Ab-i hayattan damlalar



Yüklə 0,67 Mb.
səhifə8/9
tarix30.11.2017
ölçüsü0,67 Mb.
#33407
1   2   3   4   5   6   7   8   9
FENÂ MERTEBELERİ

TEVHİD-İ EFÂL

Tevhid mertebelerinin birincisi ve başlangıcıdır. Tevhid “birleme” demektir. Fiil “amel, iş, eylem, müessirin tesiri” anlamına gelir. Efâl ise fiilin çokluk hâlidir ve “fiiller, işler, ameller” anlamına gelir.

Tevhid-i efâl, “Enfüste ve afakta, sükûn ve harekette görünen fiiller Hakk’ındır.” şeklinde tanımlanır. Şimdi enfüs, afak, sükûn ve hareket kelimelerinin mânâlarına bakalım.

Enfüs: Yaşayanlar, nefsler, canlar, ruhlar anlamlarına gelir. Biz kelimeyi ‘kendi vücudumuz’ olarak ifade ediyoruz.

Afak: Ufuklar, yerle göğün birleşmiş gibi göründüğü uzak daire, etraf, cihetler gibi anlamlara gelir. Enfüsün zıddıdır. Bu kelimeyi de ‘kendi vücudumuzdan gayri görüğümüz her şey’ olarak ifade edebiliriz.

Sükûn: Durgunluk, sâkin olmak, hareketsizlik, dinmek, kesilmek gibi anlamlara gelir. Kelimeyi kısaca ‘hareket etmeyen, sâbit’ mânâsında kullanıyoruz. Dağların, taşların, cansız varlık dediğimiz eşyaların durumu gibi…

Hareket: (Hareke de denir) Kımıldanma, bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin ve durumunun değişmesi anlamlarına gelir. Kuşların uçması, rüzgârın esmesi, insanların yürümesi, dünyanın dönmesi, suların akması gibi…

Bu âlemde bütün fiiller, iki makam ve iki mertebede tecellîsini göstermektedir. Ya enfüs ve afakta, ya da sükûn ve harekette.

Bizim elimizden işleyen Allah’ın kudret elidir, bizim elimiz bir mazhardır. Mazhar, bir şeyin göründüğü, izhar olduğu yer, yani Hakk’ın açığa çıktığı yer demektir. Masanın üzerinde duran bir kalem kendi kendine yazmaz. Ancak elimize alıp yazmaya başladığımızda yazar. Aynen onun gibi bu âlemde de, Allah’ın kudret eli olmasa hiçbir varlık fiil işleyemez. Onlar da Cenab-ı Hakk’ın birer mazharıdırlar. Onun için bütün fiiller bizi ve bütün âlemi halk eden Cenab-ı Hakk’ın fiili olmuş oluyor. Saffât Suresinin 96. âyetinde "…Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır." (Saffat Suresi 37-96) buyurulmaktadır. Demek oluyor ki, kulun kendisine ait bir fiili yoktur, fâil-i muhtar Hak’tır. Kulun mazharından tecellî eden ve görünen Hakk’ın fiilidir. Her şey Hakk’ın dilemesi ve takdiri ile olmaktadır. Âmentü duasında da “…ve bil gaderi hayrihî ve şerrihî minallahi Teâlâ...” “…Kader, hayır, şer her şeyin Allah'ın yaratmasıyla…” gördüğümüz gibi hayır, şer her şeyin yaratıcısı Allah’tır. Bize gelen hayır Hak’tan, şer ise kulun kendi mazharının eksikliğinden meydana gelen Hakk’a hicaplılık hâli olan nefsindendir. Sâlik enfüste, afakta, sükûn ve hareket hâlinde bütün fiilleri birleyerek, bunların hepsini Hakk’a nisbet eder. Fiillerin iyilik ve kötülüğü, kula nisbet edildiğinde belirlenir ve o zaman ‘iyi’ ve ‘kötü’ diyerek adlandırılır. İyilik ve kötülükler bizler içindir, Hakk’a nisbet edildiğinde hepsi ‘hayır’dır.

Arifler fiillerin cümlesini Hakk’a nisbet ederler. Kötü fiilleri Hak yaptı demezler. Zira o fiil, tecellî ettiği mazharın nakısiyetinin bir zuhurudur. Suyun girdiği kabın renginde görünmesi gibi… Bir sâlikin bu mertebeye gelebilmesi için, her nefeste zikirle kalbinin mutmain olması lâzımdır. Sâlike, Fecr Suresinin 27-28. âyetlerindeki “Ey Mutmain olmuş nefs! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön” (89-27,28) hitabına mazhar olması nedeniyle tevhid-i efâl telkin ve talim edilir.

Tevhid-i efâlin 4 şühudu vardır:


  1. Tevhid-i efâl

  2. Fenâ-i efâl

  3. Tecellî-i efâl

  4. Cennet’ül-efâl (İrfan cenneti)

Bizden ve bütün âlemden hayır ve şerri halk edenin ve işleyenin Cenab-ı Hak olduğunu bilmeye tevhid-i efâl denir. Bu, efâlin birliğidir.

Kendimizin ve bütün âlemin, halk etmeye ve bir iş işlemeye kadir olmadığının, kendi fiilimizin fâni yani yok olduğunun idrakı, fenâ-i efâldir.

Cenab-ı Hakk’ın ilahî kudretiyle senden ve senden başkalarından görünmesi demektir. Cenab-ı Hakk’ın fiillerinin görünmesi tecellî-i efâldir.

Âdeme ve âleme baktığımız zaman, işlenen fiillerin fâilinin Hak Teâlâ Hazretleri olduğunu bilmek ve şühud etmek, bu şühudlardan hâsıl olan zevke de cennet’ül efâl veya cennet’ül irfan denilir. Kulaklarımızla duyduğumuzu, gözümüzle gördükten sonra ancak kalp tasdik eder. Kulağın duyduğunu göz görmemişse kalp onu tasdik etmez. Sâlikin buna çok dikkat etmesi lâzımdır.

Tevhid-i efâlin rabıtası “Lâ fâile illallah”tır. Türkçesi: “Allah’tan başka fiili işleyen yoktur.” Fiillerin iyisinin ve kötüsünün fâili Allah’tır. Allah’tan başka işi yapan ve halk eden yoktur. Kişinin aklına şöyle bir soru gelebilir: “Mademki fiillerin halk edicisi ve işleyicisi Cenab-ı Hak’tır, o zaman bizler günah veya sevap işleyemeyeceğimize göre, sorumlu olmamamız gerekmez mi?” Evet, bu mertebede istemek ‘kul’dan halk etmek Allah’tandır. Kişi Allah’tan iyiliği isterse Cenab-ı Hak iyiliği halk eder. Kişi kötülüğü isterse yine Cenab-ı Hak kötülüğü halk eder. Zilzal Suresinin 7 ve 8. âyetlerinde “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.” “Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (99-7,8) buyurulmaktadır.

Sâlik kalbini saat gibi zikre kurduktan sonra, tevhid-i efâl şühudlarını tefekkür ederek, hissiyle “Lâ fâile illallah” rabıtasını daima kullanmalıdır. Fiillerin fâilini kendisine veya başkalarına nisbet etmeden fâilin Hak olduğunu bilmeli ve şühud etmelidir. Şühud, şahid olmak, görmek, müşahede etmek demektir. Sâlik neye şahid olacaktır? Kendisine telkin edilen, kendisinin ve kendisi dışındakilerin fiillerinin olmadığını fenâ-i efâl ile bilip tecellî-i efâl ile görerek şahitlik yapacaktır.

Sâlikin dersi hangi seviyede ise, o mertebenin rabıtasını hissiyle kullanmalıdır. Rabıta, bağ, bağlayan demektir. Bağlanacak şey nedir? Mesela, nefsimizi dünyadan men edip Cenab-ı Hakk’ın emirlerine bağlanıyoruz. Bu bağı yaptığımızda aklımız, fikrimiz hep Cenab-ı Hak oluyor. Gaflete girdiğimizde Cenab-ı Hak’la olan bağımız kopuveriyor. Bağ kopunca da Allah’ın emirlerine bağlandığımız hâlde emirlerinin tersi uygulamalarda bulunuyoruz. Yine tevhid-i efâl mertebesindeki bir sâliki misal verelim. Sâlikin bu mertebede aklı, fikri ve zikri hep fiillerin fâilinin Allah olduğudur. Yani her şeye bu açıdan bakmalıdır. Kişi fiillerin fâilini kendisine veya başkalarına bu nisbet etmeye başlarsa nefsinin tahakkümüne girmiş, gayriyete dalmış demektir. Vuslat bulması mümkün olamayacaktır. İşte böyle durumlarda sâlik hemen rabıtasını kullanmalıdır. Sâlik kendine acilen çeki-düzen vermesi gerektiğini hissederse rabıtasını kullanması yeterlidir.

Hakk’a nisbet edilen fiiller, afakî, enfüs’î, hissi ve kalbî olarak yapıldığında, fâil-i mutlak olan Hazreti Mâşuk’un olduğu kalp ile müşahede edilir. Bu zevke sahib olan bir sâlik, abdest alırken kendi elleriyle kendisinin Mâşuk’u tarafından nasıl yıkandığını, namaz kılarken kendi mazharından nasıl müştereken namaz kıldığını, bir sanatkârın kendi elinden sanatını nasıl meydana getirdiğini şühudla zevk eder. Böylece hem kendinde hem de başkalarında tecellî eden fiilleri şühudla zevk edince, Cenab-ı Hakk’ın bu fiillerle zahir olduğu da zevk edilmiş olur. Zahir ne demektir? Görünen, zuhura gelmiş olan demektir. Âyette “Huvel evvelu vel âhıru vez zahiru vel bâtın ve hüve bikulli şey'in alîm.” “O, ilk ve sondur. Zahir ve Bâtın'dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadid Suresi 57-3) Allah, ‘Ben zahirim’ demiyor mu? İşte bütün mazharlardan fiilleriyle zahir olan o’dur. Suyun rengi yoktur. Girdiği kabın renginde ve şeklinde görünür. Kaplara aldanmamak lâzımdır.

Bir kişi sâlike kötü bir söz söylediğinde sâlik bu sözü, söyleyen kişiye değil, Hakk’a nisbet etmelidir. Zira o kötü sözü söyleyen kişinin de kendine ait bir fiili olmadığını sâlik artık öğrenmiştir. O hâlde sâlik kendinde eksiklikler aramalı ve o kötü sözü söyleyen kişinin bir imtihan vesilesi olmak üzere kendisine musallat edildiğini düşünmelidir. Cenab-ı Hak kullarını çok sever, rahmeti ile kullarının hep iyi ve mutlu olmalarını ister. Eksikliklerimiz olduğu müddetçe, o kişiyi olmasa bile başka bir kişiyi, eksikliğimizin düzelmesi için musallat edecektir. Bir sâlik böyle bir olayla karşılaştığı zaman, evvela eksikliği Allah’a nisbet etmeyecek. Allah’ın kendisini çok sevdiği için bu musibeti kendine isabet ettirdiğini bilecek. Kendisindeki eksikliğin ne olduğunu arayıp bularak yok etmeye gayret edecektir. Bu arada kendisine musallat olan o kişiden de üç adım uzakta olmalıdır. Gayriyet vadisinden Hakk’ın aynîyet vadisine geçerek kendisini emniyete almalıdır. O kişiyi mahkemeye vermesi gerekiyorsa verecek, nasihat etmesi gerekiyorsa nasihat edecek. Affetmesi gerekiyorsa da affederek o kişiyi de Allah’ın rahmetinden istifade ettirecektir. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Üzüntüler, kederler musibetler, hastalıklar ve bütün ibtilâlar kullara Allah tarafından verilmiş bir hediyedir. Ya eski günahlara bir kefaret veya manevi makamın yükselmesine vesiledir” buyuruyor. Demek ki sâlik O’ndan gelen her musibetin günahlarına kefaret, manevî derecesinin artmasına vesile olduğunun idrakinde olmalıdır, hatta derdinin, sıkıntısının, hastalığının olmaması hâline üzülmelidir.

Bu âlemdeki bütün varlıklar Cenab-ı Hakk’ın birer sıfatıdır. Sıfatların kendi fiilleri yoktur. Onlardan tecellî eden Hakk’ın fiilleridir. Sıfatların istidat ve kabiliyetlerine göre nerede kullanılması gerekli ise Cenab-ı Hak da onları orada kullanmaktadır. Nisa Suresinin iki âyetini okuyalım. “…Onlara bir iyilik gelirse, ‘Bu, Allah'tandır’ derler. Onlara bir kötülük gelirse, ‘Bu, senin yüzündendir’ derler. (Ey Muhammed!) De ki: ‘Hepsi Allah'tandır.’ …” (Nisa Suresi 4-78) “Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir…” (Nisa Suresi 4-79) buyuruluyor. Görülüyor ki fiillerin fâili Cenab-ı Hak’tır. Görünen ve görünmeyen mülkünde ondan başka fâil yoktur. Her şey onun takdir-i ilâhiyesine göre zuhur etmektedir. Sâlikler her şeye, nefslerinde ‘fark’, afaklarında ‘cem’ nazarı ile bakmalıdırlar. Çünkü sâlik henüz nisbiyet ve şirklerden kurtulamamıştır. Nefsinde ‘fark’ la sâlik kendisini yakın takibe alarak, kendi eksikliklerini levm etmeli (kınamalı) ve bu eksikliklerini yok etmek için gayret göstermelidir. Afakta ‘cem’de olmakla da sâlik başkalarındaki eksikliklere müdahale etmez, onlarla uğraşmaz. Yardım isterlerse işte o zaman elinden geldiği kadar faydalı olmaya çalışır. Yardım istemiyorlarsa da tenkit etmez. Çünkü Allah hidayet etmedikten sonra siz hiç kimseyi şöyle veya böyle hidayete ulaştıramazsınız. Hidayet Allah’tandır.

Bir âyette “…nefsini arındıran(tezkiye eden) kurtuluşa ermiştir.” (Şems Suresi 91-9) buyurulmaktadır. Nefs tezkiyesi yani temizliği yalnız ilimle olmaz. İlmin ötesinde ilmiyle âmil olmak, sıddîkiyetle yani gönülden bağlılıkla da mertebesinin hâlini hayata geçirmek lâzımdır. Tevhid-i efâlde bir sâlik bütün fiillerde kendini fâni, Hakk’ı bâki bilip nisbiyetlerden kurtularak, fiillerin fâili Hak’tır demelidir. Böylece gittiği gördüğü her yerde artık tecellî edeni tanır, gördüklerini kalbiye tasdik etmenin zevkiyle zevkiyâb olur. Enfüs ve afakında tecellî edenin sevgilisinin fiilleri olduğunu görür. Tecellî eden fiillerin ‘fiilullah’ olduğunu bilerek bütün fiilleri Hakk’a nisbet eder. Böylece o ana kadar bildiği, öğrendiği, zannettiği fiilleri ifnâ eder. İnsan-ı kâmilden aldığı “fiillerin fâili Allah’tır” telkinatı onda galip gelmiştir. Böyle olması kişinin zanlarının, vehimlerinin, hayallerinin yıkılması anlamına gelir. Bu nefs tezkiyesinin başladığını gösterir. Sezaî Hazretleri bir ilahîsinde şöyle diyor:

Unut bildiğini cümle



Eriştir ilmini cehle”

Anlaşılacağı gibi yeni bir ilim öğrenmek için eski ilmin yok olması lâzımdır. Eski bilişlerimizi bırakmadan yol almamız mümkün değildir. Eski bilişlerden kurtulmak da düşünüldüğü kadar kolay değildir.

Sâlikin “Lâ fâile illallah” rabıtasını kullanarak kendisine nisbet ettiği fiillerin Cenab-ı Hakk’ın fiilleri olduğunu bilmesi, görmesi huzurlu olmasını sağlar. Artık gönül cennetine girmiştir. Huzur ve mutluluk içinde, zikir ve rabıtasından haz alır. Stresi, sıkıntısı, üzüntüsü, kaygıları kısaca mutsuzlukları ondan uzaklaşmıştır. Sâlikte tam bir teslimiyet ve Hakk’a boyun büküş görülür. Her kiminle temas kurarsa kursun, onlardan kendisine gelen her tecellîyi Hakk’a nisbet ettiği için halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu anlamıştır. Bütün iyi tecellilerin Cenab-ı Hakk’ın kendisine bir lütfu, kötülüklerle karşılaştığında bunun, kendisinin bir eksikliğinden mütevellit Cenab-ı Hakk’ın bir imtihanı olduğunu anlamıştır. Kendisini yakın takibe alır ve bir an evvel o eksikliğini yok etmek için gayret gösterir. Sâlik, gölge oyunundaki Hacivat ile Karagöz’ün kendilerine ait hiçbir fiilinin olmadığını, onlardaki görünen fiilin sahibinin perde arkasındaki ‘hayalî’ adı verilen sanatkâr olduğunu bildiği gibi, bütün kâinatın sıfat perdelerinden fiillerinde yaratıcısının Cenab-ı Hak olduğunu bilir.

Onun için, her şeyi yerli yerinde görmelidir. Enfüste ‘fark’ta olmalıdır. Kendisinin şeriata uyup uymadığını tartmalı, eksiklikleri varsa bir an evvel onları tamamlamak için gayret göstermelidir. Afakta ‘cem’de olmalıdır. Başkalarının eksikliklerini görmemelidir. Cenab-ı Hakk’ın tecellîsini her mazhardan istidat ve kabiliyeti, meşrebi nisbetinde sergilediğini bilmelidir. Bu bilişle irfan cennetinde mutlu olur. Daha önce de özellikle açıkladığımız gibi bir kişi kötü bir olayla karşılaştığında bunu kesinlikle Allah’a isnat etmemelidir. Aksine kendisindeki eksikliği arayarak onu yok etmeye özen göstermelidir. Musibeti, Cenab-ı Hakk’ın kendisini çok sevdiği için verdiği bir hediye olarak görmelidir. Kötülüğün gelmesi muhtemel insanlardan uzak olmalı, böyle hâllerde halk vadisinden Hak vadisine geçmelidir. Sonra kötülük yapan kişiye nasihat edilecekse nasihat edilmelidir. Gerekirse mahkemeye verilmeli. Zira Allah o kişiyi de seviyor olabilir. Alacağı bir ceza, kötü hâllerini bırakmasına da vesile olabilir. Tekrar söylüyoruz, insanlardaki musibetler, belalar, hastalıklar Allah tarafından verilmiş birer armağandır. Peygamber efendimizin dediği gibi ya eski günahlarına bir kefaret veya manevi mertebesinin yükselmesine bir vesiledir.



TEVHİD-İ SIFÂT

Meratib-i tevhidin ikincisidir. Tevhid-i sıfât, sıfatların birliği demektir. Enfüste, afakta, sükûn ve hareket hâlinde görünen bütün sıfatlar Cenab-ı Hakk’ındır. Cenab-ı Hakk’ın bu âleme taalluk eden sekiz sıfât-ı sübutîsi vardır. Bunlar: 1- Hayat 2- İlim 3- İrade 4- Semi’ (İşitme) 5- Basar (Görme) 6- Kudret 7- Kelâm 8- Tekvin’dir. İşte bu sekiz sıfat Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarıdır. Bu sıfatlardan üçü “hayat, ilim, irade” sıfatları bâtındır. Dördü “duyma, görme, kelâm, kudret” sıfatları zahirdir. Bu dört sıfat, bir unsurdan kendilerini sergilediklerinin görülmeleri itibariyle zahirdirler. Meselâ, kulak, (duyma, işitme), göz (görme), dil (konuşma, söz, kelâm) sıfatlarını açığa çıkarır. Kulağı gördüğümüzde duyma sıfatına sahib olduğunu, gözü gördüğümüzde görme sıfatına sahip olduğunu anlarız. Diğerlerini de bunun gibi düşünürüz. Bu sıfatlarla Cenab-ı Hak bütün âlemi ihata etmiştir.

Bakara Suresinin 255. âyetinde (âyet-el kürsî de denir) “ Allahu lâ ilâhe illâ hû, el hayyul gayyûm…” “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, …” (2-255) Allah’ın Hayy olduğunu yani canlı, diri olduğunu anlıyoruz. Kâinatta gördüğümüz canlılardaki hayat Hakk’ındır. Cansız varlıklar dediğimiz varlılar da canlıdır. Esasen zerreden kürreye kâinatta cansız bir tek zerre yoktur. Ama biz onların canlılığını çıplak gözle göremiyoruz. Dolayısıyla eşyada görünen hayat da Hakk’ındır diyoruz.

“Gul innemel ilmü indallâh…” “De ki: ‘O ilim, ancak Allah katındadır…’” (Mülk Suresi 67-26) ve “… Vallâhu yağlemu ve entum lâ tağlemûn.” “…Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara Suresi 2-216) âyetlerinden de anlaşılacağı üzere ilim sıfatı Allah’ındır. Biz, bize bildirildiği kadarını biliriz. Bildirilen de ilim değil bilgidir. Yani bizler malûm, ilim Allah’ındır.

“Ve rabbbuke yahlugu mâ yeşâu ve yahtâr, mâ kâne lehumul hıyerah…” “Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların ise seçim hakkı yoktur…” (Kasas Suresi 28-68) âyetinden anlaşılacağı üzere irade Allah’ındır.

“…ve huves semîul basîr.” “…O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Şura Suresi 42-11) âyetinden işitenin de görenin de Allah olduğunu anlıyoruz.

“…ennel guvvete lillâhi cemîav…” “…bütün kuvvetin Allah'ın olduğunu…” (Bakara Suresi 2-165) âyetinden kudretin Allah’ın olduğu anlaşılmaktadır. Bizlerdeki güç, kuvvet de Allah’ındır. Bir hadîs-i şerifte “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” yani “Kuvvetim ve kudretim yoktur. Bunların hepsi senindir ya Rabbi” buyurulmuştur.

“… kelâmallâhi…” “…Allah'ın kelamını…” (Bakara Suresi 2-75) âyetinden kelâm sıfatının Allah’ın olduğu anlaşılır. Kur’ân-ı Kerîm kelâmullahtır. Yani Allah kelâmıdır.”.

Tekvin, Cenab-ı Hakk’ın halk edicilik, yaratıcılık sıfatıdır. Fiiller sıfatlardan tecellî eder. Bütün sıfatlardan tecellî eden fiiller (görme, işitme, söz söyleme…) tekvîn sıfatı ile halk olunmuştur. Bunu tevhid-i efâlde görmüştük. Bu sayılan sıfatlara sıfât-ı sübutî denir. Sübutî sıfatlar sâbittir, değişmez, bozulmaz, ölmeyen bir karar üzere durur.

İşte bizim diye bildiğimiz ve kendimize nisbet ettiğimiz sıfatlar fâni, Allah’ın bu sıfatları bâkidir. Bizim sıfatlarımız Hakk’ın sıfatlarının mazharıdır. Mazhar kelimesinin anlamını bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer olarak daha önce açıklamıştık. Meselâ çeşme, suyun mazharıdır. Çünkü su o çeşme vasıtasıyla kendisini açığa çıkarıyor. Lamba elektriğin mazharıdır. Elektrik, lamba olmasa açığa çıkamaz. Örneklerdeki gibi bizim de bütün sıfatlarımız Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarına mazhardır. Bu sıfatlar ayna olmakta, sâlik Hazret-i Maşûk’u o aynada müşahede etmektedir. Sıfat gayba aittir ve zuhura gelmeden öncedir. Zuhura gelince, şehadete intikal eder ve ‘isim’ adını alır. İsim kelimesinin çokluk hâline de “esma” denilir.

İnsan varlığı bu sıfatlarladır. Bu sekiz sıfatın Hakk’ın olduğunu anladığımız zaman, kendi varlığımız diye bildiğimiz varlığımızı attık demektir. Senin ne hayatın, ne ilmin, ne iraden, ne duyman, ne görmen, ne kelâmın, ne de kuvvetin var. Bunların hepsi Allah’ındır. Bu güne kadar bu sübutî sıfatların kendimizin olduğunu zannediyorduk. Şimdi anladık ki bunlar bizim değil, Cenab-ı Hakk’ınmış. Bizler O’nun mazharlarıymışız. Böylece bu sıfatların Hakk’ın olduğunu anlayınca, bizler varlık şirkinden de kurtulmuş olduk. Bu âleme ibret gözüyle baktığımızda Cenab-ı Hakk’ın sübutî sıfatları olan bu sekiz sıfatı ile bütün âlemi ihata ettiğini görürüz.

Nereye bakarsak bakalım bu sıfatlardan başka bir sıfat görmediğimiz takdirde, sıfat cennetinde olduğumuz anlaşılmış olur. Bir sâlik bu güne kadar bütün sıfatların sahibinin kendisi olduğunu zannediyordu. İnsan-ı kâmil onu cehâlet ve gafletten uyandırdı. Bu sıfatların kendisinin değil, Cenab-ı Hakk’ın sıfatları olduğunu ona telkin etti. O da teslimiyetinin gereği olarak gönül rızası ile kabullenip bu sıfatları Hakk’a teslim etti. Fâni olan kendi sıfatlarını bâki olan Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarında yok etmekle sıfat cennetinde huzur ve sukûna ermiş oldu. Çünkü hayatını Hakk’a veren, Hakk’ın hayatıyla yaşamaya başlar, ölümsüzlüğe kavuşur.

Yunus öldü deyu selâ verirler

Ölen hayvan immiş âşıklar ölmez”

Yunus Emre Hazretleri ilahîsinde ‘âşıklar ölmez’ demekle buna işaret etmiştir. Hak dostları kendilerinin zannettikleri sıfatları gerçek sahibi olan Cenab-ı Hakk’a vererek, ölümü zevk ederek, tadarak, sıfat cennetinde huzur ve mutluluğa ererler. Böylece gaybın yedi sıfatı ile onlara hazine kapıları açılmış olur. Sâlik, Hakk’ın yedi sıfât-ı sübutîsinin tecellîlerini kendinde ayne’l-yakîn görmeye başlamanın zevkiyle cennetü’s-sıfâta dâhil olur.

Gel kardeşim! Sen de zandan, evhamdan, cehaletten karanlığından kurtul. Kendine nisbet ettiğin Cenab-ı Hakk’ın değişmeyen, mutlak sıfatlarını kendisine teslim et. “Ben görüyorum, ben duyuyorum, ben irade sahibiyim…” deme. Eski bilişlerini, düşüncelerini, bilgilerini ifnâ et ki, zan yükünden ve cehâlet ağırlıklarından kurtulasın. Arada varlık kokusu kalmasın. Sende ikilik yaratan o nisbiyet şirki ortadan kalksın, her taraf nurla dolsun. Güneş doğunca cehâlet karanlığı kaybolur. Hak gelince bâtıl yok olur. Kendi mazharından Cenab-ı Hakk’ın bâki olan sübutî sıfatlarını müşahede et. İşte o zaman ayne’l-yakîn olarak gördüğünü zevk edeceksin. Kendine nisbet ettiğin fiil ve sıfatların yok olunca, kendi mazharından Cenab-ı Hakk’ın fiil ve sıfatları tecellî edecektir. Böyle olunca Resulullah efendimizin ahlâk güzelliği, edep güzelliği, alçakgönüllüğü gibi yücelikleri sende görünmeye başlayacaktır. Senin kendine ait hiçbir fiil ve sıfatın kalmamıştır. Ne sevap ne de günah işleyebilirsin. Sararıp, kuruyup, dalından kopmuş bir sonbahar yaprağını rüzgâr ne tarafa götürürse oraya gittiği gibi, sen de her an Hakk’ın tecellîlerine tâbi olursun.

Tevhid-i sıfâtın 4 şühudu vardır.

1- Tevhid-i sıfât: Bütün âlemde görülen ve bilinen sıfatların Hakk’ın sıfatları olduğunu bilmek, görmek, yaşamaktır.

2- Fenâ-i sıfât: Bizdeki ve bütün âlemdeki sıfatların fâni olduğunu bilmek suretiyle sıfatlarla ilgili eski bilişlerimizi ifnâ etmek.

3- Tecellî-i sıfat: Sıfatların ifnâsıyle hakikatte sıfatların cümlesinden Cenab-ı Hakk’ın zuhurunu müşahede etmek.

4- Cennet’üs-sıfat: Bütün âleme ibret gözüyle baktığımızda, Cenab-ı Hakk’ın sıfât-ı sübutîsi olan bu sekiz sıfatı ile bütün âlemi ihata ettiğini idrak ettiğimizde her nereye bakarsak bakalım bu sıfatlardan başka bir sıfat görmeme zevkidir.

Tevhid-i sıfâtın rabıtası rabıtası “Lâ mevsufe illallah”tır. Türkçesi: “Allah’tan başka vasıflanıcı yoktur.” Sâbit sıfatlarla Allah’tan başka sıfatlanacak yoktur. Sıfât-ı sübutî yalnız Allah’ındır. İşte buna sıfat aynası denir. Bir aynaya baktığımızda kendi sıfatlarımızın (ağzımız, yüzümüz, gözümüz…) dışında başka bir şey görmeyiz. Aynen bunun gibi tevhid-i sıfât aynası olan bu âlem aynasına baktığımızda da hep O’nu görürüz, O’ndan başka bir şey görmeyiz.
TEVHİD-İ ZAT
Vücud birliği demektir. Enfüste ve afakta, sükûn ve harekette görünen vücud Hakk’ın vücududur. İster kendimize nisbet ettiğimiz vücud, isterse bütün âlemde sükûn ve hareket hâlindeki vücudlar Hakk’ın vücududur. Vücud derken “beden” dediğimiz surette gördüğümüz vücutlardan söz etmiyoruz. Onlar Hakk’ın vücudunun gölgeleri olup güneşin battığında gölgenin kaybolması bugün var yarın yok olacaklardır. Bâki olan ise Allah’tır. Rahman Suresinin 26 ve 27. âyetlerinden “Kullu men aleyhâ fân. Ve yebgâ vechu rabbike zulcelâli vel ikrâm” “Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (55-26,27) anlaşılacağı gibi dünya yüzünde görünen her şey fânidir, kendi vücudları yoktur, vücud sahibi olan Allah’tır. Bir başka âyette de “…Kullu şey’in hâlikun ilâ vecheh…” “…O'nun zatından başka her şey yok olacaktır…” (Kasas Suresi 22-88) Allah’ın zatından başka her şeyin helak olacağı, yani Allah’ın zatından başka her şeyin yok olucu olduğu buyuruluyor. Bir ağaç ve gölgesiyle misâl verelim. Ağaç sallandıkca gölge de sallanır. Gölgenin bir vücudu yoktur. Gölge, ağaca tâbidir. İşte bu âlem de Cenab-ı Hakk’ın vücudunun gölgesidir. Nasıl gölge ağaçtan zahir olmuşsa, bu âlem de Cenab-ı Hakk’ın vücudundan zahir olmuştur. Yani gölgesidir.

Sâlik bu makamda, hissen, aklen ve hayalen gerek efâl, gerek sıfat ve gerek zat aynalarından vücudullaha bağlanıp, cümle eşyanın vücudu Hak olduğunun idrakı ile nazar edip şühud etmekle zevk alır. Daimî zevkte kalabilmesi için rabıtaya sımsıkı sarılır. Halkın fâni, Hakk’ın ise bâki olmasının idrakinin zevki ile zevkiyâb olur. Uruç yani yükselme mertebeleri olan fenâ mertebelerini geçen kişi, artık nisbiyet ve şirklerden kurtulmuştur. Bu üç mertebeyi zevk edenler “ehlullah” olmuşlardır. Bunlara “ehl-i fenâ” da denir. Bu makam sahipleri aynı zamanda “ehl-i velâyet”tir. Bu makam sahiplerinin durumu için Yunus Suresinin 62. âyetinde “Elâ inne evliyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.” “Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yunus Suresi 10-62) buyurulur.

Sâlik, bu makama gelinceye kadar fiilleri, sıfatları ve vücudları müşahede etmiş sonuçta ne fiillerin, ne sıfatların kendilerine ait vücudları olmadığını idrak etmiştir. Efâlin sıfattan, sıfattan da zatın göründüğünü anlamıştır. Halkın fâni, Hakk’ın bâki ve tecellîlerinin zuhuru ile zahir olduğunu zevk etmiştir. Sâlikin rabıtasını kullanarak zat aynaları olan bu vücudu görmesi kesafet âleminden letafet âlemine geçmesine vesile olur. Artık kesret yerini vahdete bırakmıştır. Zat-ı Hak nazarı ile vücuddan sıfatın, sıfattan da efâlin tecellî etmesinin müşahedesi ile vahdet âlemindeki letafet görüntüler devam eder.

Tevhid-i zâtın da 4 şühudu vardır.



  1. Tevhid-i zât

  2. Fenâ-i zât

  3. Tecellî-i zât

  4. Cennetü’z-zât

Tevhid- zât kendi vücudunun ve âlemdeki vücutların Hakk’ın vücudundan gayri olmadığını ve vücudun yalnız Cenab-ı Hakk’ın olduğunu bilmek, görmek, vücutla ilgili eski bilişlerini yok etmek ve bunları yaşamaktır.

Kendimize ve âlemdeki varlıklara nisbet ettiğimiz vücutların fâni olduklarını daha açık bir ifadeyle yok olduklarını bilerek eski bilişlerimizi ifnâ etmek fenâ-i zâttır.

Vücudların ifnâsiyle tek tecellî edenin Cenab-ı Hakka olduğunu bilmek, Cenab-ı Hakk’ın tecellîlerini müşahede etmek, Rahman’ın Zat-ı İlâhiyesinden üfürdüğü ruhun tecellîlerini idrak etmek tecelli-i zattır.

Kendine ve âleme ibret nazarıyla bakıp cümlesinin fâni olduğunu, kendi vücudunun dahi olmadığı, vücudunun Hakk’ın vücudunun bir mazharı olduğunu görmeye, bu görmeden elde edilen zevke de cennet’üz-zat denir.

Bu makamın rabıtası “Lâ mevcûde illallah” tır. Türkçesi: “Allah’tan başka mevcud olan yoktur.” Allah’tan başka mevcud olan hiçbir şey yoktur. Herşey fâni yalnız Allah bâkidir.

Tevhid-i efâlde fiillerimizi Hakk’ın fiilinde ifnâ ettik. Tevhid-i sıfâtta sıfatlarımızı Hakk’ın sıfatında ifnâ ettik. Tevhid-i zâtta da vücudumuzu Hakk’ın vücudunda ifnâ ettik. ‘İfnâ ettik’ derken yanlış anlaşılmasın, ‘yok ettik’ diyoruz ama zaten yok idi. Biz ‘var’ biliyorduk. Bu zan ile fiil, sıfat ve vücudu kendimize nisbet ediyorduk, kendimize ait sanıyorduk. Bu zanlardan kurtulduğumuz zaman, fiilin fiilullah, sıfatın sıfatullah, zatın zatullah olduğunu anlarız. Fiil, sıfat ve vücudun Hakk’ın olduğunu idrak ettiğimizde kendimize ait hiçbir şey kalmaz. “Mûtu kable ente mûtu” yani “Ölmeden evvel ölünüz.” hadîs-i şerifinde Peygamber efendimizin buyurduğu ölmeden evvel ihtiyarî olarak ölmek budur. Fiillerim Hakk’ın imiş, sıfatlarım Hakk’ın imiş, vücudum da Hakk’ın imiş. Ehlullahın “Sen çık aradan, kalsın seni Yaradan dediği gibi ‘sen’lik kalkınca aradan, Hak’tan başka hiçbir şey kalmaz. Kendini bilen dahi yine kendinden başkası değildir. İnsan-ı kâmilin telkinatıyla zanlarım yıkılınca anladım ve şühud ettim ki meğerse bu güne kadar kendi zannımda yarattığım bu vücud Hakk’ınmış. Zannımla Cenab-ı Hakk’ın vücudu dışında bir vücud yarattığım için de farkında olmadan şirk işliyormuşum. Bidayette de vücut Cenab-ı Hakk’ın imiş fakat ben bilmiyormuşum. Fiziksel görünen zahir gölge vücudlara takılıp kalmaktan lâtif olan Cenab-ı Hakk’ın asıl vahdet vücudunu göremiyordum. Şimdi anladım ki, fiziksel gölge durumunda olan bu kesret vücutlardan görünen de “vücudullah”mış.

Nisbet ettiği gölge vücudlardan soyunan bir sâlik, her türlü isim ve resimden kurtulmuş olur. Bir ârifin buyurduğu gibi:


Zata erişince iman mat olur

Bütün kuyudatlar onda kat’ olur.

Sâlik bütün kayıtlardan kurtulur (kat’ olmak: kesilmek), sadece Hakk’ın vechi bâki kalır. Bu şühudla kişinin gönlünde “Hakk’ın varlığından başka varlık görmeme” hâli tecellî eder. Kendi ve başkaları artık yoktur. Hakk’ın dışındaki bütün varlıkları ifnâ etmiş, her nereye bakarsa baksın, Hakk’ın sıfatlarından istidat ve kabiliyetleri nisbetinde, zatının zuhur ettiğini görmeye başlamıştır. Bu sözlerim tevhide nasibi olanlar için geçerlidir.

Zikrederken aldığımız bir nefesle Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet varlığı ile ihyâ olduğumuzu anlarız. Aldığımız bu nefesi ‘Allah Allah Allah’ diyerek üçe bölerek veririz. Bu verdiğimiz üçe bölünmüş nefes, kendimize nisbet ettiğimiz efâl, sıfat ve zatın Hakk’a teslim edilerek ifnâsıdır. Zikirdeki üç ifnâ ve bir ihyâ bizim fenafillah olmamızı sağladı. Tevhid-i efâl, tevhid-i sıfât, tevhid-i zât olan fenâ makamlarında ayrı ayrı izah edilenlerin, üç ifnânın geniş bir biçimde açıklamasından ibaret olduğu anlaşılmış oldu. Zaten bir şeyin ifnâ edilebilmesi için, onun varlığının olması lâzımdır. Var olmalı ki yok edilebilsin. Hâlbuki zaten kendimize ait ne bir fiil, ne bir sıfat, ne de bir zat vardı. Bunların tamamı zandan ibaretti. Üç ifnâ ile zanlarımızdaki ‘ben’liği yok etmiş olduk. Önce de belirtmiştik tekrar edelim. Zan, ‘su-i zan’ ve ‘hüsn-ü zan’ olmak üzere iki türlüdür. Su-i zan kötü zandır, hüsn-ü zan iyi zandır. Bu iki zandan da uzak durmak lâzımdır. Çünkü hakikatte hiçbir değeri yoktur. Zan ile hareket etmekten daha ahmakça bir şey olamaz. Tevhid ilminde zanna asla yer yoktur. Tevhidde her bilgi kesin ve nettir.

Fenâ-i efâl, fenâ-i sıfât, fenâ-i zât etmekle cehâlet, nisbiyet ve şirklerden kurtularak, biri iki gösteren gözlüğümüzün camını, letafetle ‘bir’ gören net gözlük camıyla değiştirdikten sonra artık Allah’ın, tecellî-i efâl, tecellî-i sıfat, tecellî-i zat olan vahdet zuhurunu zevk etmeye başlamış oluruz.

Ya Rab! Zatının nurlarını, bizlere de göster. Cemallullah olan sıfatlarında güzelliğinin zevkini bizlere tattır. Âlem ve âdem’de bütün tecellîlerin sırlarını bizlere de ihsân ve ikrâm eyle. ‘Allahu Ekber’liğinin gönlümüzde kabul edilişini, kul ve sana karşı acziyetimizi bir an olsun bizlere unutturma. Âmin.

BEKÂ MERTEBELERİ
CEM MAKAMI

Cem kelimesi toplamak, bir araya getirmek, birleştirmek anlamındadır. Bekâ mertebelerinin ilkidir. Bu makamda kişinin kuvvelerinde Hak zahir olur. Kendisi bâtın olur. Yani Hak zahir, halk bâtındır.

Bir âyet-i kerimede “…innallâhe basîrum bil ıbâd.” “…Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (Mümin Suresi 40-44) buyuruluyor. Bir başka âyet-i kerimede “İnnallâhe ve melâiketehû yusallûne alen nebiyy…” “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar…” (Ahzab Suresi 33-56) buyuruluyor. Âyette Allah ve meleklerinin Peygambere salât etmeleri Hakk’ın bütün sıfatlarına tecellî etmesi demektir ki tecelli eden yine Hak Teâlâ’dır. Ali İmran Suresinin 18. âyetinde de “Şehidallâhu ennehû lâ ilâhe illâ hu…” “Allah şahadet eder ki, O’ndan başka ilâh yoktur.” buyuruluyor. Allah’ın kime şahitlik ettiğine dikkat edilirse âyetten O’nun her şeyi zatıyla kapladığını anlarız.

Fenafiillah mertebelerinde kendisinin zannettiği fiil, sıfat ve zatının Hakk’ın efâl, sıfat ve zatında yok olduğunu tam mânâsıyla idrak eden, zevk eden sâlike cem makamı telkin edilir.

Fenâ mertebelerinde sözü edilen ‘enfüs’ ve ‘afak’ ifadeleri bekâ makamlarında birliğe erildiği için yoktur. Çünkü enfüs ve afak ikilikle ilgilidir. Bir ‘biz’ varız, bir de ‘başkaları’ var, ‘Ben varım, benden başkaları da var’ demek ikiliktir.

Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyetinde “zahir” ve “bâtın” vardır. Sâlik bu yerde Hakk’ı zahir, halkı bâtın müşahede etmelidir. Halk, Hakk’a ayna olduğu için halk aynasından zahir görünen Hakk’ın vahdet tecellîsidir. Onun için sâliki vahdet şühudu istilâ eder.

Cem makamı telkin edilen sâlik, Hakk’a kuvve olup, onun kuvvesinden Hak zahir olurken kendisi bâtın olur. Aynı zamanda eşya da butûna girer. Hakk’ın varlığı tam zuhur ettiği zaman kâinattaki varlıkların gölgeleri yok olur. Sadece Hak var olur. Bir cismin gölgesinin, güneş ışınlarının öğle vakti tam dik bir açıyla cismin üstüne düştüğü zaman cisimde yok olması gibi halk mazharından Hakk’ın zahir olmasıdır. Bir ağacın çekirdeğinde, ağacın gövdesi, dalları, yaprakları, meyveleri gizli olduğu olduğu hâlde görünmez. Aynen bunun gibi Hakk’ın vahdaniyetinde Hak zahir, halk bâtındır. Bu yerde ikilik ve kesret yoktur.

Bütün eşyanın hakikati aslen Hakk’ın ayn’ıdır. Hak’tır. Kul mazharından Hakk’ım diyen kul değil Hak’tır. “Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır…” (Bakara Suresi 2-115) âyetinin gereği olarak her nereye bakarsa Hakk’ın cemal yüzünü gören sâlik bundan büyük zevk alır. Bir hadîs-i kudsîde “Kulumun kulağından duyan, gözünden gören, dilinden konuşan, elinden tutan, ayağından yürüyen Ben olurum.” buyurulmuştur. Anlaşılacağı gibi kul mazharından duyan, gören ve konuşan Hak’tır.

Sâlikin fenafillah mertebelerinde ifnâ ettiği, efâli, sıfâtı ve zatı cem makamında Hakk’ın vahdaniyetinde Hak’la ihyâ olacaktır. Dolayısıyla da gören de Hak görünen de Hak, bilen de Hak, bilinen de Hak olduğu için sâlik bu esnada her ne zahir olursa onu Hakk’a nisbet eder.

Buna ahkâm-ı ilâhiye derler. Burası hakikat şehridir. Gayriyetler, ikilikler, kısacası kesrete ait ne varsa hepsi helâk olmuş, yok olmuştur. Görünen sadece bir zattır. Sâlikte Hakk’ın sarhoşluğu zuhur etmeye başlar. Adıyla çağırsanız sizi duymaz. Kendinden geçer. Onun için bu makamda sâliki fazla durdurmazlar. Burası daimî ikamet yeri değildir. Ama mutlaka görülüp zevk edilmesi de gereklidir. Fenâ mertebelerinde soyunduğu zatı, burada Hakk’ın zatıyla giyinmiş olarak zuhura gelir.

Bu makama kurb-i ferâiz (Farzlarla yakînlik) denildiği gibi, fenâ-i nefs makamı, bekâ-i ruh makamı ve ulûhiyet makamı gibi isimler de verilmiştir. Buraya ‘berzah’ da derler. Bu makamda hep vahdet zevki sâlikte galebe çaldığı için, sâlik deryanın dalgalarını değil yalnız deryayı görür. Vahdet zevkini dil anlatmakta acizdir. Bu zevki ancak yaşayanlar bilir.
HAZRETÜ’L-CEM MAKAMI
Bekabillah mertebelerinin ikincisidir. Bu makamda halk zahir, Hak bâtındır. Hak aynasından halk zahir olarak müşahede edilir. Cem makamında abdin kuvvesinden bilen, gören, işiten Hak idi. Hazretü’l-cem makamında, Hak kulun kuvvesi olması nedeniyle, kendi sıfatı olan kul mazharından gören Hak, duyan Hak, bilen Hak olmuş oluyor. Sâlikin fena mertebelerinde soyunduğu, kendi bütün sıfatlarını burada, Hakk’ın sıfatlarını giymesi nedeniyle, Allah’ın sıfatlarının mazharı (görüntü yeri) olur. Artık sıfatlar onun mazharından seyredilir. O mazharda Hakk’ın, Ene’l-Hayy (Ben diriyim), Ene’l-Kadîr (Ben güçlüyüm) dediğini duyan sâlik, Cenab-ı Hakk’ın kelâm ve lisanını nasıl kullandığını zevk eder.

Bu mertebede sâlik enfüsünde ‘cem’de afakında farkta olmalıdır. Dikkat edilirse, efâl mertebesinde enfüsünde farkta, afakında ‘cem’de idi. Nisbiyet ve şirklerinden kurtulduğu için, daima Hak’la beraber olması onun cemde olması demektir. Zahirde farkta olması, cemadat, nebatât, hayvanat ve insanlara esma ve sıfatları gereği neyi gerektiriyorsa, öylece yaklaşmasına şeriat-ı ahkâmiye olan farkıyla yaklaşır diyoruz.

Bu makama ehlullah kurb-i nevâfil derler. Bir Hadîs-i kudsîde: “Kulum bana nevâfille (nafilelerle) yaklaştığında Ben onun görmesine göz, işitmesine kulak, konuşmasına dil olurum” buyurmuşlardır. Görüldüğü gibi artık kulun gözünden kulağından gören ve duyan değil, gözüne göz, kulağına kulak olduğunu söylemektedir.

Artık, sıfatların kemalâtı nisbiyetinde, sıfat ve esma, âsâr ve eşya tecellîsinde Hakk’a ulaşmak, Hakk’ı seyretmek için gayret göstermektir. Her nereye nazar edersek edelim, bâtındaki Hakk’ın zahirdeki halktan tecellîsini zevk ederek, bütün sıfatların, zat-ı Hak ile kaim olduğunun müşahede ederiz. Bu makam aynı zamanda şeriat-ı Muhammedîye makamıdır. Buraya ayak basanlar şeriat-ı ahkâmiyenin yükümlülüklerini harfiyen uygularlar. Şeriat-ı evvelde (fark-ı evvel) bir çocuğun yaptığı hataların af edilmesi mümkünken, fark-ı sâni olan bu hakikat şeriatında af yoktur. Sâlik artık akl-ı baliğ olmuştur. Sorumluluk sınırına girmiştir, bundan böyle her şeyde kılı kırk yarması lâzımdır. Şeriatsız hakikat olmaz. Hazreti Muhammed’siz Allah’ı bilmemiz ve bulmamız mümkün olmadığı gibi.

Hazreti Muhammed’in şeriat elbisesini giyenler, Cenab-ı Hakk’ı kendi gönül evinde daimî misafir edenlerdir. Mutmain nefs olarak Cenab-ı Hakk’ın kemalât Rahman sıfatlarından Hakk’ı zuhur ettirmeye Muhammedî elbiseyi giyme denilir. Fark-ı sâni ile zerreden küreye kadar her sıfatta Cenab-ı Hakk’ın cemalini görenlerdir. Bunlar şeriatin emir ve yasaklarını harfiyen uygulamaktan mutluluk içinde sonsuz zevk alırlar. Muhammed elbisesini giyemeyenler ise, stres, üzüntü ve keder gibi vesveselerden kurtulamazlar. Şeriatı yaşamadıkları için kendilerine çok yazık etmiş olurlar. Hz. Ali (r.a.) bir sözünde, “Farksız cem zındıklık, cemsiz fark da müşrikliktir.” buyurmuşlardır. Şu hâlde farksız cem dinden çıkma, cemsiz fark da şirk olduğunu hiç aklından çıkarma, tevhid ise, cem ile farkı aynı anda şühud etmektir. Hakk’ın halk mazharından açığa çıkma tecellîsini izlerken, Hakk’ı ve halkı aynı zamanda zevk etmek ve neşesine ermek tevhid zevkidir. Her şeyi kuldan görüp Hakk’ı bir tarafa itip halkı görmek şirktir, ortak koşmaktır, esası, Hakk’ın bütün işlerini kul eliyle işlediğidir. Kulun kendine ait hiçbir şeyi yoktur. O sadece mazhardır. Kulun adı söylenir ama sâlikler Hakk’ı zevk ederler.


CEM’ÜL-CEM MAKAMI

Bekabillah mertebelerinin üçüncüsüdür. Makam-ı cem ile hazretü’l-cem mertebelerinin kendinde cem eden (toplayan), diğer bir tabirle vahdet ve kesreti cem eden bir makamdır. Zahir olsun bâtın olsun cümle var olanın Hak olarak müşahede edildiği bir yerdir. Zahir olan mukayyet (geçici), bâtın olan mutlaktır. Mukayyet dediğimiz de mutlak dediğimiz de hepsi Hak’tır diye zevk olunur.

Bu makama Hadid Suresinin 3. âyeti “O evveldir, âhirdir, zahirdir, bâtındır. O her şeyi bilendir.” (57-3) delil olarak gösterilebilir.

Bu makama “Fekâne gâbe gavseyni ev ednâ.” “İki yay aralığı kadar yahut daha az oldu.” (Necm Suresi 53-9) âyetinde yer alan “Kab-ı kavseyn” ‘celal’ ve ‘cemal’ yaylarının birleştiği kalp mertebesi denilir. Vahdet ayn’ı kesret, kesret de ayn’ı vahdet olarak zevk edilir. Tevhid-i efâlde fiillerini, tevhid-i sıfâtta sıfatlarını, tevhid-i zatta zatını soyunan bir sâlik, makam-ı cemde zatını giymeye başlar. Hazretü’l-cem mertebesinde Hakk’ın sıfatlarını giymesi ve bu yerde de Hakk’ın fiillerini giymesi zuhur eder. Çünkü bu mertebede efâl ve âsâra tedellî (iniş) vardır.

Böylece bir sâlikin tevhid yaşamına başlangıcı, meratib-i ilâhiyenin sonu olmuş oluyor. Çünkü fena mertebelerinde sıra ile kendisine nisbet ettiği efâlini, sıfâtını, zatını [lâ] rabıtalarıyla soyundu. Beka makamlarına gelince, [illâ] rabıtalarıyla evvela cem mertebesinde Hakk’ın zatını, hazretü’l-cem mertebesinde Hakk’ın sıfatlarını, cem’ül-cem mertebesinde de Hakk’ın efâlini giyerek, ihtiyarî olarak Hak’ta Hak oldu. “Onların cesetleri ruhları, ruhları da cesetleri oldu.” hadîs-i şerifi gereğince, her bir varlığın da tevhid olduğu anlaşılmış olur.

Peygamber ve velilerin sırlarına vâkıf olmak isteyenler bu makamı gerçek yönüyle zevk etmelidirler. İşte o zaman sâlik hafî şirkinden de tamamen kurtulmuş, ibadet eden ibadet ve ibadet edileni birleyip Hak olmuş olur. Esas tevhidin yaşantısı meratib-i ilâhinin tahsilinden sonra yaşam hâline dönüşür. Tevhid nasıl zat mertebesinde tamamlandıysa, cezbe de bu mertebede tamamlanmış olur.

Meratib-i ilâhiyeyi tamamlayan bir sâlik, mürşidinin telkin ettiği makamların idrakı ile bütün kâinatı kendi özünde bulur. Çünkü vahdet ve kesreti anladı, yaşadı zevk etti. Böylece her yerde zuhur edeni ve göreni çok yakından tanıdı. Perdeyi kaldırdı özünü gördü. Ayniyet ile tanıştı. Gayriliği bıraktı, gören ve görünenin o olduğunu, kendi hakikatı olduğunu müşahede etti. Şükür etti. Hamd etti. Secde etti. Özünü idrak ederek ona, sıfat ve esma giydirip bu âlemin içine çıktı. Hakk’ın bütün özellik ve güzellikleriyle doldu. Cenab-ı Hakk’ın hüviyyet ve eniyyetini cem eden âdemiyyetini bildi. Âdem, Hakk’ın “mazhar-ı tâm”mıdır, aynasıdır. Hazreti Peygamber (s.a.v) “Allah Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır.” buyurdu. Sureti demek sıfatları demektir. Hayat, ilim, irade, duyma, görme, kelâm, kudret, tekvin gibi sıfât-ı sübutîsini onda tecellî ettirdi.

En güzel isimlerini onda zuhur ettirerek Hakk’ın halifesi olarak yeryüzünde göreve başlamış oldu. “Meracel bahreyni yeltegıyân.” “(Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.” (Rahman Suresi 55-19) “o iki denizi salıvermişti” tatlı ve acı su işte burasıdır. Ruh denizi ile ten denizinin birleştiği âdem’dir. Bedenin ve ruhun derinliklerine inip sırlarını çözen, gerçek mânâsını kavrayan olgun insandır. Gaye bu âlemde, bu sırrı çözüp Hakk’ı her zuhurda tanımak ve Hak ile yaşamaktır. Hak ile yaşayan Hakk’ı yaşatabilir. İşte insan-ı kâmil sırr-ı Hak’tır. Bütün isimlere müsemmadır.


AHADİYETÜ’L-CEM MAKAMI

Bu makam aynı zamanda makam-ı Muhammed’dir. Bekabillah mertebelerinin sonuncusudur. Kesret olan varlıktan kaydın kaldırıldığı yerdir. Bundan sonra başka bir makam da yoktur. En yüce mertebedir. Sâlike bu makamı bizzat Resulullah efendimiz manen telkin ederse, ancak zevk edilebilir. Yoksa ilmî olur. Zevk edilemez. İbrahim (a.s.) tevhid babası olduğu hâlde bu makama ancak Muhammed (s.a.v) efendimizin müsaadeleriyle girebilir. Cenab-ı Hakk’ın bu mertebedeki ismi “Ahad”dır. Bu makam iki kısımda mütalaa edilir:



  1. Ahadiyetü’l-ayn’

  2. Ahadiyetü’l-kesret

Ahadiyetü’l-ayn’ [Hüve] lafzıyla ifade edilir. Ahadiyetü’l-kesret ise [Allah] lafzıyla ifade edilir. Ahadiyetü’l-kesret, makam-ı Mahmud diye de adlandırılan makam-ı Muhammed’dir.

İlk bakışta aralarında aralarında fark varmış gibi görünse de hakikatte fark yoktur. Buna delil olarak, “Gul huvallâhu ehad.” “De ki: ‘O, Allah'tır, bir tektir.’” (İhlas Suresi 112-1) âyeti gösterilebilir.

Pîrim Seyyid Muhammed Nûr el-Arabî hazretleri bu makam için “Vahdetin ayn’ı kesret, kesretin de ayn’ı vahdet” müşahede edildiği yerdir buyurmuşlardır. Bu, vahdetin ta kendisi kesret, kesretin ta kendisi vahdet olması mânâsına gelir.

Bu makama “ev ednâ” makamı da denilir. “…Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı…” (Enfal Suresi 8-17) âyeti bu makamın zevkine delildir.

Tevhid risalesini böylece tamamlamış oldum. Bütün kardeşlerimin, mürşid-i kâmilin telkinlerine sıddîkiyetle sarılarak, meratib-i ilâhiyedeki mertebelerde şühud ve rabıtaları kullanmalarını, çok tefekkür etmelerini ve bu yolda sebat ederek tevhid yaşamı içinde dünyada iken de daimî cennette olmalarını niyaz ederim. Âmin.
VEL ASR SURESİ
Asr Suresi 3 âyettir. Sure şöyledir: “Vel asr. İnnel insâne lefî husr. İllellezîne âmenû ve amilus sâlihâti ve tevâsav bil haggı ve tevâsav bis sabr.” “Andolsun zamana.” “İnsan gerçekten ziyan içindedir.” “Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.” (Asr Suresi 103-1.2.3)103.2*************

Birinci âyette Cenab-ı Allah asr’a yemin ediyor. Yüz yıla bir asr (asır) denir.

Bir hadis-i şerifte “Her yüz senede bir müceddîd zahir olur (ortaya çıkar). Ümmetimin işlerini yeniler.” buyurulmuştur. Bu hadisle İslâm âleminin yüz yılda bir gelen müceddide tâbi olması istenmektedir. Müceddit, yenileyici demektir. Zaman içerisinde bazı İslâmi emirlerden uzaklaşmalar, sapmalar olabilir. Böyle durumlarda Cenab-ı Hakk’ın zâtiyyûn velilerden yüz yılda bir gönderdiği bu Hak dostlarına tâbi olmamız, onların yenileyici fikirlerini yaşantımızda uygulamamız gerekir. İkinci âyette insanların hüsranda olduklarına Allah yemin ediyor. Allah’ın insanların bu durumunu yeminle söylemesi bunun kesin olduğunu gösterir. İnsanlar hüsranda bu kesin. Ancak kurtuluş yolunu da Cenab-ı Hak üçüncü âyette bizlere bildiriyor. Cenab-ı Hak iman ederek salih ameller işleyenlerin, birbirlerine Hakk’ı ve sabrı tavsiye edenlerin hüsranda olmayacaklarını bildiriyor. Âyette sözü edilen iman, hakikî imandır. Yani tahkikî imandır. Taklidî ve istidlâli iman eksiktir. Hakikî iman için tahsil lâzımdır. Bu tahsil hakikat-ı Muhammedîye tahsilidir ve ancak zâtiyyûn olan insan-ı kâmillerden yapılabilir.
Âyetlerden anlaşılan şudur:
1. İnsanlar hüsrandadır.

2. Müceddide uymak gerekir.

3. Birbirimize Hakk’ı tavsiye etmeliyiz.

4. Birbirimize sabrı tavsiye etmeliyiz.


İnsanların esfel-i sâfilîn olan bu dünyada Hak ve hakikatten uzak, nefsleri doğrultusunda gaflet içinde yaşamaları hüsranda, ziyanda oluşlarıdır. Onun için zaman zaman gaflet ve ziyan içinde olan insan toplumlarına peygamberler ve müceddid olan evliyalar gönderilmiştir. Bugün bizler de gafletten kurtulmak istiyorsak müceddidlere, insan-ı kâmillere tâbi olmalıyız. Tâbi olduğumuzda, onların mazharlarından bizzat Cenab-ı Hakk’ın bizleri irşad ve terbiye ettiğini ve kurtuluşa erdiğimizi görürüz.

Müceddit olan zâtiyyûn veliler her zaman ve her asırda mevcuttur. Özde bir olduğu hâlde sözde birden fazla olması bizleri yanıltmamalıdır. Ağaç bir çekirdekten meydana çıkar. Ağacın meyvelerindeki çekirdekler ise çoktur. Ne kadar çok olursa olsun aynı ağacın çekirdeği gibidir. Bu, Cenab-ı Hakk’ın zatının sıfatlarından, sıfatlarından da esma alarak fiilleriyle nasıl göründüğünün misalidir. Farklılık şeriattedir. Şeriatte yaşamlar, yollar, yöntemler farklı olabilir ama öz değişmez. Bir kişi bu irşad ve terbiye sonunda, şehadet âleminde ebedî kalınmayacağını, bu dünyanın fâni ahiretin ise bâki olduğunu öğrendikten sonra, Hakk’ın halk suretinde nasıl tecellî ettiğini görür.

İtikatını, amellerini, muamelelerini, ahlâkını aldığı irşad ve terbiye sonucu öğrenen, olgunlaştıran, güzelleştiren, yaşayan iman sahipleri kardeşlerine de Hak ve hakikati tavsiye ederler. Şu dünyadaki yaşantılarında da ebedî olan ahiret âlemindeki yaşantılarında bunların fayda sağlayacağını, yaşanmadığı takdirde de asla hüsrandan, ziyandan kurtulamayacaklarını söylerler. Her varlığın hakkını veren Cenab-ı Hakk’ın halk suretinden seyredilmesini de, bu minval üzere yaşanması gerektiğini, Kur’ân-ı Kerîm ahkâmını ve sünnet-i seniyeyi günlük yaşantılarında uygulamayı, müceddidin sözlerini inanan kardeşlerine tavsiye ederler.

Cenab-ı Hakk’ın, yarattığı bütün varlıklarda, varlıkların istidat ve kabiliyetleri nisbetinde zuhurunu, her an ayrı bir ş’ende tecellîsini seyretmek, kabullenmek sabırdır. Bunun farkıyla yaşayan kişi sabredenlerin Cenab-ı Hakk’ın halk yüzünden mükâfatlandırılacağını bildiği için sabrı tavsiye eder. Zıtlar âlemi olan bu dünyada bile kötü bir olayla karşılaşıldığında sabredenler sonunda selâmete ermektedirler. Onun için “Sabreden derviş, murâdına ermiş” denmiştir.

Cenab-ı Allah’ın Esma-ül Hüsna dediğimiz 99 güzel isimleri incelendiğinde, “Rahman” ismiyle başlayıp “Sabır” ismi ile son bulduğunu görürüz. Şüphesiz bu sıralanışta da hikmetler vardır. Her insanda bu 99 güzel ismin tamamı, az veya çok mevcuttur. Zahirde ve bâtında sabredenler Cenab-ı Hakk’ın mükâfatına nâil olurlar.

Görüldüğü gibi, ‘Vel Asr’ Suresi bir insanın, insan-ı asliyesini bulmasının temel görevi olduğunu, bunun için de meratib-i ilâhiye tahsilinin şart olduğunu, yapılacak tahsille kurtuluşa erip Cenab-ı Hakk’ın mükâfatlarına nâil olunacağının haberini, müjdesini vermektedir.

Büyüklerimiz “İnsanlar bir araya geldiklerinde hiç sohbet etmeseler bile sadece ‘Asr Suresini’ okusalar yeterlidir.” demişlerdir.

YER VE GÖK KATLARI

Mülk Suresinin 3. âyetinde “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân'ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak, kusur görüyor musun?” (67-3) buyurulur. Talak Suresinin 12. âyetinde de “Allah, yedi göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Allah'ın emri bunlar arasından inip durmaktadır ki, Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve Allah'ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz.” (65-12) buyurulmaktadır.

Âyetlerden de anlaşılacağı üzere yedi tane “yer katı”, yedi tane de “gök katı” vardır.


Yer katlarına ‘nefs mertebeleri’, gök katlarına ise ‘ruh mertebeleri’ deriz ki bunlar aynı zamanda tevhid mertebeleridir.


Yüklə 0,67 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin