Ab-i hayattan damlalar


NAMAZ ZÂHİR VE BÂTIN OLURSA NAMAZDIR



Yüklə 0,67 Mb.
səhifə7/9
tarix30.11.2017
ölçüsü0,67 Mb.
#33407
1   2   3   4   5   6   7   8   9
NAMAZ ZÂHİR VE BÂTIN OLURSA NAMAZDIR
Namaz, Cenab-ı Hakk’ın kendi vücut ülkemiz de tecellîlerinin hem zahir, hem bâtın irfaniyet ve kemalâtla seyrini yapmak ve konuşmaktır.

Bir âyet-i kerimede “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selam edin” (Ahzab Suresi 33-56) buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerimeyi Muhiddin-i Arabî hazretleri namaza almış ve “Allah ve melekleri Muhammed’e namaz kılıyorlar, siz de Muhammed’e namaz kılınız.” buyurmuşlardır. Yani Allah, bizlerdeki ruh dediğimiz enerji veya hayatın insan vücudundaki kuvvelerimizle bizim gibi Muhammedî olanlarda kemalâtı olan Rahmaniyeti ile tecellî ediyor. Bu, ey iman edenler, sizler de bu enerji ile kendi Muhammedîliğinizi bularak O’nu açığa çıkarıp kendinizde üç hâliyle seyrediniz demektir. Malûmunuz, namazın zahirinde de bâtınında da üç hâl vardır. Zahiri kıyam, rükû, secdedir. Bâtını ise, efâl, sıfat, zattır. Namazın dışında hiçbir durumda bu üç hâlin bir anda tecellîsini görmek ve zevk etmek mümkün değildir. Çünkü bütün varlıklar ya kıyam hâlinde, ya rükû hâlinde ya da secde hâlinde bulunmaktadır. Bir kişi yalnız iman ederek zahir bu üç hâli zuhura getirmiş olsa, idraksız olduğu için taklit ibadet ecrini almış olur. Yalnız ilimle bu üç hâli bütün teferruatıyla bilse, ilmi ile âmil olmadığı için ilim hamalı olmaktan öteye geçemez. Fakat hem zahir amelini hem de bâtın olan irfaniyet ve kemalâtıyla bunu uygulamış olsa, Cenab-ı Hakk’ın muradı olan tecellîsini zuhura getirmiş olurlar. Kuşlar tek kanatla uçamazlar. İnsan ruh ve bedenden ibarettir. Yalnız ne beden ne de ruh tek başına bir iş yapabilir. Ruhun kendini isbat edebilmesi için bedene ihtiyacı vardır, bedenin de ayakta durabilmesi için ruha ihtiyacı vardır. Cenab-ı Hakk’ın bütün tecellîlerinde bunu görmek mümkündür. Yer ve gökler, gece ve gündüz, celâl ve cemâl, vahdet ve kesret, fenâ ve beka, gibi birçok misâl verilebilir. Çünkü Allah zatı ile bilinmez ve tefekkür edilemez. Sıfatları ile zuhura geldiği için, rahman sıfatıyla kendini ilan etmiş ve seyretmiştir. Bizler de namazdan, zahiriyle ve bâtınıyla faydalanabiliriz. Sadece namazda değil herhangi bir işi yaparken bile zahiri ve bâtını bilerek yaparsak fayda sağlayabiliriz. Sadece zahirle veya sadece bâtınla bir yere varmak mümkün değildir. Bilhassa namazı zahir ve bâtın kılmayanların tevhidden faydalanmaları söz konusu değildir. Kelamilikten başka ellerinde bir şey yoktur. İsterseniz etrafınızdaki böyle kişilere nazar edin. Onlarda ahlak güzelliği, edep güzelliği gibi tasavvufun önerdiği güzellikleri görmek mümkün değildir. Görünüşte güzel gibi görünen bu kişilerin menfaatlerine birazcık dokunduğunuzda nefislerinin nasıl kabardığını ve ne hâl aldıklarını görebilirsiniz. Çünkü nefs denen ikilikten kurtulamamışlardır. Her varlıkta Hakk’ın tecellîsini ilimle dillendirmek marifet değildir. İlim, ancak ilmiyle âmil olanlara fayda sağlamaktadır. Kelamilerdeki ilmin hâl ve davranışlarına yansımadığını görürsünüz. İslâmiyeti hep kendi menfaatleri doğrultusunda uygularlar.

Namaz inananların, esfel-i sâfilînden âlâ-yi illiyyîne kadar yaptığı bir yolculuğun eğitiminden ibarettir. Bu yolculuğa ben ‘mıstık yolculuğu’ diyorum. Uruçta bu eğitimi yapmayanlar zahir ve bâtın azaptan kurtulamazlar.

Namaz hem muhkem, hem de müteşabih âyetlerle sabittir. Bunu yalnız zahir yönü ile veya yalnız bâtın yönü ile algılamak yanlıştır. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın kesret âleminde zahir ve bâtın iki yüzü vardır. Tek celâl veya tek cemâl yüzü yoktur. Onun için, daima her gün kılınan namazların aslının iki rekât olduğunu idrak etmeli, üç hâlle fiillerinden onu seyretmelidir. Namazın bir rekâtı fenafillah, yani fenâ-i efâl, fenâ-i sıfat, fenâ-i zat yaparak ‘ölmeden evvel ölme’ idrakına vâkıf olmaktır. İkinci rekâtı da bekabillah zevkiyle zevkiyâb olmaktır. Yani kişinin kendi mazharından Cenab-ı Hakk’ın, zatının sıfatlarından fiilleriyle tecellîsinin zuhurunu seyrederek zevk etmektir. İster fenafillah deminde, isterse bekabillah deminde, kişinin Cenab-ı Hakk’ın üç tecellisini seyretmesi, üç hâliyle onunla konuşması, görüşmesi, O’nunla beraber olması demektir. Ömrü müddetince bunu her gün beş vakit namazla uygulayanlar kendilerinde oluşan hâllerle Hak’la beraber olma zevkine geçecekleri için, iki âlemde de Rabbiyle beraber mutlu ve huzurlu olacaktır.

Namazın yalnız zahirini görerek, “spordur, taklittir, bedenin çeşitli pozisyonlarıdır” şeklindeki ifadeler iman ehlinin değil, gafillerin, ahmakların ifadesidir. Resulullah efendimiz, bizzat namazı kılmış ve “Ben nasıl kılıyorsam sizler de öyle kılınız.” diye emir vermişlerdir. Buna rağmen nefsanî fikirlere dayanarak namaz kılmamak ve kılanlara da engel olmak İslâmiyete yapılmış en büyük kötülük, verilmiş en büyük zarar olmaktadır. Namaz Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerle ve Resulullah efendimizin hadîsleriyle kesin olmasına rağmen aslında Melamilikle ilgisi olmadığı hâlde ‘Melami’ etiketiyle dolaşan bu sözde Melamiler ki onlara ‘kelami’ diyorum, namaz kılmayarak, kılanları da aşağılayarak Resulullah vârisi olan gerçek Melami kardeşlerime de zarar vermektedirler. Allah onlara hidayet versin. Hak ve hakikat yolunda ihlâs sahiblerinin de Allah yardımcıları olsun. Âmin.
ORUÇ RİSALESİ

Oruç, uruç etmek, yükselmek anlamlarına gelir. Bu yükselme ikilikten birliğe yükselmektir. Cehâletten irfâniyete yükselmektir. Şirkten, gayriyetten, nisbet etmekten birliğe, aynîyete yükselmektir. Tevhidde Ramazanın ilk on günü efâl, ikinci on günü sıfat ve son on günü zat mertebesine aittir. Ayın sonundaki bayram ise fenadan bekâya geçişin müjdecisidir ve bekâyı temsil eder. Bu sebeple bayram günü oruç tutmak haram kılınmıştır. Oruç dört bölümde mütalaa edilir:

1- Bedenin orucu (şeriat-ı evvel orucu)

2- Kalbin ve gönlün temizlik orucu (tarikat orucu)

3- Hakikat orucu (ikilikten birliğe yükselme orucu)

4- Marifet orucu (esma ve sıfatların seyri)

Bedenle ilgili olan oruç, evvelini ve âhirini bilerek, her ikisi arasında, yemek, içmek ve nefsanî istek ve arzulardan uzak kalmak olarak mütalaa edilir. Çünkü bu beden on bir ay çalışıp bir ay bakıma tâbi tutulan bir fabrika gibidir. Dinlendirilmesinin sağlıklı çalışmasına vesile olacağı muhakkaktır. Bir hadîste "Oruç tutunuz ki sıhhat bulasınız." buyrulmuştur. Yalnız sahurda, akşama kadar aç kalmaktan korkarak tıka basa mideyi doldurmak, iftar vaktinde de yine tıka basa yemek yemek, bedeni dinlendirmek değildir. Tam tersine bedene büyük zararlar verir. Aç kalmak tam mânâsıyla ölümü hatırlatıyor ve nefs muhasebesini yaptırıyorsa ancak o zaman bedenin orucunun faydası kişi görebilir.

Oruç, kişide tul-u emeli (açgözlülük, bitmez tükenmez hırs) yok eder, sekerat-ül mevti (ölüm sırasındaki can çekişme hâli) de hatırlatır. Zira açlığından mütevellit kendini ölü gibi hisseder. Bir gün mutlaka bedenen öleceğini bildiği için aşırı mal mülk edinme hırsından, açgözlülüğünden vazgeçer. Dünyadaki her şeye, helâl ve haram gözetmeden sahip olmak için hırsla sarılmaz. Güç ve kuvvetten düşmekle dünya arzuları, hırsları, aşırı istekleri, âhireti düşünme hâline dönüşür. Ayrıca, aç ve muhtaç olan bütün kardeşlerinin durumlarını göz önünde bulundurarak Cenab-ı Hakk’a şükreder. Bedenin orucunu tutanlar, bu satırlarda izah edilemeyecek kadar çok sayıda faydalar elde ederler.

Elbette İslâmiyetin şartlarından birisi olan oruç ibadeti anlattıklarımızla sınırlı değildir. Oruçla daha fazla yüceliğe sahip olmak için beden orucuyla beraber kalb ve gönül temizliği olan tarikat orucunu da tutmağa gayret göstermelidir. Böylece bedensel orucun yetmiş bin katına mazhar olur. Çünkü yalnız bedensel orucu tutanlar kalb ve gönül terbiyesinden lâyıkıyla nasip alamadıkları için yaşantılarında sinirlilik, sağa sola sataşma, sabırsızlık gibi hâller görülür. Hâlbuki oruç, günahlardan, kişiye zarar verecek her türlü kötülüklerden sakınmak içindir. Oruçta güzel ahlâk, edeb ve iffet vardır. Gaflete ve dalâlete düşerek şeriate aykırı söz ve davranışlardan sakınılmalıdır. Peygamberimiz, "Hiçbiriniz, oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine söver veya çatarsa, ‘ben oruçluyum’ desin’" buyurdular. Görüldüğü gibi oruçlu bir kişinin, el, ayak, göz, dil gibi her türlü sıfat ve azalarını kötülüklerden sakınması gerekmektedir. Bunlarla herhangi bir hata yapılmış ise hemen tövbe etmesi gerekir. Oruç güzel ahlâk ve hakikî insanlığın ta kendisidir. Orucun aslının benlik, nisbet, gurur, kibir, haset, fesat, yalan ve buna benzer bütün kötülüklerden sakınmak olduğu anlaşılmış oluyor.

Oruç nefis terbiyesidir. Kur’ân-ı Kerim’de yasak kılınan, nefsin canavarlıklarını terk etme tahsilidir. Oruç, kişinin nefsinin hükmünden kalb ve gönlünü kurtarmasıdır. Kalbin ilim ve irfâniyet doğrultusunda güçlenmesi gerçek oruçtur. Bir kişi oruçlu olduğu hâlde sağa sola saldırıyor, onun bunun kalbini kırıyor, ahlâk ve edeb kâidelerine riâyet etmiyorsa, onun orucu yoktur. Çünkü oruç kötülüklerden, ahlâksızlıktan, bilgisizlikten, kötü düşünüş ve davranışlardan sakınmak, güzel ahlâka ve bütün iyiliklere yükselmek için emredilmiştir. Resulullah efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” buyurmuşlardır. Onun için insanlar hayvanî güdülerini tahrik eden beslenmeyi kesip ruhanîyete yönelmelidirler. Tasavvufta nefs terbiyesi ve nefs tezkiyesi talimi onun için yapılmaktadır. Mürşid-i kâmile gelerek, daimî zikirle, nefsin, iradenin, aklın ve ruhun Allah’a teslimi ile fenafillah olarak vahdaniyet deryasına ayak basanlar kurtuluşa ermişlerdir.

Gelin kardeşlerim bu seviyede bir oruç tuttuğumuzu söylüyorsak gıybet dinlememeye özen gösterelim. Kötü görmemeye, kötü şeylerle dilimizi meşgul etmemeye, kötü şeyler düşünmemeye, gönlümüzü ve bütün sıfatlarımızı elimizden geldiğince Hak’la meşgul etmeye, zikir ve fikirle uğraşmaya gayret gösterelim. Unutmayalım ki zikrimiz ne ise fikrimiz de o olacaktır. Bir günümüzün kaç saatini Hak için ve kaç saatini halk için harcadığımızı daima kendimize sorup muhasebemizi yapalım. İnsanlara Allah tarafından verilen en büyük nimet akıldır. Bu akıl nimetini nefsimizin emrinde kullanırsak, hiçbir zaman kurtuluşa ermemiz ve tuttuğumuz oruçların da faydasını görmemiz mümkün değildir. Aklımızı ruhumuzun emrinde kullanırsak işte o zaman orucun faydasını görmüş ve kurtuluşa ermiş oluruz.

Şeriat orucu insanlardaki hayvanî arzuları öldürmeye yöneliktir. Oruç tutulduğu hâlde bu hayvanî istek ve arzular bizlerden daimî olarak uzaklaşmamışsa oruç tutmamış oluruz. Aslında biz orucu değil, oruç bizi tutmaktadır. Oruç, bizim haram ve helâl tanımayan nefsimizin kötü isteklerini tutandır. Başkalarına karşı ters davranışlarımızı, insanlara hakaret etmemizi, harama bakmamızı, yalan söylememizi, gıybet etmemizi tutandır. Bütün kötülüklerimizi tutmuyorsa oruç tutmuş olmayız.

Hakikat orucunu ise ancak yukarıda açıkladığımız oruçları tutabilenler tutmağa hak kazanırlar. Zira bedensel oruç olmazsa ahlâk güzelliği olan tarikat orucunu tutamayız. Bütün kötülüklerden uzaklaşmayan ve ahlâk güzelliği elde edemeyen de ikilikten birliğe vuslat olan hakikat orucunu tutamaz. Dediğimiz gibi hakikatte oruç ‘uruc’ etmektir. Yani ikilikten birliğe yükselmektir. Kişinin kendi varlığı ayrı, Hakk’ın varlığı ayrı iken, cehaletinden, gayriyetinden, şirkinden kurtularak, kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Hak olduğunu şühud etmesi ve yaşamına geçirmesi onun orucu olacaktır. Bu da bir mürşid-i kâmilden tahsil etmeden olmaz. Bir salikin, zerreden kürreye kadar her neye bakarsa baksın Hak’tan gayri bir tecellî görmemesi, onun ikilikten birliğe vuslatı olacaktır. Gayriyete çıkmaması, dolayısıyla da ikilikteki bütün şirk ve kötülüklerden sakınması onun orucu demektir. Bütün ihtilâf ve kötülükler ikilikte olur. Birlik deryasında ihtilâf ve kötülükler olmaz.

Hakikatte ikilikle oruç olmaz. Ölmeden evvel ihtiyarî bir ölümle ölenler oruç tutma zevkine sahip olabilirler. Oruçlu, her şeyi bir olan Cenab-ı Hakk’ın tecellîsini şühûd etmektedir.

Hz. İsa (a.s.) "İkiliğe çıkmak orucu bozar" buyurmuşlardır. Yani, kişi kendisini Hak’tan ayrı bir varlık sahibi olarak görüyorsa bu ikiliğe çıkma olacağından orucu bozulur demektir.

Bir cevizin dış yeşil kabuğu olmadığı zaman, içindeki ağaç kabuk teşekkül etmez, ağaç kabuk olmadan da cevizin özü olan hakikatı teşekkül etmez. Amaç cevizin yeşil kabuğunu, ağaç kabuğunu yemek değil içini, özünü yemektir. Oruç da bu duruma benzer. Hakikat orucuna sahip olabilmek için, cevizin yeşil kabuğu olan bedensel terbiye, cevizin ağaç kabuğu olan, ahlâk güzelliği ve kötülüklerden uzaklaşma orucu olan tarikat orucunu tutabilenler, ancak cevizin özünü yemeğe hak kazandığı için, birlik deryasına ayak basarak hakikat orucunu tutabilirler. Yani bedensel olan şeriat orucunu, ahlak güzelliği olan tarikat orucunu tutabilenler, ancak ikilikten birliğe yükselme orucu olan hakikat orucunu tutabilirler. Yoksa şeriat ve tarikat orucu olmadan ‘Ben hakikat orucu tutuyorum.’ diyenler yanılmakta ve kendilerini kandırmaktadırlar. Bir kişinin hakikat orucunu tutabilmesi için, kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek, fenafillah olup “Mûtu kable ente mûtu” sırrına sahip olması lâzımdır. Kendi varlığı olmayan bir kişinin kötülük yapması, kötülük düşünmesi, şirk ve gayriyet içinde bulunması düşünülemez. Zira bunlar ikilik vadisinde yetişen ürünlerdir. Cenab-ı Hakk’ın güzel ahlâkıyla ahlâklanamamışsa, insanlarla zaman zaman takışıyorsa, şirk ve gayriyet fiillerinden kendisini sakındıramamışsa o kişinin orucu yok demektir.

Marifet orucu ise bu üç mertebede tutulan oruçların idrakini, gönlünde yaşama hâlidir. Kişinin zerreden küreye kadar Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarının bütün tecellîlerinin Cenab-ı Hakk’a ait olduğunu bilip seyretmesi marifet orucu olacaktır. Kişi kendisine baksın, hangi mertebede bulunuyor ve oruç tutuyorsa onun orucu o seviyededir.

En üstün oruç, bütün sene müddetince ‘bir gün tutup bir gün tutmamak’ şeklinde anlatılan Davut (a.s.) un orucu denmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın bu âlemde iki tecellîsi vardır. Biri vahdet tecellîsi biri kesret tecellîsidir. Davut (a.s.) bu her iki tecellîye de mazhar olduğu için, vahdet tecellîleriyle oruçlu olduğu, kesret tecellileriyle de halkla birlikte kendisini görmesi nedeniyle oruçsuz olduğu anlaşılmış olur. Hak’tan başka hiçbir şey görmeyenler daimî oruçludurlar.

Cenab-ı Allah, bütün kardeşlerime, bu dört mertebenin oruç idrakine sahip olarak oruç zevklerini ihsan etsin. Âmin.

ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK NE DEMEKTİR?

Ölüm üç türlüdür:

1- Iztırarî ölüm

2- İhtiyarî ölüm


  1. Her nefesteki ölüm

Iztırarî ölüm, her insanın dünyadaki ömrünün tamamlanmasıyle toprak kaynaklı bedeninin tekrar toprağa dönmesidir. Zira et ve kemikten oluşmuş beden, hakikat bedenimizin bir gölgesidir. Güneş batınca nasıl gölge ortadan kalkarsa bizlerin ıztırarî ölümü de aynı şekilde olmaktadır. “Her canlı ölümü tadacaktır…” ( Ali İmran Suresi 3-185) âyetiyle de topraktan gelen bedenlerin tekrar toprağa dönmesinin kaçınılmaz olduğunu anlıyoruz.

İhtiyarî ölüm ise bir kişinin kendi istek ve arzusuyla bir mürşid-i kâmile gelerek meratib-i ilâhiyedeki fenâ-i tam tahsilini yapmasıyla gerçekleşir. Bu tahsille kişi kendine nisbet ettiği varlığı yok edebilirse ıztırarî ölümle ölmeden evvel irade ve idrakiyle ölmüşlerden olur. Bunu, Resulullah (s.a.v) efendimiz “Mûtu kable ente mûtu” hadîs-i şerifleriyle tavsiye ediyor. Hadîsin Türkçe karşılığı ‘ölmeden evvel ölünüz’dür. Resulullah, “Siz yiyen, içen, gezen bir ölü görmek ister misiniz?” diye sorduğunda sahabe “Tabii isteriz yâ Resulallah” deyince Peygamber efendimiz “Böyle birini görmek isteyen Ebubekir (r.a.)’e baksın. Zira O yer, içer, gezer, ama ölüdür.” diyerek onun sahabe içinde nisbiyet ve şirklerinden kurtulup fenafillah mertebesini zevk ettiğini haber vermiş oluyor.

Bizler de kendimize nisbet ettiğimiz fiillerimizin fiilullah, sıfatlarımızın sıfatullah, zatımızın da zatullah olduğunu idrak edersek ölmeden evvel ölenlerden oluruz. Bir âyette “Siz ölü iken sizi dirilten Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O'na döndürüleceksiniz.” (Bakara Suresi 2-28) buyruluyor. Bizler mürşid-i kâmile gelmezden evvel manevi yönümüzle ruhen ölüydük. O bizi zikirle diriltti. Tekrar öldürüldük. Yani kendimize nisbet ettiğimiz efâlimizin, sıfâtımızın, zatımızın kendimize ait olmadığını irfaniyetle öğrenince gayriyetlerimiz ölmüş oldu. Böylece fenafillah olduk. Fenafillah olan bir kişi Hakk’ın varlığı ile var olduğunu anlayınca ihtiyarî olarak Hak’ta tekrar dirilmiş olacaktır. Böylece ‘O’na döndürülmüş’ olunur. Rabbimizi tanıyınca, bizdeki Rabbil hasın, Rabbil âlemine muhtaç olduğunu, kendisindeki sevk ve idarenin Rabbil âlemînin bir şubesi olduğunu anlayacaktır. Sonunda elbette dönüş de O’na olmuş olur.

Bakara Suresinin 260. âyetinde şöyle buyruluyor: “Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster’ demişti. (Allah ona) ‘İnanmıyor musun?’ deyince, ‘Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için’ demişti.‘Öyleyse, dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ " (Bakara Suresi 2-260)

Âyette sözü edilen dört kuş; leş yiyici ‘kuzgun’, doymak bilmeyen ‘kaz’, şehvet düşkünü ‘horoz’, gurur ve kibirliliği ile bildiğimiz ‘tavus kuşu’dur. Bu dört kuşun hasletleri insanlarda da vardır.

Allah’ın nimetlerini helâl haram gözetmeksizin yemen ‘kuzgun’ luk hâlindir. Hırsın ve tamahınla, dünyaya aşırı bağlılığınla yemeye, paraya, mala doyamaman ‘kaz’ lık hâlindir. Cinsel şehvetine düşkünlüğün, zina ve benzeri gibi kişiyi helak edecek hasletlere sahip olman ‘horoz’ luk hâlindir. Gurur ve kibirliliğin ‘tavus kuşu’ hâlindir. Bu kuş, kanatlarını açtığında ortaya çıkan güzel görüntüsü ile hemen gururlanırmış. Aynen onun gibi parada, malda, ilimde, makam ve mevkide çevresindekilere oranla üstünlük sağlayanlar hemen gurur ve kibire kapılıverirler.

Bu saydığımız çirkin hasletlerden geçersen, yani kendine nisbet ettiğin varlığın hakikatte Hakk’ın varlığı olduğunu anlarsan Hakk’ın varlığıyla dirilmiş olursun. Çünkü öldürdüğün çirkin hasletlerinin yerini Hakk’ın güzel hasletlerinin aldığını idrak edersin. Böylece Hakk’ın diriliğini müşahede etmiş olursun. Yani ölmeden evvel ölmek suretiyle dirildiğini görürsün.

Zahir bedenimizde aldığımız nefesteki oksijenle diriliyoruz. Ciğerlerimizde biriken karbondioksidi verdiğimiz nefesle dışarı atıyoruz. Karbondioksidi dışarı atamadığımız zaman ölüyoruz.

Tevhidde, aldığımız nefes, kâmilimizin telkinatıyla kendimize nisbet ettiğimiz efâl, sıfât ve zatın bize ait olmadığını anlayıp dirilmemizdir. Enerji veya hayat dediğimiz ruhun ‘nefahtu’ âyetiyle üfürülmesini idrak ettiğimizde her nefeste Hakk’ın diriliğiyle dirildiğimizi anlaşılmış oluruz.

Aldığımız bu nefesi üç bölümde dışarıya vermemiz ise fenâ-i efâl, fenâ-i sıfat ve fenâ-i zat yapmak suretiyle kendi varlığımızdan irademizle ölmemiz anlamındadır.

İşte biz buna “üç ifnâ - bir ihyâ” diyoruz. Kendimizin zannıyla kendimize nisbet ettiğimiz fiillerimizin, sıfatlarımızın ve vücudumuzun kendimize ait olmadığının idraki ‘üç ifnâ’, Hakk’ın diriliği ile aldığımız bir nefesin idraki de ‘bir ihyâ’ olmaktadır.

SIRAT KÖPRÜSÜ


Sırat köprüsü cennete, huzur ve mutluluk âlemine giden bir yol olarak tarif edilmiştir. Cehennemin üzerinden cennete geçme köprüsü denilmekte ise de, aslında âyetlerde ‘köprü’ tabiri kullanılmamıştır. Dünyadan âhirete geçmek, nefs âleminden ruh âlemine geçmek, ikilikten birlik âlemine geçmek, kesafet âleminden letafet âlemine geçmek gibi tabirlerde köprü kavramının gerekliliği ortaya çıktığı için ‘sırat köprüsü’ denmiştir. Yoksa Kur’ân’da sırat köprüsü diye bir kavram yoktur. Sırat-ı müstakim (en doğru yol, dosdoğru yol) tabiri vardır.

Peygamber efendimiz bir hadîslerinde “Sırat üç yüz yıllık bir yoldur. Yüz yılı yokuş, yüz yılı düz, yüz yılı da iniştir.” buyurmuşlardır. Bu hadîs bizlerin anladığı gibi zaman dilimi içinde rakamlarla ifade edilen yüz yıllık yol değildir. Cenab-ı Hakk’ın bu âdem ve âlemde üç tecellîsi vardır. Bu tecellîlerin bir yüzü tecellî-i efâl, bir yüzü tecellî-i sıfat, bir yüzü de tecellî-i zattır. Cenab-ı Hakk’ın bu üç tecellîsinden başka bir tecellîsi yoktur. Bir sâlik, aşağıların aşağısı olan bu dünya âleminden, lâtif olan ruh âlemine gidiş yolculuğunda, efâl, sıfat ve zat yüzlerini şühud etmeli, rabıtaları ile de zevk etmelidir. Şühud ve zevk etmelidir ki dünya denilen aşağıların aşağısından kurtulsun, huzur ve mutluluğa ersin. Zira dünya mutluluk yeri değildir.

İkilik içinde olan dünya ehli hiçbir zaman stresten, üzüntüden, mal mülk, çoluk çocuk, alamadım-veremedim dertlerinden kurtulamaz. Ruh sahibleri, teklik âlemi olan vahdetin idrakı ile hiç kimse ile ihtilafa giremez. Zira bu âlemde ihtilafa gireceği bir varlık yoktur. Onun için meratib-i ilâhiye tahsilini yapanlar, zanlarında, hayallerinde bir sırat köprüsü yaratmazlar. Fenâ mertebelerinde sıratı bilerek, görerek geçerler. Yunus Emre hazretleri şöyle diyor:
Sırat kıldan incedir

Kılıçtan keskincedir

Varıp anın üstüne

Evler yapasım gelir
Altında gayya vardır

İçi nâr ile pürdür

Varıp ol gölgelikte

Biraz yatasım gelir
Evet, sırat-ı müstakîm zorlu bir yoldur. Çalışmayanlara, tefekkür etmeyenlere, aklını kullanmayanlara kıldan ince kılıçtan keskin gelebilir. Tevhidle ilim ve irfaniyet sahibi olanlara da üzerinde evler yapılıp, altındaki gölgelikte yatılacak kadar kolay ve güzel gelir. İlim ve irfaniyet sahipleri korkulacak bir şey olmadığını bilirler, bilmeyenler de zanlarında hayallerinde bir köprü yaratmaya devam ederek gaflet içinde ömürlerini boşa harcarlar.

Cenab-ı Hak bütün kardeşlerime daha dünyada iken ölmeden evvel ölmeyi, sırattan da bu vesile ile geçmenin ne kadar kolay olduğunun idrakini nasip etsin. Âmin.

TEVHİD RİSALESİ
Bismillâhirrahmânirrahim

Allah’a lâyıkıyle kul, Resulüne ümmet olmak isteyen Hak ve hakikat yolcuları tevhid tahsili yaparlar. Bu tahsille nefs hastalıklarından kurtulurlar. Hakk’ın zatının sıfatlarına, sıfatlarından da esma alarak fiilleriyle eserlerini zuhura getirme tecellîlerini bilerek, görerek, zahirde de ve bâtında da O’ndan gayri bir varlığın olmadığını idrak ederler.

İnsanoğlunun bu âleme gönderilmesindeki gaye de zanda ve hayaldeki bir Allah’a ibadet değil, O’nun zerreden kürreye kadar, bütün sıfatlarında vahdaniyetinin zuhurunu bilerek müşahede etmek ve farkıyla yaşamaktır. Bir kişinin kendi noksanlıklarını bir kâmile gitmeden düzeltmesi mümkün değildir. İşte bunun için de bir insan-ı kâmile giderek, tevhid ilmindeki meratib-i ilâhiyeyi tahsil etmesi lâzımdır.

Fetih Suresinin 10. âyetinde “Sana bîat edenler ancak Allah'a bîat etmiş olurlar. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir…” (Fetih Suresi 48-10) buyurulmuştur. Âyetten de anlaşılacağı üzere Muhammed’e tâbi olmak Allah’a tâbi olmaktır. Bizler Peygambere biat edemeyeceğimize göre O’nun vârislerine tâbi olmalıyız. Mürşid-i kâmiller ‘el ulema verasetül enbiya’dır. Yani O’nun vârisidirler. Mürşid-i kâmile gitmekle bu manevi tevhid tahsilini yapmak gereklidir. Büyüklerimiz “Mürşid- kâmile gitmek farzdır.” demişlerdir. Mürşid-i kâmiller, irfâniyet ve kemalâttan yoksun olarak şirk içinde yaşayan, cahil, nisbiyetten kendini kurtaramayan kişilerin gözlerindeki hicap perdesini kaldıran manevî göz doktorlarıdır.

İnanan kardeşlerimiz, bir kâmilin sadece sohbetlerinde işittiği sözlerinden değil, davranışlarından, sergiledikleri ahlâklarından, muamelelerinden, hâl ve hareketlerinden, yaşantılarından da ders almalıdır. Sâlik adeta kâmilinin bir kopyası olmalıdır. Sâlikin mürşidinden uzakta olması ondan ayrı olması anlamına gelmez. Telefonda sesini duymak, onun bedenen bulunmadığı bir yerde ondan söz etmek bile âşıklara sonsuz zevk verir ve onun cemalini görmüş gibi olurlar. Mevlana hazretleri “Sen benim gönlümde oldukça Yemen'de de olsan benim yanımdasın. Eğer sen benim gönlümde değilsen yanımda da olsan Yemen'de sayılırsın.” diyor. Sâlik mürşidini asla gönlünden ayırmamalıdır. Nasıl bir elektrik trafosundan veya bir güç kaynağından gözle görülmeyen, dalga boyları ve farklı frekanslarıyla enerji akımı oluyorsa, mürşid-i kâmillerinden de gözle görülmeyen manevî tecellilerin geldiğini teslimiyeti tam olan sâlikler hissederler. Bu tecellîlere gönlünde şahit olan sâlik gönül cennetinde mutluluk ve huzur içinde olur. Bu, durum aynı zamanda o sâlikin vuslatında çok mesafeler kat ettiğini de gösterir. Demek ki Allah’ın mukayyet olan bu âlem ve Âdemdeki, zatından sıfatlarına, sıfatlarından esma alarak fiilleriyle tecellîsine vâkıfiyet, kitap okumakla ya da sadece sohbet dinlemekle olmaz, zahirde ve bâtında mürşidlerden himmet almakla, onların insan-ı asliyemizi bizlere bildirmeleriyle olur. Bu da kişinin Hak mürşidine teslimiyeti ve kurbiyeti nisbetindedir.

Bir âyet-i kerimede “…Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Enbiya Suresi 21-7) buyrulmaktadır. Başka bir âyet-i kerimede ise “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının, O'na yaklaşmaya vesile arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide Suresi 5-35) buyurulmaktadır. Âyetlerden anlaşılacağı gibi bir tahsil yapmak, Allah’a yaklaşmak için vesileler aramak durumundayız. Onun için Allah ve Resulüne inanıyorsak, Allah ve Resulünü bilmek istiyorsak, zerreden kürreye kadar vahdaniyet tecellîlerini görmek istiyorsak, insan-ı asliyemizi öğrenmemiz şarttır. İnsan-ı asliyemizi öğrenmenin yolu da bir Hak mürşidinden meratib-i ilâhiye tahsili yapmaktır.

Araf Suresinin 172. âyet-i kerimesinde “…Hani Rabbin Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk ki Rabbimizsin’ demişlerdi...” (Araf Suresi 7-172) buyuruluyor. Cenab-ı Hak, bugün de elest bezmi hitabını mürşid-i kâmiller mazharından talip olanlara yapıp durmaktadır.

Mürşid-i kâmil bir deryadır. Kişilere mutluluk ve ferahlık veren mübarek Hak dostlarıdır. Mıknatıs gibi çekicilikleri vardır. Sohbetlerinin tadına doyulmaz. Onun huzuruna varan kişilerin üzüntü ve kederleri ortadan kalkar, müşkülleri çözümlenir. Mürşid olduğunu söyleyen kişi, talip olanların sıkıntı ve dertlerini artırıyorsa insan-ı kâmil değildir.

İnsan-ı kâmilin yolu gayet kolaydır. “Biz her peygamberi sırf, Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlamasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.” (Nisa Suresi 4-64) âyetinde buyurulduğu gibi, insan-ı kâmil evvela, dizdize vererek tövbe ve zikir yaptırır. Sonra “Ancak tövbe edip de inanan ve salih amel işleyenler başka. Allah işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Furkan Suresi 25-70) âyetinde buyurulduğu gibi tövbe eden sâlikin yüzü artık Hakk’a dönmüştür. Zira Peygamber efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Bir defa nasuh tövbesiyle tövbe eden hiç günah işlememiş gibidir.” buyurmuşlardır.

Sâlik tövbe edip zikri almadan önce fiziksel bedeninde bir can taşıdığı için surette insandı ama siretinde hayvanî ruha sahipti. Çünkü henüz insan-ı kâmil mazharından Rabbi tarafından ‘Nefahtu’ âyeti gereğince ona insan ruhunu üfürülmemişti. Mürşid-i kâmilin üfürdüğü bu ruh, zahirde, şeriat uygulamalarının güzelliği ile kendini gösterecektir. Gönül bahçesine ekilen zikir ruhu da bâtında temizlik sağlayacaktır.

Ruh üflenen sâlik artık abdestsiz yere basmaz, yalan söylemez, terk etmeden beş vakit namazını vaktinde kılar, Ramazan ayında oruç tutar, Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiklerini yapıp, yasak ettiklerinden kaçar, hiç kimsede eksiklik aramaz, eksiği kendinde arayıp düzeltmeye çalışır, elinden geldiği kadar insanlara faydalı olmaya çalışır. Böylece o kişinin dışı temizlenmiş olur. Fakat bir kişinin dışının temizlenmesi yeterli değildir. İçinin yani gönlünün temizliği de gerekmektedir. Bunun için de zikrullah lâzımdır. “Kalpler zikirle mutmain olur.” ve “Zikirle kalpler huzur ve sukûna kavuşur” (Rad Suresi 13-28) âyet-i kerîmesi bize bunu açık açık göstermektedir.

Zikir “cehrî” , “kalbî” ve “tefekkürî” olmak üzere üç türlüdür.

1- Cehrî zikir, açıktan ve yüksek sesle yapılan bir zikirdir. Dergâhlarda, evlerimizde bir araya geldiğimizde yapılır. Oturulurken veya ayakta halka oluşturularak yapılabilir. Genelde bendirle tempo tutulur. İlahiler, ahenkle saz veya bendir eşliğinde söylenir. Çalgı âleti olması da şart değildir. Cehrî zikrin, henüz uyanamayan sâliklerin, aşk ve şevkle gönül kapı ve pencerelerinin açılarak uyanmalarına vesile olduğu ehlince malûmdur. Darbî zikir de dediğimiz bu zikir olmazsa gönüllerin pası silinmez. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde “Sizler cennet bahçelerinden bir bahçede bulunmak istiyorsanız, zikir ve sohbet meclislerine devam ediniz.” buyurmuşlardır.

2- Kalbî zikirde ağız kapalıdır. Dil üst damağa yapıştırılır. Akıl nimetinin takibi ile kalben ‘Allah, Allah, Allah’ denilmek suretiyle yapılır. Bu zikri, zikri yapandan başkası duymaz. Çünkü aklın gönülde yaptığı bir zikir hâlidir.

Bakara Suresinin 152. âyetinde “Fezkurûnî ezkurkum…” “…Yalnız beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim…” (Bakara Suresi 2-152) buyurulmaktadır. Sâlik önceleri zikredenin kendisi olduğunu sanır. ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim’ demekle kendisinin güç ve kuvvetinin olmadığını, kuvvet ve kudret sahibinin ancak Cenab-ı Allah olduğunu anlar. Kendisine ait güç ve kuvvet olmadığını anlayan sâlik kendisinden zikredenin Cenab-ı Hak olduğunu idrak eder. Bu yüzden salike “Allah’ı zikret.” denilmez “Allah’ı Allah’la zikret.” denilir. Çünkü zikri veren mürşid-i kâmil, sâlikin kendine ait güç ve kudretinin olmadığını bilir. Kendisini yakın takibe alan sâlik, daima kendisinden zikreden Cenab-ı Hakk’ı dinleyecek, gaflete girmeyecektir. Hakk’ın zikri sâlikte Hak’la beraber olma zevkini vereceği için, daha zikirde iken huzur ve mutluluğa kavuşacaktır. Akıl nimetini nefsin emrinde değil de, Rabbinin istekleri doğrultusunda ruhun emrinde kullanarak, ruh güneşinin nurunun gönül evini aydınlattığını, kalp ay’ı ile sıfat yıldızlarının, cehâlet, nisbiyet, şirk gibi zulmâni günah karanlıklarını yok ettiğini zevk edecektir.

İstemeyerek de olsa gaflete dalan bir kişi vehim, hayal ve vesvese vadisine geçeceği için Hakk’ın zikri duracak, sâlik zikirden kesilecektir. Onun için her sâlike, ayakta, otururken, yatarken, yolda, işinde, nefes aldığı her yerde, sayıya bağlı kalmadan, adetsiz ‘Allah, Allah, Allah’ diyerek zikredeceksin denmektedir. Çünkü sâlikler zikirle, gönüllerini saat gibi kurduklarında gafletten kurtulmuş olurlar. Cenab-ı Hak kuluna verdiği iki nimeti geri almaz.


1- Zikirle kalbini saat gibi kurduktan sonra onu bir daha durdurmaz.

2- Hicapları açtıktan sonra, açılan hicapları tekrar kapatmaz. Zira bu, Cenab-ı Hakk’ın şânından değildir.

Zikir yalnız anmaktan ibaret de değildir. Zikir fikir olmalıdır ki fikir, zikir olsun. Bu şekilde olan zikir tefekkürî zikirdir. Zikrin en makbulu budur.

Zikir “telvin” ve “temkin” olmak üzere iki bölümde mütalaa edilir.

Telvin zikri kesret âlemindeki tafsilât-ı Muhammediye mazharlarından her bir sıfatın ayrı ayrı, kendi istidat ve kabiliyetlerine göre hâl ve kâl lisanıyla zikridir. Sıfatlardan gelen fiillerin, Allah’ın indinde malûmiyeti derecesinde tecellî ettiğini, dolayısıyla da ona göre tavır takınmamız gerektiğini anlamalıyız. Âyetlerde “Ey iman edenler! Allah'ı çokça zikredin.” (Ahzab Suresi 33-41) “O'nu sabah akşam tespih edin.” (Ahzab Suresi 33-42) buyrulmaktadır. Âyetlerden nefis ve ruh mertebelerinde Allah’ın zikrinden gafil olmamak gerektiğini anlıyoruz. Zikirle hesapsız mükâfatlara nâil olacağımızı bilmeliyiz. Nefis mertebeleri ‘ikilik’ teki hâlimizdir. Ruh mertebesi ise ‘teklik’ olan Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet hâlinin kulundaki tecellîsidir. Kesret âleminde zikir, Allah’ın üç tecelli yüzünü yani efâl, sıfat ve zat yüzlerini remzetmektedir. Müslümanlar, üç “İhlâs” bir “Fatiha” okuyarak oluşan sevabı ölmüşlerinin ruhlarına hediye olarak gönderdiklerine inanırlar. Hâlbuki üç İhlâs, bir Fatiha’yı vücut kabristanımızda henüz insan ruhu ile dirilmeyen hayvanî ruhumuzun dirilmesi için okumalıyız. İnsan-ı kâmilin bizlere telkinden sonra “Üç İhlâs bir Fatiha okuyarak Resulullah efendimizin ruhuna hediye edelim” demesinin sebebi bizde adeta hapsolmuş, gizli ve henüz açığa çıkmamış Muhammedî ruhun, dirilip açığa çıkması içindir. Bizdeki Muhammed’in gönlümüzde hapsolması ne demektir? Fenâ mertebelerinde sâlik şirkten henüz kurtulmadığı için, Cenab-ı Hak o mazharlarda Rahman sıfatlarını, mutmain nefs olarak zuhura getirmemiştir. Dolayısıyla kişinin kendi varlığı kendine perde olduğu için, Cenab-ı Hakk’ın Muhammed olan Rahman sıfatları gizlidir. Görünüp bilinmediği için de, hicaplı olanlarda Muhammed ‘hapis’tir denilir. Zira o sâliklerde henüz Hazreti Muhammed’in güzel ahlak, edep ve güzel iffeti gibi yücelikleri sıfatlarından henüz sergilenmez.

Besmele-i şerîfteki ‘Bismillah’ Allah’ın zatını, Rahman Allah’ın sıfatlarını, Rahim Allah’ın efâl-i ilahîyesini remzetmektedir. Bu nedenle besmele Kur’ân-ı Kerîm’in sırrıdır. “Allah” lafzındaki, ‘Elif’ Allah’ın zatının, ‘Lâm’ (Elif’le birlikte lâmelif’tedir) Allah’ın sıfatlarıyla, ‘Hu’ Allah’ın fiilleriyle tafsilât-ı Muhammediyeden açığa çıktığını göstermektedir. Onun için 99 Esma-ül Hüsna’nın cemi olan ‘Allah’ lafzı, kâinattaki bütün varlıkların akıl sahibi olanlarından ‘zikir’, akıldan yoksun olanlarından da ‘tesbih’ olarak her an dile getirilmektedir. “Zikir ahadiyeti vurur” denmiştir. Ali İmran Suresinin 191. âyetinde “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru’ derler.” (3-191) buyrulmaktadır.

Ey kardeşim! Bütün nebatât ayakta tesbih ederken, bütün hayvanat rükûda tesbih ederken, bütün cemadat yatarak tesbih ederken sen hâla zikirsiz ve fikirsiz cehennem ateşinden çıkmayacak mısın?

Temkin zikrini, Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyet zikri veya âlem-i kübra olan insan-ı kâmillerin on sekiz bin âlemdeki vahdaniyet tecellîsinin zikri diye tarif edebiliriz. Ankebut Suresinin 45. âyetinde “Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir…” (29-45) buyurulmakla temkin zikrinin en büyük ibadet olduğunu bizlere bildirmektedir. Tevhidde zikir, bütün meratib-i ilahîyeyi ihata ettiği için rabıtası yoktur. Makam değildir. Ahadiyeti bildiren derstir.

Tevhid tahsilinde yedi seviye vardır. Bunların hepsine birden tevhid ilmi diyoruz. Pîrimiz Seyyid Muhammed Nûr el-Arabî hazretleri meratib-i tevhidi iki bölümde mütalaa etmişlerdir. Birinci bölüm “fenafillah” mertebeleridir. Üç mertebeden meydana gelmiştir. Kemâl ehli kişilerce “terakki makamları, yokluk mertebeleri…” gibi birçok isimle isimlendirilmiştir. İkilikten birlik deryasına urucu anlatan fenâ yani yokluk mertebeleridir. İkinci bölüm ise “bekabillah” mertebeleridir. Dört mertebeden meydana gelmiştir. Tedellî makamları da denilir. Ölümsüzlük sırrı olan bu bölüme de yine farklı isimler verilmiştir. Kafalar karışmasın diye biz tevhidi şu şekilde bölümlere ayırdık:
Fenâ Mertebeleri:


  1. Tevhîd-i Efâl

  2. Tevhîd-i Sıfat

  3. Tevhîd-i Zat

Bekâ Mertebeleri:

  1. Makam-ı Cem

  2. Hazret’ül Cem

  3. Cem’ül Cem

  4. Ahadiyet


Yüklə 0,67 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin