Yaşar Kemal



Yüklə 3,3 Mb.
səhifə23/23
tarix04.11.2017
ölçüsü3,3 Mb.
#30623
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   23
atı yandaki çalıya bağladı. Cereni elinden tutup getirdi. İkisi birden gelip Koyun
Dedenin huzurunda niyaza vardılar.          
 
 Koyun Dede onları kutsadı. İkisi birden semaha girdiler.
 
 Semah bitti, Abdal Bayram davuluyla çok eski semahını tek başına
dönmeye başladı. Bir tepe gibi yığılmış odun öbeğine ateş verildi.
Gene dönmeye başladılar.
 
 Gün kavuştu. Sazların sesi kesildi, semah durdu, Abdal Bayram
davulunu kucakladı gitti. Kimse Halile, Cerene bakmadı. Hoş geldiniz
demediler, nerdeydiniz, ne yapıyordunuz, demediler. Onlar yoklarmış gibi, hiç
gelmemişler gibi davrandılar. Bir kısmı kinle, öfkeyle baktılar. Bir kısmı da belli
belli toprağa tükürdü.
 
 Halille Ceren çadırlara yollandılar. Halilin boş Beylik çadırı gene
kurulmuştu. Atı çadırın kapısına bağlayıp içeriye girdiler. Halil bir çıralığı
tutuşturdu. Uzun uzun çadıra baktı. Her şey yerli yerindeydi.
Dışarı çıktılar.
 
 Oba kaynaşıyordu. Fısıltılar Aladağın koyağını almıştı.
 
 Olmaz bu kadarı da, dedi Fethullah. Ocağımızı söndürdükten sonra, sen
gene gel obaya... Bizi bütün Çukura rezil rüsvay ettikten sonra...
 
 Olmaz, dedi Hıdır. Olmaz, dedi Musacık. Olmaz, dedi kadınlar.
 
 Olmaz, dedi çocuklar.
 
 Yalnız iki kişi olmaz demedi. Birisi Süleyman Kahya, birisi de Müslüm Koca.
 
 Olmaz, olmaz, dedi Abdurrahman. Olmaz, dedi Sultan Karı.
 
 Olmaz, olmaz, hiç olmaz, dedi Fatma.
 
 Olmaz, dedi Dedeler. Ve Rüstem candarmaya koştu, Aladağın koyağından
bir ölüm yeli gibi eserek aşağıya indi.
 
 Silahlanın hepiniz, dedi Fethullah. Belki candarma onu kaçırır, bu gece biz
onu haklamalıyız.
 
 Niçin geldi? diye sordu Müslüm Koca Süleyman Kahyaya.
 
 Bir Bey, Beylik yapmasa da böyle bir günde, Hıdırellez gecesinde obasını
bırakamaz. Onun için geldi Müslüm kardaş. İyi de yaptı.
 
 Süleyman Kahya koyağın yamacındaki kırmızı, çakmaktaşı kayanın dibinden
çıkan Alagöz oluğunun başına geldi, kepeneğini yere atıp üstüne oturdu. Pınarın
içinde yıldızlar... Silme parıltı. Süleyman Kahya rahat, artık hiçbir şey
düşünmüyor, istemiyor. Buraya alışkanlık yerini bulsun diye geldi. Pınarın
içindeki balıkları seyreyliyor. Bir acı, buruk mutlulukta. Olacak gibi değil. Hava
ılık, ortalık mis gibi kokuyor. Süleyman Kahyanın geniş burun delikleri arı
kanatları gibi titriyor, açılıp açılıp Binboğa dağlarında bu yıl bahar başını almış
da yürümüş diyor.
 
 Başını, başını almış da can içine yürümüş, yürümüş hay yiğen...
 
 Müslüm Kocanın beklediği oluk bir ağacın karnından çıkıyordu. Bu su durursa,
diyordu içinden Müslüm Koca, ben hemen fark ederim. Bu su öyle şar diye
akıyor, öyle çabuk, hızlı, öyle bir ses çıkarıyor ki, durduğunu kör göz görür,
sesinin kesildiğini sağır kulak bile duyar.
 
 Bak Hızırım, vakterişti sultanım. Bu yıl yetişirsen yetiştin imdadıma,
yetişmediysen ben gittim giderim. Bak bizim Haydar da gürledi gitti. Çukurda
kışlak mı, çukurda kışlak mı, Çukurda kışlak mı? Kızgın:
 
 Onu gençler istesin, diye bağırdı. Bana göster yıldızını, ben Lokman
Hekimin ölüme çare olan çiçeğini isterim. Göster bana yıldızını, hiçbir şey
istemem. Dünyayı versen istemem. Ne versen istemem. Şu dağları hep altın
yapsan, şu dünyayı hep kışlak yapsan gene istemem. Çiçeği, çiçeği, çiçeği,
yaşam çiçeğini isterim. Ne olursun hiç vaktim kalmadı. Ne olursun, şu yıldızlar
çatışırken, şu sular dururken onları bana bir göstersen ne olursun! Haydi canım,
haydi kardaşım, ne olursun göster. Koklayan ölmezliğe erişir. Bir yılım bile
kalmadı, ne olursun. Ben öldükten sonra dünyayı ölümün çaresi olan çiçeğe
boğmuşsun ne fayda! Ben gittikten sonra bir daha gelmem ki...'
 
 Bir ara düşündü; yüreğinin başı cızzz etti, sonra kızdı:
 
 Olmaz, dedi. Bana ne? İstemem, istemem, istemem! Ben kimseden kışlak
istemem.
 
 Yumuşadı, gülümsedi:
 
 Bak, gözünü sevdiğim, o çiçek bu Aladağın koyağında, elini uzatsan
koparacaksın. Hangi çiçek bir söylesene. Haydi.
 
 Ağzı yukarı yattı, gözü yıldızlarda, kulağı suyun sesinde.
Bu iş hiç dalgınlığa gelmez. Bir dalarsan bakmışsın ki yıldızlar o anda tokuşup
geçip gitmişler.
 
 Biri Hüseyin, biri Veli, birisi de Dursun. Onar yaşlarında. Hüseyin:
 
 Ben kışlak istemem, dedi. Ben bu obada kalmayacağım ki... Ben kendime
başka bir şey isterim.
 
 Bu yıl daha ne isteyeceğini bilemiyordu. O kadar istediği vardı ki, birisini daha
seçememişti.
 
 Veliye gelince o, bu yıl yol üstündeki konakta bir gece uyumayı istemekten
vazgeçmişti: Yüreğinin başında öyle güzel bir istek saklıyordu ki şimdilik
kendisine bile söylemiyordu. Yıldızı görür görmez söyleyecekti. Dursun gene:
 
 Bana ne kışlak! diyordu. Yeter ki babam hapisten çıksın. O zaman her bir
şeyimiz olur. Kışlağımız, yaylağımız, toprağımız, dünya bizim olur, dünya!
Yeter ki babam bir hapisten çıksın...
 
 Kel Osman bu yıl alabalık avlamıyordu. Elinde tüfeği Fethullahın yanında
dikilmiş duruyordu. Bu yıl çok kişi sular başı beklemiyordu. Bu yıl ellerinde
tüfekleri...
 
 Yaşlılar, kadınlar, çocuklar bekliyorlardı. Genç kızlar bekliyorlardı. Gözleyi
gözleyi gözüm dört oldu deyip bekliyorlardı. Hastalar bekliyorlardı, dertliler,
dermansızlar, kimsesizler, çaresizler bekliyorlardı. Ve Cerenle Halil
Taşbuyduran pınarının başına gelmişlerdi. Gölgeleri suyun aynasına düşüyordu.
Su, toprak, çakıl taşları inceden bir püren kokuyordu. Yanlarında ince, uzun,
altın tüylü bir tazı yatıyordu, geçen yıl da Ceren bu tazıyla beklemişti bu pınarın
başını. Tazı Halilin tazısıydı. Nerden gelmişse gelmiş, onları bulmuştu. Yıldız
aydındı. Donuk ışıkta gülüştüler. Elleri ellerini buldu. Yıldızlar, su, dünya
yunmuş arınmış pırıl pırıldı.
 
 Ceren:
 
 Bizim hiçbir isteğimiz yok, kalk gidelim Halil, dedi. Halil:
 
 Dur hele; dedi acele. Vardır belki. Hele bir yıldızı görelim. Görelim, dedi
 
 Ceren. Söyler söylemez de ayaklarının dibindeki tazının kulaklarını dikip
ayağa kalktığını gördü.
 
 Halil:
 
 Kıpırdama Ceren. Şu kayanın kovuğuna gir, hiç çıkma. Ben sana dememiş
miydim, bizim obalı bizi bağışlamaz. Bizimkiler, sardılar bizi.
Sesler, kıpırtılar... Sesler gittikçe, gecede çoğalıyor, yaklaşıyordu. Halil, kulak
verdi dört köşeyi dinledi.
 
 Bu geceyi mi buldunuz, diye bağırdı Halil. Bu gecede yılan bile, canavar
bile, kanlı düşman bile dokunmaz insana. Bu geceyi mi buldunuz?
Karşıdan ses soluk gelmiyordu. Bütün sesler bir anda kesilmişti.
 
 Sonra birden, dört bir yandan kurşun yağmaya başladı pınara, Halilin
bulunduğu yere. Çarpışma sabaha kadar sürdü. Sabaha karşıydı ki Halilin
silahının sesi kesiliverdi. Onun silahının sesi kesilince ötekiler de kestiler. Ceren
saklandığı kaya kovuğundan çıkıp Halilin yanına vardı. Halil yüzükoyun
kapaklanmış yatıyordu. Ceren onu sırtladı, kayalığa doğru çekildi, bir kuş gibi
kaydı gitti.
 
 Gün atıp bir kavak boyu yükselincedir ki ötekiler Halilin düştüğü yere, pınarın
başına geldiler. Yerde bir kan göleği pıhtılaşmıştı. Kanın yanında kapçıklar,
yeşil sinekler.
 
 Ceren, ölüsünü aldı götürdü, Aladağın doruğuna. Dorukta, Halilin kamasını
çıkarıp kayaların arasına ona bir mezar kazdı. Halili okşadı, öptü, kazdığı çukura
koydu. Üstünü toprakladı, kaldırabileceği kadar büyük bir taşı başucuna dikti.
Bütün bu işler olup bittikten sonra bir sabah vakti Ceren obaya geldi, Süleyman
Kahyanın karşısına dikildi. Cerenin geldiğini gören obalılar onun gelişine,
Halilin ölümüne sevindiklerinden daha çok sevindiler.
 
 Halili öldürdüler Kahya... Onu gömdüm de geldim.
 
 Beylik çadırına yürüdü. Çadırın kapısında Halilin atı öyle bağlı duruyordu.
Ceren elindeki tüfeği doğrulttu, ata nişan aldı. At yere düştü, debelenirken Ceren
bir kurşun daha sıktı ata.
 
 Süleyman Kahya:
 
 Odun getirin, şuraya yığın, diye emir verdi. Orada susmuş kalmış kalabalık
kımıldadı. Ortaya bir anda kocaman bir öbek odun yığıldı.
 
 Süleyman Kahya çadıra girdi, önce sancağı getirdi odunların üstüne attı, sonra

tuğu, sonra davulu, sonra çadırın öteki öteberilerini, kilimlerini, keçelerini,


heyhelerini, neyi varsa, hepsini getirdi odunların ustüne attı.
 
 Sökün çadırı.
 
 Çadırı söküp getirdiler, odunların üstüne attılar.
 
 Ceren ötede durmuş, olup biteni kayıtsız, ağlamadan, kederlenmeden,
kıpırdamadan seyreyliyordu. Çadır getirilip odunların üstüne atılınca, odunlara
yürüdü. Süleyman Kahya hemen onun önüne geçti:
 
 Dur kızım, dedi. Bu çadır Beylik çadırıdır. Onu yakmak da bana düşer.
Kibriti çaktı. Odunlar ateş aldı. Yalım yükseldi. Acı bir kıl kokusu ortalığı
kapladı.
 
 Odunlar, çadır, öteberiler yanıp kül oluncaya kadar bütün oba suskun ayakta
dikilip bekledi. Gözlerini de ateşten ayırmadılar.
 
 Her şey yanıp kül olunca Süleyman Kahya oracığa, bir taşın üstüne çöküverdi.
Yüzünü elleri arasına aldı. Yağmur gibi döküyordu. Bir anda sakalı yaş içinde
kaldı, ıpıslak oldu.
 
 Ceren uzun boynunu biraz daha uzattı. Bakışlarını önce atın ölüsü üstünde
dolaştırdı. Sonra donmuş kalmış suskun kalabalığa derin derin baktı. Sonra da
vardı Süleyman Kahyanın karşısında dikildi, ona bir şeyler söyleyecek oldu,
vazgeçti. Halilin tüfeğini omzuna vurup koyaktan yukarı doruğa doğru yürüdü,
çekildi gitti. Obalılar orada, oldukları yerde kalakaldılar. Cerenin ardından
başlarını kaldırıp bakamadılar bile.
 
 İşte her yıl böyle olur. Beş mayısı altı mayısa bağlayan gece Hızırla İlyas
dünyanın bir yerinde buluşurlar. Onlar buluştukları an dünyadaki bütün yaşam
durur, tekmil canlılar ölürler. Hemen sonra da daha gür, daha canlı, daha
doğurgan dirilirler. Ve biri mağrıptan, birisi de maşrıktan kopup gelen iki yıldız
gökyüzünün ortasında tokuşur, birleşirler. Birleşip ışık olurlar, yeryüzünün
üstüne top top sağılırlar.
 
 SON
   
 
 
 


ABC Amber LIT Converter http://www.processtext.com/abclit.html

Yüklə 3,3 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   23




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin