AB-I HAYATTAN
DAMLALAR
Ahmet ARSLAN
Salihli – 2014
AB-I HAYATTAN DAMLALAR
Ahmet ARSLAN
ISBN: 978-605-60397-0-6
www.salihlimelamilerdernegi.com
e-mail: ahmet_efd@hotmail.com
Salihli-MANİSA
Basım Yeri:
Baskı Tarihi:
Bu kitabın tüm yayın hakları yazarına aittir. Tanıtım için yapılacak alıntılar dışında tüm alıntılar için, Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Sözleşmesi gereği yazarın izni gerekir.
İÇİNDEKİLER
ÂDEM RİSALESİ 9
ÂHİRET ÂLEMİ 41
ÂHİRETTE ŞEFAAT VAR MIDIR? 45
ALLAH’IN ZAT, SIFAT VE EFÂLİNİN ÜÇ BOYUTU VARDIR 51
BİLLÂH İLE ALLAH’A İMAN 58
CENAB-I HAKK’IN NÜZUL VE URUCU 70
CENAB-I HAKK’IN VÜCUT ÜLKESİNDE ZUHURU 84
CENNET VE CEHENNEM 89
DERVİŞE HİTAP 96
DÜNYADA İKEN AHİRET ÂLEMİNİ YAŞAMAK 98
ESMA-ÜL HÜSNA’NIN AÇIKLAMASI 104
GÜNÜMÜZDEKİ MELAMİLER 153
HAC VE UMRE RİSALESİ 159
HER SENE KURBAN KESİLİR Mİ? 176
İSLAMİYETTE DEĞİŞMEYEN ÜÇ KÂİDE 179
İSLÂMİYETTE YAŞAM NASIL OLMALIDIR? 183
KABİR AZABI 193
KAÇ ÇEŞİT İNSAN VARDIR? 197
KARI VE KOCANIN KARŞILIKLI VAZİFELERİ 200
KERAMET-İ KEVNİYE VE KERAMET-İ İLMİYE 207
KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ 28 HARFİN SIRRI 212
KUR’ÂN’DAKİ MUKATTAA HARFLERİN SIRLARI 225
MÜRŞİD-İ KÂMİL KİMDİR? 233
NAMAZ RİSALESİ 238
NAMAZ ZÂHİR VE BÂTIN OLURSA NAMAZDIR 262
ORUÇ RİSALESİ 268
ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK NE DEMEKTİR? 277
SIRAT KÖPRÜSÜ 282
TEVHİD RİSALESİ 285
VEL ASR SURESİ 343
YER VE GÖK KATLARI 349
YİRMİSEKİZ PEYGAMBERİN HİKMETLERİ 357
DUA 371
ÖNSÖZ
Âlemlerin Rabbi olan Cenab-ı Allah’a sonsuz hamd ve senâlar, sevgilisi iki cihan serveri Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed (s.a.v.) ve ehl-i beytine sayısız salât u selam olsun.
Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hak, insanları ve cinleri kendisine ibadet etsinler diye yarattığını söylüyor. Peygamber Efendimiz de ibadeti “Allah’ı bilmek” şeklinde açıklıyor. O hâlde düşünenler için bu dünyaya geliş sebebi ortaya çıkmış oluyor. İnsanın tek görevi vardır şu fâni dünyada, o da Allah’ı bilmektir. Kur’ân âyetlerinden nereden geldiğimizi ve nereye döneceğimizi biliyoruz. Allah’tan geldik ve yine O’na döndürüleceğiz. Peki, ama nasıl? Okuyarak öğrenmemiz mümkün değil. Kur’ân’ın ilk emri “Oku!”. Neyi okuyacağız? Nasıl okuyacağız? İşte bu noktada bir mürşidin gerekliliği ortaya çıkıyor.
Kâinatta tek mürşid-i kâmil vardır. O da Hazreti Muhammed’dir. O’nun dışında içinde yaşadığımız zamanda irşad olmamız mümkün değil. O zaman müracaat edeceğimiz kaynak Hazreti Muhammed’in varisleri olacaktır. Vârislerinden alınacak tevhid tahsili ile kişi insan-ı asliyesini bularak yakînliğini idrak edecektir. Bu yakînlikle Mısrî Niyazî hazretlerinin;
“Öyle sanırdım, ayrıyam
Dost gayrıdır, ben gayrıyam;
Benden görüp işideni
Bildim ki ol canan imiş”
Mısralarındaki sırra vâkıf olacaktır. Bu tahsilde sadece okumak yeterli değildir. Kişi okuduğunu anlamalı anladıklarıyla amel etmelidir. Tahsile başlamadan önceki bilişlerini bir kenara bırakmalı,
“Taatın ihlâsa erişmez, ilim ile amel ile
İzzeti ko zilleti tut, odur onun mayası”
Mısralarında belirtilen hâl üzere teslimiyetle, sadakatle yakînliğini arttırmaya çalışmalıdır.
“Sohbetten muhabbet, muhabbetten ise Muhammed hâsıl olur.” kâidesiyle sîret olan Muhammed aynası, suret olan Muhammed aynalarından Cenab-ı Hakk’ın mazharların istidat ve kabiliyetlerine göre nasıl tecelli ettiğini anlayan salik “Ölmeden evvel ölünüz.” hadîs-i şerifi doğrultusunda Hakk’a vuslatını gerçekleştirmiş olacaktır.
Tevhid huzurdur, tevhid mutluluktur. Sırat-ı müstakimde bütün kardeşlerimizin vuslatlarına Cenab-ı Hak’tan kolaylıklar niyaz ederim.
Hacı Ahmet Arslan
HACI AHMET ARSLAN EFENDİ KİMDİR?
Hacı Ahmet Arslan Efendi, 1940 yılında Uşak ilinin Ulubey ilçesinde dünyaya gelmiştir. İlk ve ortaokuldan sonra lise tahsiline İzmir Askeri Sağlık Lisesinde devam etmiş buradan mezun olduktan sonra da 1960 yılında orduya katılmış, 1979 senesinde de Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekliye ayrılmıştır.
1966 senesinde Uşşakî mürşid-i kâmili Kulalı Hacı Mehmet Ruhi Akhan Efendi hazretlerine intisab etmiş on yedi sene tasavvuf ilmini tahsil etmiştir. On yedi senenin son beş yılında Uşşakî halifesi olarak Adana, Uşak ve Salihli’de irşad görevine devam etmiştir. Bu süre zarfında 1980 senesinde hac farizasını yerine getirirken 1982 senesinde de umre haccını yapmıştır.
1983 senesinde mânâda bizzat Resulullah Efendimizin verdiği emir üzerine Salihli'de ikamet etmekte olan Melami mürşid-i kâmili Hacı Hasan Özlem Efendi hazretlerine tâbi olarak hakikat tahsiline başlamıştır. Bu tahsilinin dokuzuncu senesinde aldığı ilim ve irfan feyzi ile 1992 yılında bizzat Hacı Hasan Özlem hazretleri tarafından icâzetname verilmek suretiyle halife tayin edilmiştir. Bu durum Hacı Hasan Özlem Efendi hazretlerinin yazdığı “Arifler Gül Bahçesi” adlı eserinde “Halifemdir.” ifadesiyle teyitlidir. 22 Aralık 1996 tarihinde Hacı Hasan Özlem Efendi hazretlerinin Hakk’a yürümesisinden sonra irşad görevini bugüne kadar sürdürmüş ve hâlâ da sürdürmektedir. İrşad görevine yurt içinde ve yurt dışında ulaştığı her noktada devam etmektedir. Günümüz teknolojisini de etkin bir biçimde kullanarak kendisine verilen manevi hazineleri oluk oluk nasiplilerine dağıtmaktadır.
Melamet zevkiyle, Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı ve Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyesinden asla taviz vermeden sohbetlerine devam eden Hacı Ahmet Arslan Efendi, astsubay emeklisi olarak Manisa’nın Salihli ilçesinde ikamet etmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Silsile-i şerifi şu şekildedir:
1- Hazreti Pîr Seyyid Muhammed Nûr el-Arabî
2- Şeyh Hacı Salih Rıfat Efendi
3- Hacı Ali Rahmi Efendi
4- Hacı Hasan Fehmi Tezdoğan Efendi
5- Hacı Hasan Özlem Efendi
6- Hacı Ahmet Arslan Efendi
ÂDEM RİSALESİ
Âdem ne demektir? Âdem, Cenab-ı Allah’ın, hüviyyet ve eniyyetini, kendi mazharında cem eden, Allah’ı ve Muhammed’i zahir olarak kendinde açığa çıkaran demektir. Âdem, âdemiyyetini bulasıya kadar çok merhaleler kateder. İnsan görünümündeki her varlık Âdem değildir. Tin Suresinin 4. âyetindeki, “Legad halagnel insâne fî ahseni tagvîm.” “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (95-4) “insan” ifadesi Âdem içindir. Bir hadîs-i şerifte “Kur’ân ile insan ikiz kardeştir.” buyurulmaktadır. Kur’ân’ın veya Âdem’in tahsili dört ilimle elde edilebilir. Bunlar şunlardır:
-
Şeriat
-
Tarikat
-
Hakikat
-
Marifet
Varlığı olmayan, yok anlamına gelen kelime “adem”’dir. Bu sözcükteki “a” harfinin üzerinde düzeltme işareti (^) yani “şapka” olmadığı için sohbetlerimizde “şapkasız” diyorum.
“Âdem” ise, kendine ait varlığı olmayan bu “adem” mazharında, Cenab-ı Hakk’ın hüviyyet ve eniyyetini kemalâtıyla cem edip zuhura çıkarandır. Bu sözcükteki “a” harfinin üzerinde düzeltme işareti yani “şapka” kullanıldığı için “şapkalı” diyorum.
Âdem kelimesi kul kökünden gelmektedir. Bu itibarla Âdem’de iki yön vardır.
Bedensel olan (et, kemik, kan, vs.) eniyyeti ki bu yönüyle fânidir. Cemadattan, nebatâta, nebatâttan hayvanata, hayvanattan insana devriyle daima tebdilâta tâbidir. Bugün var yarın yok olur. Ruhumuzun taşıyıcısı, hammalıdır. Günü gelip görevini tamamlayınca bu âlemi terk eder. Zamanla cemadatta görevini bitirdiğinde nebatâta geçer. Nebatâttan hayvanata, hayvanattan da insan varlığına intikal ederek teşriiye yönüyle döngüsüne devam eder. Bu devr-i daimin bir mertebesinden diğerine geçişi hem binlerce sene sürer hem de milyonlarca parçalara ayrılma söz konusudur.
Âdem’in yaratılışı için gereken çamur, melaike-i kiramdan Azrail (a.s.) tarafından Mekke şehrindeki Numan vadisinden alınmıştır. Pîr hazretleri buna “simsime çamuru” der. Allah cemâl ve celâl elleriyle bu çamuru yoğurup insan sûretine dönüştürmüştür. Artan çamurla da hakikat şehri yapılmıştır. Bu insan kalıbı üç yüz yıl ateşte pişirilmiştir. Her bir yüzyılın sonunda bu Âdem çamuruna “Sen kimsin, ben kimim?” diye sorulduğunda “Sen sensin, ben benim” cevabı gelmiştir. Rabbi üçüncü yüzyıl sonunda tekrar aynı soruyu sorunca Âdem “Ben aciz bir kulum, sen ise âlemlerin Rabbi olan Allah’ımsın” demiştir. Üç yüz sene ateşte pişirilme sonucu rububiyet hâli hazır olduğunda Hicr Suresi 29. âyeti “Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin’ demişti.” (15-29) gereğince Rabbi tarafından Âdem’e ruhundan bir ruh üfürülmüştür. Efâl yüzü, sıfat yüzü ve zat yüzleriyle pişirilerek kemâle gelen sâlik fenafillah olmuş olur.
“Kalpler zikirle mutmain olur.” ve “Zikirle kalpler huzur ve sukûna kavuşur” âyetlerinin bizleri ikaz ettiği gibi, Rabbimizin ruhundan bir ruh üfürme olmadan pişirme fırınına konmaz. Bu üç yüzyılda piştikten sonra, ilim sahibi olan Rabbimiz, ma’lûm olan bizim emaneti kaldırabilecek kıvama geldiğimizi görünce ruhundan bir ruh üfürecektir. İşte o zaman, o sâlikte anne karnındaki çocuk gibi hareketler başlayacaktır. Çocuk kız ise 9 şühûd hâli ile veled-i kalbin tecellîsi, oğlan ise 9 şühûd ve 10 duygu zevkleri ile veled-i kalb yani kalbin oğlu zuhur edecektir. Âdem ancak bu saydığımız nefs âlemi olan fenâ-i tam olmadan Âdem olarak görünmeyecektir. İlk insan, Rûhullah (Allah’ın ruhu) olarak kişide kemalâta geldiğinde kemalât tecellîleriyle bu suret ve şekillerden kendini ilân edip görünmeye başlayacaktır.
Kemalât ve rahmaniyeti ile cami-ül esma olarak Rabbimin tek göründüğü yer insan mazharıdır. Bütün âlemi kendi inhisarı altında cem etmiş olduğu için ona insan denilmiştir. İbrahim Hakkı Hazretleri “Ey kişi sen âlem-i kübrasın. Kendine dikkatle bak. Cennet de sende Cehennem de sende, Sırat da sende, Mizan da sende. Sen ceseden küçük bir varlıksın ama mânâda bütün 18 bin âlem sende toplanmıştır.” buyurmuşlardır.
Ruhsal vücudumuz olan siret yönümüz, bezm-i elest olan Hak mürşidinin dizinin dibinde, Hicr Suresi 29. âyeti “Ruhumuzdan bir ruh üfledim” gereğince, Rabbinin evvelâ zikir ruhunu üfürdüğünde, o sâlikte ne kadar Rabbine sevgi ve teslimiyeti varsa, o kadar onda zikir ruhu tecellî etmiş olacaktır. Hak mürşidi tarafından atılan bu Muhammedî zikir tohumu, ona her yerde ve her işinde Rabbi ile daima beraber olma zevkini verecek ve kendisinden zikredenin de Rabbi olduğunu anlayacaktır. O sâlik Rabbini can-ı gönülden seviyorsa, Rabbinden ayrılmamak için saat gibi gönlünde zikreden Rabbini yakın takibe alarak, O’nu dinleyecek ve O’nunla daima zikirde beraber olma zevki ile dirilmiş olacaktır. Bu zikir ruhundan sonra, onun Hak mürşidi efâl-i İlâhiye, sıfat-ı İlâhiye ve zat-ı İlâhiye ruhlarını üfürerek Muhammedî tohumunu sâlikin gönül tarlasına ekmiş olur.
Sâlikler bu Muhammedî tohumunu, zikir, şühud ve rabıtalarla sulayıp, çapalarsa, o sâlikin Muhammedî vücûd ağacının yeşerip dal ve yaprakların arasında çiçek açtığını görürüz. Artık, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hadîs-i şerifi gereğince, kendisinin diye bildiği vücudunun Rabbinin vücudu olduğunu anlamıştır. Rabbinin ise, Kaf Suresinin 16. âyeti gereğince gönlünde tahtını kurduğunu, o kulundan duyan, o kulundan gören ve o kulundan her türlü icraatı yapanın Rabbi olduğunu anlamış olur. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.” (50-16)
50.17*************Zikir ruhundan başlayarak efâl-i ilâhiye ruhu, sıfat-ı ilâhiye ruhu ve zat-ı ilâhiye ruhuna hamile kalan sâliğin manevî siret vücudu bir anne rahmindeki çocuğun birinci 40 günde kan pıhtısı, ikinci 40 günde et parçası, üçüncü 40 günde kol ve bacakları teşekkül ederek hareket etmesi gibi hareket edecektir. Biz bu devreye tevhidde, Âdem’in fenafillah olan uruc seferi diyoruz.
Âdem ruh sahibi olarak yaratılmış, fakat henüz sıfatlarından zuhur etmediği için kendisini ispat edememektedir. Kadir Suresi 4. âyetinde de belirtildiği gibi “Tenezzelul melâiketu ver rûhu fîhâ biizni rabbihim, min külli emr.” “Melekler ve Ruh o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.” (97-4) Cenab-ı Hakk’ın vahdâniyeti olan gecede, bütün sıfatlarından kemalâtıyla zuhur edesiye kadar, ruhun, melek olan kuvveleriyle, Rabbinin o kişideki kabullenişi kadar sıfatlardan tecellî etmiş olur. İşte, ruhun zuhuruna kadar Âdem’in urucu ve sıfatlardan tecellîsiyle nüzûl devresini bitirdikten sonra, vücûdun vücûdullah olmasının tevhid idraki ile Âdem yaratılmış olacaktır. Yoksa bu gördüğümüz bütün insanlar Âdem değillerdir.
Âdem üç nev’idir:
1- Surette Âdem sirette hayvan
2- Surette Âdem sirette nakıs
3- Surette Âdem sirette de Âdem
Surette Âdem sirette hayvan olanlar yiyen, içen, nefsanî bütün istek ve arzularını yerine getirenlerdir. “Hay” diri, “van” ise varlık anlamına gelir. Yani “hayvan” diri olan canlı varlıklar demektir.
Surette Âdem sirette nakıs olanlar âdemiyyet tahsilinde olup, henüz kemalâtı elde edememiş kişilerdir.
Suret ve siretinde âdemiyyetini bulanlar ise, Hak mürşîdinden ruh üfürülmüş ve âdemiyyetinin idrak kemalâtına vâkıf olanlardır. Âdem’in bütün varlığı Hakk’ın varlığı olduğunu zevk etmiş, Hakk’ın yeryüzündeki halifesidir. Cenab-ı Hak, Âdem yüzünden zatını ilân etmiştir. Onun sureti Âdem, sireti Hak’tır. Yalnız ona Hak denilmez. Âdem’in başındaki “A” Harfi Allah’ı remzeder, “dem” de zaman demektir. O dem, bu demdir. Anlayan anladı. Anlamayanlar da yalnız dinledi.
Araf Suresinin 172. âyetinde “Hani Rabbin Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” (7-172) buyruluyor.
İşte bu rububiyet, yani terbiye ve irşad yönü ile bir kâmilden insan-ı asliyesinin öğrenilmesidir. Kişi akl-ı baliğ olduğunda, Rabbini idrak edip esfel-i sâfilîn denilen bu dünya bataklığından bir an önce kurtulmağa çalışacaktır. Bedenin akl-ı baliğ olması ortalama 13-14 yaşlarındadır. Bedensel olarak akl-ı baliğ olduğu hâlde ruhen Rabbini idrak edemiyorsa akl-ı baliğ olmamıştır. Dolayısıyla da iman edemez. Kişi ruhen bunu kabul edebilirse ister 40 ister 50 yaşlarında olsun, onun akl-ı baliğ olması o zamandır. Bu kişideki kabulleniş, onun artık âdemiyyetinin sırrını öğrenme yolculuğuna başlaması, bir mürşid-i kâmil mazharından Rabbinin çağırması ile olacaktır. Mürşîd-i Kâmile biat etmek için diz dize gelinen an, onun “bezm-i elest”i yani Elest meclisidir. Çünkü henüz daha kendini bilmeyen bir kişi doğmamıştır ve Rabbi tarafından o andan itibaren yaratılmaya başlanacaktır. İşte zahir olarak Araf Suresi 172. âyetindeki “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sözünün gerçekleşmesi bir mürşîd-i kâmil önünde yapılmış oluyor. İrşâd ve terbiye olmak istemeyen bir kişinin, kâmil huzurunda ne işi var? Bunu hâl ve kâl lisanı ile kâmilin huzurunda göstermesi, imanını göstermiş oluyor.
Bizler Âdem denilince yalnız suret yönü ile her gördüğümüzü Âdem sanıyoruz. Oysa Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde, herkese Âdem veya insan demiyor. Mısrî Niyazi Hazretleri de bir ilâhîsinde şöyle diyor:
Âdemliğini her kim bulduysa odur Âdem,
Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.
Kur’ân'da insan üç şekilde tabir edilir:
-
Nas (insan toplumları)
-
İns (nakıs olan, eksik kişiler)
-
İnsan (sûrette de, sirette de âdemiyyetini bulmuş, âdemiyyet sırrına vâkıf olanlar)
Onun için birincisi surette insan sirette hayvan olanlar, ikincisi surette insan, sirette nakıs olanlar yani eksik kişiler, üçüncüsü ise surette insan olduğu gibi sirette de, insan-ı asliyesini bulan Âdemlerdir.
Âdem bu kâinatta, en son erişilmesi gerekli olan bir varlıktır. Çünkü cemadat, nebatât ve hayvanatta olmayan yüce hasletler bu insan dediğimiz Âdemde mevcuttur. Bu âleme gelesiye kadar yarım devir yapan bu insan, can kavmi, cin kavmi ve ins kavimleri gibi merhalelerden geçerek, insanlığını bulmaktadır. Bu gün “Can kavmi, cin kavmi, ins kavmi kimlerdir?” diye sorulduğunda cevap söyle olacaktır:
Can kavmi toplumda yiyip içen, yalnız nefsi için yaşayan, Hak ve hakikatten tamamen uzak, inançsız kişilerdir.
Cin kavmi ise iki bölümde mütalaa edilir:
1- Süflî cin kavmi
2- Sünnî cin kavmi
Süflî cin kavmi şeytan meşrebli, daima başkalarının kötülüklerini düşünen ve onun bunun çukurunu kazan kimselerdir. Buna vücut ülkemizde nefs-i emmare kavmi de diyebiliriz. Süflî cinler, insanların nefs-i emmare şubesinden icraatlarını gösterirler. Nefs-i emmare nefsin en süflî sıfatıdır. İnsanlardaki bu sıfatı kullananları insanlarda görmek mümkündür.
Sünnî cin kavmi mensupları taklidî iman sahibidirler. Bu nedenle her ne kadar ibadet ve taat yapsalar da bir türlü süflîyet vadisinin unsurlarından olan vehim, hayal, vesveseden kurtulamayan kişilerdir.
Sonuç olarak cinler zan ve hayallerimizde yarattığımız, gözle görülemeyen lâtif birer varlık değillerdir. Bunlar fiilleriyle tecellî ettiği mazharlarda görülmektedir. Şeklen dört dörtlük Müslüman, mümin, “hacı” “hoca” gibi görünseler de ârif olan kardeşlerimiz tarafından daima bilinmektedirler.
Kur’ân-ı Kerîm Rahman Suresinin 33. âyetinde “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz.” (55-33) buyuruluyor.
İster cin olsun isterse cinin alet ettiği insanlar olsun bunların büyük bir güç, bir mürşid-i kâmil, bir sultan olmadan, süfliyet vadisi “esfel-i sâfilîn” olan dünya yüzünden, letâfet âlemi olan gökyüzüne çıkmaları mümkün değildir.
Herkes kendisini yakın takibe alarak baksın. Stres, üzüntü, keder, alamadım, veremedim, mal, mülk derdi, çocuk derdi gibi dünya dertleri bir kişiyi ihata etmişse, onlar daha dünyada iken cehennemde yaşamaktadırlar. Elbette âhirette de cehennemde olmaları mukadder olur. Zira dünya âhiretin tarlasıdır. Burada gönül tarlasına ne ektik ise âhirette de onu biçeriz.
İns kavmi, can ve cin kavim mertebelerini geçerek, bir mürşid-i kâmile tâbi olarak, tevhid tahsiline başlamış, fakat henüz eksikliklerini tamamlayarak insanlığını yani Âdemliğini bulmamış tevhid yolcularıdır.
Cenab-ı Allah “Siz bildiklerinizle amel edin Allah size bilmediklerinizi öğretecektir.” buyurmaktadır. İşte bu ins kavminden sonra insan-ı asliyesini bilenler insan olarak yaratılmış olacaklardır.
Rahman Suresinin ilk iki âyetinde “Er rahmân” “Allemel gur'ân” “Rahmân, Kur'an'ı öğretti.” (55-1,2) 55.2*************buyuruluyor. Peki, Rahman olan Kur’ân’ı kimlere talim etti? Elbette henüz insanlığını bulamayan, can, cin ve ins kavimlerinden çeşitli iman seviyesinde bulunan eksik olan kişilere talim etti.
Rahmaniyet, Cenab-ı Allah’ın kemalât sıfatı olan mürşid-i kâmillerdir. İnanan kişiler bu tahsille insanlığını bulmuş olacaktır. Yoksa surette insan, sirette hayvan kalınmış olunur. Rabbinin terbiye etmesiyle, insan-ı asliyesini öğrenen bir sâlik nefsini tanımıştır. Nefsini bilen ise Rabbini bilir. O kişi nefsine ve Rabbine arif olmuştur.
İsra Suresi 85. âyette “Ve yes'elûneke anir rûh, gulir rûhu min emri rabbî ve mâ ûtîtum minel ılmi illâ galîlâ.” “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: "Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.” (17-85) buyuruluyor.
Ruh Rabbimin bir emridir… Peki, irşâd ve terbiye eden mürşid mazharından Rabbimiz bize ne emir vermektedir?
17.86*************Bunu kendimize sorduğumuzda, hâdisat dediğimiz bu âlem ve Âdemde, Cenab-ı Allah’ın üç tecellîsi olan efâlini, sıfatlarını ve zatının öğrenilmesini emrettiğini görmekteyiz. Şu hâlde kendisindeki ruh bu üç tecellî imiş. Zaten kişinin kendi insan-ı asliyesini tahsil etmesi demek, kendi diye bildiği Cenab-ı Hakk’ın varlığı olan bu tecellîleri bilmesi, görmesi ve O’nunla O olup yaşamasından ibarettir. Hem “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” yani “Kuvvetim ve kudretim yoktur. Bunların hepsi senindir ya Rabbi” diyoruz, hem de kendimize nisbet ediyoruz. Bu şirk olmuyor mu? Elbette şirk olmaktadır. Bunu söylemek çok kolay, fakat bu merdiven basamaklarını, teker teker çıkarak, menzile varıp âdemiyyeti bulmak çok zordur. Sabırla birlikte “mutlaka elde etmeliyim” diye azim gereklidir.
Bu kişilerin bedeninde taat, nefsinde boyun bükmek gibi küllî teslimiyet olmalıdır. Bu kurbiyet onların kalbinde, huzur ve mutluluk meydana getirecektir. Bu huzur vadisinde bulunanlarda, ruhanî şühud olacağından, daha bu âlemde iken cennet içinde yaşama imkânına kavuşmuş olacaklardır.
Bu kâinatta, bütün varlıklar, gayriyet vadilerinden kurtulup Âdem meyvesi olabilmek için çabalayıp dururlar, sürekli koşarlar. Çünkü bu kâinat ağacının meyvesi âdem’dir. Kim âdemiyyetini buldu, işte onlar murâdlarına erdiler. Kimler bulamadıysa yolda dökülenler oldular.
Toprağa ekilen bir meyve çekirdeği birçok merhaleler geçirerek meyve olmaktadır. Aynen bunun gibi, bahçıvan olan mürşid-i kâmil, sâlik olan kişilerin gönül tarlasına âdemiyyet tohumunu eker. Ektiği bu tohum birçok ibtilâ merhalelerinden geçerek Cenab-ı Hakk’ın kul mazharındaki üç tecellîsi, ruhullah hâline dönüşür. İşte Âdem’in yaratılma yeri burasıdır.
Bakara Suresinin 30. âyetinde “Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti.” (2-30) buyurulmaktadır. Âyetteki bu hitap, henüz âdemiyyetini bulmamış, sâlik durumundaki melekleredir. Mürşid-i kâmilin etrafındaki sâliklerin hepsi melek durumundadır. Ayrıca, enfüsümüzde ruh âlemi, kalb âlemi ve nefs âleminde bunların levhaları olarak suretleri vardır. Çünkü Hicr Suresi 21. âyetinde “Hiçbir şey yoktur ki hazineleri yanımızda olmasın. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (15-21) buyrulmuştur. Her şeyin malûmatı nisbetinde, Cenab-ı Hakk’ın tecellî ettiğini bu âyet bunu bize ispat eder. Onun için Âdem sırrı henüz zuhura gelmeden ruh, Rab ve nefs âlemlerindeki suretinin vücudu, Allah’ın meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demesidir.
Allah Âlim, kullar ise malûmdur. Cenab-ı Hak, Âlimliği ile nefs, kalb ve ruh vadilerindeki, sâliklerin hâllerine vâkıf olduğu için, bir halife yaratacağım demiştir. Melekler bu âlemdeki bütün sırları bilemedikleri için, halifeliğe kendilerini daha uygun görmelerinden mütevellit “Biz seni tesbih ve takdis etmekteyiz” dediler. Melek durumunda olan bir sâlik de, kendisinin üstünde olan kişilerin irfâniyetinden haberdar değildir. Ama kendi mertebesinin altındakilerden haberdardır. Onun için süflîyetteki nefs vadisinde, Âdem’in fesat ve kan dökeceğini bildikleri için melekler, “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek bir kimse mi yaratacaksın?” demişlerdir. Cenab-ı Allah da, “Sizin bilmediklerinizi Ben bilirim.” demiştir. Elbette her şeyin en iyisini bilen Allah’tır. Meleklerin Cenab-ı Allah’a karşı böyle bir hitapta bulunmaları onların itiraz etmeleri anlamına gelmektedir. Nefisten münezzeh olan melekler, Cenab-ı Hakk’ın yalnız emirlerini yaptıkları hâlde, bu mevzuda neden itiraz etmişlerdir? İşte buradaki melekler, sâliklerin durumunu arzetmektedir. Her sâlik Rabbine karşı kurbiyet içindedir. Ne zaman içlerinden bir halife seçilse, hicapları açılmayan sâliklerin, halife seçilen kişinin yüceliklerini değil de, suret yönünü görmesi nedeniyle süflîyet vadisi olan nefsine düşerek itiraz eder.
Bakara Suresinin 31. âyetinde “Allah, Âdem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi.” (2-31) buyruluyor. Yani Cenab-ı Allah “allemel esma” olan bütün âlemlerin ismini Âdem’in kalbine ilka etmiştir. Âdem, bütün esmaları ihata eder. Nur-i Muhammed ve esmayı Âdem sureti ile zahir oldu.
“Âdem dediğin el ayak baş değil.
Âdem ruha denir, suret ile kaş değil
Ten, et ve deridir ruh onun serveridir
Hak sırrıdır ruhsuz beden hoş değil.
Ahmet sen kendini Âdem sanma
Âdem sendeki özdür, söz değil.”
Hz. Muhammed (a.s.) mazhar-ı Zattır. Âdem ise mazhar-ı esmadır. Nur-i Muhammed’in bu âleme zuhuru Âdem’le olmuştur. Onun için, allemel esmanın talim edilmesi, Âdem’in ruhundan zuhura gelmek demektir. Resûlullah efendimiz bir hadîslerinde “Evvelü mâ halakallahu rûhi” “Allah evvelâ benim ruhumu yarattı” buyuruyor. Resûlullah efendimizin küllî ruhu, on sekiz bin âlemde tecellî ederek esmalar aldı. İşte bu ruhu kendi vücud ülkesinde okuyabilenler, âlemlerin esmalarını da okumuş olurlar. Aslında ruh birdir. Parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği mazharlarda esma alır.
Bakara Suresinin 32. âyetinde “Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin’ dediler.” (2-32) buyuruluyor. Çünkü melek durumunda olan bütün sâliklerin, ilme’l-yakînlikleri onların şühud sahibi olduğunu göstermez. Âdemiyyet sırrı ruhun şühud zevki ile mümkün olacaktır. Vücûdlarında âdemiyyet kemalâtsızlığının zuhuru şühud zevklerine sahip olmadıklarının bir ifadesidir. Allah’ın Âlim ve herşeye lâyıkıyla hâkim olduğunu bilmeleriyle de teşbih etmişlerdir. Onun için daha evvel halifeliğe bizler de lâyıkız dercesine itiraz eden melekler, allemel esma hakkındaki bilgiyi Cenab-ı Hak isteyince zelîl ve hâkir olarak, mahcubiyetlerinden eksiklenerek “Ya Rabbi senin bildirmediğin bir şeyi biz bilemeyiz.” dediler.
Bakara Suresinin 33. âyetinde “Allah, şöyle dedi: ‘Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?’ dedi.” (2-33) buyuruluyor. Çünkü Âdem, âdemiyyet sırrını kendi vücûd ülkesinde şühudla zevk etmiş idi. “Bunu meleklere talim et” denmedi. Çünkü siretteki şühud zevkleri lütf-u ilâhiyedir ve “Cenab-ı Allah kimlere hikmet vermişse, onlara pek çok lütuflar ihsan eder.” âyeti bunun delilidir.
Bundan sonra Bakara Suresinin 34. âyetinde “Hani meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.” (2-34) buyruluyor. Bu âyetteki meleklerin secde etmeleri, bedenimizin yerlere kadar eğilme secdesi değildir. Bu secde tâbilik ve teslimiyet secdesidir. Meleklerin hepsi tâbi olma ve teslimiyetlerini gösterdiler. Fakat İblis secde etmedi. Araf Suresi 12. âyetinde “Allah, ‘Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?’ dedi. (O da) ‘Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın’ dedi.” (7-12) buyuruluyor. Ateş, yandıkça alevleri yükseldiği için, gurur ve kibri remzeder. Toprak ise alçakgönüllü olmayı, her şeyi yerine göre kabullenmeyi remzeder. Çünkü toprağa her ne atarsanız atın asla “kabul etmiyorum” demez. Buna binaen Araf Suresinin 13. âyetinde “Allah, ‘Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın’ dedi.” (7-13) buyruldu.
Nefs olan kuvve-i vehimiye, ruhun aklı idrakini bilemez. Dolayısıyla da, Âdem’in siretini değil, suretini gördüğü için zannındaki Allah’a “Ben senden başkasına secde etmem” dedi. Çünkü Âdem’deki varlığın, Hakk’ın varlığı olduğunu bilemedi. İblis ezelden vahdet nuruna perdeli olduğu için, Cenab-ı Hak ona bu hasleti vermişti. Böylece İblis huzurdan kovulanlardan oldu.
Âdem cennet-i âlâda bir zamana kadar yalnız başına yaşadı. Yalnızlıktan canı sıkılmaya başladı. Her ne kadar daimî zikirle Hak’tan gayri bir şey görmüyorsa da bir arkadaş arzu ediyordu. Bir gün uykudan uyandığında, başı ucunda bir kadın gördü. Ona “Sen kimsin?” diye sordu. O da: “Cenab-ı Hak beni sana hayat arkadaşı olarak verdi.” dedi. Âdem de ona hayat sahibi olması nedeniyle “Havva” dedi.
Araf Suresinin 19. âyetinde "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz." (7-19) buyruldu. Âdem ile Havva bir zamana kadar bütün nimetlerden yiyerek cennette yaşadılar.
Tevhid cennetinden kovulan İblis ise boş durmuyordu. Araf Suresinin 14. âyetinde “Şeytan dedi ki: ‘Bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.’ ” (7-14) buyrulduğu gibi İblis Rabbine yalvardı. Araf Suresinin 15. âyetine göre “Allah da, ‘Sen süre verilenlerdensin’ dedi.” (7-15) mühlet verilenlerden oldu. Araf Suresinin 16. âyetine göre “Şeytan dedi ki: ‘Beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.’” (7-16) diyerek insanları saptırmak için yemin etti. Cenab-ı Allah da Âdem ile Havva’yı “Şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.” diyerek ikaz etti.
İblis doğru cennetin kapısına giderek içeriye girme formülleri aramaya başladı. Karşıdan yılan geliyordu. Ona “Beni de cennete götür” diye dilekte bulundu. O da “Seni herkes cennette tanır. Ben seninle cennete gidemem” dedi. İblis de “Ben senin ağzının içerisine girerek, senden gerektiği şekilde oradakilere konuşurum. Beni görmedikleri için seni konuşuyor zannederler. Dolayısıyla beni ne görürler, ne de bilirler” dedi. Yılan da “O zaman olur” diyerek kabul etti. Böylece dünya ehli olan yılan ağzında, nefs-i emmâre olan İblis insanın vücûd ülkesinde, insanın cennetine girmiş olur. İblis doğruca Havva’nın yanına giderek Araf Suresinin 20 ve 21. âyetlerinde belirtildiği şekilde “Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: ‘Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.’ ” (7-20) “‘Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim’ diye de onlara yemin etti.” (7-21) onu kandırdı. Âdem ile Havva da yasak meyveyi yiyince Araf Suresinin 22. âyetinde anlatılan tablo ortaya çıktı. “Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab'leri onlara, ‘Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?’ diye seslendi.” (7-22)
Âdem Cenab-ı Hakk’ın zatının, Havva da Cenab-ı Hakk’ın sıfatının sembolüdür. Âdem akl-ı küll, Havva ise nefs-i küll tecellîsidir. Aklı temsil eden Âdem, nefsi temsil eden Havva’ya ve Havva’daki nefs-i emmârenin arzu ve isteklerine uydu. Dünya arzu ve isteklerini temsil eden yılanla, nefs-i emmâreyi temsil eden İblis birlikte hareket ederek nefs-i küll mazharı olan Havva’yı tesir altına alıp akl-ı küllü temsil eden Âdem’i de Havva’ya uydurdular.
Yılan dünya arzu ve istekleridir. Bu isteklerle birlikte akıl ve irâdenin emmâre nefse meyillenmesi, Âdem’in yasak meyve olan “benlik” devresine girmesine vesile olur. Havva, “Ben yedim hiçbir şey olmadı.” dedi. Havva’nın yediği hâlde bir şey olmaması demek aklın bir şeyi kabullenip, kalbin tasdik etmemesi demektir. Âdem’e yedirmeden, onda değişiklik olması mümkün değildir. Zahirde bile bir kişi başka bir kişiyi öldürmek istese, onun bu isteği fiile dökülmediği müddetçe ceza görmez.
Şühûd ve müşahede olmadan bir kişi ilimle “Kendi varlığımı Hakk’a verdim.” derse kendinde tecellî eden Allah’ın vahdâniyet zuhurunu kendine nisbet ederek, “ene” demek suretiyle şirk işleyeceğinden cennetten çıkarılır. Zira Hakk’a nisbet edebilmesi için şühûd ve müşahedesi olması lâzım idi. Olmadığı için, tevhid cennetinden çıkarılarak, süflîyet vâdisine geri dönmüş olur.
Rableri onlara “Ben ikinize de bu ağacı yasak etmedim mi?” buyurdu. Onlar da “Ey Rabbimiz nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak biz ziyan edenlerden oluruz.” dediler.
Bir kişi nefsin kötü sıfatlarından sakınıp, Hakk’ın sıfatlarını zuhur ettiremezse, o zaman ziyan edenlerden olur. Dolayısıyla da tevhid cennetinden mahrum edilmek üzere çıkarılır.
İşte bizler, Âdem gibi tevhid cennetinden çıkarılıp çıkarılmadığımızı anlamak için:
-
Vücudumuzla Hakk’a taatımızın yaklaşımı,
-
Efâlde fenâ yaklaşımı,
-
Sıfatta fenâ yaklaşımı,
-
Zatta fenâ yaklaşımımızın nasıl olduğuna bakmalıyız.
Bir mürşid-i kâmile giderek, fiziksel bedenimizi, nefsimizi, irade ve ruhumuzu Allah’a teslim ederek, nefs tezkiyesi yapmadan bu saydıklarım bir kişide tecellî etmez. Taatımız, Hakk’a boyun büküp teslimiyetimizi, teslimiyet ve kurbiyetimiz, kalbimizdeki huzur ve mutluluğumuzu, kalbimizdeki huzur da, ruhumuzdaki her tecellînin şühud zevkini meydana getirecektir. Yoksa süflîyet tecellîsi olan gaflet, kişiyi vehim ve hayal şeytanlarına dost yaparak nefsanî isteklerine tâbi kılar. Böyle kişiler kendilerini hidayet bulmuş kişiler olarak zannederler. Ne yazık ki yanlıştır. Zira vehim ve hayalin vücûd ülkesindeki sultanı “zan” iledir. Zan iki türlüdür:
-
Su-i zan (kötü zan)
-
Hüsn-ü zan (iyi zan)
Bu zanların her ikisine de itibar edilmez. Zira hakikatte bunların değeri yoktur.
Âdem (a.s.)’e Araf Suresi 24. âyette “Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak oradan ininiz. Yerde sizin için, bir zamana kadar yerleşip kalmak ve yaşamak var.” (7-24) buyruldu. Âdem Serendip adasına, Havva da Cidde’ye indirildi. Âdem yetmiş sene Rabbine yalvarıp tevbe etti. Bakara Suresinin 37. âyetinde “Âdem Rabbinden bir takım kelimeler aldı. O’na yalvarıp tevbe etti. O da tevbesini kabul buyurdu. Çünkü tevbeyi çok çok kabul eden asıl esirgeyici odur.” (2-37) buyrulmuştur. Yetmiş sene sonunda, Cenab-ı Hak yalvarmalarını kabul ederek, Âdem ile Havva’yı Arafat’ta birleştirdi. Sonra mânen nikâhları Müzdelife'de Hz. Muhammed (a.s.) tarafından kıyılmıştır.
İşte günümüzde de, nefs terbiyesi görenler, kendi diye bildiği varlıklarının Hakk’ın varlığı olduğunu idrak ettikten sonra, rûhullah mertebesinde Âdem’in yaratılmasını zevk etmektedirler. Hakk’ın zahir, halkın bâtın olduğu bu mertebede, kişi Havva’ya, yani, nefsine uyarsa cennetten çıkarılır. Çünkü nefs yönünden “Benim” demiş olmaktadır. Bu sözü Âdem mazharından “Benim” diyen Cenab-ı Hak’sa, o yasak meyveyi yemiş olmaz. Onun bu sözü kabul gördüğü için, daha üst mertebeye ancak vuslatı olabilir. Âyet-i kerimede “yasak meyveyi yemek” olarak vasıflandırıldığına göre, Âdem’in bu sözü kendisinin söylediği anlaşılmaktadır. İşte o zaman vehim, hayal gibi gaflet perdeleri kişinin şühudlarını yok edeceği için, o cemâlullah seyrini ona göstermeyecektir.
Âdem’le Havva’nın senelerce tövbe etmeleri, bu hicâbların kaldırılması için, canla başla Hak yolunda çalışıp Muhammedîliğini idrak etmelerine kadar devam eder. Yedi sıfat-ı subûtiyesinden Hak ve hakikati şühud ettiğinde, Âdem, Muhammed yüzü suyu hürmetine affedilmiş olur.
Hakk’a ârifiyet mertebesi olan Arafat’ta, Âdem ile Havva birleşerek Müzdelife'ye geldiler. Kesret âlemindeki sıfatlardan, ruhun tecellî etmesiyle Muhammedîlik zuhur eder. Böylece Âdem ile Havva’nın nikâhları da Hz. Muhammed tarafından mânen kıyılmış olunur. Bir kişide, ruh ve sıfatlar vücûdda birleşip zuhura gelince, nasıl bir Muhammedî meydana gelirse, aynen onun gibi, ruh olan Âdem ile sıfat olan Havva da, bir vücûdda kemalâtıyla zuhur ederse, o da Muhammedî olmuş olur. Her ikisinin birleşmesine, o vücûd vesile olduğu için, ona “Muhammed bunların nikâhını kıydı” denilir. Yoksa Hz. Muhammed’in yaşadığı devir ile Âdem’in yaşadığı devir, zahirde farklı zamanlardadır.
Araf Suresinin 31. âyetinde “Ey Âdemoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” (7-31) sözü edilen, güzel ve temiz giyinmek, süslü elbiseler giyinmek, Cenab-ı Hakk’a yaklaşırken, amellerde ihlâs, kurbiyette tam teslimiyet ve Cenab-ı Hakk’ın rızasından başka, hiçbir şeyle kâim olmamak suretiyle Muhammed elbisesini giymek, yani şeriat elbisesini giymek anlamındadır. Cenab-ı Hak, Hak ve hakikati müşahede ederek yaşamamızı istiyor. Çünkü bu zevkler, kalbimizle tenzih, hissimizle teşbih yapılarak zevkimizde tevhid olarak yaşama hâlidir. İşte âdemiyyet budur. Cenab-ı Allah’ın hüviyyet ve eniyyet yüzlerini kendi mazharında açığa çıkarıp, şerh edenler, âdemiyyetini kazanmış olurlar.
Mısrî Niyazi Hazretleri bir ilâhîsinde şöyle diyor:
“Hak yüzü insân yüzünden görünür,
Zât-ı Rahmân şeklin insân eylemiş.”
İşte âdemiyyetini bulanlar bunlardır. Yoksa nefsanî sıfatlardan geçmeden, yalnız ilim ile âdemiyyetin sırlarına vâkıf olanlar, âdemiyyeti bulmuş değillerdir. Zira onlar tevhidin fenâ mertebelerinde ilme’l yok olduklarını, bekâ mertebelerinde de Hakk’ın sıfatlarını kendi süflî sıfatlarında gizleyerek hidayet bulduklarını zannederler. Zan ise vehmin başıdır, temelidir.
Cenab-ı Hak cümlemize kulluğumuzu idrak etmek ve yaşamak için aşk versin, güç versin. Âdemiyyet sırrını yaşamayı nasip ve müyesser etsin. Âmin.
Dostları ilə paylaş: |