***
197
AŞK EBEDİDİR
ydan sabah çocuklarını okula gönderdikten sonra şimdi
dışarı çıkacağım derken, aniden telefon çaldı. O, ahizeyi
alıp yabancı erkeğin sesinden biraz ürkmüş gibi oldu.
Çünkü şimdiye kadar aynı telefona çocuklarından başka kimse
telefon açmıyordu. Ev sahibiymiş.
Selamlaşmadan sonra “Eğer herhangi biri ev belgelerini sorarsa,
işte bu telefon numarasını verin”, dedi. Aydan rakamı kaydetip
vedalaştı. Ahizeyi koyup, biraz nefes aldı. Böylece Alibek dört ay
sonra onlara üç odalı değil, dört odalı ev ayarladı.
Aydan çocuklarıyla birlikte yeni eve taşındı. Onun neşesine
diyecek yoktu. O sene tatilde köye gitmedi. Topladığı paralarına
evine yeni mobilya satın aldı. İslam ise köye gidip ninesiyle dedesini
yeni aldıkları eve getirdi. Onlar da evi görüp çok sevindiler.
Aydan, anne babasının çok memnun olduklarını görüp, kendini
gayet mutlu hissetti. Akşam yemeği anında Adil reis Sıddık hakkında
sordu. Bu soruyu bekleyen Aydan kocasını fazla kötülemek istemedi,
ama hanımı ve iki çocuğunu olduğunu söyledi. Aydan artık onunla
asla yaşamak istemediğini belli etti. Çocuklarına ne olursa olsun
babalarını kötülememelerini söyleyip bu konuya kesin nokta koydu.
Riskiye, kızına acıyarak biraz bakınıp durduktan sonra:
– Sen hâla gençsin kızım, yalnız yaşamamalısın, – dedi.
Hanımının bu sözüne şaşıran reis ona biraz tuhaf baktı.
– Anneciğim, orası alın yazım artık, benim için sizlerin sağ salim
olmanız ve çocuklarımın kendi yolunu bulmasıdır. Başka bir şey
istemem? –dedi Aydan.
Aydan, günlerin nasıl çabuk geçtiğini anlamamıştı. Anne babası
artık köye dönmek istiyorlardı. Aydan, büyüklerinin daha
A
198
kalmalarını istiyordu, ama babası şimdi havanın sıcak olduğunu,
günler soğuk olunca tekrar geleceklerini söyledi. Böylece Aydan
büyüklerini köye uğurladı.
Aydan’ın işi bitmek bilmiyordu, evin eksiklerini bitirmek için
pazara, oradan işe koşturmaktan kendini alamıyordu. İş yerindekiler
hep “Ne zaman bizi yeni evde konuk edeceksiniz?” diye şaka bile
yapıyorlardı.
Sonbahar geldiğinde İslam’a askere çağrı kâğıdı geldi. Aydan
bunu beklemiyordu o yüzden çok tedirgindi. Tam o günlerde anne
babası gelmişti. Oğlu askeri bölüme gidip adete göre saçları tümüyle
kesilmiş kel hâlde döndü. Aydan işten döndüğü zaman, İslam yatakta
düşünceye dalmış bir hâlde yatıyordu. Oğlunu sonradan özleyeceğini
düşünüp ağlamaya başladı. O zaman oğlu:
– Anne, niçin ağlıyorsun, ben de arkadaşlarım gibi vatanî
görevimi yapmam lazım. Zaman çok çabuk geçer. Gelecek hafta
göndereceklermiş, – diyerek teselli etti.
Aydan, anne babası eve geldikleri için çok rahatlamıştı. Babasıyla
konuşup, tatil günü hayır yapmak istedi. Böylece iş arkadaşlarını da
eve davet etti. Ziba sabah erkenden gelip yardımcı oldu. İslam da
arkadaşlarını eve çağırdı. Sonra annesine şöyle dedi:
– Anneciğim, hocamı da davet ettim, “zaman bulup mutlaka
gelirim” dedi.
Aydan bunları duyunca “Hocasını ne kadar çok seviyor ya” diye
şaşırdı. Tam o sırada Ziba:
– Aydan abla, erkekler için hangi odayı ayarlarız? – diye sordu.
– Konuk odasını ayarlarız, – dedi Aydan. Gümüş’le Ziba koştura
koştura yardımcı oluyorlardı.
Akşam konukları uğurladıktan sonra iki komşu kadın geldi
onlara. Aydan onları içeriye alıp sohbet ederken dışarıdan İslam’la
199
birisi içeri girdi. Mutfaktan çay taşıyan Gümüş ona selam verdi.
Dedesi çıkıp konuğu karşıladı.
– Anne, anneciğim, – diye seslendi İslam.
Aydan yerinden kalkıp dışarı çıktı.
O, konuğu görünce hayretten dili tutulmuştu. Sanki kan basıncı
artmış gibi kızarmıştı yüzü. O, işte öğrencilik döneminde ressamların
sergisinde karşılaştığı uzun boylu delikanlıydı. İster istemez “Ya
Allah”, dediğini kendisi de fark etmedi. O zaman oğlu annesine
şaşkın vaziyette bakarak:
– Tanışın, benim hocam Kabil abi, – dedi gülümseyerek.
Aydan’ı görünce o da şaşırmıştı, kulaklarına kadar kızarmıştı ve
hemen:
– İyi misiniz? – diye sordu.
Aydan zar zor kendini toparlayıp:
– Teşekkür ederim, iyiyim, siz nasılsınız? – diye cevap verdi.
Aydan yavaşça yatak odasına girdi ve sağa sola baktı. Durmadan
oradan oraya yürüdü. O aynı anda ne yapacağını da bilmiyordu. O
sırada odaya giren İslam:
– Anne, sen de gelsene, dedi.
– Tamam, tamam gelirim, çok ısrar etme, zaten ninen var orada,
– dedi Aydan.
Bunun üzerine oğlu bir şey demeden odadan çıktı. “Evet, oraya
gelmezsem saygısızlık olur”, diye düşündü Aydan. Oğlu herkesle iyi
ilişkide bulunmaya çalışan, konuksever Adil dedesine çok
benziyordu. Aydan odadan çıkınca misafir odasından çıkan oğluna
rastladı. O, elinde çaydanlıkla mutfağa doğru gidiyordu. Yavaşça
onun elinden çaydanlığı aldı ve:
– Hadi çaydanlığı bana ver, ben götüreyim, – dedi. Oğlu memnun
olup:
200
– Buyur anneciğim, – diye çaydanlığı vererek, doğru kendi
odasına gitti. Aydan, babası ve misafirin oturduğu odaya girdi.
Babası zevkle konuğa bir şeyleri anlatmaktaydı. Gözler buluşunca
Aydan yine ateş içinde yanmakta olduğunu anladı. Babası onları
tanıştırmak için:
– Alnımıza yazılan işte bu tek kızımız, – dedi.
Kabil, “Öyle mi?” der gibi başını sallayıp, Aydan’a baktı. O
sırada İslam elinde iki üç tane resimle içeri girdi. Hocasına yakın
oturup:
– Bu ziyaret edilen kutsal pınarın resmi. Şu dedemle birlikte atla
dağın tepesine çıktığımız resim. İşte bu da ninemle annemin
elmazarda bulunduğu manzarayı yansıtıyor, – diye açıklama yaptı.
Aydan biraz utanmış gibi oldu. Kabil bey:
– Evet, tanıdım, – dedi. İslam şaşırarak:
– Annemi tanıyor musunuz? – diye sorunca hocası:
– Evet, tanıyorum, – dedi.
Aydan’ın içi daha yanmaya başladı. Oğlu hemen:
– Ya sen?” diye sordu.
Aydan, ne diye cevap vereceğini de bilmiyordu. Kabil bey:
– Annenizi bilmiyorum ama ben onu iyi hatırlıyorum, – dedi.
Aydan artık bitmişti, içinde şimdiye kadar hapsedilmiş duyguları
feryat etmekteydi. Hepsini hatırlıyormuş. Yavaşça yerinden kalkıp,
çay bahanesiyle koridora çıktı.
Odasına girdi ama sakin olamıyordu. İçin için ağlamak istiyordu.
Tam o sırada oğlu içeri girince:
– Beni rahat bırak, – dedi Aydan. Böylece oğlunun sorularından
biraz kurtulmuş oldu. Nitekim Aydan, konuğu uğurlamaya da
çıkmadı, daha doğrusu utandığından dolayı ona gözükmemeye
çalıştı.
201
Sabah olunca Aydan işe acele etti. Çay bile içmeden evden çıkıp
gitti. Artık o dünkü Aydan değildi. Yürümeleri başkaca, genç kızlar
gibi yürüyordu. Baktığı her yer ona çok güzel gözüküyordu. Şimdi
karşımdan Kabil Bey çıkacak, diye etrafa bakınıp duruyordu. İş
yerinde de herkesle iyi konuştu. Daha doğrusu dünkü eğlenceden
sonra herkes ona iyi davranıyordu. Akşam olunca tekrar eve döndü.
Evde annesi yalnızmış, babasıyla oğlu bir yerlere gitmiş. Aydan
artık sıkılmaktaydı. Ondan bir haber yoktu. Geri dönüp telefona
baktı. O da susuyordu. Çay hazırlayıp mutfağa geçti. Annesiyle biraz
sohbet etti.
– İslambek’in hocası çok hoş bir delikanlıymış, – dedi Riskiye
hanım.
– Nasıl delikanlı, yaşlanmış biri ya, – dedi şakalaşır gibi Aydan.
Annesi kızına ilginç göz atarak:
– Bu ne demek, şimdi kırk yaşındaymış. Onu överek babanın da
ağzı yoruldu, – dedi. O sırada Gümüş girdi içeri. Yemek yedikten
sonra ninesine sarılıp:
– Eline sağlık nineciğim, pişirdiğin yemek çok lezzetli olmuş, –
diyerek kendi odasına geçti.
Aydan konuyu değiştirmek amacıyla:
– Köyü özlüyor musun anneciğim? – diye sordu. Annesi şöyle
bir ah çekti ve sonra:
– Özlemeden olur mu yavrum. Evet şunu da söylemeyi
unutmuşum, geçenlerde Azimcan hanımıyla gelmişti. Komşularla
görüşüp Aydan’a söyleyeceklerim var demiş.
– Ya, anneciğim, niçin daha önce söylemedin bunu? – dedi
Aydan.
– Unutmuşum, – dedi annesi.
– Nasıl iyimiymişler acaba? Tatile çıktığım zaman mutlaka
Fergane’ye gidip ziyaret edeceğim onları, – dedi Aydan.
202
Tam o zaman telefon çaldı, Aydan, mutfaktan nasıl acele koşarak
geldiğini anlayamamıştı. Telefonun yanına gidip biraz derin nefes
alıp, kendince “işte bu o” diye düşünerek sanki hiçbir şey olmamış
gibi ahizeyi kaldırdı. Oğluymuş:
– Anneciğim, biz ninemle biraz sonra geliriz, merak etmeyiniz, –
der.
– Şimdi nerdesiniz? – diye sordu Aydan.
– Misafirlikteyiz, anneciğim, – diye çok konuşmadan ahizeyi
yerine koydu. Riskiye şaşırarak kızına:
– Ne oldu acaba, niye bu kadar acele ettin, çok korkuttun ya, –
dedi. Aydan söz bulamadan gülümsedi sadece.
Karanlık çökünce babasıyla oğlu memnun olarak eve
dönmüşlerdi. İslam, hocasının onları misafir ettiğini, eve şimdi
arabasıyla getirdiğini söyledi. Aydan kendi kendine “Mademki seni
görmek istememiş, yine ne istiyorsun?” diye kalbinde ateş alan kora
su attı.
Askere gideceği gün gittikçe yaklaşırken Aydan’a göre oğlu çok
üzgün gözükmekteydi. Aydan yatakta düşünceye dalan oğlunun
yanına gidip:
– Ne oldu sana yavrum, askere gitmek istemiyor musunuz yoksa?
– diye sordu.
– Niçin öyle diyorsun anne, merak etme, her şey iyi, – diyerek
uzandığı yerde ters döndü.
Oğlunu uğurladıkları gün nedense hocası gözükmedi. İslam da
hocası hakkında hiç konuşmadı. Dedesi İslam’a hocası hakkında
sorduğu zaman her defa zevkle konuşuyordu, ama bu kez ancak
“evet, hayır” demekle yetindi. Terminale geldikleri zaman da oğlu
annesinin gözüne hiç bakmıyordu, dedesinin söylediklerine kulak
asmıyordu. Son dakikalarda annesi ağlarken, ancak o zaman boynuna
sarılıp vedalaşarak gözünün yaşını belli etmemek için geriye
203
bakmadan içeri girdi. Aydan, durmadan ağlarken, “Belki şimdi
yanında babası bulunmadığı için üzülmüştür, aslında böyle
zamanlarda herkes yanında babasının olmasını ister, zavallı çocuk”,
diye düşünmekteydi. Nihayet zor bir şekilde oğlunu uğrladıktan
sonra hep birlikte eve dönmüşlerdi.
Ev İslam’sız sanki öksüz kalmıştı, özellikle akşam yemeği
zamanında onun yeri net belli oluyordu. Gece yarısına kadar
uyuyamayan Aydan düşünceye dalmıştı. “O kadar çok övdüğü hocası
da hiç aramadı. İşte böyle Aydan, sen kendince göklerde uçmaktasın.
Şunu iyi anla, herkese aynı şekilde iyi gözükeceğim dersen yanılırsın.
Kaç gün oldu, niçin yoluna çıkmadı veya iş yerine gitmedi. Hiç
olmazsa telefon açabilirdi ya, bunun imkânı vardı”, diye aynı duygu
ve düşünceleri kafasından silip atmaya karar verdi.
Artık onun kafası hep oğluyla meşguldü, her gün ondan mektup
bekliyordu. Aradan bir ay geçmişse de oğlundan haber yoktu. O çok
merak ettiğinden dolayı harp komutanlığına gidip durumu
öğreneceğim dediği günlerin birinde işten eve dönerken oğlundan iki
mektup geldiğini öğrendi. Aydan mektubu eline aldı ve üzerindeki
yazıya göz attı. “Anneme yazdığım işte bu mektubu kimse
okumasın”, diye yazmıştı. Gözlerini kapatıp kokladı ve odasına geçti.
“Nukus şehrinden oğlun İslam’dan çok çok selamlar. Sevgili
anneciğim, ben sağ salim ulaştım. Taşkentli bir arkadaşla birlikte
askerliğe başladık. İnanki kardeşler de bizim gibi olamaz. Her şey
yolunda, sen nasılsın anneciğim?
... Anneciğim, uzun zaman seninle açık konuşmak istemiştim,
ama hiç cüret edememiştim. Herkes toplandığı o gün niçin ağladığını
hocamdan öğrenmiştim.
O, gençliğinde sana rastlayıp âşık olduğunu, sonra arayıp
bulamadığını söylemişti. Ancak ben razı olursam ortaya görücü
koyacağını söylemişti. Ben hayır dersem, bana hiç kızmayacağını ve
biz her zamanki gibi usta ve çırak olarak kalacağımızı anlatıp,
204
“Cevabini bekleyeceğim” demişti. Anne önce buna kızmıştım, ama
daha sonra çok düşündüm, o yüzden biraz geç mektup yazmaktayım.
O beni kaç seneden beri tanıyorsa da sen benim annem olduğunu
bilmiyordu. Bu gerçek. Bir gün çocuklarla aşk konusunda soru
sorduğumuzda ben bir kızı bir defa görüp sonra bulamadım demişti.
Anneciğim, kendi babamızla birlikte yaşamamız daha iyi olurdu
tabii. Ama babama gidip söylememe rağmen beni uğurlamaya bile
çıkmadı. Hatırladığım kadarıyla çocukluğumdan beri babam sana
karşı hiç saygı göstermemiştir. Hatta o sıralarda seni balkondan
aşağıya doğru atmasına da az kalmıştı. O zaman ben çok küçüktüm.
Babam beni elinden çekip yatağa attığı zaman çok korktuğumdan
dolayı Sefer dedem rahmetlinin bana öğrettiği: “Kulhuv Allah’u
ahad”ı okuyup, babama insaf vermesini isteyip “Allah’umma salli ala
Muhammed’en ve ala ali Muhammed” diye selavet söyleye söyleye
çok terlemiştim. Diğerlerini söylemesem de kendin çok iyi
biliyorsun. Hocama da mektup yazdım. Bununla senin isteğin bana
bağlı demek istemiyorum, kendin bilirsin. İşte geçenlerde ninem
“Hâla gençsin, yalnız yaşamamalısın”, demişti. Belki bu Allah’ın
iradesidir anneciğim. Bizim için önemli olanı senin sağ salim olman.
Ancak şunu da söyleyeyim, hocam çok iyi bir insan. Sevgi ve
saygılarla oğlun İslambek”.
Aydan mektubu okuyup oğlu hayatın iniş çıkışlarını daha iyi
anlamaya başladığına, annesinin kaderine büyük adam gibi ilgi
gösterdiğine şaşırmıştı. Ama “Bana şimdi kocanın ne lüzumu var,
benim için sizlerin sağ salim olmanız yeter” diye kendi kendine
konuştu.
***
Ertesi gün Aydan işten dönerken annesinin sofra hazırlamakta
olduğunu fark etti. – Hayrola, anne, bir şey mi var, – diye sordu.
– Evde konuk var, – dedi Riskiye.
– Kimmiş? – diye sordu Aydan yavaşça.
205
–Şimdi içeri girince anlarsın, – diyerek annesi salona çay götürdü.
Aydan kendi odasına geçmek istedi. Ama karşısındaki açık
bulunan salon kapısından içeride kadınların bulunduğunu anlayıp
yavaşça içeri girdi. Oradaki iki hanıma bakıp biraz şaşırmış gibi oldu.
Onların biri Kabil’in annesiydi. Artık geri dönmenin imkânı yoktu,
gidip görüştü... Misafirler giderken yaşlı kadının çok memnun
olduğu belliydi.
Görücüler gitmişse de Aydan rahat değildi. Niçin üzgün olduğunu
kendisi de bilmiyordu. Annesine bakmadan başını eğdiği hâlde
yemek yiyordu. Annesi “sana ne oldu yavrum” diye sorunca:
– Anneciğim, ben evlenmeyeceğim, çocuklarımın yanında rezil
etme, lütfen. Hayır deyin onlara, o kadar, – dedi.
– Gençliğinde de böyleydin ya. Görmeden, tanımadan hep hayır
diyordun, – dedi Riskiye Hanım. O hiç beklenmedik bir anda sessiz
sessiz ağlamaya başladığını görünce Aydan:
– Anne tek bir kızını kaç defa evlendireceksin? – diye sorarken:
– Mutlu olana kadar! – diye cevap verdi annesi. Tam o sırada kızı
içeri girdi. O zaman Aydan kızına bakarak:
– Kızım, beni ninen evlendirmek istiyor, – dedi .
Gümüş, ninesine göz atıp:
– Nineciğim her zaman doğru iş yapıyor, bunu bana kendin
söylemiştin zaten! – diyerek kendi odasına geçti.
Aydan, söylediklerini kızını etkilemediğine şaşırmıştı. O zaman
anladı ki, ninesi ona daha önce iyice anlatmış...
Belli bir zaman sonra iki hanım yine gelmişti. Aydan “hayır”
demekten öteye geçmedi. Annesi ise hep üzülerek ağlıyordu. Günler
soğumaya başlamıştı, üstelik kış yaklaşmıştı.
Aydan, sabah erken kalkıp dışarıya çıktığı zaman her yeri kar
sarmıştı. Kızıyla her zamanki gibi kahvaltı yaptıktan sonra durağa
doğru yol aldı. Durakta yolcular çoktu, ama ne yazık ki aksine otobüs
206
azdı. Bembeyaz karda gezmek ne kadar zevkliyse de tek bir yerde
oturup otobüs beklemek zordu, ayakları çok üşüyordu. Onlar hep
yola bakıyorlardı. Ne kızının ne de kendisinin otobüsü
gözükmüyordu. Ayakları çok donunca Aydan yeri tekmelemeye
başlamıştı. Tam o sırada kızı durağa yakın bir yerde duran arabayı
görüp oraya koştu. Aydan, kızını izliyordu. O sürücüyle sanki yakın
bir tanıdığıyla görüşmüş gibi konuştuktan sonra:
– Anneciğim, anneciğim hadi gel, – diye çağırdı. Aydan arabaya
doğru yürüdü. Araba sürücüsü oğlunun hocası Kabildi. Aydan artık
“Hayır” diyemedi.
Aydan selam vererek arka koltuğa yerleşti. Kızıysa burnu havada
öndeki koltuğa oturup, durmadan konuşmaktaydı.
– İyi misiniz amcacığım, sizi bize Allah gönderdi işte. Bu tarafta
bir işiniz mi vardı? – diye sordu Gümüş.
– Hayır, sizleri götüreyim diye geldim, – dedi Kabil.
– Öyle mi? Ne kadar güzel, demek bundan sonra kar yağdığı
günler sizi bekleyeceğiz, – dedi Gümüş gülerek.
Kızının bu hareketleri onu çok kızdırıyordu. O arka koltuğa
oturup pencereden hep dışarıya bakıyordu. Kabil’e doğru
bakmıyordu.
– Önce annemi mi iş yerine götüreceksiniz? – diye sorunca:
– Evet, – dedi Kabil.
– Neden? – diye sordu Gümüş.
– Annenizin yüreği çok sıkılmakta o yüzden, – dedi Kabil.
– Öyle mi anneciğim? – diye geri dönüp baktı. Aydan ne
diyeceğini de bilmiyordu. Dışarıdan gözünü alamayan Aydan’ın
duygularını kızının bir sonraki sorusu böldü:
– Evet, anneciğim, niçin moralin bozuk?
Aydan çok tuhaf bir durumda kalmıştı, zor bir şekilde
gülümsemeye mecbur oldu ve:
207
– Moralim iyi, – dedi.
Geveze kızı annesinin ona biraz kızdığını anlamış olacak ki başka
bir şey demedi. Onlar Aydan’ı iş yerine bırakıp gittiler.
Hastanede bugün aksine her zamankinden de fazla hasta vardı. O
yüzden Aydan dinlenmeye hiç imkân bulamadı. İşi bitince kızının
sabahki hareketlerini hatırladı. “Onunla belli bir terbiye saati yapsam
mı acaba”, diye düşünerek eve döndü. Gümüş onu evde karşıladı. O
kızını yanına oturtup:
– Sabah neden bu kadar çok gevezelik yaptın? – dedi.
– Hoşuna gitmeyen bir şey mi dedim acaba anneciğim? – diye
sordu kızı.
– Yabancı bir erkeğin yanında oturup neden çok konuşuyorsun
ya? – dedi Aydan.
– Anne, o adam bize yabancı değil, üstelik onu abimle ben çoktan
beri tanıyoruz. Ayrıca onun kızı Azize ablayı da çok iyi tanıyorum, –
diyerek annesini biraz yatıştırır gibi oldu.
***
Ertesi gün Aydan, sabah kızıyla durağa geldiğinde Gümüş’ün
otobüsü duruyordu. Aydan “Hadi çabuk bin” dese de kızı “Hayır, işte
arabamız geliyor” diyerek dünkü beyaz arabayı gösterdi.
Aydan bu defa gerçekten çok kızmıştı ona.
– Eğer, palton olmasaydı, şimdi yice çimdikleyecektim, – dedi.
Kızı bu sözü duyunca gülümseyerek:
– Buyur anneciğim, paltomu çıkartabilirim, – dedi. Bu sözü
üzerine annesinin daha da kızdığını anlayınca, – niçin kızıyorsun ya,
yoksa seni birisi mecbur mu ediyor? Şimdi hangi zamanda
yaşıyorsun anneciğim? – deyip koşarak arabanın ön koltuğuna
oturdu.
208
Arka koltuğa oturmaktan başka çare bulamayan Aydan, Kabil’le
selamlaştı. Aydan suskunken, kızı hep soru sormak ve cevap
vermekten yorulmuyordu.
– Amca, sorum uygun değilse affedersiniz, hanımınız nasıl vefat
etmişti? – dedi Gümüş.
– Psikoloji hastalığına yakalanmıştı, – dedi üzgün bir hâlde.
– Nasıl oldu bu olay? Daha önce ilişkileriniz iyi miydi? – diye
sordu Gümüş.
Kabil biraz düşündükten sonra şöyle konuşmaya başladı:
– Evet, aramızda ufak tefek anlaşmazlıklar olmuyordu diyemem.
Ama olsa da herhangi bir sorunu kendi aramızda anlaşıp çözüyorduk.
Düğünden sonra biz hizmet seferiyle yabancı ülkeye gittik. Mimar
olduğum için binaların sismodayanıklığı üzerinde çalışmalar
yapıyordum. Kuala Lumpur’da oturuyorduk. Oralar ne kadar güzel
ve temiz olsa da ben doğup büyüdüğüm Taşkent’i çok özlüyordum.
Aradan üç sene geçtikten sonra hamile hanımımın çocuk doğurma
zamanı yaklaşınca, Taşkent’e döndük. Kız çocuklu olduk. Akşam iş
arkadaşlarıma ikramda bulunup ertesi gün erken kalkıp annemin
pişirdiği lapayı alıp doktora koştum. Kabulhaneye gittiğim zaman
hemşire bana: “Hanımınızı başka odaya aldılar, doktora
uğrayacakmışsınız”, – dedi.
Acele doktorun odasına girdim, o bana hanımımın daha önce ne
gibi hastalıklara yakalandığını sorup kaydetmeye başladı. Sonra
doktorla hanımım kaldığı odaya girdik. Hafize yatağa yapışıp
yatıyordu, onu tanıyamadım. Bu dehşetti. İlk önce anlamadım, onun
ellerini bağlamışlardı. Yerimde dondum kaldım. Nutkum tutulmuştu.
Ardımdan kayınpederim yorgun bir hâlde acele içeri girdi.
Artık hanımıma değil, daha çok kayınpederime acımaktaydım. O:
“Nasıl böyle oldu?” diye durmadan ağlıyordu. Üstelik bana da destek
209
olmak için: “Neyse, ileride hepsi iyi olacak. Böyle olayları hiç
görmemiş gibi olacaksınız” demeleri benim yüreğimi eziyordu.
Aradan bir hafta geçince bebeği anneme bırakıp hanımımı
tımarhaneye götürdüm. Orada üç ay yatılı olarak tedavi gördü.
Hanımımın ruhi durumu daha iyi olunca hastaneden eve getirmek
istediğimde annem:
– Hanımını kendi evine götür yavrum. Böyle hastalığın tam
iyileşmesi zor. Sen hala gençsin, – dedi.
– Anneciğim ne de olsa benim elimde böyle oldu. Kayınvalidem
onu bana sağ salim teslim etmişti, – dedim.
– Doğru söylüyorsun oğlum, aksi hâlde Allah’ın önünde ne gibi
bir insan oluruz, neyse eve getir, – demişti annem.
Biz birlikte yaşamaya başladık. Kızım üç yaşına gelinceye kadar
pek çok doktora gösterdim. Sonunda kızımı anne babama bırakıp
yabancı ülkeye tedavi ettirmeye götürdüm. Tam iyileşeceğine onlar
da garanti veremiyorlardı, ama durumu daha iyileşerek eve
dönmüştük.
O zaman Gümüş yine:
– Yabancı ülkede de garanti vermemişlerse daha sonra neden
başkasıyla evlenmediniz? – diye sordu.
– Evlenmem mi lazımdı? – dedi Kabil gülümseyerek.
– Evet, insan hayatının yarısını bile yaşamadan ruh hastası olursa,
eşinin onun ardından hayatını mahvetmesi doğru mu sizce? – dedi
Gümüş.
– Sizce bir bahtı karayı annesine bırakmam veya tımarhaneye
teslim etmem mi lazımdı. Onu unutup, evlenerek çoluk çocuk yapıp
mutlu olacağıma kim garanti verebilirdi. Kızım benim tüm
varlığımdı, ayrıca ne de olsa o, çocuğumun annesiydi.
210
Kızım büyüyünce annesinin hastalığı hakkında komşuların
söylediklerini duyup boynuma sıkıca sarılıp: “Babacığım, annemi
hastaneye bırakma, ben kendim ona bakacağım”, diyordu.
– Eğer o zaman sevdiğiniz kıza, yani anneme rastlamış olsaydınız
ne yapardınız? – dedi Gümüş. Kabil araba aynasından Aydan’a
bakarak başını salladı.
– Özür dilerim, yersiz soru sordum galiba? – diye Gümüş
annesine dönüp baktı.
– Bilakis doğru soru sordunuz. Şimdi anlaşılan annenizle aramız
bir adımdı, ama şimdiye kadar birbirimize rastlamamışız. Allah’ım
her şeyi kendi zamanıyla veriyormuş. O yüzden insanoğlu sabrederek
yaşamalı, – diye cevap verdi Kabil.
– Afferim, harika cevap, – diye alkışladı Gümüş.
Kabil’in cevapları arka koltukta oturan Aydan’ı çok daldırmıştı.
***
O sıralarda Riskiye Hanımın kan basıncı yükselip, sık sık hasta
olmaktaydı. Aydan işten erken dönerken, evinin önünde tanıdığı
araba duruyordu. Bunu gören Aydan, “Anne babam onu sanki kendi
çocuğu gibi biliyorlar ya”, diye düşünerek içeri girdi. Başı sarılan
annesi onu karşılayarak:
– Niçin erken geldin? – diye sordu.
– Hastaneye seninle birlikte gitmek istiyorum,– dеdi Aydan.
– Ya, zahmet olmuş sana. Kabilcan babanla birlikte götürecekti,
– dedi. Aydan kaşını çatarak:
– Ya bana ne olmuş, ben varken niye böyle yapıyorsunuz? – dedi.
– Niçin kızıyorsun. Aslında ona kızın rica etmiş, – dedi annesi.
– İşte o kızı bir gün çok fena yapacağım, – dedi Aydan.
Riskiye Hanım:
– Senin bu hareketin on sekiz yaşındaki kızların hareketinden de
aşırı. Adamı bıktırırsın. Kan basıncım o yüzden yükselmiştir, anladın
211
mı? Evet, kendini vefalı yar olarak göstermekle ne yapmak istiyorsun
hiç anlamıyorum, – diyerek dışarı çıktı.
O zaman birisi Aydan’ın başına baltayla vurmuş gibi oturdu kaldı.
Gerçekten de annemin kan basıncı bu yüzden mi yükseldi acaba?
Nasıl bir anlaşılmaz yaratıkmışım ki neyin doğru, neyin yanlış
olduğunu bilmeden bocalıyorum”, – diye düşünmeye başladı.
Annesini Kabil’in arabasıyla hastaneye götürdüler. Dönüşte
Aydan kendisini kız arkadaşı Mukaddes’inkine götürmesini rica etti.
Kapıdan içeri giren arkadaşının renginin çok tuhaf olduğunu gören
Mukaddes:
– Hayrola, bir şey mi oldu? – diye karşıladı.
– Çok şeyler oldu, ben söyleyeyim de sen işit, – dedi. Nasılsa
evinde başka kimse yoktur herhâlde, – dedi Aydan görüşürken.
– Rahat ol, kocam geç gelir, oğlum antrenmana gitti, – diye
arkadaşını konuk odasına aldı Mukaddes.
Mukaddes sofra hazırladı. Aydan, çantasından oğlunun yazdığı
mektubu çıkartıp arkadaşına uzatarak:
– İşte bu mektubu oku, ne yapacağımı bilmediğimden dolayı
kafam çok karışmaktadır.
Mektubu okuyunca Mukaddes:
– Çok iyi olmuş ya, oğlunun da kafası yerinde, niçin sen buna
şaşırıyorsun? – dedi.
– Oğlum damat, kızım gelin olacak bir yaştayken benim
evlenmem aptallık değil mi? – dedi Aydan.
– Öyle deme, “Oğlun evlenirse kaldırıma gider, kızın ise kıra
gider”, der atalarımız. Anne babanı da bağlayıp vermemişler, daha
sonra tek başına kalırsın yoksa, – dedi Mukaddes acır gibi.
– Sen de annemin söylediklerini söylüyorsun ya, – dedi Aydan.
– Evet, gerçekten öyle, aslında o kadar delikanlının arasından
hoşuna gideni de Kabil’di.
212
– Eğer koca dedikleri Sıddık gibi olacaksa, tek yaşamam daha iyi,
– dedi Aydan.
– Bu defa Allah isterse, hepsi iyi olacaktır. İstersen yarın kendim
onunla konuşurum, – dedi Mukaddes.
– Bilmiyorum, bu başıma yine nasıl sevdalar varmış, bilmiyorum,
– dedi Aydan mahzun bir hâlde.
İki arkadaş o gün uzun uzun sohbet ettiler.
***
İki gün sonra Kabil Aydan’a telefon açıp, Riskiye Hanımı ziyarete
gitmekte olduğunu, eğer isterse onu da götüreceğini söyler.
Aydan hayır diyemedi. Bir saat sonra araba geldi. Riskiye Hanım
onları birlikte görünce çok sevindi. Annesiyle epey sohbet ettikten
sonra Aydan doktorun huzuruna girip tedavi işlemlerinin iyi sonuçlar
vermekte olduğunu öğrenince çok rahatladı. Dönüşte Aydan uzun
zaman konuşmadan daldı. O zaman Kabil aradaki suskunluğu bozup
aynadan arka koltuğa oturan Aydan’a bakıp:
– Bir şey söyleyebilir miyim?
Aydan “söyleyin” der gibi ona dikkatle baktı.
– İslambek’in bir iki çalışmaları sergide kalmıştı. Götürüp
vermeye hiç zamanım olmadı. Onları sergiden alsak da eve
götürseniz, olur mu? – diye sordu.
– Tamam, – diye Aydan başını salladı.
Araya yine suskunluk indi. Kabil ancak arada bir önündeki
aynadan arka koltuğa bakıyordu.
Onlar söyledikleri yere geldiklerinde Kabil, Aydan’a arabanın
kapısını açıp:
– Girecek miyiz? – dedi.
Aydan arabadan indi.
Burası işte o gençlikte buluştukları yerdi, tabii ki biraz tamir
yapılmış, ama aynı el işi süslemeli kapı, nakışlı taçkapı. Sergide insan
213
çoktu. Onlar içeri girdiler. Yabancı konuklar da bulunduğu için
dışarıya göre içerisi daha kalabalıktı. Onlar yan yana yürüyorlardı.
Aralarından insanlar geçtiği için birbirlerini kaybediyorlardı.
Sonunda Kabil, Aydan’ın elinden tutup hızlı hızlı yürümeye başladı.
Aydan, bunu hiç beklememişti, önce tuhaf geldi bu olay. Sonra buna
engel olmanın imkânı olmadı. Sanki Kabil’in elinden belli bir
sıcaklık çıkıp, Aydan’ın tüm vücuduna dağılmaktaydı.
Onlar sergideki tüm resimleri seyrettiler. Aydan’ın bir zamanlar
filizlenip daha sonra sönmüş aşk tohumları yeniden canlanmaya
başlamış gibiydi.
İslam’ın resimleri bulunan çantayı Kabil’in odasından alıp
arabaya götürdüler. Gerçi onlar az konuşuyorlarsa da artık gözler,
bakışlar birbirine doymuyordu.
Ertesi gün onlar bugün için hiçbir şeyi planlamamışlarsa da
Aydan sabahtan telefonun sesini beklemekteydi. O yüzden uzun
zamandan beri telefonda konuşmakta olan kızına:
– Konuşmanı kes, – dediğini kendisi de anlayamadı.
Ahizeyi yerine koyan kızı:
– Hayırdır anne, birisi telefon mu açacak? – diye sordu.
Aydan olayı belli etmemek için şakayla karışık:
– Evet telefon açacak, işte siz beni evlendirmek istiyorsunuz ya,
– dedi.
Kızı hemen annesine sarılırken:
– Gözünü seviyim anneciğim, işte ninem senin mutlu olmanı
istiyor, – dedi.
Riskiye Hanım hastanede yirmi gün kaldı. Kabil her gün sabah
Aydan’ı iş yerine bırakıp, akşam olunca tekrar birlikte annesini
ziyarete gidiyorlardı. Onların ilişkileri gün geçtikçe daha
derinleşmekteydi.
214
***
Riskiye Hanım hastaneden çıktığı gün Kabil’in anne babası onlara
görücü olarak gelmişlerdi. Annesi kızına danışınca:
– Anneciğim bu kadar acele etmesene, oğlum askerlikten dönsün,
sonra bir şey olur,– dedi.
– Oğlun gelince ne yapacak, çocukların annesinin düğününü
görmesi şart değil, – diye annesi konukların yanında oturan babasına
işare edip yanına çağırdı. Babası kızını köşedeki odaya çağırırken:
– Kızım, bunları söylemek ne kadar zor olsa da söylemeye
mecburum. Aslında her şeye aklın iyi eriyor, ama hayati tecrübeme
göre şunu söylüyorum, biz bu defa yanılmıyoruz. Babasıyla
görüştüm, namuslu, vicdanlı adamlarmış. Razı olursan biz de
rahatlarız, – dedi.
Aydan bunları duyunca razı olmuş gibi sustu. O zaman babası
gelen görücülere pek fazla masraf yapılmamasını tavsiye etti. Kabil,
evlendikleri gün Aydan’ın gelinlerin giydiği uzun, beyaz gelinlik
giymesini istedi. Ama Aydan bunu uygun görmedi. Belirlenen gün
görücüler hocayla birlikte Aydan’lara gelmişlerdi, nihayet nikâh
kıyılmıştı. Sonra dört beş komşu hanım, Mukaddes, anne babası
birlikte damadın evine gitmişlerdi.
Aydan, Kabil' in hediye ettiği uzun pembe renk gömleği giymişti.
Damat ve arkadaşları elinde çiçekle dış kapının önünde gelini
bekliyorlardı. Aynı anda Aydan’ın bedeni titremekteydi. Hatırına ilk
düğün günü canlanmıştı. O gün arabadan inmeden komşu hanımlar
şakalaşarak damada “kapıyı açmayacağız”, diye şaka bile
yapmışlardı.
Herkes memnundu. Kabil arabanın kapısını yavaşça açarken
Aydan gizlice ona göz attı. O siyah takım elbise giymiş ve kravat
takmıştı. Damat gelinin kulağına yavaşça “bir eksiklik varsa, özür
215
dilerim” dedi. Aydan dolup taşmakta olan kalbine “sırlarımı teşhir
etmeden biraz beni rahat bırakın” demekteydi.
Onlar birlikte kapıdan içeri girmişlerdi. Gerçi damat tarafı küçük
bir yer hazırlarız demişlerse de avluya büyük düğün için yer
ayarlamışlardı. Konuklar yerlerinden kalkıp onları karşılamışlardı.
Aydan, Kabil ile rüyasında gördüğü işte o basamaklardan aşağıya
indi. Avlunun ortasında ise ninesine benzeyen Kabil’in annesi
duruyordu. Aydan ona selam verdi. Kayınvalide acele yaklaşarak:
“Allah mutluluk versin yavrum” diye Aydan’ın alnından öptü.
Aydan yirmi sene önce gördüğü rüyanın tabirini şimdi anlamıştı.
Onlar kendileri için ayrılmış masaya oturdular. Şarkıcılar şarkı
söylerken, kimisi oynamaya başlamıştı. Konuklar, Kabil’in
arkadaşları onların yanına gelip kutluyorlardı.
Biraz sonra “Tenaver” müziği çalındı. Aydan’ın babasıyla
Kabil’in babası “Tenaver”in ahengine kapılıp oynamaktaydı. Böyle
bir olaya tanık olan Aydan çok memnun olduğundan dolayı ister
istemez gözlerinden yaş damlamaya başlamıştı. Kabil derhâl
cebinden mendil çıkartıp Aydan’a uzattı. Artık Aydan’ın kulağı
duymuyordu. O sadece “Ben mutlu babayım”, der gibi oynamakta
olan babasına gizli gizli bakıyordu. Birazdan sonra anneleri de ortaya
davet etmişlerdi... Riskiye Hanım da oyuna katıldı. Aynı anda
Aydan’ın neşeli kalbinde bir fikir doğmuştu: karanlık geceden sonra
mutlaka aydın bir gündüz olacak, soğuk kıştan sonra hürrem bahara
ulaşılacak, kötü günlerden sonra elbette iyi günlere kavuşulacaktır...
***
Aydan o günden sonra Kabil’in evinde kayınpederi ve
kayınvalidesiyle birlikte yaşamaya başladı. Kızı anne babasıyla
kaldı. Aşağı yukarı babasıyla kayınpederi her gün camiye
gidiyorlardı. Aydan’ın babası artık şehirde sıkılmıyordu.
Belli bir zaman geçtikten sonra Kabil, kayınvalide ve kayınpederi
daha yakın bir yerde oturmalarını isteyip öteki mahalledeki
216
kendilerine ait eve taşınmalarını söyledi. Aydan başta buna razı
olmadı. Sonra Kabil, İslambek'in de onun oğlu olduğunu ve zamanla
onu aynı odada evlendireceklerini belirtip hanımını razı etti. Böylece
Aydan’ın anne babası bir mahalle ötedeki eve taşındılar.
Aydan, Kabil’le saygı ve sevgiye doya doya yaşıyorlardı. Böyle
günlerin birinde Aydan iş yerine gelince biraz rahatsız hisseder
kendini ve kusar. Kendi kendine “rezil oldum artık”, diye düşünüp
zor bir halde eve döner.
Eve gelince kayınvalide hemen:
– Ya, ne oldu acaba? – diye sordu.
– Anneciğim, biraz rahatsızım, – diye odasına girip yatağa uzandı.
Kocası gelince biraz şaşırmış gibi uyanan Aydan hemen saate baktı.
Saat on olmuştu.
– Biz şimdi babamla birlikte geldik. Gümüş’ü ziyarete gitmiştim,
babam da oradaymış. Birlikte pilav yedik, o güzel kızımla sohbet
ettik ve onun yol parasını verdim, – dedi Kabil.
Aydan ertesi gün de atılarak yerinden fırlayıp dışarıya doğru
koşarak kustu. Ardından Kabil de yetişti. İlk önce Kabil anlamadan:
– Dün beğenmediğin bir şey mi yedin acaba? – diye sordu. Aydan
elini yüzünü yıkayıp, ardında duran kocasına:
– Hayır, öyle değil, Kabil ben doktorla görüşmüştüm, bugün
imkân varsa beni ona götür, – dedi Aydan.
– Tamam, ben iş yerine gidip hemen gelirim. Nasıl bir doktora
götüreyim? – diye sorunca:
–Ben hamileyim, – dedi Aydan. Bunu duyan Kabil yüksek sesle:
– Ne? – diye heyecanını gizleyemedi.
Aydan biraz rahatsız olmuş gibi:
– Lütfen yavaş, – dedi. Kabil bağırarak “Yaşasın” diye bağırdı.
Aydan’ın tepki göstermesine rağmen onu kaldırıp fır döndü. Aydan
utanıp kayınvalidesinin kapısına doğru baktı.
217
Aydan, önceden hissettiği gibi kapı açılıp içeriden kayınvalidesi
avluya çıktı.
– Bir şey mi var, Kabilcan? – diye sordu annesi. Oğlu ise:
– İyilik, sağlık anneciğim, – dedi. Aydan, kayınvalideye selam
verip odasına girdi.
Aydan, tüm gün yatıp, “Çocuğu ne yapsam acaba?” – diye
düşünerek işe de gidemez. Çocuk kalsın derse, oğlu ve kızının
önünde utanacak, aldırayım derse Kabil çok üzülecektir. Ancak
kocası değil, içeriye çay getiren kayınvalidesi de sevindiğinden
dolayı ağlamış gibi:
– Allah’a çok şükür, çocuk verdiği için. Zavallı yavrum şimdiye
kadar hiç rahat değildi. Onun memnun olduğunu görürsem sevinirim.
Allah senden razı olsun kızım, çocuğuma tekrar ümit verdin. Aslında
onun da mutlu olmak hakkıdır, – dedi.
Aydan iki ateş arasında kalmıştı. Sonunda annesiyle danıştıktan
sonra doğuracağına karar verdi.
Çok geçmeden Aydan, Fatma ve Hüseyin adlı ikiz çocuk
doğurdu. Kabil buna çok sevindi. Böyle bir mutluluktan hem
kayınvalide, kayınpeder, anne baba hem de akrabaların hepsi çok
memnun olurlar. Gümüş de okuldan doğru doğum evine yol almıştı.
Kayınvalidesi çok yardımsever biriydi, Aydan’a sanki rahmetli
Selamet Hanımı andırıyordu. O sırada İslam da askerlik görevini
bitirip sağ salim eve dönmüştü.
Riskiye sık sık rahatsız oluyordu. O yüzden onun isteğine göre
torunu İslambek’i erken evlendirmeye karar vermişlerdi. Hanımı çok
çalışkan hem de güzel yemek pişiren biriydi. Adil beyle Riskiye
Hanım yeni gelini hep övüyorlardı.
Aydan’lar o sene Amerika’ya, yani Kabil’in kızı Azize’yi ziyarete
gitmişlerdi. Sonbahara doğru Riskiye Hanımın şeker hastalığı daha
da artmıştı, hatta bazen yerinden bile kalkamıyordu. Aydan her gün
218
işten dönerken önce anne babasını zıyaret ediyor sonra eve
dönüyordu.
O sırada Gümüş’e görücü geldi. Sonunda delikanlıyla ikisi
birbirini beğenip düğün hazırlıkları başladı. Aydan, kızına babası
Sıddık’ı da düğüne davet ederken ninesini de unutmamasını belirtti.
Düğüne Alibek hariç kimse gelmedi.
Düğün bitince Aydan’ın kayınvalidesi “rahatsızım” diye yatağa
“çivilendi”. İki gün sonra kan basıncı yükselerek aniden vefat etti.
Kayınvalidesi gerçekten de Cennetay Hanım gibi çok hoş bir kadındı.
Böyle bir beklenmedik ayrılıktan dolayı kayınpederi de rahatsızlandı.
Hastanede tedavi görüp biraz iyileşmiş gibi oldu. Ama yine de rahat
değildi. Ayrılığa dayanamayan kayınpederi hanımının vefatından üç
ay geçince kendisi de o dünyaya göç etti.
Artık Aydan’ın babasına da zor olmuştu, tek başına yıpranmış
gibi hissediyordu kendini. Çok geçmeden torunu Azize de
Amerika’dan geldi. Kayınpederinin ayin töreni geçince o
Amerika’da evlenmek istediğini Aydan’a söyledi. Aydan bunu
Kabil’e anlattı. O önce şaşırarak razı olmadı. Kızını yanına çağırıp:
– Boşuna “Kendi yurdum, ölen döşeğim”, demiyorlar. Elinde
böyle iyi bir diploman, ilmin varken kendi memleketinde çalışırsan
daha iyi. Ben seni yabancı yurtta evlendirmek için okutmadım, – dedi
babası kızarak. Azize babasının hiddetinden dolayı düşünüp kaldı,
sonra biraz oyalanmak için erkek ve kız kardeşlerini Miili Bağ’a
götürdü.
Azize, şirketle anlaşma süresi bittikten sonra mutlaka Taşkent’e
döneceğini söyleyip Amerika’ya gitti.
Yazın Azize’ye görücüler geldi. Onlar Azize’yle birlikte okuyan
delikanlının anne babasıydı. Kabil önce buna hiç razı olmadı. Onlar
tekrar tekrar gelerek ısrar edince razı oldu. Belli bir zaman sonra
Aydan, kocası Kabil ve iki çocuğuyla Amerika’ya kızının düğününe
gitti. Onları hava alanında karşılayan Azize’nin kardeşi Hüseyin’e
219
sevgisi bir başkaydı, onu kucağına alıp hiç bırakmıyordu. Günaşırı
ikisini şehre götürüp gezdiriyor ve onlara hediyeler alıyordu. İkizler
de ablalarını çok seviyor, işten çabuk dönmesini bekliyorlardı.
Aydan’lar düğünden sonra eylüle yakın Taşkent’e dönmüşlerdi.
***
Aydan dönünce hemen annesine gitti. Annesi sokaktaki masada
torun oğlunu çocuk arabasında oynatıyordu. Akşama doğru Kabil de
geldi.
– Köyü özledim, ondan önce şöyle bir ziyarete gitmek istiyorum,
– dedi Riskiye Hanım.
– Anneciğim, önce tedavi gör, sonra elbette birlikte gideriz, – dedi
Aydan.
Böylece annesini yatılı olarak tedavi ettirdiler.
***
Aydan artık her gün işten sonra önce hastaneye gidip annesini
ziyaret ediyor, sonra eve dönüyordu. Annesi orayı çok beğenmişti.
Aydan oraya geldiği zaman annesi çoğu zaman bahçede hanımlarla
sohbet ediyordu. Sağlığı da iyice düzelmişti.
Cumartesi olduğu için Aydan biraz erken işten çıkıp önce
annesini ziyaret etmek, sonra kızına uğramak istiyordu. Gümüş’ün iş
yeri odası önünde bir asker kıyafetli delikanlı duruyordu. O Aydan’ı
görünce hemen selam verdi. Kızı içeride birisini kabul ediyordu.
Aydan odaya bakıp, kızına “Ben geldim” dedi ve mutfağa girip kızını
bekledi.
Gümüş odasından çıkıp kapı önünde bekleyen delikanlıya:
– Şimdi kızlar gelip kan alacaklar, sonra kontrol edeceğim, – diye
mutfağa doğru annesinın yanına gitti. Onlar çay içmeye başlarken
hemen hemşire içeri girerek:
– Tamam abla, teşhis hazır, – dedi. Gümüş hemen yerinden kalktı.
– İş zamanı bitmedi mi? – diye sorunca Aydan.
220
– Anneciğim, bizim hastane özel, o yüzden uzaktan gelenleri
durmadan kabul ederiz. Üstelik bu amca her sene tedavi alıyor. Beni
iyi tanıyor, – dedi.
– O zaman ben gidiyorum, –dedi annesi.
– Tamam, anneciğim. Yarın kendim sizleri ziyarete geleceğim, –
diye hasta odasına girdi.
Aydan çay içtikleri bardakları yıkayıp, masanın üzerine koydu,
sonra acele etmeden koridora çıktı. Odaların kapısının önünde
insanlar sıra bekliyorlardı. Aydan çıkış kapısına doğru adım atarken
aniden kızının:
– Anne, anneciğim, dur! – dediği sesi duydu.
Aydan dönüp kızının kendisine doğru koştuğunu gördü.
Yaklaştıktan sonra Gümüş annesinin elinden tutup gömleğinin
yenlerini çevirip “göster bakalım” dedi. Aydan hiçbir şey anlamadan:
– Neyi? – diye sordu. Gümüş, annesinin koynuna yakın bir yerde
bulunan bene göz atıp şaşırdığından dolayı annesine tuhaf bakarak
bir şey demeden geri döndü. Aydan’ın yüreği artık hızlı çarpmaya
başlar ve kızının ardından geldi. Kızının odasından sanki ağlıyor gibi
birisinin kekelediği sesi duydu. Aydan hiçbir şey anlamadığı için çok
şaşırmıştı, ayakları da ona uymuyordu. O sırada odadan Gümüş, harp
kıyafetli delikanlı ve Azimcan çıkınca Aydan “abiciğim” diye
çantasını yere bırakıp Azimcan’a sarıldı. Uzun zaman bırakmadan
ağlarken tam o sırada Kabil de geldi oraya. Olayı anlayınca kocası
onu sakinleştirmeye çalıştı. Sonra hep birlikte Aydan’ın annesini
ziyarete gittiler. Annesi çok yaşlandığı için başta Azimcan’ı
tanımadı. Azimcan anlattıktan sonra tanıdı ve tekrar görüşüp,
“Yavrum, şimdiye kadar nerelerdeydin?” diye doya doya ağladı.
Oradan çıktıktan sonra doğruca Aydan’lara gittiler. Kardeşler
sabaha kadar konuk odasında sohbet ettiler. Azimcan’ın söylediğine
göre dayısı onları anne yurdu Fergane şehrine götürdükten sonra önce
221
fabrikada çalışmış. Cennetay Hanım hastalanınca uzun zaman
yerinden kalkamamış, sonra vefat etmiş. İki oğlan, bir kızı varmış.
İlk çocuğu polis akademisini başarılı bitirip orada çalışıyormuş.
İkinci oğlan Fergane’de kendileriyle birlikte oturuyormuş, kızı
evlendirmişler.
Azimcan Aydan’ı çok aradığını, hatta Kadircan’la köye gidip
Sıddık’ın evinden Taşkent’teki adresi aldıklarını, adresi bulup
geldiklerinde Sıddık kapıdan kovduğunu ve artık bulmaktan ümit
keserek bir sene sonra yine köye gidip rica etmeyi amaçladığına
kadar her şeyi tek tek anlattı.
Kadircan iki senedir babasını burada tedavi ettirdiğini söyledi.
Gümüş ona yakın gözüktüğü, geçen sene de onunla çok
sohbetleşerek, kız kardeşlerini kaybettiklerini söylemiş.
Aydan da aynı anda olanları detaylı olarak anlatırken, ikisinin de
gözü tekrar tekrar yaşarmıştı.
Azimcan, Kabil onun çok hoşuna gittiğini söyleyerek:
– Benimle birlikte köye gitmen lazım. Çok önceden
söyleyemediğim ve sana verecek bir emanetim var, – dedi. Aydan:
– O kadar özel mi, hadi söyle bakalım neymiş o? – diye ısrar etti.
– Köye gittiğimiz zaman söylerim, – diye Azimcan şimdi
söylemeyi uygun bulmaz.
***
Aydan işten döndüğü zaman Kabil Azimcan’la birlikte sofrayı
hazırlamışlardı. Aydan “Böyle bir kocaya can kurban olmaya değer”,
diye düşünerek içinden memnun olur. Beline beyaz önlük sarıp acı
soğan doğradığından dolayı gözünden yaş akmakta olan kocasına
bakıp, çantasından mendil çıkartarak gözyaşlarını sildi.
Akşama doğru Kabil’in abisi hanımıyla, İslambek de ailesiyle,
Gümüş ve kocası Azimcan’ın oğlu Kadircan’la birlikte misafirliğe
222
geldiler. İslam Azimcan’la görüştüğü zaman çok özlediğinden dolayı
hemen ağlamıştı.
Herkes masa etrafında toplandıkları zaman geveze Gümüş
Azimcan’a:
– Dayı, seni bulan ben isem de, benden başka herkesle görüşüp
ağladın, ya benimle görüşmeyecek misin?, – diye herkesi güldürdü.
Sofranın etrafında oturdukları zaman Riskiye Hanımla herkes
birlikte köye gideceklerini söylediler. Onlar uzun zamana kadar güzel
muhabbet yapmışlardı. Kadir çok uslu ve kültürlü delikanlı olmuştu.
Pazara gittikleri zaman Kabil bir şeyler alarak Aydan’ın doğup
büyüdüğü köye doğru yola çıktılar. Aydan yol boyunca hayale dalıp
Azimcan’ın söylediklerini hatırladı. “Neymiş, Zemire Hanımın
çocuğu bulunmamış. Birisi almış büyütmüş. Bu şeye kimse inanmaz.
Yoksa bunu mutlaka herkes bilecekti. Küçük bir köyde bunu
gizlemenin hiç imkânı yoktur. Ama bulan kimse şehre götürmüş
deseler buna insan inanabilir”.
Aydan “Tamam” diyerek tartışmaya lüzum görmez. “İnşaallah o
zavallı kadınla görüşünce ona bir şeyler hediye edeceğim”, diye niyet
etti.
Aydan anne babasını şehre götürdükten sonra ninesinin ışığını
söndürmemek için o evi Nadirbek’in ailesine teslim etmişti. Onlar
köye gelince kapıyı Sapura Hanımın büyük oğlu Nadirbek açmıştı.
İçeride mısır temizlemekte olan Rana Hanım da hemen onlarla
kucaklaşıp görüştü. Konukları uzun eyvanda oturmaya davet ettiler.
Riskiye Hanımın da geldiğini duyunca çok geçmeden üzerine siyah
kadifeli eski kolsuz ceket giymiş, daha yaşlanmış Sapura Hanım
geldi.
Aydan, Sapura Hanımla görüşürken sanki ninesini görmüş gibi
sarılarak üzerindeki siyah kadifeli kolsuz ceketi durmadan kokladı.
223
Riskiye Hanım da çok saygı duyduğu komşusuyla gözleri yaşlanarak
görüşür.
Onlar uzun zamana kadar muhabbet yaparken arada vefat edenleri
de hatırlayıp onların hakkına dua ediyorlardı. Konuklara Sapura
Hanımın evindekiler koşa koşa hizmet ediyorlardı. Aydan, aynı anda
onlara bakarak ne kadar da sahi, konuksever işte bu köy insanları,
diye düşünmekteydi.
Biraz sonra Azimcan ile Aydan anahtarı bulup daha önce
kendileri oturdukları eve geçtiler. Onların peşinden İslam ve Gümüş
geldi. Onlar Aydan’ların evinden çıkıp, Azimcan’larınkine geçtiler.
Evleri bakımsız kaldığı için pek çok duvarlar bozulup yıpranmıştı.
Ancak iki oda kapısına kilit vurulmuştu. Azimcan anahtarı bulup,
kiliti açmak istedi. Aydan:
– Abi, kapıyı açmaya lüzum yok, bağı dolaşalım yeter, – dedi.
– Neler diyorsun, sana vereceğim, işte orada, – dedi. Aydan
susarak Azimcan’a baka kaldı.
Azimcan kilit paslanmış olduğu için uzun zaman kapıyı açamadı.
Sonra İslam denedi. Sonunda kapı açılınca İslam şaka yaparak:
– Dayı, eğer bunun içinde anneme vereceğiniz altın süs eşyaları
saklamışsanız, o çoktan yerini bulmuştur. Pencereleri kırılmış ya, –
dedi İslam. Aydan bu söylenenlerden etkilenerek:
– Yanılıyorsun, köyde hiçbir zaman kimse pencereyi kırıp,
diğerinin evine girmez. Bu aynalar rüzgârdan veya kalın kardan
kırılmıştır, – dedi. İslam anladım der gibi:
– Öyle mi, özür dilerim anne, – dedi.
Onlar içeriye girdikleri zaman Cennetay Hanımın kaldığı odada
5-6 tane yorganın üzerine çarşaf atıldığına, onun üzerinde ise
Cennetay Hanımın gömleği tozlanmış durduğuna rastlarlar.
Heyecanlanan Azimcan onun tozunu sile sile bağrına basarken
gözleri ıslanır. Aydan “Ya, şu vefasız dünya. Aslında tek bir
224
gömlekten de kısaymış ömrümüz. Yoksa aynı gömleği Cennetay
Hanım kaç sene önce giymiştir”, diye düşünür.
Azimcan içeri odaya girerek köşedeki çukura inip bir şeyleri
aramaya başladı. Sonunda Aydan:
– Karanlıkta ne arıyorsun? – diye sordu.
– Şimdi, buradan alacağım bir şey var. İslam, kibrit yak bakalım,
– dedi Azimcan. Kibrit yakılınca Azimcan çukurun içinden torba
buldu. Torbanın içinden küçücük kutuyu çıkartıp nefes alırken:
– Allah’a çok şükür, – dedi. İşte bu Selamet Hanımın kadın süsü
eşyaları sakladığı kutuydu.
– Ya, bu ninemindi, size mi vermişti saklamaya? – diye sordu
Aydan.
– Evet, – diye kutuyu kucaklayınca avluya doğru yürüdü abisi.
Diğerleri onun peşinden gitti.
– Bu sırlı sandıkcağızı dayım bana verecek öyle değil mi, – diye
şakalaşır Gümüş.
Azimcan önce Zemire teyzesine, ondan sonra mezarı ziyaret
etmeyi teklif edince herkes dışarı çıktı. Aydan abisinin koynundaki
küçüçük kutuya bakıp:
– Abi hadi aç bakalım, ne varmış orada acaba? – diye sordu.
Azimcan biraz sustuktan sonra:
– Şimdi görürsün, – dedi.
Sonra aniden abisinin Zemire Hanımın çocuğu bulunmuş dediğini
hatırlayıp:
– O zaman şimdi Zemire Hanımın oğlunu da görürmüşüz, – dedi
Aydan.
– Oğlan değil kızı görürsün, – dedi Azimcan.
Aydan “Allah’ım ya rabbim, abim her türlü söylentilere inanmaya
başlamış. Daha önce hiç böyle değildi. İkimizin fikri de dünya görüşü
225
de aynıydı”, diye düşünür Aydan. Böylece onlar Zemire Hanımın
evine varmışlardı.
Dış kapı açıkmış, içeriye ilk adım atan Riskiye Hanım:
– Kim var? – diye seslendi.
– Teyze, – diye seslendi Azimcan. Zemire Hanım eyvanda
seccade üzerinde elinde tesbihle gözünü yarı açık hâlde ses çıkartarak
selavet okuyordu. Konukları gören 7–8 yaşlarındaki kızcağız:
– Selamin aleyküm, şimdi ninem namaz kılıyor, sonra çıkacak, az
kaldı, – dedi.
Konuklar evdekileri rahatsız etmemek için avludaki eski masaya
oturdular. O sırada içeriden Zemire Hanım çıkıp geldi ve Azimcan’ı
kucaklayıp “Gözünü seviyim” diye yüzlerinden öptü. İçeriden yeni
yorgan çıkarttı ve konukların itirazına rağmen avlunun üzerine sardı.
Konukların sesini duyup Azimcan’ın üvey annesi Oğulay bağ
tarafından geldi ve onlarla tek tek görüştü. Azimcan teyzesine ve
üvey annesine elindeki hediyeleri verince Oğulay’ın yüzünde
gülümseme oluştu.
Aynı anda Aydan’ın kafasında hep Zemire halayla ilgili hatıralar
canlanıyordu. “Zavallı kadın Oğulay abladan tüm ömür laf duyuyor”,
diye düşündü.
– Sizleri sağ salim gördüğümüze memnunuz. Mezara geçmek
istiyorduk, – diye Riskiye Hanım duaya el kaldırdı. Dua ettikten
sonra Azimcan:
– Fazla acele etmeyin, ben şimdi emaneti sahibine teslim edeyim
de üzerimdeki borcumdan kurtulayım, – diye küçücük kutuyu ortaya
koydu. Herkes merakla bakıyordu. O zaman dış kapı açılarak Oğulay
ablanın komşusu Nezire Hanım içeri girer ve:
– Ya, tüm cemaat burdaymış, ne kadar iyi. Azimcan gelmiş
demek, – dedi. O herkesle görüştükten sonra Azimcan:
226
– Buyurun oturun, siz de tanık olacaksınız – dedi komşu kadına.
Nezire Hanım Zemire’nin yanına oturdu.
– İşte bu Selamet ninemin kutusu, – dedi Azimcan ortada bulunan
şeyi göstererek. Köşesindeki anahtarı alıp birkaç defa çevirdi.
Paslandığı için çabuk açılmadı. Aydan “İşte bu basit hediyeyi
herkesin önünde vermek şart mıydı acaba?” diye düşünerek kafası
çok karışır. Sonunda sandıkcağız açılıverdi.
Kutudan herhangi bir değerli kadın süsü eşya çıkmamıştı.
Azimcan kadın baş örtüsü ve onun içinden dört bükülmüş kağıt aldı.
Zemire Hanım acele baş örtüyü alarak açtı. İşte bu bir köşesi yanmış
annesinin yünlü baş örtüsüydü. Aydan abisinin yazısını tanımıştı.
– Abi senin yazınmış ya, – dedi Aydan.
– Evet, benim yazım, Selamet ninem söylerken ben yazmıştım –
diye elindeki mektubu Gümüş’e uzattı. – Sesli oku bakalım, herkes
duysun, – dedi. Gümüş mektubu okumaya başladı:
“Kızım Aydan’a. Ben Selamet ninenim. Sen benim yavrum,
apağım, yapayalnızımsın. İnsanoğlu bu dünyadan göç ederken acı
olsa da tüm gerçeği söylemek ister. Allah’ın önünde temiz bulunmak
için sana bu hakikati söylemek istiyorum”. Aydan şok olmuş gibi
oldu, Gümüş, annesine şöyle bir bakarak mektubu okumaya devam
etti. “Kızım sen bu mektubu aldığın zaman aklnı başın yerinde, her
şeyi anlayacak yaşta olacaksın. Hatırlarsan ben sana hep Aymama
hakkında masal anlatıyordum. Masalların içinde en çok sevdiğin işte
buydu. Evet, ben seni Evliyapınarı’ndan bulmuştum.” Herkes suskun
hâlde Gümüş’ün ağzına takılı kaldı. Aydan, aniden “Hayır, hayır”
derken, Kabil hemen yerinden kalkıp onun elinden tuttu. Onun tüm
bedeni tir tir titriyordu. Sonra Aydan kızına “devam et” diye işaret
etti. “Riskiye Hanımın akşama doğru biraz sancısı vardı. Oğlum işte,
öteki köye gitmişti. Evde ben Riskiye, Azimcan’dan başka kimse
yoktu. Ben karanlık olmasına rağmen pınar başına gidip Evliya dede
saygısı üzere Allah’tan çocuğun diri doğmasını isteyip, iki rekat
227
hacet namazı kılıp, suyundan getirmek için ibriği alıp yola
koyulmuştum. Azimcan’a Riskiye’ye çok dikkat etmesini
söylemiştim.
Aydan, gece, her yer ay ışığından dolayı çok ışıklıydı. Ben hızlı
adım atmaktaydım. Biraz sonra belli bir gölgeyi hissettim. Merakla
geriye baktım. Köpeğimiz Aslan’mış. Onu kovmak istedim, ama
sonra “Neyse, yoldaş olur” diye bir şey demedim.
Evliyapınarı’na yetişince iki rekat namaz kılıp Allah’a çocuğun
sağ salim doğması için dua ettim. Sonra geri dönmek için köpeği
çağırdım. Ama o durmadan orada bulunan ırmağa bakıp havlıyordu.
“Neyse ben gidiyorum” dedim. Ama o peşimden koşup daha hızlı
havlamaya başladı. Ona bağırıp yoluma devam ettim. Köpek yine de
sesli havlamaya başladı, ben önem vermiyordum. O peşimden yetişip
eteğimi ısırıp çekmeye başlayınca “ne varmış orada acaba?” diye
aşağı indim”.
O sirada Aydan ağlamaya başlar. Gümüş annesine bakıp:
– Tamam, anne, rahat ol, yoksa okumayacağım, – dedi. Aydan
elleriyle ağzını kapatınca kızı okumaya devam etti: “Irmağın
kenarından bebeğin sesi geliyordu”. O zaman Zemire Hanım
oturduğu yerde “ya, yavrum”, diye hemen bayıldı. Azimcan onun
başının altına yastık koydu. Yüzüne su serpildikten sonra Zemire
Hanım biraz ayılır gibi oldu. Gümüş devam etti.
“Köpeğin ardından koşmaya başladım. Köpek çalılık arasından
kadın baş örtüsüne sarılı bebeği ağzında ısırıp çıkınca şaşırarak
hemen bebeği ele aldım. Onu iyice bağrıma basıp bağa doğru koştum.
O zaman anladım ki Allah’ım kendi nimetini nasıl vereceğini kendisi
iyi biliyormuş. Eve yetiştim. Bebeği diğer odaya koyup Riskiye’nin
yanına girdim. Gelinim çok acı bir durumda yatıyordu. Uzun zamana
kadar doğuramıyordu. Sonunda doğururken aniden bayılıverdi. Bu
defa da ne yazık ki, çocuk ölü doğmuştu”.
228
Zemire Hanım titreyerek, kendi kendine bir şeyler söyleyip
fısıldıyordu. İslambek yerinden kalkıp ona soğumuş çay içirdi. O
anda iki gözü çok yaşlanmış Gümüş yine okumaya devam etti.
“Gelinim sabaha doğru ayıldı. Ben o zamana kadar işi bitirmiştim...
Yavrum Aydan’ım. Ben seni Aydan gecede bulduğum için ismini
Aydan koymuştum. Şunu kesin biliyorum ki, senin üzerindeki baş
örtüsü komşumuz Feride’nin baş örtüsüydü.
Aydan’ım, seni bana gerçekten Allah’ımın kendisi verdi. Eğer
Allah’tan içten, saf niyetle istersen, her isteğini verir. Ama onu nasıl
verecek, Yaradan’ın kendisi bilir. Bizim evimize ne kadar neşe,
mutluluk getirdiğini bir bilseydin. Riskiye sana ak süt verip büyüttü.
Sana öğütüm şu: eğer zamanı gelince kendi anneni bulursan, onu
affet, ona küsme. Aydan’ım benim, bu bir eksik dünya olduğunu asla
unutmamalısın. Senin için hep duada bulunan Selamet ninen”.
Artık herkes, hatta komşu Nezire Hanım da ağlıyordu. Zemire
Hanım bir köşesi yanmış baş örtüyü elinde tutup bağırarak ağlıyordu.
Aydan’ın başı dönüp, hemen dışarıya attı kendini...
O şimdi deliye benziyordu, odasına kapanıp yatağa uzanmıştı.
Peşinden gelen Kabil de içeri girdi. Aradan biraz zaman geçince
Riskiye Hanımı torunları İslam ile Gümüş elinden tutup eyvana
yatırdılar. Annesinin durumunu anlayan Aydan ne kadar zorluk çekse
de kendini toparlamaya çalıştı. Annesini kucaklayarak şöyle dedi:
– Sen, ancak sen benim gerçek annemsin! Bana başka bir anne
lazım değil, – diye ağlamaya başladı. – Ya babamı da asla
değiştirmeyeceğim.
Riskiye Hanım hâlsiz elleriyle Aydan’ın başını okşayıp:
– Yavrum, öyle deme, o da Allah’ın bir kuludur. İyi ki benim
şansıma işte Zemire varmış, ondan dolayı ben seni buldum yavrum.
Onun hürmetine olumsuz şeyleri söylemek Allah’ın hoşuna gitmez,
– dedi.
Aydan bunları duyunca hüngür hündür ağlamaya başladı.
***
229
Riskiye Hanım sabah namazını bitirince oraya gelen Aydan’a:
– İyi misin yavrum? – dedi.
Aydan bir “ah” çekerek:
– Teşekkür ederim anneciğim, – dedi.
– Şimdi seni uyandırmak istiyordum, iyi ki kendin geldin. Ziyaret
yaptıktan sonra dönüşte Zemire’den haber almak lazım, yavrum, –
dedi Riskiye Hanım.
Bu sözleri duyan Aydan’ın gözleri daha da büyük açılır ve
annesine bakarak:
– Anneciğim neler diyorsun, ben buna kendimi zorlayamam.
Masalların gerçeğe dönüşmesine hiç inanmıyordum. Beni rahat bırak
anneciğim. Buna zaman lazım, – diye bağa doğru yürüdü.
Lam mim diyemeyen Riskiye Hanım tek başına Evliyapınar’a
ziyarete giderek dönüşte Zemire’ye uğradı. Avluda üzüm
koparmakta olan Oğulay Riskiye Hanımı görünce onu karşılamak
için yanına geldi. Riskiye etrafa şöyle bir göz atıp Zemire Hanımı
sordu. Oğulay Hanım:
– Odasında yatıyor, iki gündür dışarı çıkmıyor, – dedi. Bu sözü
duyan Riskiye Hanımın bedeninde titreme oluştu.
– Bir şey mi oldu? – diye acele içeriye, Zemire' nin kaldığı odaya
girdi. Riskiye Hanım yanına gidip oturduktan sonra ancak o dönüp
baktı. Zemire Hanım sanki cansız ceset gibi tavana bakıp yatıyordu.
Riskiye Hanımı gören Zemire Hanım:
– Ablacığım özür dilerim siz olduğunuzu fark etmemişim, – diye
ona el uzattı. Riskiye Hanım onu kucakladı. İki kadın birbirini
bağrına basarak sessizce ağlamaya başladı.
– Ağlamayın, hasta olacaksınız, Allah’a çok şükür, işte
çocuğunuz bulundu, – dedi Riskiye Hanım.
– Hayır, hayır hiç öyle demeyin, o – sizin çocuğunuz.
– Aslında onu siz dünyaya getirdiniz, – dedi Riskiye Hanım.
230
– Önemli olan dünyaya getirmek değil, onu büyütüp adam
yapmaktır. Ama onun bulunması benim için büyük mutluluktur. Eğer
köpek ısırmış veya kurt yemiş olsaydı bunun vebalı da büyük olacaktı
– dedi Zemire Hanım.
– Kader icabı siz onu oraya bırakıp gitmemiş olsaydınız ben böyle
mutlu günleri görmemiş olurdum. Tüm iyi günlerim sizinle ilgili,
gözünüzü seveyim, Allah şifa versin. Aydan biraz rahatlayınca
mutlaka ziyarete gelecek, – diye yerinden kalkıp vedalaştı.
O gün öğleden sonra konuklar şehre dönmüşlerdi.
***
Köyden dönen Aydan belli bir zamana kadar kendini
toparlayamadı. Bu arada kar yağıp, yeni yıl bayramı yaklaşmıştı.
Fatma ve Hüseyin’in okulunda Alfabe bayramı dolayısıyla veliler
toplantısı yapıldı.
Toplantıdan çıkan Aydan iki çocuğuyla yolu geçerken aniden
“Neksiya” arabası çok sert fren yaptı. Çok korkan Aydan
çocuklarının elinden tutup, yolun öteki tarafına geçti. Ardından birisi
“Aydan” diye çağırdığını duyunca, geri dönüp baktı. Onun Sıddık
olduğunu anlayınca çok şaşırdı. O, yol ortasında duran arabasını açık
bırakıp, acele Aydan’ın yanına geldi.
– İyi misin? – der. Aydan da kısaca:
– Teşekkür ederim iyiyim, – dedi. Sıddık çocuklara göz atıp:
– Beni affet, sana çok acı verdim, – dedi başını eğerek. Aydan bu
sözü duyunca daha güç almış gibi ilk kocasına baştan ayağa göz
atarak:
– Önemli değil, iyi ki acı çekmişim, yoksa bugünkü gibi
mutluluğa kavuşamazdım, – dedi. Tam o sırada Kabil’in arabası
durağın önünde durdu. Onlar arabaya binip giderken Sıddık onların
ardından baka kaldı.
231
***
Kış çilesi geçip, ilkbahar yaklaşınca Riskiye Hanımın durumu
daha fenalaşır. Şeker hastalığı onu çok hâlsizlendirmişti. Aydan ne
kadar yardımcı olmaya çalıştıysa da hepsi boşunaydı. Böyle günlerin
birinde Riskiye kızını yanına çağırıp:
– Benim akıllı yavrum, gözümün ak ve karası. Eğer ban bir şey
olursa, çok dert yanma, çünkü anne babanın vefat etmesi aslında bu
da bir miras sayılır. Sana söyleyeceğim şu, babana teselli ol. Mutlaka
Zemire Hanımı eve getir ve ona iyi bak, onun da sende hakkı var.
Babanın her şeyden haberi var”, dedi. İlkbahara yetişmeden Riskiye
Hanım bu dünyadan göç etti.
Aydan yalnız kalan babasının acılı kalbine teselli arıyordu. Kabil
aşağı yukarı her akşam kayınpederiyle sohbet ediyor, onun yalnız
kaldığını hissettirmemeye çalışıyordu.
İslambek ninesinin resmini yapıp, büyük odanın baş köşesine astı.
Resim çok ustalıkla yapılmıştı, sanki ninesi onları izlemekte gibiydi.
Dedesi resmi görünce hem ağlıyor hem memnun olup torununa dua
ediyordu.
***
Okulda dersler bitip yaz tatili başlayınca Aydan babasının ısrarı
üzerine ikizleri köye götürdü. Çocuklarını evde bırakıp kendisi
Zemire Hanımın evine gitti. Açık kapıdan avluya giren Aydan,
bağırma sesi duyarak önce şaşırdı. Sonra pencereyi çaldı. İçeriden bir
şeyleri mırldayarak Oğulay Hanım, ardından Zemire Hanım çıka
geldi. Zemire Hanım mahzun gözleriyle Aydan’a baktı. İkisi de ister
istemez birbirini kucaklayıp sessiz sessiz ağlamaya başladılar. Aydan
kendini toparlayıp:
– Hadi anneciğim, hemen gidelim, – dedi.
Zemire Hanım Aydan’ın “anneciğim” dediği söze biraz şaşırarak:
232
– Hayır, hayır, buna benim hakkım yok, – dedi. Aydan onun
böyle garip hâline dayanamadan, – Giysileri nerede? – diye Oğulay
Hanıma sordu. O, evin bir köşesinden eski baş örtüsüne sardığı küçük
bir bohçayı gösterdi. Aydan gidip bohçayı açtı. Orada tek bir rengi
silinmiş gömleği görüp durmadan kendini “suçlu” sanan annesine:
– Tamam, şimdiye kadar ağladığın yeter artık. Eğer insanoğlu suç
yapmasaydı, insan değil, melek olacaktı”, – diyen Aydan annesinin
çok eski gömleğini çıkartmasına yardımcı oldu. Zemire Hanımın
elinde de sanki kendisininki gibi ben var olduğunu fark etti. Aydan
kendi kendine “Ya Rabbim, bu ne acaba? Benim net inanmam için
Tanrı’mın kendisi yaptığı işaret mi yoksa?”, diye düşündü.
“Kızı gelmiş, Zemire’yi şimdi kendi evine götürecekmiş”, sözü
hemen hemen tüm köye ulaşmıştı, dolayısıyla komşular Zemire
Hanımı uğurlamaya geliyorlardı. O zavallı hanım memnun
olduğundan dolayı kâh gülüp, kâh ağlamaktaydı.
***
Zemire Hanım Aydan’lara ilk geldiği günler her şeye karşı çok
merak ettiğinden dolayı hiç alışamadı. Herkese karşı korku
hissediyordu. Bu olay Oğulay Hanımın etkisi olduğunu Aydan iyi
biliyordu. O yüzden kendini rahat etmesi için ona iyi davranıyordu.
Zemire Hanım çalışkan biri olduğu için Aydan’ın engel olmasına
rağmen durmadan ev işlerine bakıyordu. Aydan’ın çocuklarına
bakıyor, okuldan dönmelerine kadar çeşitli yemekler hazırlıyordu.
Fatma ve Hüseyin’ler de ninelerine alışmışlar, tek bir dakika bile
onsuz duramıyorlardı. Bazen Zemire Hanım mahalle hanımlarıyla
sohbet etmek için dışarı çıktığı zaman torunu Fatma da ninesini
arayıp sokağa çıkıyordu.
***
Hayit bayramı yaklaşınca Aydan giyecek şeyler almak için
annesiyle pazara gitti. Aydan her defa pazara gittiği zaman sadaka
233
isteyen sakat bir çocuğa rastlıyordu. Bu defa da çantasından para
çıkartıp uzatırken Zemire Hanım sakat çocuğu görünce “Ferhat,
Ferhat mısın?” diye sordu. Sakat arabasında oturan çocuk da Zemire
Hanımı görüp şaşırdı. Duraklaya duraklaya “ha-la, ha-la”, dedi.
Aydan merakla annesine bakarken Zemire Hanım “Şimdi
söyleyeceğim” der gibi kızına işaret yapıp, elinden sıkı sıkı tutan
Ferhat’ı sakinleştirmeye çalıştı. O “Gi-de-ce ğim”, diye takip etti.
Zemire Hanım zavallı çocuğun eline dondurma tutturup, zor bir halde
vedalaştı. Aydan biraz ötede olayı izlerken annesinin hareketlerine
baka kalmıştı. Kızına yaklaşınca:
– Bu çocuğun kaderini hiç sorma. Belki duymuşsundur, köyde
Zakir kumarcı diye birisi vardı. Onun Rabiye adında tek bir kızı var,
belki tanıyorsundur, – dedi Zemire Hanım.
Aydan afallamış gibi oldu. Annesinin elinden tutup, adamların
arasından bir köşeye çekti.
– Neler diyorsun anneciğim? Rabiye’nin çocuğu mu o acaba? Hiç
de inanamıyorum, – dedi Aydan.
– Evet, gerçek yavrum. Zavallı kızın kaderi böyleymiş, – dedi
annesi.
Aydan’ın kafası çalışmıyordu artık, onun gözünün önünde sadece
Rabiye canlanmıştı. Pazardan dönüp hemen yatağa attı kendini. Biraz
uyumak istiyordu ama gözüne uyku gelmiyordu. Tekrar hayale
daldığı bir anda kızı Fatma, ninesinin çayı hazırladığını söyledi.
Çay içerken Aydan kendisini hâla rahat bırakmayan olaya dönüp
annesine:
– Rabiye kiminle evlenmişti anne? – diye sordu.
– Şehirden bir delikanlıyı bulup eve getirmişti. Rahmetli annesi
vefat ettikten sonra o delikanlıyla bence dört sene birlikte yaşayıp işte
bu sakat çocuğu doğurmuştu. Kocası her gün ayyaş dönüp Rabiye’yi
dövüyordu. Kaç defa mahalledekiler, komşular araya girmişlerse de
234
ama yine de olmadı. O delikanlı tüm mal varlığını, evini kumarda
kaybetti. Rabiye’yi ise avlunun bir köşesinde dedesinden kalmış eski
hücreye kovup çıkarttı. Arada kocası dört beş sene hapsedildi. Rabiye
ise işte bu sakat çocuğuyla birlikte nasılsa komşuların yardımıyla zor
bir hayat sürdürüyordu. O delikanlı hapisten dönünce tekrar
Rabiye’yle birlikte yaşamaya başladı. Aradan çok geçmeden bir gün
gece yarısı kocası ayyaş bir hâlde eve dönerken Rabiye'nin uyuduğu
odayı yakıp kaçmıştı. Yangını fark eden komşular Rabiye ve
çocuğunu zor bir şekilde kurtarmışlardı. Böylece Rabiye’nin bir
yüzünde yara izi kalmıştı.
Benzi atmış Aydan, annesinin söylediklerini dikkatle dinliyordu.
Aniden susan annesine:
– Ya, sonra ne oldu acaba? – diye sordu.
– Ya, ne yapacaksın böyle fena şeyleri dinleyip. Bak rengin de
soldu, – dedi Zemire Hanım.
– Rabiye benim sınıf arkadaşımdı, hadi anlat anneciğim, – dedi
Aydan.
– Öyle mi? Üstelik, üç ay sonra Rabiye yine hasta kız doğurdu.
Artık Rabiye iki sakat çocukla dışarıda kalmıştı. Sonunda olayı
öğrenen amcası Rabiye’yi iki çocuğuyla şehre götürdü.
Söylediklerine göre o kimsesiz bir yaşlı kadını bulup oraya götürmüş.
Rabiye işte o yaşlı kadına bakıcı olmak üzere iki çocuğuyla birlikte
onun evinde oturuyormuş. Her gün sabah sakat çocuğunu pazara
götürüp aynı dilencilikle bulunan paralarla yaşamını sağlıyormuş
zavallı kadıncağız, – dedi annesi acıyarak.
Söylenenleri duyarken biraz sinirlenen Aydan:
– Niçin hep “zavallı kız” diyorsunuz o edepsiz şerefsize. O
“zavallı” değil, o – yol kesen, hırsız, bozguncu, –derken gözlerinden
çok eskiden gördüğü eziyetin yaşları damlamaya başladı. Aydan
damağına bir şey takılmış gibi yutkunamadı.
235
Aydan “Rabiye’nin başına ne kadar çok bela gelmiş ya”, diye
düşünmekteydi.
– Ağlama, yavrum, ne olmuştu acaba? – diye sordu annesi. Anne
ve kız o gün uzun zamana kadar sohbet etmişlerdi. Aydan çocukken
Rabiye'nin ona yaptığı zulüm hakkında annesine tek tek anlatmıştı.
***
Hayıt günü Aydan köyünü özleyen annesi ve çocuklarıyla birlikte
Burçmulla’ya gitti. Köydeki tanıkların hepsi Zemire Hanımı ziyarete
gelmişlerdi. O gelenlerin hepsine hayıt bayramına diye getirdiği
hediyeleri dağıttı. Aydan’ın annesi o kadar mutluydu ki, bir konuşup
on gülüyordu. Hatta Oğulay yengesi de onun etrafında fır dönüyordu.
Annesini gözeten Aydan: “Ya benim zavallı annem, adam bu kadar
çekingen olur mu hiç? Sınırsız acılara rağmen kendini ateşe atmadı,
intihar etmedi, sabır ve inançla yaşadı”, diye düşünüyordu.
Ama Rabiye olayını Aydan hâla unutamamıştı. Ertesi gün
mezarlıktan dönüşte Rabiye’nin yanarak kül olan evini gördü. Onlar
köyde iki gün kalıp sonra şehre dönmüşlerdi. Ertesi gün Aydan erken
kalkıp işe gitti.
***
Zemire Hanım kızının işten yorgun bir hâlde döndüğünü görünce:
– Çok mu yoruldun yavrum? – diye sordu.
– Anneciğim biliyor musun, bugün yanıma kim geldi?
– Hayır, kimmiş o? – diye tekrar sordu.
– Rabiye geldi, – diyerek kendi odasına geçti.
Zemire kızının ardından çay getirdi ve döşeğe uzanarak yatan
Aydan’ı sakinleştirerek saçlarını okşadı.
– Rabiye işte o hasta kızını getirdi yanıma. Hadi söyle anne ne
yapayım? Günahsız çocuğu benden gözünü alamıyor, ama o aptala
hiç yardım etmek istemiyorum, – dedi Aydan.
236
– Yavrum, “Babanı öldürene anneni ver”, demişler. Allah ona
cezasını vermiştir, elinden gelen yardımı çocuktan esirgeme, ta ki
vicdanın önünde sonradan pişman olmayasın, – dedi annesi.
***
Yine bir nurlu tan atmıştı. Rabiye’nin kızı cerrahlık ameliyatından
çıkıp, durumu iyileşince, geceye doğru servise alındı. Aydan’ın
bugün de ameliyatı var. O yüzden onu tekrar muayene etmek için
erken işe geldi.
Aydan uzun koridor boyunca yürürken, odanın kapısı açılarak
Rabiye’nin kızı Enare gülerek çıkıp geldi, Aydan’ı görünce memnun
olup:
– Ablacığım, ben şimdi çok iyiyim, – diye onu kucakladı.
Aydan Enare’yle odaya girdi. Onu iyice muayene ederken
kızcağızın durumu beklediğinden daha iyi olduğunu öğrendi.
– Kızım, dikişler bitmiş, bir hafta sonra taburcu olabilirsin.
Bundan sonra hiç hasta olma, kendine iyi bak, tamam mı? – dedi
Aydan ve memnun olarak bakmakta olan Enare’nin alnından öpüp
dışarı çıktı.
Yaradan’ın kendisi Rabiye’nin kaderini Aydan’ın isteğine
bırakacağını o hiç düşünmemişti. “Ya, Allah’ım, kendin bizi hak
yolundan saptırma”, diye sıradaki ameliyata hazırlanmak için
cerrahlık odasına geçti.
Dostları ilə paylaş: |