HAC VE UMRE RİSALESİ
‘Hac’ kelimesi ‘ziyaret’ anlamındadır. Ali İmran Suresinin 97. âyetinde “Orada açık alâmetlerle İbrahim’in makâmı vardır. Kim oraya girerse taarruzdan emin olur. Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten herkese Kâbe’yi haccetmesi Allah’ın kulları üzerinde hakkıdır. Kim inkâr ederse bilsin ki Allah âlemlerden müstağnidir.” (3-97) ve Hac Suresinin 27. âyetinde “Bütün insanlara haccı ilân et. Gerek yaya olarak gerekse bineklerle senin huzuruna gelsinler.” (22-27) buyrulmaktadır.
Peygamber Efendimiz de “Ey insanlar! Üzerinize hac farz kılınmıştır. O hâlde haccediniz.” buyurmuşlardır.
Haccın üç farzı vardır. Bunlar:
1- İhrama girmek,
2- Arafat’ta vakfeye durmak,
3- Kâbe’yi tavaf etmektir.
1- İhrama girmek: Zahirde hacca gidenler Mekke yolu üzerinde ‘mikat’ denilen yerde dikişsiz iki parçadan ibaret olan bir elbise giyerler. Buna ihrama girmek denilir. İhrama girmek suretiyle daha Allah’ın zatını remzeden Kâbe’ye varmadan önce kendisine nisbet ettiği fiillerini, sıfatlarını ve vücudunu ifnâ ettiğini gösterir. Sonra “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk. İnnel hamde ven-ni’mete vel-mülke lâ şerike leke” yani “Buyur Allah’ım, buyur çağrına koşup geldim. Buyur. Ortağın yoktur Sen’in. Buyur. Hamd Sana’dır. Nimet Sen’indir. Ortağın yoktur Sen’in.” telbiyesi ile tecellî-i efâli, tecellî-i sıfatı ve tecellî-i zatı görmeyi ister.
Kesif olan kulun, fenâ olmadan kesafetinden çıkması mümkün değildir. Dolayısıyla Hakk’a şühûdu ve müşahedesi söz konusu değildir. Bir kişi zahirde yaptığı icraatının bâtınını bilmelidir. Bâtınını bildiğinin de uygulamasını zahirde yapmalıdır. Siretin suretten tecellîsini tevhid ederek yaşayamayanlar Allah’ın muradı olan hac farzını hakikatte yerine getirmiş olamazlar.
Fena-i efâl, fena-i sıfat, fena-i zat nisbiyetlerinden soyunmayı zevk ederek tecellî-i efâl, tecellî-i sıfat ve tecellî-i zatı idrak edenler, Zat-ı ahadiyet olan o Kâbe’yi şühûd ve müşahede edebilirler. Bu şühûd ve müşahede de mürşidsiz olamayacağı için bir mürşide gitmek farz denmiştir.
Şu hâlde ihrama girmek kişinin kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok etmesi demektir. Kendi varlığı yok olan bir kişi ihtiyarî bir ölüm hâlinde olduğu için;
Meyyit gibidir önünde cismim
Karşında göründü böyle resmim
İhram tenimde bir kefendir
Altındaki bir ölü bedendir
Ama bu bedende can senindir
Can mı yalnız cihan senindir.
Diyerek gönül tecellîlerini dillendirir.
2- Arafat’ta vakfeye durmak: Arafat, Hakk’a ârifiyet demektir. Kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok edenler, zanlarında kendilerine nisbet ettikleri o kesafet vücudlarını ifnâ ettikleri için Hakk’ı zahir, halkı bâtın olarak görmeye başlarlar. Orası Hakk’a ârifiyet yeridir. Bakara Suresinin 115. âyetinde “Doğu ve batı Cenab-ı Allah’ındır. Hangi tarafa yönelirseniz Allah’ın yüzü oradadır.” (2-115) buyrulmuştur. Kesret her ne kadar halk ise de onların hepsinden tecellî eden Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyetidir. Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyetini zevk edenler halkı göremezler. Zira halk dediğimiz kesret butûna geçmiştir. Yani kişi Hakk’a ârif olmuştur. Nasıl Arafat’ta vakfeye durmak Kâbe’ye doğru dönerek ayakta dua etmekse vücud ülkesinde ruhullah olan bir kişide de tırnağından saç teline kadar bütün sıfatlarından ruhun ilânı söz konusudur. Onun için “Arafat’ta yapılan dualar anında kabul edilir.” buyrulmuştur. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın kendisinin yaptığı dua elbette reddolunmaz. Bütün tafsilât-ı Muhammediye’den tecellî eden Allah’ın vahdaniyetidir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri “ ‘Enallah’ diyen ikidir. Biri ‘Enallah’ ifadesindeki Allah ismidir. Biri dahi insan-ı kâmildir. İnsan-ı kâmili bulup onun gönlüne girenler, harem-i şerife girmişlerdir. Girmeyenler dışarıda kalmışlardır.” diyor. Onun için “Fedhulî fi ıbâdî vedhulî cennetî” (89-29,30) âyetleri bunun şahididir. Bunu idrak ettinse Arafat’ta vakfenin ne demek olduğunu anlamışsın demektir.
3- Kâbe’yi tavaf etmek: Zahirde tavaf hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmalarıdır. Nasıl Allah’ın zatını remzeden, taştan yapılmış Kâbe’yi hacılar üçü çalımlı dördü de sakin olarak etrafında dönerek tavaf ediyorsa aynen onun gibi bir sâlik de mürşid-i kâmilinde üç fenâ, dört bekâ merâtibini tahsil etmek suretiyle yeryüzünde Allah’ın zatını remzeden canlı Kâbe durumundaki insan-ı kâmilleri tavaf etmektedir. Çünkü bu ilim ve irfâniyeti mürşid-i kâmilden başka hiçbir yerden elde etmek mümkün değildir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası Fakirullah Efendi hüccâcın önüne geçip nereye gittiklerini sorduğunda hüccâc da hacca gittiklerini söylemişler. Onlara “Gelin beni yedi defa tavaf edin sizleri hacc-ı ekber yani büyük hacı edeyim.” demiştir. Beni tavaf edin demesinden maksat onun etrafında yedi defa dönmek değil, onda yedi merâtib-i ilâhinin tahsil edilmesidir. Fakirullah efendi şöyle diyor: “Kâbe, Kâbe olalı Allah hiçbir zaman oraya girmedi. Fakat bu fakirin gönlünden de hiçbir zaman çıkmadı”
Kâbe’nin dört köşesi vardır:
1- Hacer-i Esved köşesi
2- Yemânî köşe
3- Şâmî köşesi
4- Irakî köşesi
Cenab-ı Hakk’ın zat-ı ahadiyet tecellîsi, rahman olan sıfatından zahir olduğu için Kâbe’deki tavafa Hacer-i Esved köşesinden başlanır. Aynı şekilde kâinattaki Allah’ın halifesi rahman olan insan-ı kâmil sıfatından tavafa başlarız. İnsan-ı kâmiller kâinatta Allah’ın hüviyyet ve eniyyetini cem ederek kemalâtıyla zuhura getirdikleri için tavaf insan-ı kâmilden başlar. Onların elini öpmek de Hacer-i Esved’i öpmek demektir. El ele, el Hakk’adır. Taş şahitlik yapamaz ama onun remzettiği insan-ı kâmiller şahitlik yapabilir. Araf Suresinin 172. Âyetinde “… ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk ki Rabbimizsin’ demişlerdi…” (7-172) buyrulmuştur. Nasıl evvela Hacer-i Esved’i istilam ederek ilm-i ezeliyetimiz olan ervah âleminde “Sizi ziyaret edeceğime söz vermiştim.” ifadesiyle verdiğimiz sözü yerine getiriyorsak günümüzde de bir mürşid-i kâmile gelip söz vermek de bunun gibidir. İşte verdiğimiz bu sözle “Sözümde durarak ziyaretinize geldim. Sizi tavaf ediyorum. Şahid ol.” diyerek “Bismillâhî Allahü Ekber” ile tavafa başlarız. İnsan-ı kâmille sâliklerin “bezm-i elest” adı verilen diz dize telkin aldığı anda verdiği sözle mürşidindeki merâtib-i ilâhiye tahsiline başlaması aynıdır.
Bir kişi “Subhanallahu velhamdülüllahi velâ ilahe illalahu Allahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâbillahil aziym” tesbih zikriyle nefs-i emmare dediğimiz şeytanî hâlinden melekleşmiş nefs-i mutmain hâli olan Yemânî köşesine ayak basar. Yemânî köşe ile Hacer-i Esved köşesi arasında mutmain olmuş nefsin, kemalât hâline gelesiye kadar iki köşe arasında da “Rabbena atina fiddünya haseneten vefil âhireti haseneten vegina azabennar.” “Ey Rabbimiz, bize dünyada iyi hâl ver, âhirette de merhamet ihsan et ve bizi Cehennem azabından koru” “Rabbena firliğ veli valideyye velil mü’mînine yevme yekümul hisâb” “Ey Rabbim, annemi babamı ve bütün mü’minleri hesap gününde mağfiret et.” tesbihatıyle tavaflarını yaparak Cenab- Hakk’ın rahman olan kemalât sıfatını elde etmiş olur. Görüldüğü gibi süflî nefsin terbiye edilerek itminan olmasından sonra Cenab-ı Hak duayı kabul ediyor.
Üçü çalımlı ve koşarak, dördü de sakin olarak tavaf yapılır. Her tavafın şahidliği için Hacer-i Esved taşına istilam edilir. İster vücud ülkesinde bâtın olan üç sıfatı (hayat, ilim, irade) zahire çıkarmak için acele et, isterse ikilik olan nisbiyet hâlinden bir an evvel kurtulmak için efâlini, sıfatını ve zatını ifnâ et. Bunları fiillerinle zahir olarak yaşayamazsan tavaf etmiş olamazsın. Dördü de sakin olarak yapılır. Bunun anlamı işitme, görme, kelâm ve kudret sıfatlarını zahir olarak kendinde fiillerinle yaşamaktır.
Nasıl Kâbe’de bu şekilde dönülüyorsa gönül Kâbe’sinde de yapılan tavafla mutmain olmuş sıfatlar Cenab-ı Hakk’ın rahmaniyetine mazhar olmuş olurlar. Siretin suretten zuhuru ile hem fenafillahı hem de bekabillahı zevk ederek yaşayanlar hac farzını yerine getirmişlerdir. Mısrî Niyazi Hazretleri bir ilahîsinde şöyle diyor:
“Savm u salât hac ile sanma zâhid biter işin İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş”
Kâbe’de nasıl dört köşe varsa insanın gönül Kâbe’sinde de dört köşenin tecellîleri vardır:
1- Şeytanî tecellîler
2- Nefsânî tecellîler
3- Melekî tecellîler
4- Rahmanî tecellîlerdir.
Gönül Kâbe’sinin, 1- Hannan (Hak) (çok merhametli), 2- Mennan (Muhammed) (ihsanı bol), 3- Deyyan (Herkesin hakkını ve hesabını en iyi bilen, veren), 4- Subhan (Yarattıklarına benzemekten münezzeh olan Allah) köşelerinin idraki olmadan fenafillah olup bekabillah zevkleriyle zevkiyâb olunamaz.
Hacer-i Esved Allah’ın sağ elidir. Onu kim öperse Allah’ın elini öpmüş olur. İnsan-ı kâmiller de yeryüzünde Allah’ın halifeleridir. Onların ellerini öpmek Cenab-ı Hakk’ın elini öpmek demektir. Onun için tahsil ve Kâbe’deki tavafa oradan başlanır. Hac ibadeti de bir kişinin kendi insan-ı asliyesini bulmasıdır. Tavaftan sonra İbrahim makamında iki rekât şükranî namaz kılınır, dua edilir ve ayakta üç yudum hâlinde zemzem suyu içilir. Zemzem suyunu içerken “Allah’ım senden faydalı ilim, geniş rızık, kabul edilmiş amel ve her hastalıktan şifa diliyorum.” diye dua etmek güzel olur. Zemzem suyu insan-ı kâmillerin iki dudaklarının arasından gönül Tur-i Sina'sından tecellîsi olan ilm-i ledünü remzetmektedir.
Cenab-ı Hakk’ın vahdet tecellîlerini, kesret olan Hakk’ın kemalât sıfatlarında tevhid yaparak Allah’ın Muhammed’le nasıl seviştiğini görenler mutluluk içinde kulluklarını idrak ederek acziyet içinde ve muhtaç olduklarını dillendirecekler, bu idrâk ve zevkleri ihsân ettiği için teşekkürlerini dua hâlinde arz edeceklerdir. İbrahim makamı emin beldedir. Neden emin beldedir? İbrahim makamının bulunduğu yerde, bir camekân içinde İbrahim (a.s.)’in mermer üstünde ayağının izi vardır. Bu, tevhid babası olan İbrahim (a.s.)’in yolunda gittiği ve tarif ettiği tevhid yolunda gidenlerin kurtuluşa ererek emin beldeye ayak bastıklarının tasdikidir. İbrahim makamında kılınan iki rekât şükür namazı da bunu pekleştirmektedir.
Ayrıca haccın Safa ile Merve arasında sa’y yapmak, Mina’da şeytan taşlamak, Müzdelife’de vakfeye durmak, saçları traş etmek, vedâ tavafı yapmak gibi vacîbleri de vardır.
Safa ile Merve arasında üçü koşarak dördü sakin olmak üzere yedi defa sa’y yapılır. Üç sa’yın koşarak yapılmasının nedeni kişinin ikilik hâli olan fenâ mertebelerindeki celâl tecellîlerinin kişiyi huzursuz ve mutsuz yapmasıdır. Bunlardan bir an evvel kurtulmak için koşmak gereklidir. İnsan-ı kâmil tahsilinde de cehâletten, nisbiyetten ve şirklerden bir an evvel kurtulmak lâzımdır. Yani ikilikten kurtulmak için çok çalışmak gereklidir. Dördü ise sakindir. Zira kulda nisbiyet kalmadığı için bekâ mertebelerinde sakinlik söz konusudur. Hakk’ın her an ayrı tecellîlerinin zevki vardır. Merve demek kulluk demektir. Safa demek ise selâmete çıkmak demektir. Bizler de kulluktan yani ikilikten yedi sa’y sonunda selâmete çıkanlardan olmuş oluyoruz. Sa’y Safa tepesinde bitince hiçbir gayriyet kalmadığı idrakiyle tıraş olunarak ihramdan çıkılır.
Zemzem suyu insan-ı kâmillerden tahsil edilen ilm-i ledün diye vasıflandırdığımız sır ilimleri, esrar ilimlerini remzeder. Çünkü insan-ı kâmiller Tuba ağacıdırlar. Onların kökleri arş-ı âlâ’da, dal ve meyveleri yerdedir. Onlar ilhamlarıyla ledün ilmini bizlere bardak bardak sunmaktadırlar. Bu zemzem suyunu da onlardan başka hiçbir yerde taze taze bulmak mümkün değildir. Kıyamda durmak Hakk’ın fiilleri ile açığa çıkışını remzetmektedir. Onların bu ilm-i ledünü kelâm fiili ile zuhura geldiği için ayakta içilmektedir. Kıyam ayakta durmaktır.
Üç gün boyunca, toplam yetmiş taşla, büyük şeytan, orta şeytan, küçük şeytan taşlanır. Bunun mânâsı şudur: Büyük şeytanı taşlamakla kendi varlığımızı, orta şeytanı taşlamakla kendi sıfatlarımızı, küçük şeytanı taşlamakla da kendi efâlimizi taşlamış oluyoruz. Kendimize nisbet ettiğimiz varlığımızın, sıfatlarımızın ve fiillerimizin bizim olmadığını kabullenerek şeklen ve bâtınen bu taşlama işini yapmış oluyoruz. Büyük şeytana yedi taş attıktan sonra kurbiyetimiz gereği kurban kesiyoruz. Yani varlığımızı Hakk’ın varlığında yok edip ruhullah sahibi olduğumuzda ruhun sıfatlara tecellî ederek aslını göstermesi ‘kurban’ olmuş oluyor. Kurban kurbiyet demektir, yani sıfatlara yaklaşmak demektir. Sıfatlarımızın tecellî pınarı olan ruhun her emrine teslim olduğunu gösterir. Yani kurban, ruhun sıfatlarımızdan kemalâtıyle zuhura gelmesi anlamındadır.
Hüccac Arafat’ta öğle ile ikindi namazlarını (cem-i tehir) cem ediyor. Müzdelife’de de akşam namazı ile yatsı namazını cem ediyor. Bunların remzettiği mânâ ikilikteki sıfatlarımız zata vuslat bulduğunda yani zatın idaresi altında cem olduğunu zevk edince sıfat ayrı zat ayrı mütalaa edilemez. Öğle namazı sıfatı, ikindi namazı da zatı remzetmektedir. Namaz müminin miracı, miraç da da Allah’la beraber olmak, konuşmaktır. Sıfatlardaki tecellîlerin zatın olduğunu irfâniyetle bilmek öğle ile ikindiyi cem etmektir. Akşam ile yatsı namazının cemi ise Müzdelife’de olmaktadır. Yani ruhun sıfatlarından zuhur etmesiyle cem edilmiş olunur. Kısaca şunu anlıyoruz ki halkın Hak’ta birleşme idrakı vahdaniyette olduğu için Arafat’ta cem ettik. Hakk’ın da halkta tecellîsi ile yani kesrette zuhurâtıyla Müzdelife’de cem ettik demektir.
Kadınlar erkeklerin arkasında namaz kılarlar. Ancak Kâbe’de kadınlar erkeklerin önünde de namaz kılabiliyor. Neden? Çünkü Kâbe Allah’ın zatını remzeder. Orada kadın erkek diye kesret yoktur. Yalnız insan vardır. Bütün nehirlerin suları deryaya ulaştığında deryadaki suların hiç biri artık ‘Ben şu nehrin suyuyum, diğeri ‘Ben bu nehrin suyuyum’ diyemediği gibi Kâbe’de de kadın erkek diye bir şey olamaz. Orada kılınan namaz gönül Kâbe’sinde kılınmaktadır. Cenab-ı Hakk’ın Muhammed sıfatlarından cinsi, ırkı, rengi, dili ayrı ayrı oldukları hâlde Âdem diye vasıflandırılan bu insanlardan Allah ve Muhammed’in nasıl seviştiğini, nasıl âyan beyan görüldüğünü, herkesin cennet-i âlâ’da yaşadığını görmemek mümkün değildir. Orada süflî nefse yer yoktur. Vahdette, yalnız insan vardır. Bir ağacın dallarının ana gövdeden ayrı olmaması gibi. İşte onun için kadınların önde erkeklerin arkada namaz kılmaları dahi mahzurlu sayılmaz.
Zahirde emr-i ilâhi olarak ömrümüzde bir defa hac farizası yapılmalıdır. Batînen de bir defa bir insan-ı kâmilden bu merâtib-i ilâhiye olan fenâ ve bekâ tahsilini yapıp zevk etmemiz lâzımdır. Bâtın haccını bir insan-ı kâmilden tahsil ettikten sonra zahirini de bizzat yerinde Resûlullah Efendimizin yaptığı gibi oraları da görerek zahir ve bâtını tevhid ederek yaşama geçirmek lâzımdır. Yoksa imkânları varken yalnız haccın zahirini yapıp bâtınını yapmamak eksiklik olduğu gibi bâtınını yapıp imkânları olduğu hâlde haccın zahirini yapmamak da eksikliktir. Bu eksiklik tek kanatlı kuşa benzer. Tek kanatlı kuşun uçması mümkün değildir. Siretteki zevklerini bizzat remzedildiği mahallerde zahir ve bâtınını birleştirerek tevhid zevkiyle zevkiyâb olmaları Cenab-ı Hakk’ın muradıdır.
Hac Mekke şehrindeki Kâbe’yi ziyaretten ibaret değildir. Bu ziyaret bir rumuzdur. Haccın sırrı insan-ı kâmilden meratib-i ilâhiyeyi tahsil ederek yedi mertebedeki Hakk’ın tecellîlerini zevk etmektir.
Umre haccının iki farzı vardır:
1 - İhrama girmek
2 - Kâbe’yi tavaf etmek
Safa ile Merve arasında sa’y yapmak, tıraş olmak gibi vacibleri de vardır. Umre hacca göre çok kolaydır. Arafat’ta vakfe yoktur. Şeytan taşlama yoktur. Kurban kesme yoktur.
Tevhidde fenafillah olan kardeşlerimiz umre yapmış sayılırlar. Tevhid-i efâl, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat mertebelerini ilme’l zevk edenler fenafillah olmuşlardır. Allah cümlemize bu zevkleri ihsan eylesin. Âmin.
HER SENE KURBAN KESİLİR Mİ?
Kurban, kurbiyet yani yaklaşmak demektir. Bunun da iki yüzü vardır:
-
Zahir yüzü
-
Bâtın yüzü
Zahirde kurban zengin olanların Allah için küçük veya büyükbaş hayvanlardan kesilmesidir. Allah için kesilen kurban etlerininin bir bölümü fakir fukaraya, bir bölümü eşe dosta dağıtılır. Bir bölümü de aile efradıyla yenir. Böylece Hak ve hakikat için senede bir defa bu fedakârlık yapılmış olur. Hanefi mezhebine göre vaciptir. Şafii, Hanbeli ve Maliki mezheplerine göre de sünnettir. Bu ibadetle fakirler doyurulduğu gibi bedenen ete olan ihtiyacımız da karşılanmış olur ki bu İslâm dininin birlik-beraberlik, paylaşım gibi emirlerini yerine getirmek demektir. Hem kendimize hem de ümmet-i Muhammed’e faydalı olmak İslâmın genel kaidelerindendir.
Bâtınında ise kurbanın “Koç kurbanı” ve “Can kurbanı” olmak üzere iki yüzü vardır.
Kendimize nisbet ettiğimiz varlığımızı, benliğimizi ihtiyarî bir idrakla ifnâ etmek yani yok etmek, “koç kurbanı” demektir. Kendimize nisbet ettiğimiz efâlimizin, sıfatımızın ve vücudumuzun olmadığını anlayarak fenafillah olmaktır. Yani ihtiyarî olarak “ölmeden evvel ölerek” kendimize nisbet ettiğimiz varlığımızın Hakk’ın varlığı olduğunu idrak etmek koç kurbanıdır. Zira kendimizin diye bildiğimiz bu varlığın olmadığını anlamak Hakk’a yaklaşmamıza vesiledir. Bu koç kurbanı bizi ikilikten kesip birliğe vuslat buldurur. Fenafillah olarak “Mûtu kable ente mûtu” sırrına eren bir kişinin varlığı kalmadığı için bu koç kurbanını ömründe bir defa keser. İkinci bir varlığı olmayanın koç kurbanı kesmesi mümkün değildir. “Ölmeden önce ölünüz” sırrına eremeyenler ıztırarî ölümlerinden önce bu sırra erişmek için gayret sarfetmelidir.
Ruh birliğine eren bir kişinin, sıfatlarından o ruhun yüceliklerini rahman sıfatı olarak zuhura getirmesine de “can kurbanı” diyoruz. Zira ruhun sıfatlardan rahmaniyetinin tecellîsi, ruhun sıfatlara yaklaşmasıdır. Buna “candan canana erme” de diyebiliriz. İnsanda can güneşi bir defa doğduysa o güneş bir daha batmaz. Ruhumuzun sıfatlarından kemalâtıyla tecellîsi zuhur etmişse, ister koç kurbanı isterse can kurbanı olsun bir defa kesilir. Koç kurbanı veya can kurbanı kesilememişse o zaman hayat boyu kurban kesmeye her sene devam edilir. Koç kurbanı ve can kurbanı kesenlerde Hakk’ın dâimî bir beraberliği zuhur eder. Yeter ki gönül evinde bu güneşleri doğduralım. Doğan güneş artık batmaz, dolanır durur.
Zahir yönüyle zengin olanlar her sene mutlaka kurban kesmelidir. Resulullah efendimiz her sene kurban kesmiş ve “Ben iki kurban atasının evladıyım” buyurmuşlardır. Böyle yaparak kurbanın hem bâtınını hem de zahirini yapmıştır. Çünkü her sene birisi kendisi için, birisi de ümmeti için kurban kesmiştir.
Cenab-ı Allah bizleri de hem zahir hem de bâtın kurban kesenlerden eylesin. Âmin.
İSLAMİYETTE DEĞİŞMEYEN ÜÇ KÂİDE
İslamiyette değişmeyen üç kâide vardır. Bunlar şunlardır:
-
Vahdet 2- Tevhid 3- Teslim
VAHDET
Cenab-ı Hak bu kesret âleminde zerreden kürreye kadar her varlıkta zatını ilan etmiştir. Bütün varlıklar onunla kâimdirler. Onun tecellî etmediği hiçbir varlık yoktur. Zat yönüyle evvellerin evveli âhirlerin de âhiri olmasına rağmen, tecellî ettiği sıfatlarda esma aldığı için, ruh-i cemadî, ruh-i nebâtî, ruh-i hayvanî, ruh-i insan gibi isimler alması onun vahdaniyetinin bir gereğidir. Bu suretlerin siretini görenler bilir ki halktan görünen zat ve sâbit sıfatlarıyla Hak’tır. Halkın fiilleri, sıfatları ve esmaları sürekli değişmesine rağmen, Hak zat ve sıfat-ı sübûtiyesiyle vahdet hâlinin her devirde değişmeyen zuhurudur. Hak yönüyle o dâim ve bâkidir. Cenab-ı Hak bütün varlıklardaki istidat ve kabiliyetlerine göre her devirde zatıyle, nurunu, ruhunu, aklı ve kalemi vahdet tecellîsiyle devam ettirmektedir.
TEVHİD
Tevhid, her mertebe ve boyutta, esma ve suretlere aldanmadan, Allah’ın, zatından sıfatlarına, sıfatlarından esma alarak fiilleriyle açığa çıkmasını, O’nun tecellîsinin bir gereği olduğunu bilmek, suretten sireti görme hâli demektir. Tevhid iki varlığın birlenmesi değildir. Çünkü Allah’ın mülkünde O’ndan başkası yoktur ki olmayan iki veya daha fazla varlığı “birlemek” söz konusu olsun. Tevhid Hakk’ın halk suretinden tecellîsini görerek hareket etmektir. Halktaki Hakk’ı görenler, halka ayrı bir vücud vermezler. Halka ayrı muamele yapmazlar. Halkla Hakk’ın bir olduğunu bilerek konuşur, görüşür ve muamelelerini buna göre yaparlar. “Halka hizmet Hakk’a hizmettir.” diye boşuna söylenmemiştir.
TESLİM
İslâmiyette teslim, zandaki, hayaldeki bir Allah’a teslim olup inanmak değildir. Çünkü Allah zandan ve hayalden münezzehtir. Her varlıkta zatını ilan eden odur. O zaman, bu yaratılan varlıkların dışında bir Allah aramak, zannetmek, hayal etmek akıl kârı mıdır?
Şuara Suresinin 213. âyetinde “Öyle ise sakın Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun!” (26-213) buyurulmaktadır. Âyetten anlaşılacağı üzere sizin varlığınızın Hakk’ın varlığı olduğunu unutarak, O’nun akıl, fikir gibi nimetlerini kullanarak hayalde ve zanda bir Allah yaratarak ona ibadet etmemek gerekmektedir.
Allah, vücut ülkenizde, sizin diye bildiğiniz sıfatlarınızdan esma alarak fiilleriyle zatını ilan etmiş ve sizden icraatını yapıp durmaktadır. Kendinizi yakın takibe almayarak, zatını bütün varlıklarda ilan eden Allah’ı bu varlıklarda değil de hayalde ve zanda yarattığınız bir ilaha teslim olmanız ne kadar gülünçtür!
Evvela mürşid-i kâmil mazharından Rabbim, kendimize nisbet ettiğimiz varlığımızın olmadığını, fenâ-i efâl, fenâ-i sıfat, fenâ-i zat yapmak suretiyle öğretti. Sonra Hakk’ın zatının zatımızda, sıfatlarının sıfatlarımızda, efâlinin de fiilleriyle bizim istidat ve kabiliyetimiz nisbetinde kulluğumuzdan nasıl zuhur ettiğini gösterdi. Teslimiyetimizin ayrı bir varlığa değil, bizde olan Rabbimize olduğunu anlamış olduk. Bizi bizle sevk ve idare edenin Rabbimiz olduğunu bilerek ona külli teslim olduk.
İSLÂMİYETTE YAŞAM NASIL OLMALIDIR?
İslâmiyeti yaşaşayabilmek için dört prensibi uygulamak lâzımdır. Bu dört prensip şunlardır:
-
İtikad
-
Amel
-
Muamele
-
Ahlak
1-İTİKAD
İtikad, Allah’a gönülden inanmak demektir. Bu inanış sıdk ile tasdik edilmelidir. Ayrıca, peygamberlere, meleklere, semavî kitaplara, hayır ve şerre, âhirete, öldükten sonra dirilmeye de iman etmek demektir.
a) Yaratılan bu varlıklardan ayrı olarak, zanda ve hayalde yaratılan, bizlerin içini dışını gören ve bilen bir Allah yoktur. Zira Allah hayal ve zandan münezzehtir. Avam seviyesinde bir inanç içinde olanlar zanda ve hayalde yarattıkları Allah’a inanarak hakikatten yoksun, gaflet içinde ömürleri müddetince dünya ve âhirette azaptan kurtulamamaktadırlar. Cenab-ı Allah “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve bu kâinatı yarattım.” dediği hâlde, zanda ve hayalde O’nu yaratmak, aramak Şuara Suresinin 213. âyetine ters düşmektedir. Âyette şöyle buyuruluyor: “Öyle ise sakın Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun!” (26-213) Bu âyetle, insan varlığının kendine ait hiçbir şeyi olmadığı hâlde, kendisine nisbet ettiği aklı ve fikriyle hayalinde yarattığı bir Allah’a ibadet etmesi yasaklanmaktadır.
b) “Allah vardır, bu varlıklar Allah’ın gölgesidir.” derler. “Allah nerededir?” denildiğinde “Nerede anarsan oradadır.” Hatta “Allah görünmekten, bilinmekten, zaman ve mekândan münezzehtir.” derler. Bu idrakle söylenen bu sözler Allah’ın sıfat ve esma almazdan evvelki hâli olan mutlak zatı için söylenir. Allah gölgeden de münezzehtir. Hz. Muhammed’in gölgesi yoktur derken onun nuranî bir vücuda sahib olmasından mütevellit bu ifade kullanılmaktadır. Nurun gölgesi olmadığına göre nasıl olur da Allah’ın gölgesi olur? Nur Suresinin 35. âyetinde “Allah, yerlerin ve göklerin nurudur…” (24-35) buyurulmuştur. Şu hâlde ilmi, irfaniyeti ve kemalâtı eksik olanların bilinçleri de bu seviyededir. Bunların da dünya ve âhirette huzur ve mutluluğu elde etmeleri mümkün değildir.
c) Allah zerreden küreye kadar her varlıkta kendini ilan ettiğine göre, her sıfatta zatını ilan eden de yine O’dur. Her varlık Allah’la mevcuddur. Allah, bu varlıklarla ‘var’ değildir. Cenab-ı Allah her varlıkta zatıyle mevcud, sıfatlarıyla mevsuf, esmasıyla malûm ve fiilleriyle zahir olarak görünmektedir. Her varlığın istidat ve yaratılma gâyesi neyse yerine göre, bünyesinde mühendisliğini de, ressamlığını da, fabrikasını da koymuş ve zuhura getirmiştir. Bu varlıklar bunu bilseler de bilmeseler de O her an gizlilikten açığa çıkmış ve çıkmaktadır. Onun için bizler, “bilinmezlik ve görünmezlik”te iken O’nu fiilleriyle zahir olarak seyretmekteyiz.
Bir elma çekirdeğini toprağa diktiğimizde ona ‘çekirdek’ diyoruz. Ağaç hâline dönüşünce ona artık ‘çekirdek’ demiyoruz ‘elma ağacı’ diyoruz. Dalları teşekkül ettiğinde ‘elma ağacının dalları’ diyoruz, yaprakları teşekkül ettiğinde ‘elma ağacının yaprakları’ diyoruz. Görüldüğü gibi her bir aşamada ismi de şekli de değişiyor. Ama ‘çekirdek’ demiyoruz. Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da zatından kulluğuna kadar bütün mertebelerde tecellîsini gösterdiği hâlde o mertebelerde O’na ‘Allah’ diyemeyiz. Tecellî ettiği sıfatın esmasını söyleriz. Onun için bizleri bu mertebelerdeki tecellî cinsleri aldatmasın. Gördüğümüz her varlıktan bizlere “Hakk’ım” diye hitap gelmektedir. Maalesef bizler irfaniyet ve kemalât eksikliğinden mütevellit ya o varlıkların siretini göremediğimiz için bu hitabı duymuyoruz.
Rahman Suresinin 26 ve 27. âyetlerinde “Kullü men aleyhâ fân” “ve yebgâ vechu rabbike zülcelâli vel ikrâm” “Her şey yoktur, Rabbinin yüzü bâkidir.” (55-26,27) buyurulmuştur. Her şey Hak’la kâimdir. Bütün sıfatlardan cemalini gösteren o’dur. Onun için evvela itikatımızı düzeltmeliyiz. İtikatımızı düzeltmediğimiz müddetçe bütün amellerimizin boşa gideceğini unutmayalım. Nisa Suresinin 136. âyetinde “ Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (4-136) buyurulmaktadır. Allah, mutlak zatından sıfatlarına, sıfatlarından da esma alarak fiilleriyle zahir olması ile zerreden kürreye kadar tafsilat-ı muhammediye sıfatlarından cemalini seyretmektedir. Bunu anlamalı ve itikadımızı buna göre düzeltmeliyiz.
2-AMEL
Amel, yapılan iş, fiil anlamlarına geldiği gibi ibadeti yerine getirmek için yapılanlar anlamına da gelir. Amelde niyet ve şuur önemlidir. Bir kişi bir işi ne niyetle yapıyor ve yaptığı işin bilincinde midir, buna bakmak lâzımdır. Amel İslâmın emrettiği ibadetlerle sınırlı değildir. İnsanların amelleri inançları doğrultusundadır. Bütün amellerimizin kaydı yapılmaktadır. Adeta yaptığımız her amelin fotoğrafı çekilmektedir. Vücudumuzu, nefsimizi, aklımızı, ruhumuzu kullanarak yaptığımız ameller önümüze konulduğunda inkâr etmemiz mümkün olmayacaktır.
İrade Allah’ın olduğu hâlde kendimize de bir cüzi irade vererek, vücut ve nefsimizi, Cenab-ı Hakk’ın yasak ettiği işlerde kullandıysak elbette sorumluyuz. Ameller muamele ile birlikte görülmektedir. Çalışmamız, çocuğumuzu yetiştirmemiz, komşularımızla olan münasebetlerimiz, bütün insanlarla olan ilişkilerimiz, yaşantımız müddetince her türlü muamelelerimizde amellerimiz vardır. Fussilet Suresinin 46. âyetinde “Kim iyi amel işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullarına zulüm yapmaz.” (41-46) buyurulmaktadır. Senin bu âlemde çalışman ve çabalaman Hakk’ı bilmek olsun. Hakk’ı bilmekten üstün bir amel yoktur. Dünyadaki azaptan kurtulmak istiyorsan, Hakk’ı bilmeme cehâletinden kurtul ârif ol. Bütün mutsuzluklar cehâlettendir. Cehâlet Allah’ın bir kahrıdır. Hastalıklar ve sakatlıklar ise bir lütuf ve imtihandır.
3-MUAMELE
Gündelik yaşantımızda, eşimizle ve çocuklarımızla, komşularımızla, iş yerinde çalışma arkadaşlarımızla ilişkilerimiz, alış-verişlerimiz, ticaretimiz, Allah’ın yarattığı varlıklara farkıyle davranışlarımızın hepsi muamele bölümünü teşkil eder.
Her bir varlık Hakk’ın varlığı ile vardır. O varlıkların kendilerine ait bir varlığı yoktur. O hâlde bizim o varlıklarla olan muamelemiz Hakk’a muamelemiz değil midir? “Halka hizmet Hakk’a hizmettir.” denilmiştir. Onun için bilelim ki kiminle temas kuruyorsak Hak ile temastayızdır.
Cemadata, nebatâta, hayvanata ve cahilinden âlimine kadar her türden insana muamelemiz farkıyla olmalıdır. Bilhassa yuvamızda, eşimize olan muamelemiz, çocuklarımıza olan muamelemiz, komşularımıza ve iş yerindeki amirimize, emrimiz altındaki memurlarımıza olan muamelemiz nasıldır? Sinirlilik ve kalp kırma hâli midir, gönül alma, alçakgönüllü olma hâli midir? Davranışlarımızı sürekli gözden geçirmeli, yanlış olanlarından uzaklaşmaya gayret göstermeliyiz ki amellerimiz de güzel olsun. Amelle muamele birlikte uygalanır. Amellerimiz güzel olursa muamelemiz de amellerimizle uyumlu olacaktır. İşte o zaman dünya ve âhirette huzur ve mutluluğu yakaladık demektir.
4-AHLAK
Ahlak, bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları olarak tanımlanır. Davranış biçimleri ve kurallar, “emr-i bil maruf, nehy-i anil-münker” olarak özetlenmiştir. Bu, Allah’ın emrettiklerini yapmak ve yasak ettiği şeyleri yapmamak demektir.
Bir gün bedevîler Ayşe validemize “Resulullahın ahlakı nasıldır?” diye sorduklarında Ayşe validemiz şöyle cevap vermiş: “Siz Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’ân ahlakıdır.” İnsanın böyle bir ahlaka sahip olabilmesi için üzerine düşen vazifeleri vardır. Bu vazifeler 1- Allah’a karşı, 2- Peygamberine karşı, 3- Kendi şahsına karşı, 4- Ailesine karşı, 5- Ülkesi ve milletine karşı, 6- İnsanlığa karşı, 7- Allah’ın yarattığı bitki, hayvan gibi bütün varlıklara karşıdır.
İslâmiyeti tam mânâsıyla yaşamak için evvela itikatımızı düzeltmeli, amel ve farkıyle muamele ile ahlakımızı güzelleştirmeliyiz. Sonrasında da ebediyen yaşayacakmışız gibi dünyaya çalışmalı, yarın ölecekmişiz gibi de âhirete çalışmalıyız.
İki cihan serveri Peygamber efendimiz “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuyor mu? Biz ahlâkımızı nasıl Kur’ân ahlâkı hâline getireceğiz? Allah’ın emrettiklerini ve yasakladıklarını şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’den okuyarak öğreneceğiz. Kur’ân’daki emir ve yasakları iki maddede kısaca ifade etmek gerekirse:
1- Yaptığın iş, hareket, davranış sana ve senden gayri olan bütün varlıklara fayda sağlıyorsa Allah’ın emrettiğidir,
2- Yaptığın iş, hareket, davranış sana ve senden gayri olan bütün varlıklara zarar veriyorsa Allah’ın yasak ettiğidir.
Cenab-ı Hak bizleri saydığımız bu dört prensibi iyi bilen ve uygulayanlardan eylesin. Âmin.
KABİR AZABI
Evvela kabirin ne olduğunu öğrenmeliyiz. Çünkü kabirle mezar karıştırılıyor.
Bu dünyada ıztırarî ölümle öldükten sonra bedenimizin gömüldüğü toprağa mezar denir. Ruhların gömüldüğü bu bedene de vücut kabri denir. Kabir suali mezar denilen toprak altında sorulmaz. Bu beden kabrinde sorulur ve cevabı verilir. Ebedî âleme hazırlıklar burada yapılır. Şu hâlde herkesin bildiği gibi ölmüş kişilerin cesetlerinin toprak altında bulunduğu yere mezar diyoruz. Doğumumuzdan ruhumuzun bedenden ayrıldığı güne kadar geçen sürede ruhumuzu taşıyan bedene de beden kabri diyoruz.
Bir hadîs-i şerifte “Kabirleriniz ya cehennem çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.” buyurulmuştur. Ölünce her şey bitmiyor ki… Evvela melekût âlemine, oradan ceberrut âlemine, oradan da lahut âlemine yolculuğumuz devam edecektir. Bu dünyadaki nefsimizin terbiyesiyle, iyi amellerimizle, güzel muamelelerimizle, ahlâk güzelliğiyle ortaya çıkan hâl, bu âlemden diğer âlemlere geçtiğimizde de devam edecektir. İsra Suresinin 85. âyetinde “Sana ruhtan sorarlar. De ki: ‘Ruh Rabbimin emridir…’ ” (17-85) buyuruluyor. Ruhun, Rabbinin emri dışında bir iş yapması düşülünemez. Şu hâlde ruh tek başına azap çekmiyor. Bedenin de kendine ait gücü, kuvveti, aklı ve fikri olmadığı için sorumlu olamayacağından azap görmesi söz konusu olamaz.
Beden ülkesinde süflî nefs hükümdar olduğunda, aklı ve bedeni kendi emrinde kullanır, ruha hiç söz hakkı vermez. Bu yüzden o kişi kabir azabındadır. Beden ülkesinde nefs terbiye edilmek suretiyle ruh hükümdar olursa, beden de, nefs de, akıl da ruhun emrinde olacağından o kişi kabir azabı çekmeyecektir. Çünkü artık ruh Rabbinin emrindedir ve her işi huzur ve mutluluk içindedir.
İnsan vücudundaki ruh, enerjidir, hayattır. Tecellî ettiği sıfat ve mazharlarda, istidat ve kabiliyetlerinin eksikliği varsa gayriyette kalmaları onların azabı olmaktadır. Bir elektrik cereyanını düşünün. Kablonun içinde iken ne zararı ne de faydası vardır. Çünkü elektrik cereyanı, ‘elektrik cereyanlığıyla’ hiçbir icraat yapamaz. Ancak bir ampülle irtibatlandırırsanız icraatını görebilirsiniz. İrtibatlandırdığınız ampül 10 vatlıksa 10 vatlık ışık elde edersiniz. Ampül 100 vatlıksa 100 vatlık ışık elde edersiniz. Demek ki, sıfatlardan tecellîsini göstermeden sorumluluk olmuyor. Bu sorumluluk tek başına ne ruhun, ne de bedenindir. Sorumluluk sıfat dediğimiz nefsindir. Nefs denen sıfatlarımız bir mürşid-i kâmilden nefs terbiyesi ve nefs tezkiyesi görmediği müddetçe kendisini ayrı, Hakk’ı ayrı gördüğü için, bütün varlıkları da ayrı görecektir. Dolayısıyla da ayrı gördüğü her varlığa yaklaşımı süflî nefsin istekleri doğrultusunda olacağından kendi menfaatini ön plâna alarak muamele yapacaktır. Cenab-ı Hakk’ın bu halk mazharlarından tecellîsinden haberdar olmadığı için, süflî nefsin doğrultusundaki hareket ve tutumu, onun beynindeki nakıs ve itici enerjiyi meydana getireceği için hiçbir zaman huzur ve mutluluğu bulamayacaktır. Dünya denilen bu beden ülkesinde azap gördüğü gibi, gönül âlemi olan âhiretinde de kabir azabını çekmeye devam edecektir. İsra Suresinin 72. âyetinde “Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır.” (17-72) buyurulmuştur.
Dünyada, itikat, amel, muamele ve ahlâkını güzelleştirmeyenler, elbette âhirette de azab çekeceklerdir. Cenab-ı Hak bütün inananları kabir azabından kurtararak, huzur ve mutluluk olan cennetini daha bu âlemde iken tadanlardan eylesin. Âmin.
KAÇ ÇEŞİT İNSAN VARDIR?
İnsan Cenab-ı Hakk’ın hüviyyet ve eniyyetini kendisinde cem eden en yüce varlıktır. Kur’ân’daki bazı âyetlerde insanın özellikleri yaptığımız bu tanımla çelişiyor gibi görünebilir. Mesela İbrahim Suresinin 34. âyetinde “…Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.” (14-34), Ahzab Suresinin 72. âyetinde “…Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (33-72) ve Araf Suresinin 102. âyetinde “ Biz onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Ama gerçekten onların çoklarını yoldan çıkmış kimseler bulduk.” (7-102)
buyurularak insanın cahil, sözünde durmayan, zalim, nankör bir varlık olduğu ifade edilmektedir. Aslında tanımımızla âyetler arasında bir çelişki yoktur. Çünkü on beş çeşit insan mertebesi vardır. Esfelden âlâya, ayrıca insan-ı kâmil olasıya kadar 28 mertebede 28 tecellî zevkiyle zevklenmiş insanlar görmekteyiz.
Nefs mertebeleri 7’dir. Birincisi nefs-i emmare, ikincisi nefs-i levvame, üçüncüsü nefs-i mutmainne, dördüncüsü nefs-i mülheme, beşincisi nefs-i râziye, altıncısı nefs-i marziye, yedincisi nefs-i safiyedir ki saydığımız bu yedi mertebede ve bu mertebelerin hâllerini üzerlerinde taşıyan birçok insan toplumumuzda mevcuttur.
Ruh mertebeleri de 7’dir. Ruh mertebelerinin birincisi tevhid-i efâl, ikincisi tevhid-i sıfat, üçüncüsü tevhid-i zat, dördüncüsü makam-ı cem, beşincisi hazretü’l-cem, altıncısı cem’ül-cem, yedincisi ahadiyetü’l-cemdir. Bu mertebelerde de, bulunduğu mertebenin zevkiyle zevklenmiş, dünyada iken âhiretini yaşayan kardeşlerimiz mevcuttur. Nefs ve ruh mertebelerinin toplamı on dörttür.
Bir de nefs ve ruh mertebelerini kendi şemsiyesi altına almış olan “insan-ı kâmil”ler vardır ki onlarla birlikte on beş sınıf insan olduğu ortaya çıkmış olur. Hâl böyle olunca sadece nefs mertebelerindeki insanları göz önünde bulundurarak insanın, sadece süflîyetinden bahsetmek akıl kârı değildir.
Cenab-ı Allah “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” dediğinde, bu 15 sınıf insanın ne olduğunu bilmeyenler, içlerinden insan-ı kâmilin yaratılarak zuhur edeceğini bildiren Cenab-ı Hakk’a secde etmeyerek kovulanlardan oldular. Bizler inşallah kovulanlardan olmayız. Her bir insanı bulunduğu mertebe ve durumuna göre değerlendirmek lâzımdır. Kötü ve eksik insanlar olduğu gibi, iyi ve kemalâtlı insanların da olduğu muhakkaktır. Bütün insanları sadece noksanlıklarıyla değerlendirmeyelim. İnsan denen varlığın en üstün yaratılan bir varlık olduğunu unutmayalım. İnsan nefs mertebelerinde süflîyet gereği cahil ve nankör ise de, ulvîyette ruh sahibi olmuş üstün bir varlık ve yeryüzünde halifeliğini idrak eden insan-ı kâmildir.
İnsan-ı kâmil, Cenab-ı Allah’ın hüviyyet ve eniyyetini kendinde cem eden yeryüzündeki halifesidir. Buna eksiklik isnat etmek onu tanımamak demektir. İnşallah onu tanıyanlardan oluruz.
KARI VE KOCANIN KARŞILIKLI VAZİFELERİ
Karı ile koca ailenin iki temel unsurudur. Aile temelinin sağlam olması, aile fertlerinin huzurlu yaşamaları ve her bakımdan mutlu olmaları, karı kocanın iyi geçinmelerine ve aralarındaki sevgiye bağlıdır. Onun içindir ki, herşeyden evvel karı ile koca arasında sarsılmaz bir itimat, karşılıklı bir sevgi ve samimiyet olmalıdır. Eşlerin birbirlerine şu hayat yolculuğunda yoldaş, dünya ve âhiret işlerinde arkadaş ve sırdaş, iyilik ve faziletlerde fikirdaş olmaları lâzımdır. Üzüntülü hâllerinde birbirlerine destek olarak bu hâli gidermeye çalışmalıdırlar. Birbirlerinin maddi ve manevi yaralarını şefkat ve merhamet elleriyle sarmalı, sevgi merhemiyle tedavi etmelidirler. Lüzumsuz ve haksız yere birbirlerinin kalbini kırarak incitmemeleri lâzımdır. Şayet istemeyerek de olsa birbirlerinin kalbini kırmış ve incitmişlerse de pişmanlığını bildirip eşinin gönlünü almalıdır. Herkes hatasını bilmeli, hatasını kabul etmeli ve gidermeye çalışmalıdır. İnatçı ve ısrarcı davranmamalıdır. Zira bir kişi noksanını bilmekle kemalât sahibi olabilir. Hatasını anlamak ve hatadan dönmek büyük fazilettir. Aile arasında uzun müddet küslük ve dargınlık doğru değildir. Bakın Cenab-ı Hak Rum Suresinin 21. âyetinde ne buyuruyor: “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O'nun (varlığının ve kudretinin) âyetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (30-21) Peygamber efendimiz de bir hadîs-i şeriflerinde “ Erkeğin hanımına ‘Seni seviyorum’ demesi asla kadının kalbinden çıkmaz.” buyurmaktadırlar. Bu yüzden “hayatım, ruhum, gülüm, papatyam, menekşem...” gibi sevgi ifade eden sözler eşler arasında karşılıklı sevgi ve saygı hassasiyetini arttırdığı gibi eşlerin kalplerinde büyük inkılâplar da yaratır. Bu sözleri söylemek ilk günler zor gelse de zamanla alışkanlık hâline gelecek ve sevgiyi güçlendirecektir. Yine Resulullah efendimiz “Karı koca birbirine sevgi ile bakınca Allahü teâlâ da onlara rahmet nazarı ile bakar…” buyuruyorlar.
Sevginin dâimliği vardır ama sevgisizlik dâim değildir. Bunu hiçbir zaman unutmayınız.
ERKEĞİN EŞİNE KARŞI GÖREVLERİ:
1. Aile reisi olması cihetiyle ailenin geçimini sağlamalı, helâl rızık kazanmalı, evinin her türlü ihtiyacını karşılamalıdır.
2. Geliriyle mütenasip bir meskende ailesini barındırmalı ve ailenin nizamını sağlamalıdır.
3. Aileye eğitim ve terbiye yönüyle nezaret ederek iyiliği emretmeli, ahlâk güzelliğiyle aileyi yönlendirmelidir.
4. Eve geldiğinde güler yüzlü olmalı ve eşine selam vermelidir.
5. Sevgi ifadesi olan “Hayatım, ruhum, gülüm…” gibi kelimeleri çok kullamalıdır.
6. İş yerindeki stres, sıkıntı ve problemleri eve taşımamalıdır.
7. Hiddetli olmamalı, sinirli bir şekilde bağırıp, çağırmamalıdır. Unutulmamalı ki güzel ahlâk eksikliğinden sinirlilik meydana gelir.
8. Sevecen ve samimi davranmalıdır.
9. Eşine itimat etmeli, hâl ve hareketleriyle güven vermelidir.
10. Hoşgörülü ve bağışlayıcı olmalıdır.
11. Diktatörlükten sakınmalıdır. Hatası varsa hatasını yüzüne vurmamalı, incitmeden, kalbini kırmadan ikaz etmeli, başkalarının yanında mahcup etmemelidir.
12. Savurgan olmamalı, harcamalara eşiyle birlikte karar vermelidir.
13. Eşini eve hapsetmemeli, zaman zaman parka, gezintiye, dışarıda yemeğe götürmelidir.
14. Eşinin zaman zaman anne ve babasını ziyaretine izin vermeli hatta kendisi de bu ziyaretlere katılarak eşini memnun etmelidir.
15. Kötülüğü emretmediği müddetçe eşinin sözünü dinlemeli ve itaat etmelidir.
16. Sebepsiz yere eşini kıskanıp yuvasını tehlikeye sokmamalıdır.
17. Tatlı dille eşini kendisine bağlamayı bilmelidir.
18. Geliriyle mütenasip eşini giydirmeli, yedirip içirmelidir. Kötülüklerden korumalıdır.
19. Evine bağlı olmalı, adaletli olmalı, muameleleri güzel ahlâk yönüyle olmalıdır.
KADININ KOCASINA KARŞI GÖREVLERİ:
1- Kanaatkâr olmalı, eşinin gelirini aşan isteklerde bulunmamalıdır.
2- İtaatkâr olmalı, dikbaşlı olmamalıdır. Peygamber efendimiz bir hadîslerinde şöyle buyuruyor: "Bir kadın kocası kendisinden memnun olarak ölürse cennete girer."
3- Evini, malını korumalı, evini dâima temiz tutmalıdır.
4- Evin bütçesine uygun harcamalar yapmalı, israftan kaçınmalı, har vurup harman savurmamalıdır.
5- Güzel elbisesiyle kapıda karşılamalıdır.
6- Palto, ceket gibi dış giysilerini alıp asmalıdır.
7- Hâl ve hatırını sormalı, “Günün nasıl geçti?” gibi sorularla kendisiyle ilgilendiğini göstermelidir.
8- Eve gelir gelmez sıkıntılarını, yorgunluklarını, problemlerini dillendirerek onu sıkmamalı, eşi kederli görünüyorsa teselli ederek üzüntüsünü gidermeye çalışmalıdır.
9- Eşinin yemek, uyku, çalışma, televizyon izleme, dinlenme saatlerini çok iyi bilmelidir ve programlarını buna göre yapmalıdır.
10- Görüşmeye çağırdığında yanına gitmemenin aile bağlarının kopmasına sebep olduğunu bilmelidir. Unutmamalıdır ki kocanın memnun olması Cenab-ı Hakk’ın memnun olması demektir.
11- Alışverişte ev için ya da kendisi için aşırı isteklerde bulunmamalı, eşini ödeyemeyeceği borca sokmamalıdır.
12- Zaman zaman eşinin anne ve babasını ziyaret etmeli, onlara hürmetkâr davranmalı, gönüllerini almalıdır. Müsaadesiz gezmeye gitmemelidir.
13- “Hayatım, ruhum, canım…” gibi güzel, gönül okşayıcı, sevecen sözlerle sevgisini eşine göstermelidir.
14- Aşırı istek ve arzularla eşini soğutmamalıdır.
15- Rencide edici söz ve davranışlardan kaçınmalı, soğuk davranmamalıdır.
16- İşine vakitli vakitsiz karışmamalı, fikir verilmesi gerekliyse “Şöyle olsa daha iyi olmaz mı, ne dersiniz?” diyerek tatlılıkla söylemelidir.
17- Namusunu ve kocasının şerefini korumalı, kötü davranışlarda bulunmamalı, onun kıskanmasına sebep olacak davranışlardan uzak durmalıdır. Kocası için süslenmelidir. Koca için süslenmek sevaptır.
18- İnsanların inanç ve fikir yapıları nisbetinde mutlu olduklarını bilmelidir.
19- Her zaman Peygamber efendimizin şu hadîsini göz önünde bulundurmalıdır: “Kadının üzerinde en büyük hak sahibi kocasıdır, erkeğin de anasıdır.”
İşte ailenin temel unsuru olan karı ve koca saydığımız bu maddelere riâyet eder ve muamelelerini buna göre yaparlarsa yuvalarında huzur ve saadet elde ederler.
KERAMET-İ KEVNİYE VE KERAMET-İ İLMİYE
Keramet ne demektir? Keramet, Allah’ın velâyet mertebesine yükselen kullarından tecellîsiyle gösterdiği ikramı ve bağışıdır. Cenab-ı Hakk’ın veli kullarına olan bu ihsanı keramet diye adlandırılır. Alışılmışın dışında, insanüstü olaylardır. Keramet “Keramet-i kevniye” ve “Keramet-i ilmiye” olmak üzere iki türlüdür.
Keramet-i kevniye de iki türlüdür:
1- Zaman dilimi içinde fiilullah olarak zuhura gelen kerametler.
2- An dilimi içinde vehbi ilimle vâkıf olunan bir olayın önceden ifşa edilmesiyle ortaya çıkan kerametler.
Veli kullardan Cenab-ı Hakk’ın kendi istek ve arzusuyla insanlara fayda sağlaması amacıyla gösterdiği keramet, keramet-i kevniyedir. Cenab-ı Hakk’ın o veli kuluna bir bağışı olarak istemeden zuhuru tecellî edebilir. Çoğu veliler zaman dilimi içinde tecelli eden keramet-i kevniyelerin kendilerinden zuhur etmesini istemez. Zira bu bir fiilullahtır. Kerameti görenler kerameti Cenab-ı Hakk’a değil de kerametin zuhura çıktığı kişiye isnat ederlerse en büyük günah olan şirk günahını işlemiş olurlar ve kerametin zuhur ettiği veli şirke vesile olmuş olur. Onun için tevhid ehli keramet-i kevniyeyi inkâr etmez ama itibar da etmez. Hatta bazı veliler keramet-i kevniyeyi kadınların aybaşı hâllerine benzetmişlerdir.
An dilimi içinde mânen vâkıf olduğu ve kendisine bildirilen varlık âlemindeki bazı olayları ifşa etmek de keramet-i kevniyedir. Üç sene sonra veya beş sene sonra olacak bir vakayı önceden haber vermek gibi… Bunlar inanan kardeşlerimize faydalı olmak için veli kullara Allah tarafından verilen bağışlardır. Böyle durumlarla karşılaştığınızda kerameti sakın o kişilere isnat etmeyin. Evliyada ‘keramet’ dediğimiz bu hâl peygamberlerde ‘mucize’ olarak isimlendirilir. Her ikisi de fiilullah olayıdır. Keramet de mucize de Cenab-ı Hakk’ın muradıyla olmaktadır. Bir de konumuzun şeytanî yönü vardır ki kerametle ya da mucizeyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. İnsanların sırtlarından kancaya takılıp kaldırılmaları, Buda rahiplerinin havada durmaları, Hint fakirlerinin çivili yatakta yatmaları, kızgın kor üzerinde yürümeleri, vücutlarına şiş sokmaları tamamen şovdan ibarettir. Keramet olmayan bu saydığımız işler bedensel olarak yapılan egzersizlerle elde edilebilir.
Keramet-i ilmiye de iki bölümde mütalaa edilir.
-
Zahir keramet-i ilmiye
-
Bâtın keramet-i ilmiye
Günümüzde bilgisayar, internet, cep telefonu gibi araçlarla yeryüzündeki birçok noktaya anında ulaşarak iletişim kurabiliyoruz. Gelişmiş teknolojiler sayesinde her türlü bilgiye ulaşabiliyoruz. Televizyonlarımızda uzaktan kumanda ile yüzlerce kanalın arasında seçtiğimiz bir yayını anında ve canlı olarak izleyebiliyoruz. Cep telefonlarıyla dünyanın öbür ucundaki insanlarla konuşabiliyoruz. Sağlık, eğitim, askerlik gibi birçok alanlarda örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte bunların hepsi de zahir olan ilmi kerametlerdir.
Bir de bâtın olan ilmi kerametler vardır ki bunlar Allah’ın velileri yani dostları tarafından bilinir ve uygulanır. Kur’ân-ı Kerîm’in dünya ile ilgili zahir yüzü olduğu gibi, âhiret yönüyle yani ruhaniyetimizle ilgili bâtın yüzü vardır. Bir hadîs-i şerifte “Kur’ân’ın bir zahiri vardır bir de bâtını vardır. Bâtınının da yedi bâtına kadar bâtını vardır.” buyurulmaktadır. Vehbi olarak Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği, Kur’ân’ın ilm-i ledün diye ifade ettiği bu sırlara vâkıf veli kullarından gerektiğinde keramet-i ilmiyeyi zuhur ettirdiğini görebiliriz.
İlim “pozitif ilim” ve “vehbi ilim” olmak üzere iki türlüdür.
Pozitif ilim, kişinin okullardan, kitaplardan, öğretmenlerinden edindiği ilimdir. Satırlardan tahsil edilir. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversitelerde edindiğimiz ilimler bu türdendir.
Vehbi ilim ise Allah ya da yaradılış vergisi olan ilimdir. Bu ilim satırlarda değil, sadırlarda yazılı olan bir ilimdir ki, ona doğuş veya ilham tecellîsi de deriz.
Kur’ân-ı Kerîm’in her türlü ihtiyaca her zaman cevap verebilecek birçok yüzü vardır. Bu güne kadar her asırda bir yüzünün izahı yapıldı, sırları veliler tarafından bizlere aktarıldı. Bu sırlar ilm-i ledünün sırlarıdır. Şimdi 21. asır yüzünü iyi okuma ve dosdoğru anlama zamanıdır. Sadece satırlardaki Kur’ân’ı değil sadırlardaki Kur’ân’ı okuyup ilm-i ledünü tahsil etmek gerektiğine inanıyorum. Allah isteyenlere nasip etsin. Âmin.
KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ 28 HARFİN SIRRI
ELİF
Yedi noktanın alt alta gelmesinden meydana gelir. Allah’ın ulûhiyetteki adını remzetmektedir. Allah ulûhiyet mertebesinde henüz sıfat ve esma almadığı için Cenab-ı Allah “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi murad ettim, bu halkı yani sıfatlarımı halk ettim.” hadîs-i kudsîsiyle, rubûbiyetine (kulluğuna) tecellî etti. Rubûbiyetin iki yüzü vardır:
1- İrşad ve terbiye ediciliği ile ‘Rab’lık yüzü
2- Cemadat, nebatât, hayvanat, insanlar itibariyle ‘kul’luk yüzü
Bezm-i elestteki (Araf Suresi 7-172) Rab sırrıdır. Bir sâlikin mürşid-i kâmilin dizinin dibindeki durumu da bezm-i elesttir. Burada Cenab-ı Hak, Rab esmasıyla mürşid-i kâmilden sâlike “…Ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr Suresi 15-29) âyeti gereği bir ruh üfürür. Rablık yüzü ile irşad ve terbiye başlamıştır.
Bütün varlıkların yaratılmasındaki hikmetler incelendiğinde kulluk yüzü ile bizleri irşad ve terbiye eden âlemlerin Rabbi tarafını görürüz.
BE
Bezm-i elest demindeki ‘nefahtu’ sırrının gönül rahmine düşmesidir. Bir mürşid-i kâmil mazharından zikir ruhunun üfürülmesidir. Buna bezm-i elest (elestü bezmi veya elest meclisi, toplantısı da denir) diyoruz. Talip olan kişinin mürşidin dizinin dibine oturması, mürşidinin ‘nefahtu âyetiyle’ ona tevhidi telkin etmesidir. Mürşidin telkinatı ile sâlikin gönül tarlasına zikir tohumunu ekilmesi, sâlikin nefsanî istek ve arzularını yani dünyayı geride bırakarak Hak ve hakikate dönmesi, mürşid mazharından Rabbinin vehbi ilim vermesi ‘be’ sırrıdır.
TE
Gönül rahmine düşen zikir nur tecellîsiyle gönüldeki gayriyeti, yani süfli nefs ve istekleri temizler. Âyet-i kerimede “zikirle gönüller huzur ve sükûna kavuşur” (Rad Suresi 13-28) buyurulmaktadır. Zikir telkin edildiğinde sâlikin aklı, fikri ve bütün düşünüşleri ‘Allah’ olacağı için gayriyetten uzaklaşacak gönül âlemi de temizlenmeye başlayacaktır. Biz bu temizlenmeye ‘te’ sırrı diyoruz.
SE
Süfli nefsin, vücut ülkesinde ruha nasıl hükmettiğini idrak etmektir. Bir insanın vücut ülkesinde nefs hükümdar ise vücudu da, aklı da kendi emrinde çalıştırır. Ruha hiç söz hakkı vermez. Nefs, iblis olan nefs-i emmarenin istekleri doğrultusunda icraat yaparken o kişi bu olaya vakıf olursa o kişi anlar ki nefsin kötü isteklerinden kurtulmadan dünyada da âhirette de kendisine huzur ve mutluluk yoktur. Onun için kendisine verilen her nefeste zikirle meşgul olacaktır. Kendisinden zikredenin Rabbi olduğunu bildiği için de daima Rabbiyle beraber olduğunun idrakı zuhur edecektir.
CİM
Cemal-i zata şahitlik yaparak onun letafet tecellîsini idrak etmektir. Şühud hâlidir. Bir kişinin kendi varlığının olmadığını bilmesi, kendi diye bildiği varlığın Hakk’ın varlığı olduğunu görmesi onun şahidliğidir. Bu da “mûtu kable ente mûtu” ile yani ölmeden evvel ihtiyarî bir ölümle ölmekle mümkündür. Maddi vücuda sahip olan bir kişi lâtif olan Rabbine şahitlik yapamaz, “Rabbimi Rabbimle bildim.” hadîs-i şerifinin bilincine varması gerekir.
HA
Hayalde vahdet tecellîleriyle hep O’nu görmektir. Kişi fenafillah olduktan sonra bütün varlıkların siretinin Hak olduğunu bilir, varlıkların suretleri ise görünmeyecek bir hâle gelir. Artık Hakk’ı görenler vahdetin galip gelmesinden dolayı idraklerinde halkı göremezler. Burası Hakk’ın zahir halkın bâtın olduğu yerdir. Yunus Emre Hazretleri bir ilahîsinde bu hâli şöyle dile getiriyor:
“Yusuf'u kaybettim Kenan ilinde
Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz”
HI
Gönlünde bu cemal zevkine sahip olanların makamı cennet olur. Zira tevhid cenneti burasıdır. Kişi ister ruh yönüne yüzünü çevirsin isterse sıfatlar yönüne yüzünü çevirsin Hakk’ın cemalinden başka bir şey göremez. “…Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü işte oradadır…” (Bakara Suresi 2-115)
DAL
Taklidi şeriatten, tahkiki şeriate vâsıl olarak dalaletten kurtulmak. Şeriatin sırrına ermek. Bir kişinin mutmain olmuş bir nefse ulaşması hâlinde bütün sıfatlarından Hak ve hakikati görmesi, Hak ve hakikati duyması, Hak ve hakikati konuşması, Hakk’ın Rahman sıfatıyla Muhammediliğini sergilemesi sırr-ı şeriatin delili olur. Vücud ülkesinde artık komutan nefs değil, ruh olmuştur. Bütün sıfatlar ruhun emrinde hareket ederler.
ZEL
Zikri dâimin tahakkuku ile ruhumun imam, sıfatlarımın cemaatim olduğunu görerek yeni bir hâl üzere olduğumu idrak ettim. Kişi daimî zikre geçince kendisini daimî huzurda hissedeceği için, vücut ülkesinde ruhunun imam olarak bütün sıfat ve azalarına her nefeste namaz kıldırdığını görür. On sekiz bin âlemdeki tecellîlerin bir yerden sevk ve idare edildiğini zevk ederler. Ulül-elbâb (Kalp sahibi) olan bu kişiler, zatının sıfatından fiilleriyle nasıl açığa çıktığını seyrederler.
RA
Vahdette ruhumun vücut ülkesindeki padişahlığını görünce ruh sultanlığımı idrak ettim. Anladım ki bendeki enerji veya hayat dışında beni benle sevk ve idare eden hiçbir güç yok. Cenab-ı Hakk’ın rahman ve rahim rahmetini tecellî ettirenin O olduğunu kalben tasdik ettim.
ZE
Cenab-ı Allah’ın bu sıfatına mazhar olanlara ilim ve irfaniyet rahmeti yağmaya başladı. Ben Cenab-ı Hakk’ın bir sıfatı olduğumu zevk edince, bütün sıfatlarımdan ilim ve irfaniyet rahmeti yağmaya başladı. Kelâm sıfatı açıldı, duyma sıfatım işitme sıfatına dönüştü, basar olan görme sıfatım basirete yani kalbin irfaniyet görmesine dönüştü. Rabbim, Cenab-ı Hakk’ın cemalini benim mazharımdan seyretme zevkine sahip oldu.
SİN
Cemal tecellîsi ile kalbim selim oldu. Kulağımın işittiğini, gözüm gördü ve kalbim tasdik etti. Bu irfan ve kemalâtla, her varlıkta cemali seyrederek kalbim huzur buldu.
ŞIN
Gönlümdeki ‘kab-ı kavseyn’ makamına şahadet ettim. Vücut ülkesinde kalp komutan, bütün sıfatlar da onun askerleridirler. Komutanın askerlerini mutmain nefs hâline getirmesi o ülkenin huzur ve mutluluğu demektir. Kalp sahibi olarak, kalbimin vücut ülkesindeki komutanlığını görerek şahadet ettim.
SAD
Sıddıkiyet makamına nâil oldum bihamdillah. O’ndan başkası olmayınca, sıfatların tam bir sadakatla zata küllî teslimi zuhur eder. Kalp komutanı, ‘Hakk’ı duyacaksın!’ dediğinde o kulağın Hakk’ı işitmemesi, ‘Hakk’ı gör!’ dediğinde o gözün Hakk’ı görmemesi mümkün değildir.
DAD
Dalaletten kurtularak, letafet âleminde salim oldum. İkilik âleminden tamamen kurtulup siret âlemi olan idrakımdaki letafet âleminde huzur buldum. Vücud ülkesinde aza ve sıfatların birbirleriyle ters düşmemesi huzur ve mutluluk verir. Âlemde de Cenab-ı Hakk’ın yarattığı her varlığı yerinde görmek insanı huzurlu ve mutlu kılar.
TI
‘Tuba ağacı’ sırrı vücudum oldu bihamdillah. Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki halifesi olduğumu idrak ederek hüviyyet ve eniyyetini vücudumda cem edenin Hak olduğunu anladım ve gördüm.
ZI
Gayriyetten tamamen kurtulup suçsuz ve mazlum oldum bihamdillah. Hataların ve günahların ikilikte olduğunu anladım. Kendi mülkünde kendisinden başkası olmayınca ‘suçlu’ ve ‘suçsuz’ tabirlerinin geçersizliğini anladım. Kulluk idrakimle ‘fark’ olan şeriat-ı ahkâmiyeden ayrılmamaya özen gösterdim. Kur’ân-ı Kerîm’deki emir ve yasaklar kendi muradı olduğu için, zuhurunu bu mazhardan devam ettirdiğini anladım.
AYN
Ta ezelden beridir cemaline âşık olduğumu, her şeyin ‘ayn’ı olduğunu anladım. Ta a’yân-ı sâbiteden bu yana, “zatının sıfatlarına, sıfatlarından esma alarak fiillerini seyretmesine” bu sıfatından âşık olduğunu anladım. Meğer âşık olan da kendisi, âşık olduğu da mertebelerde tecellî boyutlarında aynalardaki kendi görüntüsü imiş.
GAYIN
Gayriyetin kalmadığını, Hakk’ın sıfat ve fiilleriyle zahir olduğunu idrak edince, kalbimde Hak zahir oldu. Tecellî eden O, tecellî O, tecellî edilen O olunca kendi kulluk aynamda Hak zahir oldu.
FE
Nefsimi, kalbimi, ruhumu fethederek mutmain oldum. Nefsin, kalbin ve ruhun fethi kişide yaşam tarzı hâline dönüşünce itminan olmaması mümkün değildir.
KAF
Kalbimde Hakk’ın tecellîsi zahir oldu bihamdillah. Kişinin kalbinde Hakk’ın tecellîsi zahir olunca bütün yaşantısındaki muameleler Hak’la olur. Halka hizmet Hakk’a hizmettir.
KEF
Gönül aynamda hep O’nun cemalini gördüm. Bütün varlıklar şahadet âlemindeki aynalarından O’nun cemalini sergilemektedir. Her varlık ene-l Hak nidâsıyla feryad etmektedir.
LÂM
Hakk’ın lâtif vücudu ile vücutlandım. Hak lâtif olduğu için ben de fenafillah olarak kesif vücuttan soyunup lâtif vücut ile vücutlanmakla vücudun vücudullah olduğunu anlayıp zevk ettim.
MİM
Muhammed elbisesini giyip Muhammedî oldum. Cenab-ı Hakk’ın Rahman kemalât sıfatlarını kendimde tecellî ettirerek Muhammedî olduğumu anladım elhamdülillah. Mısrî Niyazi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle buyuruyor:
“Hak yüzü insân yüzünden görünür,
Zât-ı Rahmân şeklin insân eylemiş.”
NUN
Nuru ile kendi nur vücudumda miraç ettim. Cenab-ı Hakk’ın vücut ülkesinde nurunun, ruhunun, aklın ve kalemin tecellîlerinin birer miraç olduğunu anladım elhamdülillah.
VAV
Hakk’ın varlığı ile varlıklanarak, velâyete erdim. Hakk’ın dostu oldum elhamdülillah.
HE
Hidayet devletine sahip oldum. Allah’ın hidayeti meğerse kendi insan-ı asliyemizi bulmakmış. Hidayet ederek bizlere bunu buldurdu elhamdülillah.
LÂM ELİF
“Lâ”dan geçerek ‘lâ’ demedim “illâ” dedim bihamdillah. Bir kişi ikilikte iken gördüğü varlıklara Hak değil diyerek ‘lâ’ der. Birliğe geçen kişiler ise görünen varlıkların yalnız suretini görmezler. Siretin suretten tecellîsini gördükleri için onlar lâ değil ‘illâ’ derler. Yani her görünen Hak’tır.
YE
“Yâsîn” hitabına sonunda nâil oldum bihamdillah. ‘Sin’ sahibi olmak canlı Kur’ân olmak demektir. Âdemiyyetini layıkıyle bulanlar insan-ı kâmil olmaları nedeniyle canlı Kur’ân’dır. Onun için “Yasin Suresi Kur’ân’ın özüdür.” buyurulmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’deki yirmi sekiz harf esrarını meratib-i ilâhiye zevkiyle Ahmet mazharından söyleyen söyledi. Söyleyen ve söyletenin kim olduğunu anladım bihamdillah.
KUR’ÂN’DAKİ MUKATTAA HARFLERİN SIRLARI
Kur’ân-ı Kerîm’de bazı surelerin genellikle başında bulunan, kesik kesik, ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı harflere huruf-u mukattaa denir. Bu harflerin mânâlarını ancak Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve O’nun vârisleri bilir. Bu harfler bir yönüyle de müteşabih âyetlerden sayılmıştır.
Dostları ilə paylaş: |