Tanzimat Dönemi edebiyatının ilk yazarlarında gördüğümüz dilin sadeleşmesi meselesi bunlar için bir hedef değildir. Ferdiyetçi sanat görüşüne taraftar olduklarından, eserlerinin halk tarafından kolaylıkla okunacak bir dile sahip olması da onlar için bir mesele teşkil etmez. Aradıkları estetiğin önemli unsurlarından biri olan dilin, konuyla ilgili bir ahenk kazanmasıydı. Bu yüzden uzun vokalli, ahenkli kelimeler, Farsça terkipler, hatta önceki devir Osmanlıcası’nda bile kullanılmamış kelimeler aradılar. Zihinlerde yeni imajlar, farklı çağrışımlar uyandıracak orijinal tamlamalar kullandılar. Aşırı hassasiyet, heyecan ve acı ifade eden ünlemlere de eserlerinde bol bol yer verdiler.
Servet-i Fünun Edebiyatı’nda roman-hikâye yazarlığı ile şairlik hemen hemen farklı şahsiyetler üzerinde yoğunlaşmıştır. Tanzimat’ın her türde eser veren yazarına mukabil, bu devrede bir çeşit edebî tür paylaşması dikkati çeker. Tiyatro türüne nadiren rağbet gösteren bu yazarları genel hatlarıyla şairler ve
hikâye-roman yazarları olarak ikiye ayırmak mümkündür. Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, Hüseyin Sîret, Ali Ekrem, Ahmed Reşid, Süleyman Nazif, Süleyman Nesib, Faik Âli, Celâl Sahir, Hüseyin Suad grubu daha çok şiir alanında; Halid Ziya, Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid, Ahmed Hikmet ve Safveti Ziya roman ve hikâye alanında eser vermişlerdir.
Servet-i Fünun şairleri hemen daima aruzu kullanmışlardır. Burada özellikle Fikret ve Cenab’ın imale ve arıza olmaksızın aruza hakimiyetlerini belirtmek gerekir. Divan nazım şekilleri de tamamen bırakılmış, buna mukabil Batı orijinli ve daha çok da alışılmışların dışında serbest nazım şekilleri tercih edilmiştir. Divan geleneğindeki müstezat şekli, çok değişik vezinlerle ve kuralsız bir şekilde kullanılarak II. Meşrutiyet’ten sonra gelişecek olan serbest şiire doğru yol açılmıştır. Şiirin nesre yaklaşması, nazım sentaksında mısra ve beyit düzeninin dışına çıkılması (anjambman), mısra içinde yakın seslerin armonisi (alliterasyon) de bu şiirin özelliklerindendir. Görüldüğü gibi estetik plânda gelişme gösteren Servet-i Fünun şiiri, muhteva bakımından fikirden çok duygu ağırlıklı ve derinliği olmayan bir çizgi üzerinde kalmıştır.
Servet-i Fünun mektebinin kurulmasında rol oynayan Ekrem’in dışında, grubun sürükleyici şahsiyeti Tevfik Fikret’tir (1867-1915). Galatasaray Sultanîsi’nde öğrenci iken şiire başlayan Fikret bu yıllarda divan tarzının nispî bir yenileşmesi etrafında ve daha çok Muallim Naci tesirinde kalmış, daha sonra Hamid ve Ekrem tarzı şiirler yazmıştır. Onun asıl şahsiyetini gösteren şiirleri Servet-i Fünun dergisini idare ettiği yıllarda görülür. Bunları daha sonra Rubab-ı Şikeste’de (1897-1901 arasında dört defa basılır) bir araya getirir. Bu şiirler genel olarak plâtonik bir aşk, aile mutluluğu, çocuk safiyeti, ebedî masumiyet, tabiat sevgisi, uzak ve hayalî mekânlar tasavvuru gibi temalar üzerine kurulmuştur. Fikret II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda siyasî ve fikrî şiirlere ağırlık verir. Oğlunun şahsında Türk gençliğinin geleceği için yazdığı şiirlerini Halûkun Defteri’nde (1911) toplar. Aynı yıl benzer bir düşüncenin ürünü olan Rubabın Cevabı’nı neşreder. Hece ile yazdığı çocuk şiirlerini ihtiva eden Şermin (1914) şairin son kitabı olur. Şiddetli bir inanç krizinin mahsulü olan ve Mehmed Akif’le, daha sonraları her iki şairi tutanlarca zaman zaman münakaşalara sebep olan Tarih-i Kadim (1904) ve “Tarih-i Kadime Zeyl” şiirleri şairin izni olmadan kaçak olarak yayınlanmıştır.
Devrin ikinci önemli şairi Cenab Şahabeddin (187l-1934), parnasist şiiri Fikret’ten önce benimsemiş ve diğer Servet-i Fünunculara bu bakımdan öncü olmuştur. Şiirlerinde varlığı bir fotoğraf gibi idrak etmek, renk ve şekilleri canlı tutmak, bunların yanı sıra musiki kültüründen gelen ahenge yer vermek onun şiirlerinin ortak özellikleridir. “Elhân-ı Şitâ”, “Yakazât-ı Leyliye”, “Temâşâ-yı Leyâl” gibi şiirleri her nesil tarafından beğenilmiş ve okunmuştur. Fikret’in şiirle
rindeki sathîliğe mukabil, Cenab’ın şiirlerinde mistik ve panteist duygular, insanın kaderi ve kâinat içindeki yeri gibi beşerî proplemler derinlik kazandırır. Gençlik yıllarında neşrettiği Tâmât (1886) adlı küçük şiir kitabının dışında, sağlığında dergilerde kalan şiirlerinin tamamı, eldeki müsveddeleriyle karşılaştırılarak Cenab Şahabeddin’in Bütün Şiirleri (1984) adıyla yayınlanmıştır.
Servet-i Fünuncuların diğer şairleri, başlıca eserleriyle şunlardır: Hüseyin Sîret (1872-1959) Leyâl-i Girizan (1910), Bağbozumu (1928), Kıvılcımlı Kül (1937); Ali Ekrem (1867-1937) Zılâl-i İlham (1909), Ordunun Defteri (1918); Şiir Demeti (1925), Vicdan Alevleri (1926); Süleyman Nazif (1870-1927) Gizli Figanlar (1906), Firâk-ı Irak (1918), Malta Geceleri (1924); Faik Âli (1876-1950) Fâni Teselliler (1908), Temâsil (1913), Elhân-ı Vatan (1915); Celâl Sahir (1883-1935) Beyaz Gölgeler (1909), Buhran (1909), Siyah Kitap (1912); Hüseyin Suad (1867-1942) Lâne-i Melâl (1910).
Türk roman ve hikâye türünde Servet-i Fünun yazarları önemli hamleler yapmışlardır. Evvelâ şuurlu olarak roman tekniğine dikkat etmek, edebî bir dil aramak, eserde vak’adan çok ruh tahlillerine önem vermek bu dönem romancılarıyla, özellikle de Halid Ziya ve Mehmed Rauf’un romanlarıyla başlamıştır.
Roman yazarları da Servet-i Fünun’un diğer sanatkârları gibi hissî tarafları ağır basan şahsiyetlerdir. Bu yüzden eserlerinde romantik davranışlı karakterler dikkati çeker. Buna mukabil Fransız realistlerini takip ettikleri için roman tekniğinde, dil ve tasvirlerde gerçekçidirler. Böylece gerçek hayata yabancı, duygularına mağlûp kahramanlar hayatın gerçekleri karşısında hayal kırıklığına uğrarlar. Edebiyatta natüralist mektebin gereği olarak da çevre-insan ilişkileri ve veraset problemleri yine şuurlu bir şekilde bu romanlarda işlenmiştir.
Servet-i Fünun romanının güçlü kalemi Halid Ziya’dır (1868-1945). Değişik konularda bol eser vermiş olan Halid Ziya, neslinin yazarları arasında, Cenab Şahabeddin’le beraber, Batı edebiyatını en iyi bilen, en çok okuyan, aynı zamanda sanat ve edebiyat meseleleri üzerinde, teori ve tenkit alanında en çok yazı yazan iki önemli şahsiyetten biridir. O, Tanzimat’tan beri gelen Türk romanının “eğlendirerek öğretmek” gayesini bir tarafa bırakarak, çağının Avrupa romanı alanında eser veren ilk romancımızdır. Bu alan realist-natüralist mektebin kurallarının edebiyata uygulanmasıydı. Yani alelâde maceralara dayanan vak’alardan vazgeçerek, hayatın olabilirliği içinde vak’ayı basit tutmak, bu basit vak’a karşısında kahramanların davranışlarını incelemek, tasvir ve tahlil etmek, bunların yetiştikleri çevre, sahip oldukları kültür ve biyolojik veraset kanunları gereğince onları determinist anlayışın benimsediği bir kadere doğru götürmek romanın başlıca hedefi oldu. Böylece romanda, içinde yaşadığı toplumun meseleleri bahis konusu olmaksızın, fertlerin dar bir çevre içinde etraflarıyla ve kendileriyle çatışmaları konu ediliyordu. Sağlığında kitap hâlinde basılmış eserleri arasında başlıca romanları şunlardır: Nemîde (1891), Bir Ölünün Defteri (1891), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Mai ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnu (1900), Kırık Ha
yatlar (1924). Hikâye kitapları: Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası (1888), Bu muydu? (1896), Bir Yazın Tarihi (1900), Solgun Demet (1901), Bir Şiir-i Hayâl (1914), Sepette Bulunmuş (1920), Hepsinden Acı (1934).
Mehmet Rauf (1875-1931) bir tarafıyla erotik romanlar yazarı olarak tanınmış ve suçlanmıştır. Edebiyat tarihlerine ise her zaman zirvede kalmış Eylül romanıyla girer. Yasak bir aşkın psikolojisini derinliğine ve başarıyla işleyen Eylül, Halid Ziya’nın denemelerinden sonra, yer yer onu da aşan büyük bir ustalık gösterir. Şahıslar çevresi ise bütün Servet-i Fünun romanında olduğu gibi dar aile ilişkileri içinde kalır. Başlıca romanları şunlardır: Eylül (1901), Genç Kız Kalbi (1912), Ferdâ-yı Garam (1913), Böğürtlen (1926), Son Yıldız (1927). Hikâye kitapları: Son Emel (1913), Menekşe (1915), Pervaneler Gibi (1920), İlk Temas İlk Zevk (1922).
Servet-i Fünun’un ikinci plânda kalan diğer romancıları: Haristan ve Gülistan (1901), Çağlayanlar (1922) adlı hikâye kitaplarıyla Ahmed Hikmet (1870-1927); Hayâl İçinde (1901) adlı romanı, Hayat-ı Muhayyel (1899), Hayat-ı Hakikiye Sahneleri (1910) adlı hikâye kitaplarıyla Hüseyin Cahid (1874-1957); Salon Köşelerinde (1910) adlı romanı, Bir Safha-i Kalb (1912), Hanım Mektupları (1913), Kadın Ruhu (1914) gibi hikâye kitaplarıyla Safveti Ziya’dır (1875-1929).
Devrin siyasî baskısı sebebiyle oynanmasında problemler çıkacak olan tiyatro türü Servet-i Fünun Edebiyatı’nda rağbet görmemiştir. Cenab Şahabeddin, Halid Ziya ve Hüseyin Suad’ın birkaç tiyatro denemesi yayınlanmıştır. Bunun dışında, Recaizade Ekrem’in her şiirin vezinli ve kafiyeli olması gerekmediği şeklindeki fikri, Servet-i Fünun’da hemen her yazarın az çok rağbet ettiği mensur şiir türünün gelişmesine yol açmıştır. Fikirden çok hayal ve duygu yüklü kısa metin parçalarından ibaret olan mensur şiir, başta Ekrem ve Halid Ziya olmak üzere hemen bütün yazar ve şairler tarafından, özellikle dergilerde sık sık görülen bir tür olmuştur.
Servet-i Fünun döneminde edebî tenkitte büyük bir gelişme dikkati çeker. Tenkit, subjektif olmaktan çıkıp birtakım ölçüleri olması gereken bir ilim dalı olarak düşünülür. Bu alanda da hemen bütün yazarlar az çok makale, edebî mektup vs. yazmışlardır. Başta Halid Ziya ve Cenab Şahabeddin olmak üzere diğer Servet-i Fünun yazarları da, özellikle Batı kaynaklı bir tenkit anlayışı ile sanat ve edebiyat üzerine önemli yazılar kaleme almışlardır. Hayat ve Kitaplar (1901) adlı eseri ve birçok makalesiyle Ahmed Şuayb (1876-1910), Beşir Fuad’dan sonra edebî tenkit alanının önemli bir şahsiyeti olmuştur.
Osmanlı’nın En Kısa Yüzyılında Türk Edebiyatı (1901-1922)
Yirminci yüzyıl, Osmanlı’nın Batılılaşma sürecindeki ivmenin büyük bir sürat kazandığı yoğun olaylarla yüklü bir dönemdir. Yirminci yüzyıl (o dönemdeki adıyla yirminci asır) kavramı bile milâdîdir, yani Batılı bir zaman ölçüsüdür. Hatta asır kelimesi bile bu manada yeni bir kavramdır. On dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar yaygın olan hicrî takvim sisteminde bazen belirsiz büyük bir zaman
parçası için bazen de yüzyıl için de “karn” kelimesi kullanılmıştır. On dokuzuncu asır, Osmanlı için “on üçüncü karn-ı hicrî”dir. Fakat 1900’lere gelindiğinde, özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra milâdî takvim yaygınlaştığı gibi içinde bulunulan yeni devrin adı da “yirminci asır” olmuştur. Bir daha “karn-ı hicrî” tabiri kullanılmayacaktır. Bu tutum, Batı’nın kültür, rejim ve yaşama tarzının Tanzimat’tan sonraki ikinci önemli nüfuzunun önemsiz görünen küçük bir sembolü olarak da düşünülebilir.
İkinci Meşrutiyet’ten sonraki fikir ve edebiyat akımlarının hemen hepsinde ölçü ve istikamet hemen daima Batı’dır. Batılılaşma’nın nasıl olacağı veya tehlikeli bir Batılılaşma’nın karşısında takınılacak tavır. Birbirine zıt da olsa bu akımların hepsi var oluşlarını ve yerlerini Batı nirengisine göre tayin ederler. Batı sempatisiyle Batı korkusu aynı kaynaktan beslenir.
Yirminci yüzyılın başında Türk edebiyatının durumu neydi?
İtibarî bir zaman dilimi olan yeni bir yüzyılın girişinin milletlerin hayatında gözle görülür bir değişiklik göstermemesi tabiîdir. 1900’lü yıllarda edebiyatın genel görünüşü, ilk bakışta önceki yıllardan bu döneme doğru birtakım meselelerin ve tesirlerin devamı izlenimini vermektedir. Recaizade Ekrem’in Tevfik Fikret’i Servet-i Fünun dergisinin sanat ve edebiyat yöneticiliğine getirmesiyle, 1896’da başladığı kabul edilen Edebiyat-ı Cedide topluluğu sanat adına başarılı ve yoğun bir faaliyetten sonra 1901 yılı sonlarında dağılır. Yüzyılın sonuna doğru Transval hâdiseleriyle ilgili olarak meşhur mektup meselesinin ortaya çıkışı ve buna bağlı olarak yapılan tevkiflerle yönetimin dikkati Servet-i Fünun topluluğu üzerine çevrilmiştir. 190l yılının sonuna doğru topluluktan Hüseyin Cahid’in yazdığı tercüme bir makalenin siyasî sayılarak derginin kapatılması üzerine, birkaç ay sonra yeniden çıkması için izin verildiği hâlde, Edebiyat-ı Cedide topluluğu artık dağılmıştır. Bunda bahis konusu hadiselerin uyandırdığı korku kadar, Tevfik Fikret’in geçimsiz mizacının ve topluluk üyelerinin aralarındaki anlaşmazlıkların da tesiri vardır. Fakat bu tarihten sonra Meşrutiyet’in yeniden ilânına kadar topluluk hâlinde olmasa bile, teker teker Servet-i Fünuncuların da yayın hayatında dikkate değer bir faaliyet göstermedikleri dikkati çekmektedir. Servet-i Fünun topluluğu dışındakiler için de aynı durum bahis konusudur. Bu tarihten önce velûd kalem sahipleri olarak bilinen Ahmed Midhat, Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi, Hüseyin Cahid gibi yazarların bile basında adlarına pek rastlanmaz. 1901-1908 arasında, daha önceki döneme göre bile daha sıkı bir baskı ve sansür rejimi uygulandığı muhakkaktır. 1908’den sonra hatıralarını yazan pek çok yazar bu yedi yıl arasındaki sansürden şikâyetlerini dile getirmişler ve kendi aralarından birçok arkadaşlarının bu yüzden yazı yazmamayı tercih ettiklerini ifade etmişlerdir. Bir kısmı ise zaten fiilen yazı yazamayacak durumda bırakılmışlardı: Hüseyin Rahmi, Ahmed Rasim, Safveti Ziya ve Ali Ekrem’in yazı yazmaları yasaklanmıştı. Cenab Şahabeddin, Hüseyin Suad, Ali Ekrem, Süleyman Nazif ve Faik Âli memuriyetle İstanbul’dan uzaklaştırılmışlardı. Hüseyin Siret sürgündeydi. Abdullah Cevdet pek çok sebeple çoktan beri yurt
dışındaydı. Abdülhak Hamid susması şartıyla Londra ve Brüksel büyük elçiliklerinde bulunuyordu. Gökalp, Diyarbekir’de ikamete mecburdu. Henüz yayın hayatında görünmemiş genç Yahya Kemal ise kaçarak gittiği Paris’teydi.
Bütün bunlar ve bunlara eklenecek başka sebepler dikkate alınarak 1901-1908 arası yıllara bakıldığında, edebiyatta yenileşmenin başlangıcı olan 1859’dan günümüze kadar gelen bir buçuk asırlık zaman içinde, bu dönemin Türk edebiyatının neden en verimsiz yılları olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Bu sekiz yılın kitap hâlinde yayınlanmış edebî eser sayısı otuzdan fazla olmadığı gibi, dergilerdeki edebî yayınlar da bu sessizlik izlenimini değiştirecek mahiyette değildir. Bu durumda Osmanlı’nın yirminci yüzyıldaki edebiyatı fiilen 1908-1922 arasındaki on beş yıl gibi kısa fakat çok yoğun bir dönemden ibaret kalmaktadır.
Siyasi Batılılaşmanın resmî tarihi olan Tanzimat fermanının İstanbul dışında ve eyaletlerde pek ilgi uyandırmadığı bilinmekte, hatta İstanbul’da bile toplumun alt tabakalarınca kulak arkası edildiği anlaşılmaktadır. Fakat İkinci Meşrutiyet’in ilânı, Türk siyasi tarihinde, belki hiçbir hâdisede olmadığı kadar heyecan uyandırmış, dönemin sınırlı iletişim imkânlarına rağmen kısa zamanda bütün memlekete ve memleket dışına yayılmış, böylece toplumun tabanına da yansımıştır. Bu yayılmayı bir meşrutiyet veya hürriyet bilincinin tezahürü manasında almamalıdır. Olsa olsa bir baskıdan kurtulmuş olmanın heyecanı olarak telâkki etmelidir. Türk toplumu herhâlde tarihinin en hür ve o kadar da başıboş dönemini yaşıyordu. Hiçbir baskı kalmamıştı ama neredeyse devlet de kalmamıştı. Özellikle ilk günlerin en güzel ifadesini Mehmed Akif, Süleymaniye Kürsüsünde’ki Türkistanlı Vaiz Abdürreşid İbrahim’in ağzından verir: “Çamlıbel sanki şehir, zabıta yok, rabıta yok!” Bu durum tabiatıyla edebiyata da aksetmiştir. Baskı ve sansür yüzünden yazamamaktan şikâyet edenler için artık sınırsız bir hürriyet devri başlamıştır. Ancak bu defa da edebiyattan uzak bir edebiyat devri açılmıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarında genel görünüşüyle sanat, estetik, edebiyat endişesi taşımayan bir yığın şiir, hikâye, roman ve tiyatro basın piyasasını doldurmuştur. Meşrutiyet ve hürriyet çığlıkları, geçmiş idarenin hicvi, başta II. Abdülhamid olmak üzere saray ve hükümet erkânının hatta herhangi bir şekilde bunlara yakın olanların haklı veya haksız alenen tahkiri, buna mukabil yeni yöneticilerin alkışlanması ve teşviki, bu durumdan en az etkilenmesi gereken şiirin bile malzemesini oluşturur. Kolayca tahmin edilebilir ki bunların büyük bir kısmı, şiir değerini haiz olmayan alelâde manzum metinlerden ibarettir. Çoğunun altında hemen hürriyetin ilânı günlerinde alelâcele yazılmış izlenimi veren Temmuz 1324 (1908) tarihi de bulunmaktadır. Bu konularda şiir yazanlar arasında Mehmed Akif gibi şiirini uzun bir dönemde siyasî-sosyal konulara hasretmiş yahut Süleyman Nesib, Ali Ekrem, Faik Âli gibi millî konularda da şiir yazmış olduğu için tabiî karşılanabilecek kişilerin yanında Recaizade Ekrem ve Ahmed Haşim gibi edebiyatımızda toplum meselelerine hiç ilgi duymamış olanların da varlığı dikkat çekicidir.
Dönemin roman ve hikâyesinde aynı durum daha yaygın olarak dikkati çeker. Çoğu anlatım tekniğinden, estetik endişeden mahrum, hatta önceki dönem romanları kadar bile dile itina etmeyen, sosyal konulara angaje olmuş, apaçık siyasî mesajlar gönderen bir yığın roman birdenbire çığ gibi edebiyat piyasasını
doldurur. Yüzyılın ilk yedi yılının kısırlığı karşısında bu on beş yıl içindeki roman sayısının iki yüzden fazla oluşu çok dikkate şayan bir edebî hâdisedir.
Meşrutiyet dönemi tiyatrosu da aynı olumsuz faktörlerden payına düşeni almıştır. Bugün yazarlarının pek çoğunun adı bile hatırlanmayan irili ufaklı bir yığın tiyatro eseri hürriyetin ilânı aylarından başlayarak yayın hayatına atılmış, büyük bir kısmı da devrin sahnelerinde oynanmak talihine erişmiştir. Diğer edebî türlerde olduğu gibi bunlarda da genellikle II. Abdülhamid Devri’nin rüşvet, suiistimal, jurnal, işkence, sürgün gibi olumsuzluklarının dile getirildiği dikkatleri çeker. Diğer edebî türlere göre sahnede oynanması için özel bir tekniği gerektiren tiyatro metinlerinin çoğu bu açıdan da zayıftır. Yine bu on beş yılın basılı tiyatro eseri repertuvarı iki yüze yakın bir sayı gösterir. Oynanıp da basılmamış pek çok oyun bu sayının dışındadır.
Kaynağını sadece ideoloji ve politikadan aldığı için olumsuz bir bakış açısından değerlendirdiğimiz bu edebiyat hakkında söylenmesi gereken, elbette bundan ibaret değildir. Aynı dönemde bu konuların dışında, edebiyatı bir sanat olarak benimseyen düşüncenin mahsulü eserler olduğu gibi ideolojinin veya sosyal meselelerin tema olarak ele alındığı hâlde estetik değerlerin ihmal edilmediği eserler de mevcuttur. Nitekim dönemin yazarlarından bir kısmının sosyal çevreyle edebiyatı oldukça başarılı tarzda terkip ettiği eserleri bulunmaktadır. Ortaya konulan karamsar tablo ise, siyasî patlamaların topluma ve oradan edebiyata yansımasını bir açıdan belirtmek üzere çizilmiştir. Nitekim daha Meşrutiyet’in başlarında edebiyattaki genel atmosferin bu tarzda politize olmasından rahatsızlık duyan edebiyatçılar vardır. Fecr-i Âti şair ve yazarlarını bir araya getiren sebeplerin başında bu rahatsızlık bulunmaktadır. Daha sonra edebiyat tarihlerinin Millî Edebiyat adı altında gösterecekleri edebî hareketi doğuran başlıca faktör de aynı rahatsızlıktan kaynaklanır.
Fecr-i Âti’nin varlığı 1909 tarihli Servet-i Fünun dergisinde çıkan bir haberle duyurulur. Bu kısa haberde bir araya gelen bazı genç edebiyatçıların bir şiir ve düşünce topluluğu kurdukları, bunların sanatı şahsî ve muhterem olarak kabul ettikleri, şiire ve estetiğe ağırlık vermek üzere Fecr-i Âti adıyla bir dergi yayınlayacakları bildiriliyordu. Bu adda bir dergi hiçbir zaman çıkarılamamıştır. Topluluğu teşkil eden gençler de bu yüzden yazılarını ve şiirlerini başta Servet-i Fünun olmak üzere Resimli Kitap, Musavver Eşref, Şiir ve Tefekkür, Jale, Şehbal gibi devrin, kendilerine imkân hazırlayan kaliteli edebiyat dergilerinde yayınlama fırsatı bulurlar.
Araya giren 31 Mart Olayları gibi siyasî sebeplerle topluluk olarak faaliyet gösteremeyen gençler, bu tarihten bir yıl kadar sonra yine Servet-i Fünun’da yayımladıkları bir beyanname ile varlıklarını bir daha kamuoyuna duyururlar. Böylece, edebiyat tarihimizde bir topluluğun, altındaki imzalarıyla prensiplerini açıklayarak bir beyanname ile ortaya çıktıkları tek edebiyat hareketi olan Fecr-i Âti, niyet ettikleri şekilde bir dernek kurulamamış da olsa bir çeşit resmiyet kazanmış olmaktaydı. Kapanmış bir devir olarak kabul ettikleri Servet-i Fünuncu
lar hakkında saygılı bir dil kullandıkları beyannamelerinde kendilerinin sanata ve estetiğe bağlı kalacaklarını, fakat yeniliğe daha çok açılacaklarını bildiriyorlardı. Topluluk dilin, edebiyatın, edebî ve sosyal ilimlerin gelişmesine, düşüncelerin aydınlatılmasına çalışacak ve bir yayın evi kurarak Batılı ve yerli eserleri halka yayacaktır. Beyannamenin altındaki yirmi bir imzadan başlıcaları Ahmed Haşim, Emin Bülend, Tahsin Nahid, Celâl Sahir, Hamdullah Subhi, Refik Halid, Ali Canib, Faik Âli, Fazıl Ahmed, Fuad Köprülü ve Yakub Kadri’dir. Grubun en yaşlısı otuz dört, en genci on dokuz yaşındadır; yaş ortalaması da yirmi üçtür.
Esasta sanatı şahsî ve muhterem kabul eden Fecr-i Âti mensuplarının herbirinin şahsî bir yol tuttuğu ve dernek hâlinde çalışmaya da pek yanaşmadıkları, daha sonra yayımlanan hatıralarından anlaşılmaktadır. Daha ilk toplantılarından itibaren birtakım çözülme ve ayrılmalar başlamış, 1912 sonlarında ise artık Fecr-i Âti diye bir şeyden bahsedilmez olmuştur. Buna göre bu topluluğun ömrü üç buçuk yıl kadardır.
Fecr-i Âti beyannamesinde, ülkenin ilme ve sanata şiddetle ihtiyaç duyulduğundan bahsedilmesi, Meşrutiyet’i takip eden aşırı politik fikir ve edebiyat ortamına bir tepki gibi görünmektedir. Ancak, kendilerinden önceki Edebiyat-ı Cedide mensupları gibi tamamen fildişi kuleye kapanmayı da benimsemeyerek sanatın belki doğrudan doğruya siyasete değil, fakat sonuç olarak millî gelişmeye hizmet edeceği düşüncesindedirler. Bununla beraber genel hatlarıyla Edebiyat-ı Cedide anlayışından pek de uzaklaşamadıkları muhakkaktır. Aslında sanat ve edebiyat açısından sağlıklı bir teşebbüs olmakla beraber Fecr-i Âti, toplumun refah ve huzur içinde bulunacağı bir dönemin anlayışını yansıtabilirdi. Hâlbuki gerek kuruluş, gerekse dağılma yıllarında Osmanlı toplumu en sancılı süreci içine girmiş bulunuyordu.
Yukarıda zikrettiğimiz sebeplerle Fecr-i Âti yazarlarının eser verdikleri edebî türler ve ve benimsedikleri Batı edebiyat ekolleri de tam anlamıyla ortak bir karakter göstermez. Şiirde kısmen parnas anlayışına bağlı olanlar kadar sembolist-empresyonist eğilimleri benimsemiş olanlar vardır. Roman ve hikâyede ise genellikle realist-natüralist bir yolu tercih etmişlerdir. Yine de kahramanlarının çoğunu Servet-i Fünun’da olduğu gibi hassas ve romantik tipler teşkil eder.
Topluluğun şiirde temsilcileri Tahsin Nahid, Faik Âli, Mehmed Behcet, Emin Bülend ve Ahmed Haşim’dir. Ortak prensipleri şiirle topluma faydalı olmanın veya hayatı bütün gerçekleriyle şiire aksettirmenin doğru ve mümkün olmadığı, şiirin ancak duyguları dile getiren bir sanat vasıtası olduğudur. Bu prensibin, dönemin şöhretli şairleri Mehmed Emin, Ziya Gökalp, Mehmed Akif, hatta Meşrutiyet’ten sonra topluma açılan Tevfik Fikret’in şiirlerine bir tepki olduğu açıktır. Hikâye ve romanda Refik Halid, Yakub Kadri, Cemil Süleyman ve İzzet Melih’in adları görülmekle beraber, topluluğu daha çok son ikisi temsil etmiştir. Konu olarak Edebiyat-ı Cedide romanını takip eden eserlerinin roman tekniği açısından onların seviyesini de tutturamadıkları görülür. Tiyatro yazarlığında Müfid Ratip, Tahsin Nahid, Şahabeddin Süleyman ve İzzet Melih’in çalışmaları
vardır. Bunlardan Şahabeddin Süleyman’ın Çıkmaz Sokak ve Fırtına adlı oldukça realist oyunları, yayınlandığı sırada toplum ve ahlâk ilişkileri açısından epey tenkide uğramış eserlerdir.
Aynı dönemde ortaya çıkan, fazla önemli olmamakla beraber bir medeniyet ve zihniyet anlayışını yansıtması açısından bahsedilmesi gereken iki edebî hareketten de bahsetmek gerekir. Bunlardan biri, devletin en buhranlı yıllarının epeyce safdilâne mahsûlü olan Nev-Yunanîlik akımıdır. 1912’de Türkiye’ye dönen ve Fransa’da zihninde uyanmış olan bir öz şiir ile Batı edebiyatlarında olduğu gibi Türk şiirine klâsik bir temel arayan, bunun için de Yunan sanatından hareket ederek yeni bir şiir tarzını deneyen Yahya Kemal, bu konuda kendi cephesinde nesir yazarı olarak Yakup Kadri’yi bulur. Bu düşünce, modern Türklerin artık Osmanlı veya Orta Asya Türkleri değil, Akdeniz havzasının Türkleri olması gerektiği felsefesini hareket noktası olarak almaktadır. Buna göre bizler de bu “havza medeniyeti”nin çocukları idik. Böylece adına Avrupa’da Néo-hellénisme denilen akımı Nev-Yunanîlik diye tercüme etmek suretiyle benimseyen bir edebî mektep tasavvur etmiş oluyorlardı.
Yahya Kemal’in “Sicilya Kızları”, “Bergama Heykeltraşları” ve tamamlanmamış şiirlerinden “Biblos Kadınları” bu düşüncesinin mahsulleridir. Edebiyatımızı da bu medeniyet havzasında bulacağımızı ümit eden Yahya Kemal, zamanla bu fikirlerini tedricî bir şekilde tasfiye etmiştir. Aynı düşüncenin takipçilerinden Yakup Kadri, “Siyah Saçlı Yabancı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri” adlı nesir yazısıyla, hatta daha sonraki yıllarda kaleme aldığı Okun Ucundan ve Erenlerin Bağından adlı deneme yazılarıyla Nev-Yunanîlik idealini yine Akdeniz havzasında, biraz daha gerilere Kitab-ı Mukaddes kıssalarına kadar genişleterek bu havza kültürünü devam ettirmiştir. Şiirde ise daha genç bir isim, Salih Zeki (Aktay), Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar bu tarzın hemen tek başına takipçisi olmakta devam edecektir.
Dostları ilə paylaş: |