Hakikatte Tevfik Bey babasının yaldız hokkasiyle, kıl uçlu kalemiyle ve ince fırçasiyle ve bir nevi korku ve kaçışa benziyen renk armalariyle süslenmiş eşyayı ararken küçük bir kolleksiyon sahibi olmuştu. Mümtaz, zevkimizin bu son ve karışık rönesansının bu kadar gizli kalmasına şaşıyordu. Ne Edebiyat-ı Cedide şairleri ve romancıları, ne bir zamanlar İhsan'a malzeme toplarken karıştırdığı gazete kolleksiyonları, İkinci Hamid devrini bu cam evani -nereden bulmuştu bu tabiri Nuran? Bu onun çocuk muhayyilesi tarafıydı, şimdi bu kelimeyi hatırladıkça sevgilisini hep ince ve uçucu renkli camların, eski, düz koyu lacivert, kiremit kırmızısı, açık mavi renkli çeşmibülbüllerin, rokoko havuz biçimi meyveliklerin veya kitap cildi tezhiplerle kapalı tabakların arasında görecekti ve Nuran bütün bu ince, dayanıksız, sonsuz itinalara muhtaç eşyanın akislerini, tınnetlerini kendisinde toplıyacaktı, -kadar veremezdi. Şüphesiz bunlarda da bir alafrangalık vardı. Fakat ötekilerden çok ayrıydı.
Tevfik Bey'in babasından sonra en sevdiği adam eniştesiydi. Rasim Bey'e ait hemen hiçbir şeyi kaybetmemişti. Resimler, kendi el yazısı notalar, meşk defterleri, her cinsten ney ve Nısfiyeler olduğu gibi duruyordu. Babasının yazısiyle yazılmış bir levhanın karşısında onun Ula rütbesine mahsus kıyafetiyle, nişanlarla çekilmiş resmi asılıydı. Mümtaz ilk önce levhayı okudu:
Lutf u kerem-i Hazret-i Mevla ile geçtik
-1313'de babam için Abdülhamid'e büyük bir jurnal vermişlerdi. On gece Yıldız'da mevkuf kaldı. Kurtulunca Naili'nin bu mısraını yazdı. Dikkat ederseniz tezhiplerin arasında on gece üzerinde yattığı kanepenin resmi vardı. Gerçekte de böyleydi. Geniş bir ottoman, bir bahçe seddi gibi beyitin etrafını alan güller ve sarmaşıklar içinde, ikide bir tekrarlanıyordu. Fakat arabeskler ve hendesi şekiller, bütün o riyazi gül ve çiçekler, yaldız ve açık kırmızı zeminde öyle maharetle, inceden inceye hesaplanmış, düzenlenmişti ki, bu tekrarlanan şeyin bir kanepe olduğu söylenmeden bilinemezdi.
Yazı sanatımızın bir bakıma bozulması demek olan bu realizm üstünde Mümtaz sonraları çok düşündü.
Şaşılacak taraf, birdenbire kendisine verdiği bu ihtirasta Tevfik Bey'in bir nevi derinliğe erişmesiydi. Sanki elli sene dikkat etmeden içinde yaşadığı şeyler birdenbire onun için canlanmış, mana kazanmışlardı. Tevfik Bey için bu olmayacak bir şey değildi. O destebaşı yaratılanlardandı. Yetmiş dört yaşına rağmen çok güzel ve geniş sesi vardı; hala her akşam içiyor, genç ve güzel kadınların hiç olmazsa dostluğundan hoşlanıyor, bazı sonbahar geceleri semt kayıkçılariyle kılıç avına bile çıkıyordu. -Benim oynadığım zeybeği değme efe oynıyamaz. Hele sizin fraklı, silindirli efeler hiç...- Bunu 1926'da Ankara'da bir toplantıda iki vekilin beraberce oynadıkları zeybeği hatırlayarak söylerdi: -Hemen orkestraya işaret ettim, kalktım. Herkes şaşırdı. Zeybek başka türlü oyundur; o etrafta ne varsa hepsini silmezse bir işe yaramaz...-
-Bir kere gördüm. Antalya'da, çok küçüktüm. Demircili iki efe bahse girdiler. Kuzu ve baklava yapıldı. Sokakta yemek yendi, sonra meşale aydınlığında... Tevfik Nuran'ı göstererek:
-Bunda epeyce istidat var; dedi.
-Yapmayın, bilmiyordum...
Nuran yüzü kızararak:
-Anlatmadım mı Mümtaz, ben Anadolu oyunlarının çoğunu bilirim...
Fakat Tevfik Bey sadece mazi hatıralarının sadık muhafızı, yaşadığı senelerin en iyi zeybek oyuncusu değildi. En büyük meziyetlerinden yahut saadetlerinden biri de rakı sofrası hazırlamaktı.
Mümtaz ona baktıkça şaşırıyordu:
-Dayım birçok şeylerde babama benzer, garip değil mi?
Akşama doğru Tevfik Bey ortadan kayboldu. Fakat bir saat sonra meydana çıktığı zaman rakı masası kendiliğinden bir zevkti.
-Rakıyı yavaş içeceksiniz ha... Uzun vakit içmeli, o zaman tadı çıkar.
Bu eski İstanbul efendisinin hayat rahatlığı, neşesi, bu günlerde pek az görülen şeydi. Sadece sofra nimetleri için çok hususi bir takvimi vardı. Hangi balığın hangi mevsimde ve nerede en iyi avlanacağını ve filan ayda ele geçen turfa veya tam mevsimlik balıkla ne yapılacağını hiç kimse onun kadar bilemezdi.
-Ebüzziya merhum bizim gençliğimizde bir takvim çıkarırdı. Bilemezsiniz ne acayip şeydi. Frenkçeden tercüme yemekler, Beyoğlu lokantalarından satın alınmış ariyet reçetelerle doluydu. İki üç nüshasını görünce hiddetimden çıldırdım. Sonra bir meraktır aldı beni...
Tevfik Bey yemek bahislerinde bir metot sahibiydi. Ona göre mutfağın esası malzeme idi. Bunun için de mevsimlik, aylık, hatta lodos ve poyraz günlük bir takvim lazımdı.
-Barbunya dünyanın en güzel balığıdır; fakat mevsiminde olmazsa, hatta Ada açıklarında, yahut Boğaz'ın aşağı ağzında tutulmazsa değişir. Çanakkale'den ötede barbunya balığı hiçbir tasnife sığmayan bir deniz hayvanıdır.
Tevfik Bey'in sofra zevki bir tarih felsefesine kadar uzanırdı.
-Şu barbunyayı burada bu akşam beraberce yiyebilmemiz için kaderin asırlarca çalışmasını düşün. Evvela Yahya Kemal'in dediği gibi Don ve Volga, Tuna suları Karadeniz'e akacak. Dedelerimiz kalkıp Orta Asya'dan gelecek, İstanbul'a yerleşecekler. Sonra, İkinci Mahmud Nuran'ın büyük dedesini Bektaşidir diye İstanbul'dan Manastır'a nefyedecek; orada Merzifonlu zengin bir binbaşının kızıyle evlenecek. Benim dedem, karısı kaçtıktan sonra kendisini teselli için yazdığı sonra bilmem hangi paşaya hediye ettiği bir Kur'an'ın parasıyle bu köşkü alacak... delikanlı anlıyor musun? Yedi yüz elli altına bir Kur'an-ı Kerim... Yani bu köşk ve arkadaki arazi... Sonra Nuran'ın babası çocukken hastalanacak, annesi Aziz Mahmud Hüdai Efendi'ye adayacak, büyüyünce pirin dergahına girecek, orada babamla dost olacaklar. Nuran doğacak... Siz doğacaksınız...
Mümtaz barbunyanın bu etnik ve sosyal macerasına bayılmıştı.
Tevfik Bey'in oğlu Yaşar Bey birkaç yıldan beri yakalandığını sandığı şifasız kalb hastalığı içinden ve onun müsaadesi nisbetinde babasına gülüyordu. Tevfik Bey küçük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk düşkünlüğünde çehresini tamamlayan Tanzimattı. Onun rahatlığı, kayıtsızlığı, çalınmış neşesiyle yaşıyordu. Yaşar Bey daha ziyade İkinci Meşrutiyetti, onun huzursuzlukları ile doluydu. Garip idealizmleri, küçük aşağılık duyguları ve onların yerini bir dalganın yerini bir başkasının alışı gibi dolduran silkinişleri, hulasa en coşkun heyecanla hiç kımıldanmaya imkan bırakmayacak bir yeis arasında gidiş gelişleri vardır.
Sofraya oturdukları zaman Mümtaz bu kırk beşlik adamın herkesten fazla eğleneceğini sanmıştı. Bütün bir şevk içinde kadehini doldurmuş, Mümtaz'a doğru kaldırarak:
-Hoş geldiniz... diye bir yudumda içmişti. Tevfik Bey, huysuz bir atı idare eder gibi, bu neşeyi olduğu yerden bir uzunca -hut...-la selamladı. Fakat Yaşar Bey bu ihtara ilk önce kulak asmadı. Vücut makinesi iyi işliyordu, bütün gün ev küçük bir fırın kadar sıcaktı, üstelik de üç gün sonra Ankara'ya gidecekti; buzlu rakı ve babasının hazırladığı patlıcan salatası, öbür mezeler varken insan niçin kendisini hapsetmeliydi? Az çok neşelenir, herkes gibi yaşardı; fakat uzviyetini hatırlayana kadar. Bu acayip bünyeden ilk gelen işarette hasta hali, yorgunluk ve herşeyden nefret, her şeyden soğuma başlardı. Bütün ömrünce, ara sıra Huriye Hanım'a dövdürdüğü sinameki ile, kışın öksürük çok sıkıştırdığı zaman kendi eliyle mangalda kaynatıp içtiği havlıcandan başka ilaç namına bir şey bilmeyen, aspirini tango cinsinden bir bidat addeden babasiyle, aşağı yukarı ilmin son verimleriyle yaşayan oğlu arasında latife hiç eksilmezdi.
Bununla beraber Tevfik Bey oğlunun ilaç merakından fazla şikayetçi değildi. Her gün münasip miktarda veya azami derecede kendisini zehirlemesine rağmen, iyi kötü yine yaşıyordu. Buna mukabil bu vehme kapıldığından beri mesleğine ait birçok meraklardan kurtulmuştu. Artık sağ elinin sırça tırnağını eskisi gibi -dört elif miktarı- uzatmıyor, Toledo'da tanıdığı genç kontesten ve onun çok charmante annesinden, Bükreş'teki caddelerin düzlüğünden, temizliğinden, Varna plajının harikuladeliğinden bahsetmiyor, ne Paris'teki ikinci katipliğinden Mistinguete'in oda hizmetçisini bir akşam getirmek şerefine nail olduğu o güzel garsoniyeri, ne de bir ikindi vakti kapısından çıkarken ağzında cıgara, arkasında büyük bir köpek Emile Yanings'le birden burun buruna geldikleri Wilhelmstrasse'nin hemen arkasındaki pansiyonu methediyordu. Hatta bu pansiyonun mavisi kirpiklerinin kenarından damlayan büyük gözlü sarışın kızını, onun Wagner'e çılgınca hayranlığını, Heine'yi ezberden okurken sesinin titreyişini, Tiroller'de beraber yaptıkları emsalsiz gezintiyi, ay ışığında dinledikleri türküleri, hepsini unutmuştu. Bunlar gibi Peşte'ye birkaç saatlik bir yerde eski bir tabiimizin şatosunda geçirdiği hafta tatili, o yüksek arkalıklı koltuklar, cins av köpekleri, atlar, hakiki bir hasattan ziyade Marta Egerth'in yarı operet filmleri için hazırlanmış dekorlara benzeyen harman yerleri, hulasa tatlı musıki ve ucuz tahassüsün binbir çeşit lezzetleri, Viyana kahveleri, narin edalı kadınlar, Mozart'a ait kulaktan dolma malumat, hepsi hafızasından silinmişti: O şimdi her akşam elinde son derece iyi sarılmış zarif bir paketle eve geliyor, bir meyveyi kabuğundan soyar gibi ambalajını sıyırıyor. prospektüsü açıyor, yalnız tam müminlerin, kainatın muntazam işleyişini karşılarına konmuş bir saat gibi gördükleri zamanlar dudaklarında ve gözlerinde parıldayan ışıkla, tebessüm ve hayranlıkla onu okuyordu.
Mümtaz, Yaşar'ı, onun İhsan'la Paris'teki arkadaşlıklarından ve biraz da Adile Hanımlardaki karşılaşmalardan tanırdı. 1925-1926 senelerinin en parlak istikbali gibi görünen bu hariciye memuru, bir aile dostunun ihaneti yüzünden küçük bir orta elçiliği kaybettiğinden beri, daha doğrusu açık bulunan o merkeze sefirlikle gideceği yerde Balkan şehirlerinden birine başkatiplikle gittiğinden beri, tabiat adeta bir taviz gibi ona bu hastalık vehmini bahşetmişti.
Altı seneden beri bütün hayatını doldurduğuna göre, hiç de küçümsenecek bir iş değildi bu. Yaşar o zamandan beri sivil hayattan, bir iradeyle birdenbire büyük bir harp sefinesinin kaptanlığına tayin edilmiş bir adama benzerdi ve böyle bir kaptanın hiç tanımadığı gemisiyle meşgul oluşu gibi, hiçbir sırrını ve imkanlarını bilmediği ve idare eden kanunların cahili olduğu vücudu ile meşguldü. Düşündükçe meçhulü kendisini ürküten birtakım cihazları birbirine ayarlamak, beraberce işletmek, küçük ve tam vaktinde müdahalelerle birtakım muhtemel aksamaları önlemek biricik endişesiydi. Yaşar Bey bir kelime ile vücudu kendi gözünün önünde olan adamdı. Bilhassa ihtiyatsız bir doktorun bir gün ona, kendi bünyesinin verimlerine göre, onda hakiki bir kalb hastalığı olamıyacağını, belki diğer cihazlarının iyi işlememesi yüzünden küçük bir sıkıntı geçirdiğini söylediğinden beri, bu telaş artmış, ömrü imkansız bir koordinasyonun peşinde geçmeğe başlamıştı. Denebilir ki, Yaşar Bey için vücut dediğimiz tamamlık kaybolmuş, onun yerine müstakilen işleyen uzuvların yaptığı, her sandalyesinde ayrı bir zihniyete ve ayrı bir partiye mensup bir nazırın oturduğu bir kabineye benziyen garip bir muvazaa geçmişti. Onda bağırsak, mide, karaciğer, böbrek büyük sempati, ifraz guddelerine varıncaya kadar her uzuv, tek başına ve ayrı istikametlerde çalışıyordu. İşte Yaşar Bey bu tek başına çalışmaları tek bir hedefe götürmeğe gayret eden adam, imkansızla uğraşmağa mahkum edilmiş bir nevi başvekildi. Gayretinde bir tek yardımcısı vardı: ilaçlar.
Asrımızın ileride tarihini yazacak adam, elbette ki müstahzar salgınını gözönünde tutacaktır. Yaşar bu salgının en büyük kurbanlarındandı. İstanbul'da birkaç ecza deposundan başka doğrudan doğruya ecza fabrikalariyle temasa girmişti. O kadar ki, bu fabrikalar veya mümessilleri yavaş yavaş ona da herhangi bir doktora yaptıkları gibi, her cinsten son mahsullerini göndermeğe başlamışlardı.
Bu ilaçlar sadece bugünkü tıbbın ve kimyanın zaferi değildir. Ayrıca kendilerine has bir estetikleri, hatta edebiyatları vardır. Onlar en zarif ciltten, maroken taklidi cüzdana, en çıldırtıcı ve pahalı kokuların, pudra ve tuvalet eşyasının kutularına kadar giden, itinalı ambalajları ile, her büyüklükte, her biçimde, her renkte, kimi adeta, -Ben bir fikir kadar faydalı ve o kadar kolay taşınırım!- diyen küçük, zarif ve cana yakın, kimi ağırbaşlı bir dost gibi her türlü güveni vadeden oturaklı şişeleriyle, kadife kadar parlak ve tüylü üst kağıtları, ayvacık tüyleri güneşte parlayan bir taze cilt gibi insana haz veren paketleriyle gündelik hayatımıza, hiç olmazsa şehirli ve cadde hayatına, kendilerine mahsus bir değişme getirmişlerdir. Hakikatte bu müstahzarlar zamanımızda beliren birkaç belli başlı fabrikanın mahsulü olarak kalmazlar, müstehliki gelecek insan idealinin gelişmesine doğru götüren ilk adımlardır. Onlar getirdikleri sun'i kolaylıkla insanda tabiatın yavaş yavaş ölümünü temin ederler. İşte Yaşar Bey bu büyük ideali sezen ve ona can ve yürekten bağlanan adamlardan biridir. Altı senelik sabırlı bir çalışma sayesinde başkalarında kendiliğinden olan birçok şeyler onda ilaçla olmaktadır. Yaşar Bey ilaçla uyur, uyanıklığın vuzuhuna, kalkar kalkmaz aldığı birkaç aspirinle erer, ilaçla iştihasını açar, ilaçla hazmeder, ilaçla dışarıyı çıkar, ilaçla aşk yapar, ilaçla arzulardı. Roche, Bayer, Merck gibi firmalar onun hayatının belli başlı yardımcılarıdır. Her ay bakanlığa takdim ettiği uzun raporları yine bu fabrikaların insan dayanıklılığını birkaç misline çıkaran mukavvileri sayesinde yazardı. Yatağının baş ucundaki komodinin üstü her türlü desenle, sembolle süslü, maden bilgisinden mitolojiye ve kozmolojiye kadar uzanan kimi çok uzun, kimi bir şiir kitabının ismi gibi sadece telkin ile iktifa eden isimli şişelerle doludur. Büfenin kendisine ayrılan geniş rafı ise bu şişeler ve paketler sayesinde bir Amerikan barı kadar göz çekicidir. Yaşar Bey bu ilaçlardan bahsederken en istiareli dilleri kullanır. C vitamini aldım, diyeceği yerde -seksen beş kuruşa bir milyon portakal aldım!- der. Yeleğinin cebinden çıkardığı bir Phanodorme veya Eviphane şişesini, -işte size dünyanın en büyük şairi... her komprimesinde en aşağı, Hiçbir şairin hayalinden geçmiyecek yirmi rüya vardır!- diye takdim ederdi. Günün saatleri alacağı ilaçlara göre taksim edilmişti. -Lütfen hatırlatın, saat tam üçte pepsinimi alacağım... Urotropin almayı unutmuşum... Allah vere de bir manasızlık çıkmasa...-
Yaşar Bey hakikatte muasır ilmin ticaret fikri ile bütün insanlık için elele vererek hazırladıkları bir kompleksti...
İX
Nuran'ın evine kabul edilmek saadeti Mümtaz için zevklerin en büyüğüydü. Yazık ki, Fatma'nın huysuzlukları bu saadeti zehirledi.
Fatma'da, babasının kendilerini bıraktığı günden beri insanlara karşı emniyetsizlik, kendisine ait herşeyi kaybetmek korkusu tabii hal olmuştu. Bu itibarla Mümtaz'ı kıskanıyordu. Fakat bu kıskançlığı genç adam için daha elim yapan şeyler de vardı.
Çocuk bir türlü ona karşı alacağı vaziyeti bulamıyordu. Şimdi, kayıtsız soğuk, yahut sadece nazik olmak istiyor, biraz sonra haşin ve hoyrat oluyor, sonunda herşey senin olsun der gibi, kendilerini bırakıp kaçıyor, fakat -aşağıda ne oluyor?..- düşüncesi onu bırakmadığı için, beş dakika sonra yine geliyor, şımarıklıklar, huysuzluklar yapıyordu. Evin içinde sık sık Nuran'la Mümtaz'ın evlenecekleri sözü geçtiği için, Fatma genç adamın Nuran'ın hayatındaki yerini biliyordu. Bu yüzden on günden beridir annesine karşı da vaziyeti değişmişti.
Fakat bütün bunlar Mümtaz'ın, Nuran'ın evinde, onun sevdiği, küçük çocuk, genç kız hayatını yaşadığı eşya arasında bulunmak saadetini gideremedi.
O günden sonra Mümtaz için Nuran'ın evini düşünmek ayrı bir haz oldu. Sevgilisi gidip de tek başına kaldığı saatlerde, yahut evden hiç çıkmayacağını söylediği günlerde, onu bu ev içinde düşünmek itiyadını aldı. Nuran'ın hayat çerçevelerinden en mühimmine sahip olduğu için, artık genç kadının düşüncesi onu hiç bırakmıyordu. Nuran'ı bahçedeki nar ağacının dibinde, kahvaltı masasında tasavvur etmek, yahut kendi eliyle düzelttiği çiçek tarhlarının arasında, saçları, başının üstüne bir iki firkete ile toplanmış, beyaz sabahlığı Pompei fresklerini andıran kıvrımlarla vücudunun inhinalarını kavramış geziniyor düşünmek, Mümtaz'ın yalnızlığını başka türlü dolduran hazlar oluyordu.
Nuran şu anda odasının pancurlarını açması, ihtiyar dayısına kahve pişirmesi, annesinin ilacını vermesi, bahçede iki eli şakağında kitap okuması, yahut çocukluğundan beri benimsediği küçük odada dedesinin bir hastalığında ziyaretine gelen Ali Paşa'nın oturduğu söylenen koltukta misafirlerine çay ikram etmesi, onlara duvarda İbrahim Bey'in vaktiyle Yıldız'daki on günlük mevkufiyetinin hatırası olarak yazdığı, Naili'nin:
Lutf u kerem-i hazret-i Mevla ile geçtik
mısraını göstermesi, vitrinde onun yaldız ve renk hokkasiyle, kıl uçlu kalemiyle, ince fırçasiyle süslerini hazırladığı tabakları, çiçeklikleri, genç kadının kendi güzelliğine bir çocuk neşesinin tuhaflığını katmak için bulduğu tabirle bütün o cam evaniyi göstermesi, Mümtaz'ın muhayyilesinde olmıyacak derecede güzel ve eşsiz şeylerin arasına girmişti.
Böylece yavaş yavaş Mümtaz'da Nuran'ın kendisinden uzak geçen saatleri etrafında bir nevi şahsi masal teşekkül etti ve Mümtaz, tıpkı vaktiyle falan düka veya kralın dua kitaplarını bir şatonun etrafında, günlük hayat manzaralariyle takvim ve burç istiareleriyle, Kitab-ı Mukaddes sahneleriyle süsleyen eski ressamlar gibi, Nuran'ın saatlerini, sade bir renk cümbüşü ve parıltı olan, çalınmayan sazlar gibi ihtimallerin zenginliğiyle konuşan bir yığın hayalle süslemeğe başladı.
Bu renk dünyasının, her kıvrım ve kavsini genç kadının her günkü hareketlerinden, bulunduğu an ve zamana cömertçe hediye ettiği çizgilerinden alan bu sükut musıkisinin ortasında asıl Nuran, adının telkin ettiği güneşin sofrasından çalınmış altın kadeh ve şafak bahçelerinde açılmış beyaz nilüfer hayaliyle, feyizli bir mevsim gibi herşeye kendi varlığından bir yığın sır ve güzellik katarak gider, gelir, düşünür, dinler, konuşurdu.
Zaten onu, günün herhangi bir anında, herhangi bir yerde tasavvur etmek, iskelede vapur beklediğini, terzide dantela veya düğme seçtiğini, model tarif ettiğini, ahbaplariyle konuştuğunu, başıyle evet veya hayır işareti yaptığını düşünmek, Mümtaz için daima sonsuz bir hazdı.
Hakikatte iki Nuran vardı. Biri kendisinden uzakta olandi ki, her attığı adımda maddi hüviyeti biraz daha değişir, arzunun, hasretin kimyasiyle adeta ruha ait bir varlık olur ve dokunduğu her şeye kendisinden bir yığın şeyler kata kata, bütün uzaklıkları, geçtiği her yeri yaşanan hayatın üstünde bir alem yapar ve kendi akislerinden başka bir şey olmayan bu alemin ortasında yine kendisi olarak yaşardı.
İşte Kandilli'deki ev, bu mucizenin en fazla değiştirdiği sofasının, aralarına çıtalar konmuş tahtalarına bile mücerret bir hakikat gibi Nuran'ın sindiği bu alemlerin en değişiği, en harikalısıydı. Ve bu değiştirici füsun, oradan başlıyarak kademe kademe bütün hayata yayılırdı.
Bir de yanıbaşında olan Nuran vardı. Bütün bu hayalleri kendi maddi varlığiyle çocukça bir şey yapan, uzaktan telkin ettiklerini bir kalemde silen genç kadın. O kapıdan içeriye girer girmez veya beklenilen yerde, mesela bir iskelede veya herhangi bir sokağın ucunda görünür görünmez, Mümtaz'ın muhayyilesi birdenbire dururdu.
Mümtaz, çok defa, onun uzaktan gelişinin kendisinde bıraktığı hissi tahlile çalıştı. Ve neticede bunun bir nevi zihni kamaşma olduğuna karar verdi. Sanki o, yolun başında görünür görünmez, herşey silinirdi. Bütün endişeler görünmez olur, halecanlar diner, sevinç bile eski parlaklığını kaybederdi. Çünkü yakındaki Nuran, varlığından taşan büyüyü yalnız bir tek şey, bir tek insanda kullanırdı; alıp avuçları içinde aydınlık bir hamur haline getirdiği Mümtaz'da.
Daha evvelki münasebetlerinde kadına karşı daima yukarıdan, adeta şüphe ile bakan, kendi coşkunluklarını gülünç bulan, hatta en keskin zevkin arasında bile insanda hayvanın bu azışım, kafasının uyanık duran bir tarafıyle, kendi kurduğu bir makinenin işleyişini seyreder gibi adım adım takip eden, kadın vücudunda göze ait olanlarından gayrisini saf bir zevk olarak almayan genç adam, Nuran'la karşılaşınca basit realite şuurunu bile kaybederdi.
Bu, elbette yalnız muhayyilenin oyunu değildi. Yalnız evin delisi azdığı için böyle düşünmüyordu. Hatta böyle olsa bile bu azışta sırrına güç erilir bir şey vardı. Onun için Nuran'dan uzakta veya onun yanında genç adama hiçbir hikmet, hiçbir denenmiş hakikat yardım edemezdi. Ne bir zamanlar elden düşürmediği Ahdi Atik'de, ne sevdiği filozoflarda, velilerde kendi coşkunluğunu karşılayacak bir şey vardı. Onlar, kadından, nefsten, şehvetten ve onun tehlikelerinden bahsederlerdi. Halbuki Mümtaz'a göre, Nuran'la olan macerası büsbütün ayrı bir şeydi. Ona göre Nuran, hayatın öz kaynağı, bütün gerçeklerin annesiydi. Onun için sevgilisine en fazla doyduğu zamanlarda bile yine ona aç görünür, düşüncesi ondan bir lahza ayrılmaz, ona gömüldükçe tamamlığına ererdi.
Mümtaz bazen Nuran'a karşı olan sevgisini mutlak bir hücre yakınlığiyle izaha kalkışır, ve aralarındaki ten anlaşmasında yaradılışın kendilerinde tecelli etmiş büyük sırlarından birini görürdü. Belki de Eflatun'un dediği doğruydu ve oluşun çemberinde tesadüf, ikiye bölünmüş tek varlığın parçalarını onların aşkında yeni baştan kaşılaştırmıştı. Hulasa ömrün ve eşyanın miracında yaşadığını sanıyordu.
Bazı gece saatlerinde niçin taşlarla, kuşlarla, bahçedeki otlarla konuşmadığını hayretle düşünürdü. O kadar kainatı kendi teninde duyardı. Ona göre bunun sırrı yine Nuran'daydı. Genç kadın, o kapalı ve kıskanç, kısır saadetlerin insanı değildi. Hüviyetinden bütün bir cömertlik akıyordu. Nuran için kendisi pek az vardı. O etrafiyle yaşıyordu. İkisi de hayatlarının sıkıntılı tarafını birbirlerine taşımamağa çalışmakla beraber, Mümtaz bazı zamanlar sevgilisinin kendisine yedi kat yabancı insanlar için nasıl üzüldüğünü bilirdi.
Haftada iki gün, sabahları kendileri için buluşuyorlardı. Nuran, Emirgan'daki evi pek severdi. -Yokuşu duymuyorum artık. O kadar alıştım. Bu, sana doğru gelmek olduğu için beni yormuyor.- İlk defa Nuran'dan bunu işittiği zaman Mümtaz şaşırdı. Çünkü herşey üzerinde o kadar konuşan, kendisine ait herşeyi anlatan genç kadın, ona, aşklarına dair tek kelime söylememişti. Hatta mesut musun? sualini bile lüzumsuz bulmuştu. Onun için aşk, hislerin kelimelerle israfı değil, Mümtaz'ın ruhundaki fırtınaya olduğu gibi kendisini teslimdi. Kim bilir, belki de kollarının arasında mahpus yüzünde bütün içinden geçenleri okuduğuna inanıyordu. Hakikat de böyle idi. Mümtaz onun yüzünün değişen ifadesinde; kadın yaratılışının sırlarından, yani Nuran için dahi meçhul olan taraflarından başka her şeyi okuyabiliyordu.
Bu küçük çehrenin tanımadığı hiçbir tarafı yoktu. Onun aşka bir çiçek gibi açılışı, o derinden ve biçare bir tebessüm üzerinde kapanışlar, kısık gözlerinin içinde yanan adeta madeni ışık, sonra Boğaz sabahları gibi perde perde değişmesi, Mümtaz için kendi ruhunun manzarası olmuştu. Zaten Nuran söylediklerinden ziyade tebessümü ile, bakışı ile konuşur, dinler, kabul veya reddederdi.
Ve Nuran'ın en parlak mücevherlerden, en keskin kılıç parıltılarına kadar değişen bakışları vardı. Mümtaz, bu değişik silahların karşısında bazen kendisini ölümden öteye geçen bir aciz içinde bulurdu. Fakat Nuran'ın gözleri bazen de ona dünyanın en zengin taçlarını giydirir, feleğin hiç kimseye basmasını nasip etmediği ikbal keçelerini ayaklarının altına döşerdi. Bir bakışla Mümtaz'ı giydirir soyar, bazen Allah'ından başka hiç kimsesi olmayan bir fakir ve garip kişi, bazen kaderin efendisi yapardı.
Mümtaz bu bakışları, kucaklaşma hıçkırıklarına benziyen gülüşleri gece gündüz beraberinde taşırdı. Onlar her yerde karşısında idiler. Onun ruhu Nuran'ın bakışlarının yorulmaz dalgıcıydı. Bu zengin deniz altında her an kendisi için yeni kudretler ve yeni azaplar bulurdu. Bu tebessüm Mümtaz'ın teninde, kanında uzviyetinin her tarafında açan bahçelerdi. Sonsuz gül bahçeleri ki genç adamı çok defa yattığı yatağı, eli değdiği eşyayı, kendi damarında akan kanı koklamak istiyecek kadar hazla çıldırtırlardı. Bu bir Tanrının ziyaretini kabul etmiş cansız şeylerin, bu ziyaretin hatırasiyle canlanması, yaşaması, kısa fakat çok dalgın aydınlıklarda maziyi, hali, istikbali ve etrafını idrak etmesiydi.
Dostları ilə paylaş: |