne de öteki adamları bu kurşunları atanm ya-
139
nına yaklaşamıyorlardı. Adamı pusuya düşüremezler miydi? Fakat ne sihirdir, ne keramet adamı bir türlü göremiyorlardı. Daha doğrusu Derviş Beye göremediklerini söylüyorlardı. Derviş Beyse buna inanmıyordu. Bir gün bütün yürekliliğini üstüne topladı, canını dişine taktı, kum torbalarını bir el girecek kadar araladı, dışarıyı gözetlemeğe başladı. Karanlık kavuşurken Akça-sazdan bir atlının doludizgin geldiğini, akar suyun öte kıyısındaki karacan ağacının yanında atın başını çektiğini, hemen o anda da attan inip, kurşunu sıktıktan sonra gene atına atlayıp doludizgin gittiğini gördü. Adam neden attan iniyordu acaba? Atın üstünden ateş edemez miydi? Yoksa adam attan inmiyordu da Öyle mi geliyordu? Çünkü olam biteni hayal mey al görüyordu. Belki de görmüyor, öyle hayallıyordu.
Atlı tam gece yarısı horozlar öterken de geldi, tanyerleri ışırken de geldi. Silik bir gölge gibi. Derviş Bey bunu böylece gördü ama adamlarına bir şey söylemedi, siz bana yalan söylediniz, halbuki, demedi.
Artık her gün kurşun sıkan atlıyı sabırsızlıkla bekliyordu. Biraz gecikmeye görsün içinde bir boşluk oluyor, onu bir tuhaf ediyordu. Gece yansı da tam horozlar öterken, ne kadar derin uykuda bulunursa bulunsun, hemen uyanıyor, deliğine koşuyor, karanlıkta konağa kurşun sıkan atlıyı yüreği kütür kütür, seyrediyordu. Tanyerleri ışımadan çok önce de uyanıyor, delikte atlının gelmesini bekliyordu.
Atlılar birken üç oldu, sonra dört, beş oldu. Her gün bir, birkaç atlı karanlığın içinden doludizgin geliyorlar, karacan ağa-cmın yanında bir an duruyorlar, kurşunlarını konağa boşaltıp gene doludizgin uçup gidiyorlardı. Atlılar gittikçe çoğaldı. Uykusunda boyuna kulaklarına at ayaklarının tapırtısı geliyordu. Bir de çok uzaklardan, Anavarza kayalıklarının oralardan olacak, nal sesleri duyuyordu. Hele bir ay doğsun, ayın on dördü olsun, o zaman da atlılar böyle geçerlerse belki kim olduklarını görebilir, anlayabilirdi.
Hidayete yeniden sordu:
140
«Duyuyorum Beyim.» «Atlıları görüyor musun Hidayet?» «Görüyorum Beyim.» «Kim ola ki bunlar?» «Bilemem Beyim.» «Pusu kursak olmaz mı?» «Her gece başka yerden geçiyorlar.» «.Karacan ağacının altında...»
«öyle gözüküyor Beyim... Her gece bir başka yerde dura-vorlar. Belki de bizim pusu kurmamızı istiyorlar... Bizi pusuya çekip...» J
«Beni kızdırıp dışarı çekmek istiyor Mustafa... Dışarı çek-ınek. Çıkmayacağım dışarı... Yiğitse buraya gelsin. Çıkmayacağım. Çıldırıyor ben çıkmayınca. Onunla döğüşmeyince. O benden bir adam öldürttükçe, ben ondan iki adam öldürteceğim. Yel Veliyi de öldürebilseydin Hidayet, işte o zaman!»
«Bir gördüm, tüfeği doğrulttum, yokoluverdi ortadan! Cin mi şeytan mı bu adam, şaşırdım kaldım.»
Ay doğdu. Ağaçların gölgeleri, Anavarza kayalıklarının, öreninin gölgeleri batıya doğru uzadı. Ortalık gündüz gibiydi. Tâ uzaklara kadar bütün ova, ağaçlar apaçık gözüküyordu.
Uzaktan bir sürü atlı koptu, konağın avlu duvarının tam dibine geldiler, atlardan indiler, konağa ateş ettiler ve geri bindiler, uçarcasına Toros yönüne gittiler. Adamlar bu kadar yakın oldukları halde hiç birisinin yüzünü göremedi. Belki adamların hepsi de bıyıklıydı. Atların hepsi de soylu atlardı.
Atlar gittikçe çoğaldı. Beş, on, yirmi, otuz... Nal sesleri sabaha kadar kulaklarından gitmiyordu.
Uzak bir yerlerde de köpekler ürüşüyordu. Nal seslerinin, köpek ürüşmelerinin üstüne bir ses çıkıyordu. Akçasazdaki kurbağaların sesi... inanılmayacak kadar gürültü ediyorlardı kurbağalar. Sanki dağ taş, ot ağaç, toprak, kurbağaya kesmiş.
141
îr
Bir gün bekledi beklem auııar gcu
müyor, kurbağalar ötüşmüyordu. Derviş Beyin içini ince bir keder sardı. înce bir keder, derin bir korku. Bu atlılar gelmezse, şu anda gelmezse başına büyük felâket gelecekti. Bunu avucu-nun içi gibi biliyor ve felâketi bekliyordu.
Bekliyordu ki, Anavarzanm altından göğe doğru korkunç bir yalım patladı. Güneyden gelen yel azıttıkça azıtmış, kasırga gibi olmuş, evlerin damlarını uçuruyordu. Sonra ateş yayıldı. Yer yer patladı. Harmanlar yanıyordu.
Hidayet:
«Bizde harman komadılar, çiftliğin tekmil harmanlarına ateş verdiler. Hepimiz aç kaldık Bey,» diye inledi. «Söndürmeye gidelim mi? Bir yel esiyor ki...»
«Demek bu alçaklığı da yapacaktın Mustafa? Demek bu kadar harman, yakacak, fakir fukaranın çocuklarının rızkına kıyacak kadar alçaldın Mustafa? Seni de insan diye, düşman diye karşıma alıyorum, öyle mi Mustafa?»
Hiç bir şey Derviş Beyi düşmanının böylesine alçalış* kadar yaralayamazdı. Odasının içinde boğularak, çıpıldak ter olarak dört dönüyor. «Olamaz, olamaz, bunca yıldır düşmanım olan, onurlu bir insan bunu yapamaz. Benim, benim düşmanım bu kadar alçalamaz. Mümkünü yoook, yok, bu olamaz.» Bir türlü, bir türlü bu işe inanamıyordu. «Bu işi sen yapmışsan Mustafa, ama olamaz, benim düşmanım olan bir kişi bu kadar alçalamaz, bu işi sen yapmışsan Mustafa, ben de dışarı çıkacağım Mustafa, teslim olacağım sana, var istediğini yap bana... İstersen kurşuna diz, gözümü kırpmayacağım. Seni görür görmez bütün silahlarımı suratına fırlatacağım, al alçak, sen bu kadar alçaldıktan sonra ben seni bir düşman değil, alçak bir cellat, bir çingene cellat sayarım. O zaman ne yaparsan yap bana... Ne yaparsan yap... Senin beni öldüreceğinden korkmuyorum artık Mustafa. Bir iğrenç katil gibi davrandın Mustafa. Her şeyi yıktın batırdın. bundan sonra sen de yaşasan ne olur, ben de Mustafa, fiu kadar alçak bir
142
aıu wau ua. aı^auı ıvıusıaıa. lesıım Mustafa, teslim sana. Ne istersen onu yap bana bundan sonra. Kanun sana helal.»
Öfkesi arttıkça artıyor, odada dört dönüyor, duvarları yum-rukluyordu.
«Kanına, kanına, atalarımızın bunca dökülen kanına, insanlığa, yiğitliğe, dostluğa, onura ihanet ettin Mustafa! Bundan böyle artık benim senin gibi bir düşmanım yok. Beni öldürmek isteyen adi, adinin adisi, alçağın alçağı bir katil var. Buyur Mustafa, kanım sana helal.»
Yarıcılar, yanaşmalar konağın avlusunu doldurmuşlar, susuyorlar, çıt çıkarmıyorlardı. Taştan adamlar gibi öyle kıpırtısız, ayışığında duruyorlardı.
Derviş Bey konağın balkonuna çıktı, bir süre parmaklığa tutundu, bekledi... Sonra konuştu:
«İnsan soyu her zaman bu kadar alçak değil. Bu başınıza gelen benim yüzümdendir. Ne yapalım, alçak alçaklığını yapmış. Aç kalacak değilsiniz. Kimin ne zararı olmuşsa tesbit ettireceğim, herkes zararını alacak. Ben buna yanmıyorum. Düşmanımın bu kadar alçalışına yanıyorum. Akyollu soyu bu Kudurmuş adama gelinceye kadar böylesine bir alçaklığa hiç bir zaman başvurmadı. Biz de AkyoUular gibi düşmanımız var diye, her zaman öğündük. Ürünler için hiç canınızı sıkmayın...»
O konuşmasını daha bitirmemişti ki, konağın arka cumbasında kulakları sağır eden bir patlama oldu ve bir uzun yalım konağın tavanına doğru sündü. Derviş Bey yerinden hiç kıpırdamadı. Yanaşmalar, köylüler yanan yere doğru saldırdılar, ateşi söndürmek için uğraşmağa başladılar.
Dostları ilə paylaş: |