Edebiyatın Batılılaşması yahut yenileşmesi, bilinen edebî türlerin şekil ve muhteva bakımından değişmeleri ve yeni türlerin ortaya çıkmasıyla kendisini gösterir. İlk şiir tercümelerini veren Şinasi (1826-1871), Türk şiirinde ilk sathî değişiklik denemelerini de yapar. Aslında kuvvetli bir şair olamayan Şinasi’nin bütün şiirleri, Müntehabat-ı Eş’ar (1862) adını verdiği küçük boyda altı formalık bir kitaptan ibarettir. Lirizmden mahrum, daha çok didaktik ve hikemî karakterde manzumeleri ihtiva eden bu kitabın yeniliği, özellikle Mustafa Reşid Paşa için yazılmış kasidelerde birtakım siyasî ve hukukî kavramların kullanılmasıdır. Halk için ve oldukça ileri sade bir dille yazılmış olması ise bu şiirlerle beraber diğer çalışmalarının da özelliğini teşkil eder.
Devrin önemli ikinci şahsiyeti Ziya Paşa (1829-1880), edebiyat hakkındaki görüşleri ve şiirleriyle daha muhafazakâr ve ihtiyatlı bir şairdir. Dilin sadeleşmesi ve edebiyatın halka inmesi konusunda tek önemli yazısı “Şiir ve İnşa” (1868) makalesidir. Bu yazısında eski Osmanlı nesrinin, dolayısıyla dilinin ağırlığından şikâyet eden ve gerçek şiirimizin halk şiiri olduğunu ileri süren Ziya Paşa, bunun dışındaki şiirleri, özellikle Harabat (1874) ön sözüyle tamamen eski geleneğe bağlı olduğunu göstermiştir. Ölümünden sonra iki defa basılan şiirleri (Eş’âr-ı Ziya, 1881; Külliyat-ı Ziya Paşa, 1924) oldukça hacimli bir divan görünüşündedir ve gerek şekil, gerekse muhteva bakımından geleneğe bağlı olmakla beraber Batı düşüncesinin izlerini taşıyan bazı felsefî-sosyal meselelerle yenilik gösterir. Bunun dışında yer yer lirizme yükselen hikmetli şiirleriyle başarılı bir divan şairidir.
Grubun en genç ve dinamik şairi Namık Kemal (1840-1888), eski edebiyata, özellikle divan şiirine karşı polemikleriyle ilk ayaklanan insan olur. Mücadele arkadaşı Ziya Paşa’nın Harabat’ına, Tahrib-i Harabat (1886) ve Takib (1886) adlı eserleriyle çoğunda haksız, fakat o nispette şiddetli hücumlarda bulunur. Bunların dışında Namık Kemal’in şiiri, başlangıçta tamamen divan estetiğine bağlı iken, Şinasi’nin “Münacât”ı ve diğer şiirleri ona yeni bir ufuk açar. Şinasi kadar olmamak şartıyla dilde nispî bir sadeleşmeye gayret gösterir. Bundan da güçlü olarak, sert hitabet tonu ile sosyal ve siyasî fikirlerini şiirlerine sokar. “Hürriyet Kasidesi” adıyla bilinen manzumesi bu tarzın en başarılı örneğidir. Bununla beraber nazım formunda genellikle divan geleneğine bağlı kalmıştır. Şekil bakımından değişiklik gösteren “Vaveylâ”, “Hilâl-î Osmani” gibi şiirleri ise kendisinden sonraki nesle mensup ve on iki yaş daha genç olan Abdülhak Hamid’in Sahra’sındaki kıtalara özenerek yazdıklarıdır. Namık Kemal’in Türk şiirine getirdiği asıl önemli yenilik, aynı zamanda onun diğer eserlerinin, dolayısıyla şahsiyetinin de bir tarafı olan kavramlardır: vatan, millet, devlet, hürriyet, hak, kanun, adalet, şehadet, bayrak, halk, ahlâk, hizmet gibi kavramlar onun şiirlerinde eski divan mazmunlarının yerine geçmiş gibidir.
Dönemin roman ve hikâyesi, henüz birbirinden ayırt edilemeyecek tek bir tür gibidir. Bir hikâye ayrımı yapmak gerekirse, buna büyük hikâye adını vermek daha doğru olur. Roman türü Tanzimat Devri’nde, şiire göre biraz daha geç zuhur eder. 1870-1876 yılları arasında, eski meddah hikâyeleri ile Batı romanı arasında bir tarz tutturmuş olan birkaç yazarla karşılaşırız.
Bir roman dilinin henüz tam manasıyla kullanılmadığı, hatta üslûpta ve cümle yapısında bayağı itinasız ilk örnekleri Letâif-i Rivayat serisinde on iki büyük hikâye ve altı romanıyla Ahmed Midhat, Müsameretname (1872-1875) adı altında toplanmış yedi büyük hikâyesiyle Emin Nihad ve tek romanı Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat’ıyla (1872) Şemseddin Sami verir. Bunların hepsi yukarıda belirtildiği gibi edebî bir eser hüviyeti taşımayan, belki halka roman okuma alışkanlığı kazandırmak gayesiyle yazılmış, çoğu hissî aşk vak’alarına dayanan ve yenilik olarak da esaret, evlilik, kadın hakları, tahsilin önemi ve Batı’yla karşılaşan Osmanlı’nın problemlerini işleyen denemelerdir. Namık Kemal’in bunları takip eden İntibah’ı (1876) ise halk hikâyesinden edebî romana geçişin ilk örneği olur. İlk psikolojik tahlil denemeleri, daha itinalı ve özentili biraz da şairane diliyle İntibah, roman türünün ilk örneği sayılmaktadır. Yayın tarihi Tanzimat’ın ikinci devresine kayan Cezmi (1881) ise, edebî dil aramada biraz daha özentili üslûbuyla ilk tarihî roman olma özelliğini taşır.
Meddah, Karagöz, orta oyunu gibi metne dayanmayan seyirlik oyunlar geleneğine sahip olan Türk tiyatrosunda Batı’daki örneklerine benzer ilk eser de Şinasi’ye aittir. Defterlerde yazma veya tasarı hâlinde kalmış bazı denemeler, Şinasi’den önce yazılmış oldukları hâlde ancak son yıllarda okuyucunun karşısına çıkabildiği için Şinasi, tek perdelik Şair Evlenmesi (1860) ile bu alanda da öncülüğünü korumaktadır. Görmeden evlenmenin mahzurları üzerine kurulmuş bu örf komedisinin, tiyatro dili ve tekniği bakımından da daha sonraki yıllarda örneği nadir görülecek bir ustalığı vardır. Nitekim ilk trajedi yazarı sayılabilecek olan Ali Haydar Bey’in manzum iki dramı İkinci Ersas (1866) ve Sergüzeşt-i Perviz (1866) ile bir komedi olan Rüya Oyunu (1875), dil ve kuruluş bakımından Şinasi’ninkinden daha zayıftır. Devrin en verimli tiyatro yazarı ise altı dramıyla Namık Kemal’dir. Vatan ve kahramanlık temalarının güçlü ve duygulu bir şekilde işlendiği Vatan yahut Silistre (1873) uzun zaman aşılamayacak bir sahne ve seyirci rekoru kırmıştır. Onun gibi bir tarihî tiyatro olan Celâleddin Harzemşah (1875); birer aşk dramı olan Zavallı Çocuk (1873), Akif Bey (1874), Gülnihal (1875) ve ölümünden çok sonra yayımlanan Kara Belâ (1910) ile Namık Kemal’in bütün tiyatroları, onun yazı hayatının birkaç senesine sıkışmış eserler olarak görünür. Aşk dramları da dâhil olmak üzere bütün tiyatrolarının ortak özelliği vatanperverlik, fedakârlık, ahlâk gibi büyük insanî değerlerin aşk duygusuyla çatışması ve üstünlüğüdür. Bu tarafıyla klâsik Fransız trajedilerini düşündürdüğü gibi, kahramanlarının hassasiyet gösteren diyalogları da romantizmden gelir.
Tezkirelerdeki birtakım değerlendirmelerin ve klâsik belâgat kitaplarınının dışında, hemen hemen bir geleneği bulunmayan edebiyat teorisi ve tenkit alanında, bu yıllarda Şinasi’nin ve Ziya Paşa’nın önemli bir çalışması yoktur. Şina
si’nin yeniden yayınlamaya teşebbüs ettiği Fatin Tezkiresi’nin bulunabilen birkaç formasında yaptığı değişiklikler, edebî şahsiyet ve eserlerin değerlendirilmesinde birtakım yeni görüşlere sahip olduğunu göstermektedir.
Ziya Paşa’nın da “Şiir ve İnşa” makalesiyle manzum “Harabat Mukaddimesi” dışında, konuyla ilgili olarak söyleyeceği bir söz yoktur. Namık Kemal’in dil, eski edebiyat, edebî türler, üslûp gibi edebiyatın çeşitli meseleleri üzerine epey hacimli makaleler külliyatı vardır.
Bunlar arasında önemlileri “Lisan-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında”, “Bahâr-ı Dâniş Mukaddimesi”, “İrfan Paşa’ya Mektup”, “Meprizon Muahezenamesi” ve “Mukaddime-i Celâl” dir. Ayrıca kitap olarak basılmış Tahrib-i Harabat ve Takib de tenkit vadisinde önemli eserlerdir. Genel olarak eski edebiyata olan tenkitleri ve yeni edebiyatın nasıl olması gerektiği hakkındaki düşünceleri, hayalden uzak bir edebiyatın müdafaası, halkı aydınlatacak, dolayısıyla halka hitap eden bir dille yazılacak edebiyatı arayışı Namık Kemal’e haklı olarak Tanzimat Edebiyatı’nın bu ilk devresi için ilk yenilikçi unvanını kazandıracaktır.
Edebiyatın İçe Kapanması
Doksan Üç Harbi de denilen Osmanlı-Rus savaşı sonrasında II. Abdülhamid’in memleket için duyduğu birtakım endişeler sebebiyle Meclis-i Mebusan’ı kapatması, Meşrutî rejime son vermesi, bir süre sonra hâliyle siyasî hatta sosyal meselelerin gündemden kalkmasına ve giderek ağırlaşan bir sansür sisteminin kurulmasına yol açmıştır. Bu durum edebî eserlerin de aynı kontrol mekanizmasından geçmesini gerektirdiğinden edebiyat, önceki devirde başlayan sosyal zeminden uzaklaşarak estetik bir yol aramıştır. Böylece artık halka hitap etmesi gerekmeyen, buna bağlı olarak dilinin sade olmasına da lüzum olmayan, buna mukabil sanat değeri ön plâna çıkan bir edebiyat gelişmeye başlamıştır. Çok bilinen bir deyişle öncekinin “toplum için edebiyat”ına karşılık bu defa “edebiyat için edebiyat” bahis konusu oluyordu. Namık Kemal’in, kendi neslini çok iyi belirleyen “Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umumîdir Kemal/Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına” beyti karşısına, sadece kendi küçük çevrelerinin dertleriyle uğraşan ferdî, hissî ve estetik ağırlıklı bir edebiyat ortaya çıkıyordu.
Tanzimat Devri edebiyatının bu ikinci dönem mensuplarının, yani Ekrem-Hamid-Sezai üçlüsünün edebiyata kazandırdıkları özellik sadece siyasî baskıyla açıklanamaz. Bilhassa Ekrem ve Hamid, yaradılış bakımından öncekiler gibi aktif politikanın içinde yer alacak karakterde değildirler. Her ikisi de edebiyatı birtakım fikirlerin ifade vasıtası olmaktan çok kendi acılarının ve ihtiraslarının aracı olarak benimsemişlerdir. Her ikisinde de hayatlarında karşılaştıkları büyük ölüm vak’aları sebebiyle eserlerinin eksenini ölüm teşkil etmiştir. Böylece edebiyat, mizaçların tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır.
Şiir bu dönemin belirleyici türüdür. Ekrem’i de, Hamid’i de şiirleri meşhur eder. Recaizade Ekrem (1847-1914), şiirde şekil meselesine Namık Kemal’in bıraktığı yerden eğilir. Bir taraftan divan şiirinin şekilleriyle yazarken, bir taraftan da onlara yeni adlar, başlıklar koyar. Hamid’in cesaretle denediği yeni nazım şekillerini ise onun izinden giderek, fakat daha ihtiyatlı olarak dener. “Gerçek tabiat” ilk defa onun şiiriyle edebiyatımıza girmiştir. Ancak bu, derinliksiz, sathî
biraz da çocukça birtakım tasvirlerden ibarettir. Ailesi içinden genç yaşta arka arkaya kaybettiği insanlar, ona şiirinde yeni bir tema kazandırır: Ölüm. Ancak Ekrem, hayatın bu büyük gerçeği karşısında da hassas bir insan tavrı göstermekten daha fazla bir derinliğe ulaşamaz. Ölümün bizzat kendisi onun için beşerî veya ilâhî bir mesele değildir. Sadece mersiye geleneği biraz dili ve pek az motifleri değişerek yenilenmiştir. Yani ölenleri hayırla yâd etmek ve onlara duyulan bitip tükenmez bir hasret. Bununla beraber Ekrem’in yeni bir şiir dili bulma gayreti de belirtilmelidir. Şinasi’de makale cümlelerini aşamayan, Namık Kemal’de hitabet tonu içinde sentaks bozuklukları fark edilmeyen, Ziya Paşa’da ise zaten tamamıyla eski şiirin dilini devam ettiren yapı, Ekrem’in gayretleriyle yeni tarz şiir için sağlam bir mısra diline doğru gider. İlk basılış yıllarına göre şiir kitapları şunlardır: Nağme-i Seher (1873); Yadigâr-ı Şebab (1873); Zemzeme I (1882), II (1883), III (1884); Tefekkür (1886); Pejmürde (1895); Nijad Ekrem I (1900), II (1910); Nefrîn (1914).
Yalnız Tanzimat şiirinde değil, 1940’lara kadar bütün Türk şiirinde en büyük hamleleri yapan Abdülhak Hamid’dir (1852-1937). Onun şiir dilinden başlayarak nazım şekillerinde, kafiyede, şiirin muhtevasında, imaj ve temalarda gerçekten önemli ve birçoğu cür’etli sayılabilecek değişiklikler yapması, kendi şiiri için hem ustalığı, hem de birtakım zaafları ortaya koymaya vesile olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar yetişen Hamid her nesilde şiirine yeni bir hamle vermiştir. Çok şiir yazan, biraz kendini ilhamına bırakan şairin, şiir dili üzerinde yeterince durmayışı, bazen orijinal imajlar yaratmak için mantığın ve hayal gücünün de dışına taşması şiiri için bir zaaf teşkil eder. Yazdığı yirmi altı tiyatronun bir kısmının manzum, bir kısmının nazım-nesir karışımı olduğu, hatta çoğunda diyalogların dışında şiir metinlerinin bulunduğu dikkate alınırsa, onun tiyatroda da şairaneliği tercih ettiği anlaşılır. Hamid’in hayatında karısı Fatma Hanım’ın ölümü, onun şiir mekanizmasını harekete geçiren güçlü bir motif olarak görünür. Makber (1885) bu duyguların mahsulü olan uzun bir poemdir. Çoğu belli bir tema etrafında teşekkül etmiş şiirlerinden meydana gelen on kitabından bazıları da tek ve uzun birer poem karakterindedir. İlk şiir kitabı olan Sahra (1879) kır hayatının sade ve saf aşklarını, ibadetleri, dostlukları dile getirir. Makber’le beraber Ölü (1885), Bunlar Odur (1885) ve Hacle de (1885) Fatma Hanım’ın ölümü ve ölüm düşüncesi etrafında şekillenir. Bunlar ve duraksız 13’lü hece vezniyle aşırı anjambmanlarla yazılmış olan Bâlâdan Bir Ses (1912) hep uzun poemler hâlindedir. Küçük şiirlerini toplamak istediği “Hep yâhut Hiç” ise ölümünden çok sonra yayımlanabilmiştir (Hz. İnci Enginün, 1982).
Basılmamış iki tiyatrosuyla beraber 25 oyunu olan Hamid’in bu eserlerinin hepsi trajedidir. İlk tiyatroları olan Macera-yı Aşk (1873), Sabr ü Sebat (1875) ve İçli Kız’da (1875) devrinin hissî dramlarının, özellikle Namık Kemal’in tesirindeyken daha sonrakilerde Hamid’in şahsiyeti belirir. Tiyatro metni ve tiyatro tekniği bakımından tenkit edilmiş olan, çoğu sahneye aktarılması mümkün ol
mayan, epey ağır ve külfetli bir dilin kullanıldığı tiyatroları, bu kusurlarının dışında edebiyatımıza çok şey kazandırmıştır. Afganistan, Hindistan, Avusturalya, Kanada, Fransa, İngiltere, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bir mekânda, Endülüs, Âsur, İlhanlı, Makedonya ve Orta Asya Türk tarihlerine uzanan bir tarih duygusu, otantik ve fiktif şahsiyetler, reel ve irreel varlıklarla yalnız kendi dönemine değil sonraki edebiyat nesillerine ve gruplarına da geniş ufuklar açmıştır.
Recaizade Ekrem’in tiyatroyla ilgili çalışmaları Namık Kemal’den de önce başlar. Ancak bunlar, şiirlerinde olduğundan daha da başarısızdır. Afife Anjelik (1869) ve Vuslat yahut Süreksiz Sevinç (1874) basit birer romantik aşk dramı, Çok Bilen Çok Yanılır (1916, yazılışı 1875) ise konusu halk hikâyelerinden çıkarılmış bir örf komedisidir. Châteaubriand’dan çevirdiği Atala romanının gördüğü rağbet üzerine onu bir süre sonra tiyatro hâline getirmesi de devri içinde orijinal bir çalışma olarak kalmıştır (1873).
Bu dönemin roman türündeki mahsulleri fazla verimli değildir. Küçük hikâyenin hâlâ belirmediği, hikâye ve roman türlerinin birbirine karıştığı bu yıllarda Ekrem, Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Tecellisi (1890) ve Şemsâ (1895) adlı uzun hikâyeleri dener. Teknik bakımdan daha başarılı bir sosyal hiciv romanı olan Araba Sevdası (1896) ise çarpık Batılılaşma serüvenindeki tiplerin karikatürünü çizer.
Dönemin zikre değer roman ve hikâye yazarı Samipaşazade Sezai’dir. Hikâyenin romandan ayrılması ve küçük hikâyenin (nouvelle) başlaması onun çalışmalarıyla olur. Dönem olarak bulunduğu grup içinde diğerleri gibi aşırı hissî ve romantik akıma fazla kapılmamış ve asıl meyvesini Servet-i Fünun romanında verecek olan realist edebiyata yolu da o açmıştır. İlk hikâye denemelerini topladığı Küçük Şeyler (1891), bazı denemeleriyle beraber hikâyelerini de ihtiva eden Rumuzü’l-Edeb (1898) ve İclâl (1924) küçük günlük vak’aları işleyen iddiasız, fakat kendinden sonrakilere sağlam bir hikâye dili ve tekniği emanet eden eserlerdir. Tek romanı Sergüzeşt’te (1888) ise, Tanzimat Dönemi’nde en çok işlenen kölelik konusunu temel olarak kullanırken kendi hayat tecrübelerinden faydalanmak gibi realist romanın ana kuralını uygulamaya gayret etmiştir.
Edebiyatın teorik meseleleri konusunda Ekrem önemli bir yer tutar. Ona zamanında Üstad-ı Ekrem denilmesi Servet-i Fünun edebî grubuna birçok bakımdan öncülük etmesindendir. Talim-i Edebiyat (1879), gelenekten gelen belâgat kitaplarının karşısında modern bir edebiyat psikolojisi ve edebiyat estetiği denemesidir. Buradaki fikirlerini daha sonra genç şair Menemenlizade Tahir’in Elhan adlı seksen dört sayfalık kitabına seksen beş sayfa hacminde bir tanıtma kitabı yazarak geliştirdiği Takdir-i Elhan’da (1886) kendinden önceki nesilde fikre angaje olmuş edebiyatı, özellikle şiiri estetik bir zemine oturtmaya çalışır. Üçüncü Zemzeme (1884) mukaddimesinde ve Takrizat’ta da (1896) hep yenileşen edebiyatı savunur ve genç amatörleri teşvik eder. Servet-i Fünun Edebiyatı onun açtığı yoldan, onun teşvikleri ve gayretleriyle kurulmuştur.
Ara Nesil ve Diğerleri
İlk defa Mehmet Kaplan’ın Tevfik Fikret hakkındaki araştırmasında devrin panoramasını çizerken Tanzimat’ın ikinci grubu ile Servet-i Fünun arasında bir
ara nesilden söz etmesinden beri böyle bir topluluğun varlığı düşünülmektedir. Bu ara neslin özellikleri küçük, günlük hassasiyetleri eserlerine konu olarak almalarıdır. Aslında bu özelliklerin de dışında şiir, hikâye ve roman alanında eser vermiş çok sayıda yazar vardır. Genellikle edebiyat tarihlerindeki tasniflerin dışında tutulan bu yazarlardan başlıcaları üzerinde de kısaca durmak gerekir.
Şiir kitapları ve hikâyeleri olan Nâbizade Nazım (1862-1893) Karabibik adlı uzun hikâyesi ve Zehra romanıyla tanınmıştır. Karabibik (1890) şuurlu olarak realist hatta natüralist türde bir eser ortaya koymak niyetiyle kaleme alınmış, gözleme dayanan ilk köy hikâyesidir. Zehra (1896) ise marazî derecede kıskanç bir kadının duygularının psikolojik gelişmesini başarıyla veren bir romandır. Mizancı Mehmed Murad’ı (1854-1917) edebiyat tarihlerine geçiren Turfanda mı yoksa Turfa mı? (1891) romanı, İslâm birliği idealinin mesajlarını veren, siyasî ve sosyal tenkitleriyle daha çok Tanzimat Dönemi romanlarını andıran bir eserdir. Şiir, hikâye, roman, inceleme türünde yüze yakın kitabı bulunan Mehmed Celâl (1862-1912) bu verimliliğine oranla vasat bir şair ve yazar olarak kalmıştır. Şiirleri Ekrem’le Hamid arasında bazı yeni şekil denemeleri ile yerli imaj ve motifleri arama gayreti gösterir. Roman adı altında yayımlanmış eserlerinin çoğu ise basit ve hissî aşk konularını işleyen uzun hikâyelerdir. Yine onun gibi uzun hikâye ve şiirleri, zamanında sevilip okunmuş, daha sonra unutulmuş bir başka yazar Mustafa Reşid’dir (1861-1936). Aynı geleneğe bağlı şairlerden Menemenlizade Tahir (1862-1903), Recaizade Ekrem’in, hakkında bir kitap yazdığı Elhan’daki (1886) şiirleri ve edebiyatla ilgili teorik yazılarıyla bilinir.
Edebiyat tarihi kadrosunda hemen daima marjinal olarak düşünülmüş önemli bir şahsiyet olan Muallim Naci (1850-1893) Ekrem’le aralarında başlayan, daha sonra taraftarlarının katılmasıyla devam eden münakaşalar sonunda Naci’yi eskinin, Ekrem’i yeninin yanında göstermek gibi bir değer yargısıyla hatırlanmıştır. Aslında Muallim Naci, form bakımından geleneğe bağlı şiirlerinde bile duygu açısından yenilikler aramış, bunun dışında şekil olarak Fransız nazmını andıran, hatta daha da orijinal denemeleri olan bir şairdir. Devrinde Türkçeyi bir şiir dili hâline getirmedeki rolü yanında, daima yerli bir çizgiyi arayışı da önemlidir. Basılmış elli kadar eseri arasında başlıca şiir kitapları şunlardır: Ateşpâre (1883), Şerâre (1884), Füruzan (1886), Sünbüle (1890), Yadigâr-ı Naci (1897).
Yukarıda ara nesil mensupları olarak adları geçen Mustafa Reşid ve Mehmed Celâl’le beraber Şeyh Vasfi (1851-1910), Nigâr Hanım (1862-1918) gibi isimler bir bakıma Naci etrafında veya divan şiirini yenileştirerek devam ettiren şairlerdir. Hatta Servet-i Fünun şairlerinin çoğu Ekrem-Naci münakaşalarından önce Naci’yi üstat olarak benimsemişlerdir.
Bu bahiste edebiyat gruplarının dışında kalan iki şahsiyetten daha söz etmek gerekir. İlki Tanzimat’ın ilk devresindeki roman yazarları arasında zikredilen, fakat asıl verimli yıllarını bu devrede geçiren Ahmed Midhat’tır (1844-1912). Önemli olmayan birkaç tiyatro denemesi ile ansiklopedik ve didaktik bilgiler veren kitapları dışında Ahmed Midhat uzun hikâye ve romanları ile bilinir.
Letaif-i Rivayat serisinde çıkan ve kısa birer roman olarak da kabul edilebilecek 17 uzun hikâyesi ve 27 romanıyla o uzun süre kırılamıyacak bir rekoru elinde tutar. Bu sayıya, Tanzimat’ın ilk devresi olarak belirttiğimiz 1876 yılına kadar yazdıkları dâhil değildir. Ancak Ahmed Midhat Efendi’yi, her türlü edebî endişeden uzak, eski devrin hikâye anlatıcıları olan meddahların biraz daha gelişmişi olarak kabul etmek gerekir. O, halkını okumaya alıştıran popüler ve popülist bir yazardır. Bu açıdan ilk Tanzimat edebî mektebinin felsefesi olan “eğlendirerek öğretmek” prensibini kendisine çıkış yolu yapmıştır. Herhangi bir tahlile dayanmayan ve gerçekle olağanüstünün birbirine karıştığı, fevkalâde tesadüflerin, bütünüyle iyi ve kötü kahramanların üstüste yığıldığı, daha çok vakâ görünüşünde eserler kaleme almıştır. Osmanlı’nın bir süredir karşı karşıya kaldığı yeni medeniyet dairesinin, yani Batı’nın, iyi ve kötü taraflarını göstermek, bu romanların başlıca tezini teşkil eder. Çoğu macera romanı karakterinde olan bu kitaplar arasında nispeten sağlam bir olay örgüsüne dayanan ve yine nispeten edebî olmaya yaklaşan başlıcaları şunlardır: Yeryüzünde Bir Melek (1875), Felâtun Beyle Râkım Efendi (1875), Karnaval (1881), Müşahedat (1891), Jön Türk (1910).
Dönemin ikinci önemli şahsiyeti Beşir Fuad’dır (1852-1887). Aslında edebî bir eseri bulunmayan, hatta bir bakıma edebiyata da karşı olan Beşir Fuad, edebî tenkit alanında devri içinde önemli bir yazardır. Felsefî görüşü materyalist ve pozitivist olan Beşir Fuad bu ikinci doktrinin gereği olarak edebiyatta da natüralizmi benimsemiş, böylece devrin hayalî, romantik ve gözyaşı yüklü edebiyatına karşı çıkmıştır. Ona göre edebî bir eser ancak ilmin gerçeklerine uygun olursa bir değer taşır. Bunun tabiî bir neticesi olarak da, gerçeklere uyan realist ve tecrübeye dayanan natüralist romanı tavsiye eder.
Osmanlı yazarlarının romantikleri değil, Emil Zola gibi realist ve natüralistleri takip etmeleri gerektiğini ileri sürer. Bu konular dolayısıyla edebî ve felsefî birtakım münakaşalara sebep olan Beşir Fuad, yalın üslûbu, makalelerindeki vuzuh ve şahsiyetten daima kaçan objektifliği ile devrin tenkit anlayışının üzerinde bir zihniyetin sahibi olmuştur. Muallim Naci ile dile ve edebiyata dair karşılıklı mektuplarından meydana gelen İntikad (1887) ile romantizmin tenkidini ve natüralizmin prensiplerini ortaya koyduğu Viktor Hugo (1885) monografisi önemli eserlerindendir (Edebiyatla ilgili münakaşalarını ihtiva eden bütün yazıları, mektupları ve yukarıda zikredilen iki eserinin tam metinleri için Handan İnci tarafından yayına hazırlanan Beşir Fuad. Şiir ve Hakikat, İst.1999 adlı çalışmaya bakılabilir).
Servet-i Fünun Edebiyatı
Aslında 1891 yılından başlayıp pek az fasılalarla 1944’e kadar sürekli çıkmış bir edebî dergi olan Servet-i Fünun, 1896-1901 yılları arasında bir araya gelmiş, şuurlu olarak Batı edebiyatına açılan, edebî teknik ve estetik bakımından önem taşıyan bir edebiyat topluluğunun da adı olmuştur. 1884’te patlak veren Ekrem-Naci ve taraftarlarının münakaşası muhafazakâr ve Avrupaî edebiyat mensuplarını bir süre sonra kendiliğinden iki ayrı cepheye ayırmıştı. Hasan Asaf adlı bir gencin bir şiirindeki “abes-muktebes” kelimelerinin kafiye olup olmayacağı konusu meseleyi yeniden alevlendirince Recaizade Ekrem, yenilik taraftarları için
bir yayın organına ihtiyaç duyar. Eski öğrencilerinden Ahmed İhsan’ın çıkarmakta olduğu Servet-i Fünun dergisi 7 Şubat 1896 tarihli sayısından itibaren, Tevfik Fikret’in yöneticiliğinde yeni bir istikamet kazanır. Aynı edebiyat anlayışına sahip olup da o zamana kadar değişik dergilerde yazan yenilikçi şair ve yazarlar bu tarihten sonra yavaş yavaş Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanırlar. Esasen Ahmed İhsan, Tevfik Fikret, İsmail Safa, Hüseyin Cahid, Halid Ziya, Mehmed Rauf, Cenab Şahabeddin gibi genç yazarlar hocalık-öğrencilik, yazarlık-okuyuculuk veya mektuplaşma gibi ilişkilerle Recaizade Ekrem’in etrafında bir edebiyat ağı örmüş bulunuyorlardı. Belli bir edebî beyannameleri olmaksızın Servet-i Fünun topluluğu böylece kurulmuş oldu. Daha önce Tanzimat’tan beri gelen bütün edebî yenileşmeler için kullanılan “Edebiyat-ı Cedide” adı da, bir süre sonra bu topluluk için daha özel olarak kullanılmaya başlandı.
Servet-i Fünun veya Edebiyat-ı Cedide, devrinin diğer edebî topluluklarından farklı olarak, sonradan adlandırılmış ve gruplandırılmış değildir. Fiilen bir araya gelen ve birlikte hareket eden bir yazarlar topluluğudur. Başta edebî eserlerinin özellikleri olmak üzere, aralarından bazılarının sanat ve hayat hakkındaki yazılarından, bir kısmının daha sonra kaleme aldıkları hatıralarından onları bir araya getiren faktörleri öğreniriz. Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret hakkındaki önemli araştırmasında, bu faktörlerin psikolojik ve sosyal temellerine işaret eder. Evvela bu şahsiyetler, önceki Hamid-Sezai mektebi gibi ferdiyetçi bir sanat anlayışına sahiptirler. Bunda da devrin siyasî durumunun rolü vardır. Önceki nesil için ileri sürdüğümüz sebepler, Servet-i Fünuncular için daha da önem kazanmıştır. Bu durumda edebiyatçıların siyasî ve sosyal problemler yerine kendi meselelerine ve bunların estetik açıdan geliştirilmelerine eğilecekleri tabiîdir. Hepsi orta sınıf esnaf, tüccar ve memur ailelerinden gelmiş, disiplinli ve programlı eğitim veren, yabancı dil öğreten okullarda okumuşlardır. Belki yaradılışlarından, belki zamanla çağın ortak psikolojisinden kaynaklanan içe kapanık, hissî hatta marazî ruh yapıları vardır.
Dostları ilə paylaş: |