Kendini tanımaktan murad, bedenini veya vücudundaki “nefs”im dediğin tabiatını, tanımak demek değildir!.
Aslın olan külli mânâdaki “nefs”i tanımaktır, ki ki gerçek benliğin ve hakikatın da O`dur.
Sen, terkibin hükmüyle; terkibini meydana getiren isimler ve bunların ağırlık oranları itibariyle, Rabbinin kulusun ve varlığının sıfatları ve zâtı itibariyle de Allah'dan gayrı bir varlık değilsin.
Zâtını ve sıfatlarını tanıdıktan sonra, senden zuhur eden tüm mânâların da ilâhî isimlerin neticesi oluştuğunu müşahede edebilirsen, işte o zaman, sana hakikatı tanıma yolu açılır. Ve sen, kendini, benliğin itibariyle, tüm varlıkta çeşitli sûretler ve mânâlar şeklinde tanırsın.
Her BİRİMİN yaratılış amacından gayrı işlevi yerine getiremeyeceğini idrâk; kendini tanımanın ilk basamağıdır!. Bunun evveli, ise dedikodu!.
Kendini tanımak,hakikatını bilmek ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür.Yani, “nefs” dediğimiz şey, aslında külli bir varlıktır..
Tüm varlıkların “nefs”i, Tek bir “Nefs”dir. Bu noktaya ve görüşe gelebilmektir önemli olan.
“Vücud”un varlığını yok etmeyi, öldürmeyi, ortadan kaldırmayı ileri sürenler olanaksızdan sözetmektedirler; meselenin aslını ifade edememekten dolayı!. Çünkü onların diliyle de gerçeği örtmeyi murad ediyor Kendisi!.
Kendini tanımadan asıl gaye, Zâtını tanımaktır... Zât ise tektir!.
Ya özünüze yönelirsiniz, ya da dışa yani çevrenize.
İşte burada bu gerçek anlatılarak "ÖZ"ün tanınması için yapılması gereken şey anlatılıyor. Dıştan içe yönel!.
Evet, yapılacak iş, fizik mânâda kopmak ya da çıkmak değil, daha tafsilâtlı kendini tanıyabilmek için, dışa yönelimi azaltmak. Ve."Nefs"ten çıkmak!. "BENLİK"siz kalmaktır!."
Kendini TANI, ise amaç; kendini tanımaktan murad kendindeki ilâhi sıfatları yaşamaktır!.
Kendini önce beden olarak tanırsın... Sonra idrâk edersin veya takliden kabul edersin ki bir de ruhun varmış.... bu derinliğine giden bir görüş keskinliğine yol açar; “basiret” de denir...
Bunun da ötesine geçebilirse idrâkın... Tüm varlığın (elbette ben dediğin de buna dahil) asıl kökeni meleki boyutmuş; bunu farkedersin... Bu boyutu farketmeden, anlamadan, idrâk etmeden, hissetmeden kendi hakikatını kavraman, hissetmen de kesinlikle mümkün değildir!. hele ki ötesine geçmek!. Bu gerçekleşmeden, ötesinden sözetmek, ancak lâf salatası olur!. Yani, takliden yapılan konuşmalar!.
İnsanın veya daha geniş kapsamlı anlatımıyla varlıkta var olan herşeyin kökeni Dinde Meleki yapı olarak isimlendirilmiştir... Dolayısıyla insanın varlığı gerçekte bir meleki yapı ve özellikler toplamıdır...
İnsan kendi hakikatını anladığı anda meleki boyutta kendini tanımaya başlar...
Tasavvuftan amaç da insanın kendi orijinini tanıması çalışmalarıdır...
Kişi kendi özüne doğru olan bu yolculuğu yapmazsa, cennet ortamının meleki varlığı olmak yerine ruh boyutunda hakikatten perdeli olarak yaşamak zorunda kalır...
Allah, “İNSAN” olanı kendi “halife”si olduğunu idrâk edip gereğini yaşaması için; yani, kendi bakışıyla varlığa bakıp, kendi değerlendirmesiyle varlığı değerlendirsin; kendi ahlâkıyla ahlâklanmış olarak yaşasınlar diye yarattı...
Ve bunun için de “İNSAN” olana kendini tanımayı kolaylaştırdı...
İlim sıfatı, ancak Zâtına seçtiklerinde açığa çıkar!
İnsan, aynası olmadan kendini görebilir mi? Aynaya bakarak insan, kendini tanır!.
İnsan, Allah'ın yeryüzündeki halifesi ise; kendindeki halife olma özelliğini de bir aynada seyrederek tanımak zorundadır!.
Kişide kudret sıfatının açığa çıkması ayrı şeydir... İlim sıfatının açığa çıkması çok çok ayrı şeydir!.
Kendini tanımak, hakikatını bilmek, ancak ilim sıfatının açığa çıkmasıyla mümkündür...
İLİM SIFATININ TAFSİLİ
-
Küllî Akıl denen "Tek Akıl"
-
Nefsin kendini ilim sıfatı ile tanıması
İLİM SIFATINA BÜRÜNME
"NEFS"İN KENDİNİ "İLİM SIFATI" İLE
(kendi aslı ve orijinali, hakikatı ile)TANIMASI
(Hakk`a bağlanan "ilim sıfatı")
"Evvel", "Âhir", "Zâhir", "Bâtın" isimleriyle hep "O Tek" şey ifade edilmektedir. Mânâ, bundan ibarettir.
"Lâ mevcûda illa Hû"!.
Mevcûdat yoktur, sadece O vardır!.
Külli akıl denen, tek akıl, O`nun ilim sıfatının tafsilinden başka şey değildir.
"Nefs", kendini tanıma düzeyine geldiği zaman ilim sıfatına bürünmüş demektir.
"Nefs", kendini tanımaya başlayınca yavaş yavaş değişik kademelerde kendini tanır.
En alt düzeyde tanıyışı akl-ı cüz, daha sonraki tanıyışı akl-ı küll, daha üst düzeyde tanıyışı ise akl-ı evvel`dir.
Eğer "nefs", kendini, kendi aslı ve orijinali, hakikatı ile tanırsa, kendini ilim sıfatı yönünden, ilim sıfatı ile tanımış olur...
Akl-ı evvel sözü biter orada!. Hak`ka bağlanan "ilim sıfatı" sözü edilir.
O ve O`ndan meydana gelmiş bir alem müşahedesi kalkmamış olan, Nur perdelerinin meydana getirdiği bir müşahede içindedir, hâlâ!.
Tek tek, her nesnenin, "Allah" dediğini duymak, kesrette-çoklukta olana aittir ve bu hali, henüz Tek`liğe ulaşamadığının, perdeli olduğunun ifadesidir!.
Gerçekte âlem, "küll"dür ve Tek varlık söz konusudur!.
"Tek"in ilmindeki, varsayım sayısız çokun, tek tek O`nu zikri, diye bir olay söz konusu değildir; Hakk`ın nazarında!. Bu algılama yanılgısıdır!. İşin başında yaşanılan bir takım hâllerdir.
İLİM ,
SIFAT MERTEBESİNDEKİ VAROLUŞTUR
Bkz.İ/İdrâk/, Allah’ı Zâtı itibariyle idrâk edemez. Fakat O görüşleri idrâktadır
MÂRİFET İLMİ
“Mârifet-i Billah”
"ÂRİF-İ BİLLÂH"TA
(Varlığındaki Allah`ın ilmi ile her şeye ârif olan Zât'ta-Hakikat ilminin mevcut olduğu şuurda)
İZHAR OLAN İLİM
("İlm-i İlâhi"-Mârifet İlmi)
"Mârifet"den sonra, "Mutmainne"de ve "Râdiye"de "hakikat" yaşanır. Bu "hakikat" sonrasında "Mardiye"ye yükselirse, o zaman "Mârifet-i Billah" meydana gelir. Yani, "Allah`ın indinden ihsan ettiği ilimle" bilme hâli ki, o takdirde bu kişiye "Ârif-i Billah" derler...
"Mülhime" mertebesindeki mârifet sahibi "ârif"dir.
"Mardiye" makamında hâsıl olan ikinci mârifetin sahibine "Ârif-i Billah" derler. Yani, varlığındaki Allah`ın ilmi ile her şeye ârif olan Zât demektir "Ârif-i Billah"! Bu, "Hakikat"ten sonra gelen Mârifet-i Billah`tır.
“Dıştan bakış” dediğimiz şey, “beş duyu” adını vermiş oldukları kesitsel algılama aracı.
“Tek’ ten çok’a bakış”ta, hakikat ilminin mevcut olduğu şuur!
Hakikat ilminin mevcut olduğu şuur, “İlmi İlâhi” den başka bir şey değil.
Büyük kutuplar yani "Kırklar" ve üstündekiler "Ârif-i Billah" hükmündedir... "Ârif-i Billah" olanlar her şeyin sırrını bilirler.
Neyle?...
Kendilerindeki ilmi ilâhi ile!
Zira varlığı "ALLAH"a teslim ettikleri için, onlarda izhar olunan ilim, ilmi ilâhidir!. Artık orada vehmin yeri yoktur!. Artık orada fikre yer yoktur!.
MÂRİFET İLMİ İLE
YAŞAMDAKİ “SİSTEM”İN NASIL VAR OLDUĞU
NASIL İŞLEDİĞİ-BU İŞLEYİŞİN GEREĞİ
NELER YAPILMASI GEREKTİĞİ FARK ETTİRİLİR
Emirlere ve yasaklara uyulması, ruhta “Cennet” dediğimiz hâli oluşturur... Eğer üst sınırı ile ele alırsak, o takdirde kişinin terkib bağını yok eder-kişinin varlığını kaldırır!. Terkib ortadan kalkar ve böylece de “Allah’a vâsıl olma” denilen hâl meydana gelir.
Allah’a vâsıl olduğun zaman, ilâhi isimlerin mânâları sende, Allah’ın dilediği şekilde âşikâre çıkar ve böylece de sen Allah’a vâsıl olmanın yaşamına geçmiş olursun.
"Onlar dünyada iken cennet nefhalarını almaya başlarlar" buyuruluyor.
Ne demektir bu?..
İnsan, ÖTEDE BİR TANRI, ya da ÖTENDE BİR TANRI şirkinden arınmağa başladığı zaman; SONSUZ-SINIRSIZ, “ALLAH” Adıyla işaret edilenin ne olduğunu yavaş yavaş farketmeğe idrâk etmeğe ve hissedip yaşamağa başlar.
İdrâk eder ki, SONSUZ - SINIRSIZ ALLAH, her zerrede, tüm varlığı ile mevcûttur; ve dolayısıyla kendi benliğinde, özünde, her zerresinde kemâliyle, Zât’ına yakışır şekilde "O" vardır!. Yıllardır ötelerde sandığı; “Öz”ünden, benliğinden yüz gösterivermiştir kendisine!.
"Ben taşrada arar idim,
Ol cân içre cânan imiş!."
mısraları dökülüverir ağzından.
Sonra bakar görür ki, her zerre de yüz gösteren "O"!.
-Başını ne yana çevirirsen hep ALLAH'ın VECH'ini (yüzünü) görürsün"
Âyetinin "Sır"rını idrâk eder; her yer ve her şey adı altında hep O'nu sevmeye başlar. Kimseye, kızmaz, küsmez; kimsenin hakkını yemez; kimseye dil uzatmaz; kimseyi istemediği bir işe zorlamaz; geçici değerlerle vakit harcamak yerine, kalıcı hizmetlerle vaktini değerlendirip; hem fiîlleriyle, hem diliyle, hem bilinciyle hep sevdiğini zikreder hâle gelir.
Eskiden, İslâmiyet kendisine çok zor gelirken; şimdi kendisine çok basit ve çok kolay geliverir!.
Şayet kişi, “Cennet yaşantısı” dediğimiz kendindeki ilâhi vasıflarla tahakkuk edebilme ortamında, kendi hakikatını yaşamak için var edilmişse, ona hakikat ilmi ile birlikte, mârifet ilmi de ihsan olunur.
Bu mârifet ilminin sonucu olarak, yaşamdaki “Sistem”in nasıl var olduğu, nasıl işlediği, bu işleyişin gereği, neler yapması gerektiği farkettirilir.
Artık o kişi, hakikatın ilmine vâkıf olmasıyla birlikte, zâhirde de yapılması gereken fiilleri hakkı ile yerine getirir
Ölümden önce hakikatı idrâk edip yaşayamayan, ölüm ötesinde de bunu yaşayamaz!.
Hakikatın irfânı olmayan; demektir bunun anlamı...
Cehennem’de insan kalmayacaktır... Bütün insanlar Cennet’e gececektir!. Ama insanların önemli bir kısmı İRFAN sahibi olamadıkları için, Cennet’te de, buradaki gibi kendi güzellikleriyle kifâyet edecek, Allah'a yakînin sonuçlarını elde edemeyeceklerdir!.
"İLİM SIFATI"NIN NETİCESİ OLAN DÜŞÜNCE
Peki bu sıfatlarla muttasıf olan Hulûsi adını verdiğimiz bu varlığın aslı orijini nedir?
Belli fiiiller ortaya koyan belli özellikleri olan belli sıfatlarla varolan bu varlığın asıl orijini nedir ki ona BEN kelimesi ile işaret ederiz.
“Ben” kelimesi bir anlamda Zât, sıfatlar isimlerle belirtilen özelliklerin tümü ve fiiller gibi anlaşılırsa da esas itibariyle BEN kelimesi benim ZÂTIMA işaret eder..
Peki benim Zâtım nasıl bir varlıktır? Düşünün şimdi kendinizi....
Özelliklerinizi değil ama...
Özelliklerinizi getirmediğiniz zaman kendi esma mertebenizden yükselmiş olacaksınız.
Sıfatlarınızdan da geçin...
Tamam hayattasınız... İradeniz var, algılıyorsunuz, değerlendiriyorsunuz...
Bu sıfatları da düşünmeyin...
Bu sıfatlara sahip olan, bu sıfatlarla mevcud olan "BEN" kelimesiyle kastettiğiniz ana varlık nedir?
Orada durdunuz... Tarif edemezsiniz… Orada kelime yürümez! Kelime yürümediği gibi fikir de yürümez.
Fikir yürüttüğünüz anda, ilim sıfatının neticesi olan fikre düşünceye varırsınız.
“İRADE SIFATI”
"MÜRİD"
-
"Allah" adıyla işaret olunanın "İrade" sıfatının adı
-
Dileyen(İrade eden)
-
Dilediğini gerçekleştiren...
-
Zâtî sıfat
-
Sıfat mertebesindeki güç oluşturma ismi
-
Varoluşunu bilişinin devamı olarak; her varolan ve kendini bilen varlığın, arzusu ve iradesi, dilemesi...
“İRADE-İ KÜL”
(Küllî İrade)
-
Allah’a bağlanan irade
-
Ana sistemdeki irade
-
Bölünmez, parçalanmaz, cüzlere ayrılmaz Tek Külli irade
-
İlâhi İrade
İRADE-İ CÜZ
(Cüzî İrade)
-
Allah'ın, "Mürid" isminin neticesi olarak, "Allah" muradının kuldan açığa çıkması
-
Allah kudret ve kuvvetinin kuldan açığa çıkışı(olaya dışarıdan bakmamız sebebiyle)
-
"Sistem"in oluşturduğu programın meydana getirdiği birimden ortaya çıkan irade
-
Külli irade`nin ve hükmün, birimden ortaya çıktığı haldeki adı(Külli programın, bir birimden ortaya çıkması hâli…)
-
Bireysel bakışla, cüz`de açığa çıkan irade
-
Sistemin oluşturduğu programın meydana getirdiği birimden ortaya çıkan irade…
-
Birime takdir edilmiş programın oluşturduğu varsayım…
-
Terkibe bağlanan irâde
-
Mâhiyeti olarak orijinin(İrade-i Küll"ün aynı, fakat potansiyel olarak farklı olan irade…
"İRADE"
-
İsteme
-
Dileme
-
Dilediğini gerçekleştirme...
-
Kişideki uygulama yeteneği, azmi...
-
İlmini kuvveden fiile, düşünceden eyleme dönüştürebilme gücü...
"Allah isimleri" olarak bildirilen özellikler, ötelerde bir tanrının çeşitli cici-güzel isimleri midir? Yoksa bir "varlık-vücud sahibi" kabul edilenlerin tüm özelliklerini, asılları itibarıyla "yok"ken; "zıll = gölge" varlığına verilen isimden ve açığa çıkan özelliğinden dolayı, duyu ve şartlanmanın ayrı bir varlık verdiği; gerçekte ise "Allâh" ismiyle işaret edilenin yaratış özelliklerine dikkat çekmek için midir?
Bu realite fark edilip kavranıldıktan sonra, konunun "Allâh isimleri" diye bilinen yanına gelelim.
"Zikir = insana hakikatini hatırlatıcı" olarak bildirilen Kur'ân-ı Kerîm, gerçekte, tümüyle "Ulûhiyet"i anlatan "El Esmâ ül Hüsnâ"nın açılımıdır! İnsanın "hatırlaması" istenilen, kendisine talim edilmiş olan "esmâe külleha"dır! Yani, "var"lığını meydana getiren, "bildirilen isimlerin özelliklerinin tamamı"! Bunların bir kısmı Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiş, bir kısmı da Rasûlullah tarafından açıklanmıştır. Bu yüzdendir ki, asla, her şey bu doksan dokuz isimden ibarettir, denemez! Misal verelim... Rab, Mevlâ, Karîb, Hallak gibi bazı isimler Kurân'da mevcut olmasına rağmen doksan dokuz isim arasında sayılmamıştır. "Yefalu ma yurîd" âyetinde bildirilen İrade sıfatının (dilediğini oluşturma) adı olan "Mürîd" ismi de gene bu isimler arasında bildirilmemiştir. Buna karşın Celîl, Vâcid, Mâcid gibi bazı isimler ise doksan dokuz isim içinde var olmasına karşın, Kur'ân-ı Kerîm'de geçmez. İşte bu yüzdendir ki, Allâh ismiyle işaret edilenin ilminde seyrini oluşturan "Esmâ mertebesi" olarak tanımlanan isimlerini doksan dokuz ile sınırlamak çok yanlış olur. Belki, insana hakikatini hatırlaması için bu kadar isim özelliği bildirilmiştir; hakikatini hatırlayıp yaşayan ise hadsiz hesapsız bilinmeyen başka isimlerin özellikleriyle yaşar; diyebiliriz. Ayrıca, cennet diye tanımlanan yaşam boyutunun dahi buna işaret ettiği söylenebilir.
EVRENDE
AYRI, BİRBİRİNDEN MUSTAKİL VARLIKLAR
VE ONLARIN BENLİKLERİ VE İRADELERİ
MEVCUT DEĞİLDİR
Beyin, dıştan gelen çeşitli dalga boylarındaki kozmik ışınları alır ve programlanışı sırasında bilgilendirilmediği konularda, algıladıkları olsa dahi onları değerlendiremez. Ayrıca kendisinin açılmamış alanlarının değerlendireceği sayısız dalga boylarını dahi değerlendiremez.
Oysa, gerçekte her biri ayrı bir mânâ ihtiva eden evrendeki her bir dalga boyu, ışın sürekli olarak beynimizi bombardıman etmektedir... Ne var ki bizim bu mesajları çözmemiz, bu canlı- anlamlı varlıklarla iletişime girmemiz mümkün olmamaktadır!.
Ve eğer anlatabildiysek...
Tüm evren, her kesimiyle, tamamen canlı-şuurlu bir varlık hâlinde yaşamına devam etmektedir... Ki algılayabilene ne mutlu!.
İşte, tamamiyle sayısız dalga boylarından, ışınlardan, kuantlardan oluşmuş evren, ya da evren içre evrenler, eğer o boyutun algılama aracıyla bakabilirsek, TEK bir yapıdır!.
Ve bizim de “hayâl” dediğimiz şey, işte bu ışınsal kökenli yapıdır!. Ve de gerçekte, bizler dahi ışınsal varlıklarız... Ancak ne yazık ki, algılama sistemimizin beş duyu ile kayıtlı olması şimdilik bu gerçeği yaşamaktan bizi mahrum etmekte!.
Evet, evren orijininde TEKİL bir yapı; ve gerçekte, tüm zerreler birbiriyle ilintili durumda olduğu için, her bir yoğunlaşma ve aktivite, hiç düşünemediğimiz bir noktada bambaşka şeyleri etkilemekte ve harekete geçirmektedir... Yani evrende, birbirinden kopuk, ayrı, müstakil varlıklar ve onların özgür benlikleri ve iradeleri mevcut değildir!.
TÜM VARLIKTA( Her bir birimde)
MEVCUD OLAN İRADE,
"SONSUZ VE SINIRSIZ"IN İRADESİDİR!
O, Mürîd`dir.. Yani, irade eden`dir… İradesi sınırsızdır! Tüm varlıkta mevcut olan irade, Sonsuz ve sınırsız`ın iradesidir. Ancak bu irade onların her birinden esmâ terkiplerinin kapsamına göre ortaya çıkmaktadır!
Siz, bir birime dışarıdan baktığınız zaman, ondan çıkan iradeyi görerek, "irade-i cüzdür bu", dersiniz! Fakat, çıkış noktasında gördüğünüz o irade, gerçekte, O, Tek olan, Küll olan iradenin, ta kendisidir! Musluktan akan suyun geldiği barajdaki sudan ayrı bir şey sanılması gibi!
Çünkü, Mürîd olan O, Sonsuz ve sınırsız`dır! Yani, İradesi sonsuz ve sınırsızdır. Sınırsız olan irade sınırlanamayacağı için, her bir birimdeki irade de, Sınırsız`ın iradesidir.
“GİZLİ İRADE”
Varoluşun sonsuz basamakları
Herşeyin aslı
“GİZLİ İRADE”NİN
ÇOK BÜYÜK VE SAKLI DOĞASI
Bu günkü fizik anlayışımıza göre, evrenin her bölgesi, değişik dalga boylarının meydana getirdiği, farklı boyutlarda oluşmuştur. Her dalganın da bir enerjisi vardır.
Fizikçiler, bir dalganın sahip olacağı minumum enerjiyi hesapladıklarında, "uzaydaki, bir cm3`lük boşluk, evrendeki bilinen tüm maddenin enerjisinden daha çok enerjiye sahiptir" sonucuna varmışlardır.
Bazı fizikçilerin, bu hesapta bir yanlışlık olması gerektiği savına karşın; Bohm, bunun, gizli iradenin çok büyük ve saklı doğası hakkında küçük bir fikir verdiğini söyler. Bu fizikçileri de, okyanusta, yüzdüğü denizin farkında olmadan, içindeki maddelerle ilgilenen balıklara benzetir.
GİZLİ İRADE
MADDENİN HER ŞEKLİNE, HAYATA VE BİLİNCE,
KUANTLARDAN KİŞİNİN BEYNİNE KADAR
HERŞEYİN ASLIDIR
Bugünkü fizik anlayışımıza göre, evrenin her bölgesi, değişik dalga boylarının meydana getirdiği, farklı boyutlarda oluşmuştur. Her dalganın da bir enerjisi vardır.
Fizikçiler, bir dalganın sahip olacağı minumum enerjiyi hesapladıklarında, “uzaydaki, bir cm3`lük boşluk, evrendeki bilinen tüm maddenin enerjisinden daha çok enerjiye sahiptir” sonucuna varmışlardır.
Bazı fizikçilerin, bu hesapta bir yanlışlık olması gerektiği savına karşın; Bohm, bunun, gizli iradenin çok büyük ve saklı doğası hakkında küçük bir fikir verdiğini söyler. Bu fizikçileri de, okyanusta, yüzdüğü denizin farkında olmadan, içindeki maddelerle ilgilenen balıklara benzetir.
Bohm, bu sonsuz enerji denizindeki, uzay-madde ilişkisini şu benzetme ile anlatır:
Mutlak sıfır derecesinde soğutulmuş bir kristal, elektronlarının hiç dağılmadan içinden geçmesine izin verir. Isı biraz arttırılırsa, kristaldeki çeşitli çatlaklar, elektron dağılımına neden olur.
Burada eğer elektron gözüyle bakarsak, bu çatlaklar, sonsuzluk denizinde yüzen maddeler olarak görünür. Oysa her ikisi de aynı yapının “DERİNDEKİ KRİSTALİN” farklı görüntüleridir.
Bohm, aynı şeyin bizim, mevcut boyutumuzda da geçerli olduğunu söyler... Yani, uzay boş değil, doludur!. Ve biz dahil, tüm mevcûdatın mekânıdır!.
Görünen muazzam, maddesel yapısına rağmen evren, kendi kendine mevcut değildir!. Ancak, çok uzak ve güçlü bir vasînin üvey evlâdıdır!. Daha da kötüsü, bu vasînin önemli bir uğraşı da değil, geçici bir gölgesidir.
Sonsuz enerji denizi, gizli iradenin tek yönü değildir. Çünkü, gizli irade, atomaltı parçalardan, maddenin her şekline, enerjiye, hayata ve bilince, kuantlardan kişinin beynine kadar herşeyin aslıdır.
Bohm’a göre bu, herşeyin sonu da değildir, belki de gerisinde hayâl bile edemeyeceğimiz başka düzenleyici katlar vardır. Yani varoluşun sonsuz basamakları...
Fizikçiler, uzayın, ışık ve birbirini kesen-içiçe geçen bir sürü elektromanyetik dalgalarla dolu olduğunu kabul etmektedirler. Daha önce de gördüğümüz gibi parçacıklar, aynı zamanda dalgalardır.
Bu da gördüğümüz her fiziki objenin ve herşeyin gerçekte girişim örnekleri olduğunu ispatlamaktadır.
İRADE EDİŞİ (Dilemesi),
"RUBÛBİYET”İN KUVVEDEN FİİLE DÖNÜŞTÜĞÜ
MERTEBEDİR
BİR ŞEY İRADE ETTİĞİNDE, O'NUN HÜKMÜ, ONA
"KÜN=OL!"DAN(olmasını istemesinden) İBARETTİR!
(O şey kolaylıkla) olur.
"HÛ" odur ki; diriltir ve öldürür! Hüküm verdiğinde yalnızca "Ol" der (olmasını irade eder); o, olur!
Allah'ın işaretlerinde mücadele eden kimseleri görmedin mi? Nasıl da (Hak'tan) döndürülüyorlar?
Onlar ki hakikatlerinin BİLGİsini ve Rasûllerimiz olarak irsâl ettiklerimizi yalanladılar! Yakında bilecekler! (Mu’min/68-70)
Belki kendilerine yardım olunur ümidiyle Allah dûnunda tanrılar edindiler!
(Tanrılar) onlara yardım edemezler! (Aksine) onlar, tanrılara (hizmete) hazır duran ordudurlar!
O hâlde onların lafı seni mahzun etmesin... Muhakkak ki biz onların gizlediklerini de açıkladıklarını da biliriz.
İnsan görmedi mi ki biz onu bir spermden yarattık... Bu gerçeğe rağmen şimdi o apaçık bir hasımdır!
Kendi yaratılışını unuttu da bize bir misal getirdi: "Çürümüş hâldeki şu kemiklere kim diriltip hayat verecek?" dedi.
De ki: "Onları daha önce inşa eden diriltip hayat verecektir! 'HÛ' Esmâ'sıyla her yaratışı Alîm'dir."
O ki, sizin için yeşil ağaçtan bir ateş oluşturdu... İşte bak ondan yakıyorsunuz!
Semâları ve arzı yaratan, onların benzerini Esmâ'sıyla yaratmaya Kâdîr değil midir? Evet! "HÛ"; Hâllak'tır, Alîm'dir.
Bir şeyi irade ettiğinde, O'nun hükmü, ona "Kün = Ol!"dan (olmasını istemesinden) ibarettir!.. (O şey kolaylıkla) olur.
Her şeyin melekûtu (Esmâ kuvveleri) elinde olan (tedbirâtın bu mertebede oluştuğuna işaret) Subhan'dır... O'na rücu ettirileceksiniz. (Y’â Sin/74-83)
DİLEMESİYLE(İrade etmesiyle)
“MÜRİD” İSMİNİN MÂNÂSI ORTAYA ÇIKAR.
Bkz.“Mürid” İsminin tahakkuku
SENDE DİLEYEN, “O”DUR!
[Eğer sende bir hayır irade ederse,
O'nun lütfunu geri çevirecek de yoktur!
O, lütfunu kullarından dilediğine nasip eder]
Kendisini yaratan Allah Esmâ'sının bileşimi elvermedikçe, bir nefs için iman etmek mümkün değildir! (Allah) aklını değerlendirmeyenlerde (düşünsel) pislik meydana getirir!
De ki: "Semâlar ve arzda ne oluyor, bir bakın!"... O işaretler ve uyarılar, iman etmeyen topluluğa yarar sağlamaz!
Onlar kendilerinden önce geçmiştekilerin devirlerindeki (azap veren olayların) benzerini mi bekliyorlar? De ki: "O hâlde bekleyin... Ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim."
Sonra (azap geldiğinde) biz Rasûllerimizi ve iman etmişleri kurtarırız... İman edenleri kurtarmamız, üzerimize bir haktır.
Dostları ilə paylaş: |