Mes'ele (Allah'ı Vasfetmek Ve O'na İsim Vermek Benzemeyi İcap Ettirmez)
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bir grup insanlar, Allah-u Teâlâ'nin zatî sıfatları olup onlarla vasfolunmasını veyahut zatî ismi olup onunla bilinmesini inkâr ettiler. Bu hususun benzemeyi icabettirdiğini sandılar. Çünkü Allah'ın gayrinin ismi olduğu gibi kendisinin de ismi olur. Ve dediler ki : Kendisine işaret edilmek suretiyle mahlûkattan bir şeye Allah'ın muvafık bulunması caiz olmayınca her şey için kullanılan isme muvafakatinin incelendiği vakitte bu hususun delillerle sabit olup caiz olmaması daha evlâdır. Bunun içindir ki, Allah'a şey, âlim ve kadir denmesini inkâr ettiler. Ve bunun için mekânla örnek verdiler. Çünkü kendisi hakkında böyle söylenince benzetmek ve hududlu olmayı icabettirir. Allah, her mekân iledir. Bu husus da böyledir. Çünkü mekânların564 nihayeti vardır. Mekânlarla vasfetmek veyahut da mekânlardan bir mekânla vasfetmek, birdir. İlk olanı, yani sıfat ve isimlerle Allah'ın vasfedilmesi ve Allah'a isim verilmesi de böyledir. Tevfik Allah'tandır.
Bize göre aslolan ise şöyledir : Gerçekten Allah-u Teâlâ'nm zatî565 isimleri vardır ki, kendisine bu isimler566 verilir. Tıpkı «Er-Rahman» gibi. Ve Allah-u Teâlâ'nm zatî sıfatları567 vardır. Eşyayı bilmek ve eşya üzerinde kudret sahibi olmak gibi ki, Allah-u Teâlâ bu gibi sıfatlarla vasfo-lunur. Fakat Allah-u Teâlâ'yı bu sıfatlarla vasfetmek, bizim tarafımızdan olur. İsim ise bizim gücümüz ve takatimizin genişliğinin ihtimali ve zarurî olarak sözlerimizin ifadeye ulaşabildiği şey ile olur. Zira bunun yolu ancak şahitde yani görünen âlemde bilinenden ibarettir. Ve bu ise sözde benzemeyi icabettirir. Çünkü görünen âlemde onunla takdir olunduğu bilinmektedir. Fakat zaruret bize, kendisiyle benzemeyi nefyetmek için görünen âlemden anlaşılan hususun nefyedilmeşini gerektirdi. Biz de bu zikrolunan şeye zaruret ismini verdik. Eğer bizden başkasına isim veril-miyen şey ile isim vermek, gücümüzün yetmesi imkân ve ihtimali olsaydı, biz onunla isim verirdik. Fakat, görünen âlem, kendi varlığına delil olduğu ve onunla kendisinin bilinmesi vacip olduğu için kendisinin murad ettiği şey ile bilinene yakın olan bir isim ile ismi takdir olundu. Her ne kadar Allah-u Teâlâ'nın, benzerinin olmasından beri ve münezzeh ise de. Görmez misin ki568, gerçekten bizim kendisine âlim ve kadir diye isim verdiğimiz kelimeler, mânalarında hiç bir ihtilâf bulunmaksızın dillerde muhtelif şekillerde bulunmaktadırlar. Bu husus delâlet ediyor ki gerçekten bizim Allah'a vermiş olduğumuz isimler, anlamaya yaklaştıran şeylerden ibarettir. Yoksa onlar hakikatte Allah'ın isimleri değildir. Her ne zaman bu isimlerden insanın kalbine manâlar gelirse Allah-u Teâlâ, onlardan569 Kelime-i Şahadetteki isim vermede, olumsuzluk harfi getirilerek tevhid, yapılan tefsire göre nefyin zımnında zâtın ispatı ve ispatın zımnında da nefyin ifade edilmesi hasıl olmuştur. Tevfik Allah'tandır.
Sonra bizim söylediklerimizin bir delili de peygamberlerin ve semavî kitapların bu isimleri ihtiva eden şeyle gelmeleridir. Eğer peygamberlerin getirmiş olduğu ve bize tebliğ ettikleri şeyle, Allah'a isim vermekte benzerlik olsaydı, tevhid akidesinin bozulmasına sebeb olurlardı. Halbuki onların hepsi bir olan Allah'a ibadet etmeye ve Bari Teâlâ'nın vahdaniyetinin bilinmesine davet ettiler. Bu hususun, mahlûkata muvafakati ispat eden adetin gerçekleşmesini sağlayan şeyden olması elbetteki caiz değildir.
Fakat, vakta ki o isimler, kendileriyle isim verenlerden, bilinenlerin dışına çıkması ihtimali kendilerinde bulunduğu için, peygamberlerin onlarla gelmeleri caiz oldu570. Peygamberlerin, Allah-u Teâlâ'nın «O'nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur» kavl-i celîli ile beraber o isimlerle gelmeleri 571«cisimlerden ibaret olan, birleşik varlıkların sıfatlar ve arazları bilmekte basit idrâkle anlaşılacak olan eşyanın §ey olmasını kendisi ile nefyetmesi içindir. Yardım ancak Allah'tandır.
Sonra biz, âlemden görülenin hepsini olduğu halde, bulunmaya mecbur olduğunu, kendini icadetmekten aciz bulunduğunu, durumunun başlangıcından ve bulunduğu zaman ve mekânın hallerinin hepsinden almış olduğu miktarını bilmekten cahil olduğu halde ve bilinmediği mekân ve zamanın içinde değişikliğe uğradığını ve aynı yerde yaratılış itibariyle zıtları ile uyumsuz bir halde toplanmış olduğunu, bunu gördüğümüzde akıl anlar ki o, yani âlem kendiliğinden var olmamıştır. Ve yine akıl idrâk eder ki gerçekten kendisini takdir eden ve var eden, muhakkak ki kendisini bilmek için ilme ve kendisini icadetmek için de kudrete sahiptir. Çünkü âlem kendi zâtı için ittifaka ihtimali olmak üzere meydana gelmiştir. Kendisini var etmek için bir kuvvete sahip olduğuna delalet eden bir şeyin bulunmadığını ve kendi hâlini bilmediğini ifade eden bir şekilde var olmuştur. Öyle ise görünen âlemde delil teşkil edecek bir mânanın tahkik edilmesi elbette lâzımdır. Çünkü onun bilinmesi ancak kendisi ile mümkündür. Yine böylece eğer kendisinin meydana gelmesi kendisinden kuvvetçe aşağı olandan gelmiş olsaydı, ilk hasıl olan iş de kendisine raci' olurdu. Bunların hepsinde az önce zikrettiğimiz hususlar vardır.
Batmıyye mezhebinden olanlar; isimlerden zikrolunanları ilk yaratıcıya ve akıl, nefisten ibaret olan ikinci yaratıcıya yöneltiyorlar. Ve her âlemin akılda zahir olduğunu söylerler ki ondan da nefis meydana gelir ve nefis de heyulaya uzanır. Ve şöyle diyorlar : Akıl ibda' (meydana getirmek) ile var olmuştur. İbdâ't akim illetidir. Kendisinde var olacak her şey bulunur. Olan şeyi bilmiyen kimsenin ibda' ile bir şeyi ortaya çıkarması veyahut onu meydana çıkarmaya kadir olmayanın veyahut da meydana çıkmış olmasını istemeyenin kendisini meydana çıkarması mümkün değildir.
İbda' akıldan, kendi üzerine sahip olduğu kudretle vasfolunmayan, kendisini bilmeyen, kendisi ile anlamayan bir şey olmak bakımından tabiat sahibinin fiilinin çıktığı gibi meydana çıkar. Bunun nezdinde Allah'a benzemeyi iyi görmediğinden Allah'dan isimleri ve sıfatları nefyetmesi hareketsiz kılma durumunda olup üzerine bir delil bulunmayan şey yerinde olur. Ve ondan da bu söz taklid üzere hasıl olur ki, bu da çok uzak bir ihtimaldir. Tevfik Allah'tandır.
Bununla beraber şöyle de deniliyor : «Allah» O'nun, veyahut onun gayrisinin ismidir. Gerçekte onun, akim ismi olduğuna rücu' eder. «Rahman» ise nefsin ismidir. İşte onların mezhebi bu görüştedir. Allah'a isim vermekten, O'na bir şey benzetmekten korktukları için çekiniyorlar. Sonra onlar, mabut olana ilâh ismi verdiler. «Rahman» ve «Rahîm» ise adetleri sayılmayacak, parçalarının sayılmasının pek güç olan ağyar, yani ilâh'm gayri olan şeylerdir. Onların katında peygamberler güya tevhid akîdesiyle değil birden fazla ilâha ibadet etmek sistemiyle geldiler. Yardım a,ncak Allah'tan istenir.
Sonra onlara Allah'ın ismi yoktur, dediklerinde sorulur; size göre, Allah'ın ne zatî ismi vardır ve ne de zâtı sıfatı. Bu sözünüzden neyi kas-dediyorsunuz ? Bu sorumuza cevap vermek için kendilerinde Allah'ın ismi yoktur, demelerinden başka çıkar bir yol bulamazlar. Ve ileri sürmüş oldukları görüşleri ve Allah'ın zatî ismi yoktur demelerinin hepsi bâtıl olur. Sonra onlar, şu iddiada da bulundular; gerçekten Allah'ın ibdâ'dan alınma, «nıubdî' - yaratıcı» gibi gayri olan ismi vardır ki bu ibda', mubdî'in illeti olur. Mubdî' ise, ne illetlidir ve ne de illettir. O, illeti meydana getirenin kendisidir. Çünkü her ma'lûl'ün illet olmasının caiz olması mümkün değildir.
Kendisine denir ki; madem o, Allah'ın ismini, gayrinden kılmıştır572 : Başkasının gayrinin kendisine tahakkuk ettirdiği şey!0 bu isim midir yoksa bu isimle isim verilen midir? Bu soruya eğer hayır diye cevap verirse o zaman Allah'a gayri olanlardan dilediği şeyle ve istediği gibi de illetle, mâ'lûlle isim verebilir. Çünkü Allah'ın gayrisi, bu hususlara müstahaktır. Çünkü o, böyle diyor. Böylece Allah ver idi illet ve ma'lûl yok idi, diyor. Öyle ise o, söz bizzarure hakiki manâsiyle değil, mecaz olarak ifade edilen bir sözdür. Bu ismi ona, kendisine müstahak ve lâyık olmadan gayri vermiştir. Eğer o isim, kendisinde ibda' ile var idi derse; denilir ki, kendisinde yok iken sonradan ibda' var idi. Hatta kendisine bu ismi hangi yönden olursa olsun gerçekleştirdi. Tâ ki bu ismi kendisine vacip kıldı. Böyle olursa ibdâ'ı onun için nihayetsiz olan bir şey kılması lâzım gelir ki, bu da mümkün değildir. Bunu kendisi de ifade etmiyor. Öyle ise ibdâ'm bizatihi olması vacip olur. Ve böylece de devamlı olarak mubdi' olur. Bunların hepsinde zaruri olarak kendisine zatî olan bir isim vacip olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Allame Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Sonra bize göre, meselenin esası şudur : Gerçekten mutlak olan isimde benzetmenin tahakkuk etmesi muhtemel değildir. Çünkü görünen âlemde her ismin kendisine hâs bir mâna ifade ettiği için iman-küfür, hayır-şer, karanlık-ziya ve ölüm-hayat gibi bir birine zıt olan her isim bulunur. Eğer mutlak olarak isimde birbirine benzerlik bulunsaydı, zıt olanlar bilinmezdi ve isimlerde de ihtilâf ve benzersizlik görünmezdi. Eğer bir şeyin ismi olmamış olsaydı, ihtilâf ve ittifak yönünden bilinmemiş olurdu. Bu hususun bilinmesi murad olunduğu içindir ki kendilerine isim verildiği sabit olmuştur. Eğer görünen âlemde birbirine benzeyen müsemmada ma'lûl olanın manâsını nefyetmekte ismin muvafakati olmamış olsaydı sufiî ve ulvî olan âleme ve ilk ve ikinci mubdi'e isim verilmezdi Ve bütün eşyadaki ismi nefyetmekte Allah'ın ismi ile gayrinin ismi arasında muvafakat vardır, diye iddia edenin iddiası arasında muvafakat bulunurdu. Oysaki yaratmanın tek olmasını söylemekte teşbihin nefyedilmesini görürdü. Her nekadar teklerin isim bakımından içtima'ı var ise de.
Sonra gerçekten onun katında ibda', yani yaratmak, bir illettir ve «şey»le vasfolunmaz. Çünkü onunla eşya var olur. Arazların hepsi de âlim, kadir ve benzerleri ile vasfolunmaz, eğer ismin ispatında ve bulunmasında benzerlik olsaydı. Bu hususun da zikrettiğim yönden böyle olması gerekirdi. Kuvvet ancak Allah'tandır. 573
Dostları ilə paylaş: |