11. BÖLÜM
TOPLUMSAL ETKİ VE UYMA
Beş öğrenci algı üzerinde bir deneye katılmak üzere geldiler. Bir masa çevresine olurdular ve kendilerine çizgi uzunluklarına ilişkin yatsılarda bulunacakları söylendi. Kendilerine, üzerinde değişik uzunluklarda üç siyah çizginin bulunduğu beyaz bir kartla, üzerinde bir tek siyah çizginin bulunduğu diğer bir beyaz kart gösterildi. Onlardan istenen, birinci karttaki üç çizgiden, ikinci karttaki tek çizgiye, uzunluk bakımından en çok benzeyenini seçmekti, Şekil 11-1'de görüldüğü gibi, bu kolay bir işti. İlk karttaki üç çizgiden biri, ikinci karttaki standart çizgi ile eşit uzunlukta iken, diğer iki çizgi ondan oldukça farklı uzunlukta idi.
Çizgiler gösterildiğinde denekler oturma sırasına göre yüksek sesle yanıt verdiler.. İlk denek yargısını belirtti ve diğerleri sıra kendilerine geldiğinde yanıtlan verdiler. Yanıt çok kolay olduğundan denekler arasında bir anlaşmazlık yoktu. Deneklerin tümü tepkilerini verdikten sonra, ikinci bir grup çizgi (üç çizgili kart) gösterildi, onu da bir üçüncüsü izledi. Buraya kadar deney sıkıcı ve anlamsız görünmekledir. Ancak, üçüncü denemede ilk denek daha önce olduğu gibi, çizgilere dikkatle bakar ve yanlış olduğu açıkça belli bir yanıt verir Seki! 11-1’deki örnekte yanıt olarak B yerine A diyebilirdi. Bir sonraki denek de üçüncü ve dördüncüler gibi aynı yanlış yanıtı verir yanıt verme sırası besinci deneğe geldiğinde, o oldukça şaşırmış durumdadır diğerlerinin yanlış yanıt verdiklerinden kuşkusu yoktur. X çizgisine en çok benzeyen çizginin B olduğunu bilmekledir. Ama başka herkes A çizgisi demiştir.
Bu koşullar altında, beşinci sırada oturan birçok insan yanlış olduğunu bile bile grubun yargısına uymuş ya da katılmıştır. Gerçekten, bu gözleri ve zekâları keskin üniversite öğrencilerinin yaklaşık yüzde 35’i yanlış olduğunu bile bile grubun fikrine katılmışlardır. Bazı denekler hep doğru yanıtı, bazıları da hep yanlış yanıtı vermişlerdir. Solomon Asch(1951) tarafından yapılan bu klasik deneydeki durum, gerçekte bir düzenleme ya da oyundur. İlk dört denek, araştırmacının yardımcıları yani yalancı deneklerdir ve bir senaryoya göre tepki göstermektedirler. Fakat gerçek deneğin bundan haberi yoktur ve diğerlerine karşı çıkmaktansa diğerlerine katılmıştır.
ABD'nin kuzey doğusunda bir kentin sakinleri, bir psikoloji deneyine katılacak insanlar arayan bir gazete ilanına olumlu yanıt verirler ve ikişer ikişer laboratuara gelirler. Kendilerine deneyin amacının cezanın öğrenme üzerindeki etkisini araştırmak olduğu söylenir. Yazı tura atılarak ya da başka türlü şansa bağlı ol-arak ikiliden biri öğrenci diğeri ise öğretmen seçilir. Öğretmenin görevi, öğrenciye ezberlemesi gereken bir dizi sözcük çiftine yüksek sesle okumaktır. Öğretmen, öğrenciye her hata yaptığında ceza verecektir. Kendisi etkileyici ve büyük bir “şok makinesinin” önünde oturmaktadır. Makinen üzerinde 15 volttan 50 volta kadar etiketlenmiş bir dizi kol vardır. Kollardan her biri çekildiğinde sözde üzerinde yazılı şiddette elektrik şoku verecektir. Voltaj şiddetini gösteren numaraların hemen üzerinde de “hafif şok”, “şiddetli şok” ve son olarak da “tehlikeli şok” belirmeleri yer almaktadır.
Öğrenci bitişik odadaki bir sandalyeye oturtulur, kolları bileklerinden sandalyeye, şok makinesinden gelen elektrotlar da ellerine bağlanır. Bu durumda öğretmen ya da başka biri tarafından görülemez; öğretmenle aralarındaki iletişim tümüyle iki oda arasında kurulan bir telefon sistemi ile gerçekleşir. Deney başlamadan önce öğrenci kalbinin zayıf olduğundan söz eder fakat araştırmacı şokların tehlikeli olmadığını söyler. Sonra öğretmene bir deneme şoku verir. Bu, gerçekte oldukça şiddetli bir şoktur ve bayağı acı verir, fakat öğretmene bunun yalnızca orta şiddette bir şok olduğu söylenir.
Deney sırasında öğrenci bir dizi hata yapar. Öğretmen yanlış yaptığını söyler ve ceza olarak şok verir. Her şok verilişinde denek acı belirtileri gösterir. Şok düzeyi arttıkça öğrencinin tepkileri keskinleşir. Bağırır, öğretmenden şoku durdurması için yalvarır, masayı yumruklar ve duvarı tekmeler. Sona doğru, yanıt vermeyi tümüyle keser ve hiçbir tepki göstermez. Bütün bunlar olurken, araştırmacı öğretmene devam etmesi gerektiğine ilişkin sözler söyler. “Deney devam etmelidir. Devam etmen gerekiyor. Devam etmek zorundasın.”. ayrıca, sorumluluğun öğretmene değil, kendisine ait olduğunu da söyler.
Bu koşullar altında, çok sayıda deneğin, görev sever bir biçimde şiddetli olduğunu zannettikleri şokları öğrenciye verdikleri görülmüştür. Yarıdan fazlası (%65) ölçeğin sonuna kadar giderek xxx işaretli 450 volta varmadan durmamışlardır. Bunu, şok verdikleri kişi, acımaları için yalvarırken, zayıf kalbine karşın ve büyük bir acı çekerken yapmışlardır. Milgram'ın (1963) bu çarpıcı çalışmasında, öğrenci gerçekte bir yalancı denektir ve kendisine şok verildiği falan yoktur. Hataları, acı belirtilerini ve inlemeleri de içeren bütün tepkileri dikkatle denenmiş ve bütün denekler için aynı olmalarını sağlamak amacı ile teybe alınmıştır. Ancak, her şeyin bir oyun olduğundan öğretmenin yani gerçek deneğin kesinlikle haberi yoktur.
He iki çalışmada da insanlar gerçekte istemedikleri davranışlarda bulunmuşlardır. Birinci durumda üzerlerindeki baskı açık ve belirgin değildir. Doğrudan bir emir hatta istek yoktur – istedikleri her tepkiyi göstermekte özgür görünmektedirler ve gerçekten kendilerinden doğru olduğunu düşündükleri yanıtı vermeleri istenmiştir. Fakat gruptan kaynaklanan büyük bir baskı söz konusudur. Herkes aynı yanıtı vermekte ve denekte onlara katılma yönünde yüksek düzeyde güdülenmektedir. Bir kişi başkaları öyle davrandığı için bir davranışta bulunuyorsa biz buna uyma davranışı adını veriyoruz. İkinci örnekte şok verme yönündeki baskı açık ve doğrudandır. Araştırmacı öğretmenden işbirliği istemiş ve sonrada bu doğrultuda buyruk vermiştir. İnsanlar yapmak istemedikleri halde kendilerinden isteneni yerine getirirlerse biz buna boyun eğme davranışı diyoruz. “Boyun eğme” – grup baskısına boyun eğme- “uyma”nın özel bir durumu olarak görülebilir, fakat ayrıca üzerinde durmamızı gerektirecek kadar önemli bir olgudur.
Bir kişinin belirli bir biçimde, özellikle de kendi eğilimlerine ters düşer biçimde davranmasının nasıl sağlanabileceği ilk bakışta totaliter yönetimlere ve başkalarını kontrol etmeye çalışan yönlendirmeci kişilere ilginç gelebilir. Gerçekte bu soru toplumsal yaşamın hemen her yönü ile ilişkilidir. Sürekli olarak belirli bir biçimde davranmamız istenir, biz de bunu sık sık başkalarından isteriz, ödev yapmamız, yasalara uymamız, vergileri ödememiz, dikkatli araba kullanmamız, enerjiden tasarruf etmemiz, gereksinim içindekilere yardım etmemiz, ince ve nazik davranmamız, politik akım ve adayları desteklememiz ve sık sık dişlerimize baktırmamız istenir. Çocukların toplumsallaşması, büyük bölümü ile, onların toplumun gereksinim, yasa, kural ve istemleri ile tutarlı davranmalarını sağlar. Her durumda, bir kişi ya da örgüt başkalarının kendiliklerinden yapmayacakları ya da istenen zamanda yapmayacakları bir davranışta bulunmalarını sağlamaya çalışmaktadır. Davranış ya da eylemin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini belirleyici etmenler nelerdir? Boyun eğme davranışına geçmeden önce, isterseniz daha genel bir kavram olan uyma üzerinde biraz duralım.
UYMA DAVRANIŞINA GENEL BAKIŞ
İnsanlar çarpıcı biçimde çeşitlilik gösterirler. Davranış, tutum, düşünce, duygu ve değerlerimiz neredeyse sınırsız çeşitliliğe sahiptir. Yüzlerce farklı dilde konuşuruz, yüzlerce tanrıya inanırız, bir üçlüye (Tanrı, İsa, Meryem) inanırız, tek bir tanrıya inanırız, ya da hiç bir tanrıya inanmayız. Bazı kültürlerde erkekler bir çok kadınla evlenirler ve bazılarında da kadınlar bir çok erkekle evlenirler. Bazı kültürlerde domuz eti yemek yasaktır; bazılarında ise domuz etinin yiyecek olarak çok özel bir yeri vardır. Davranışın hemen her yönü -iş, flört, evlilik, arkadaşlık, pazarlık, iletişim- kültürden kültüre değişir. Çeşitlilik o kadar büyüktür ki, bir kültürün üyeleri, dikkatlice gözden geçirip incelemedikçe, bir başka kültürde yaşamayı güç bulurlar. Yemekleri yiyemezler, cinsel davranışları yapmacık görülür, genel anlamda davranışları kaba, her eylemleri yabancı ve yanlış bulunur. Sürekli olarak insanları kırarlar ve kendileri de kırılırlar.
Ancak, bu büyük çeşitlilikle çelişkili olarak dünyanın bütün insanlarında ortak pek çok özellik de vardı. Alt tarafı, hepimiz aynı türün üyeleriyiz", benzer fiziksel özelliklere, gereksinimlere ve yeteneklere sahibiz. Farklı dilleri konuşmamıza karşın, hepimiz bir ya da birkaç dili konuşuruz ve bunları oldukça benzer biçimlerde kullanırız; farklı cinsel alışkanlıklara sahip olmakla birlikte, hepimizin birer aile yapısı vardır ve bu yapıda çocuklarla cinsel ilişki yasaktır. Bütünüyle ele alındığında, davranış farklı olabilir, fakat aynı oyunları oynarız ve aynı ilgi ve sorunlara sahibizdir. Bu nedenle, insanlar arasındaki çok büyük farklılıklar temel, doğuştan ve genetik benzerliklerle karşılaştırmalı olarak görülmek zorundadır.
Dahası, herhangi bir alt kültür içinde benzerlikler biraz daha ağır basma eğilimindedir. Kültürler arasında büyük bir çeşitlilik ve farklılık bulunduğu gibi, belirli bir kültür içerisinde de büyük benzerlikler vardır. Hemen herkes aynı dili konuşur, aynı değerlere, aynı davranış kalıplarına ve aynı ilgilere sahiptir. ABD'de hemen herkes hamburgeri sever; Japonya'da hemen herkes Sushi'yi sever. Davranış ve değerlerde görülen bu benzerlik alt kültürlerde daha da büyüktür. Toplum birimi küçüldükçe, üyeleri arasındaki benzerlik artar. Ortabatı ABD'nin beyaz orta-sınıf alt kültüründe evlilik ve flörte karşı hemen herkes aynı tutumlara sahiptir, işe ilişkin davranışlar aynıdır ve örnekler çoğaltılabilir. Farklı bir kültüre giren her yabancı herkesin benzer biçimlerde davranıyor olmasına şaşar. Yabancının bakış açısından, bütün insanlar uyumcudurlar, yani herkes birbirinin yaptığı gibi yapmaktadır.
Kuşkusuz, bir kültür içindeki insanların birbirlerine benzer davrandıkları doğrudur. Fakat bu tür uymanın yaşama uymada, yaşamla başa çıkmada yararlı ve gerekli olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. Toplumun üyeleri, hiç değilse bir dereceye kadar, başkalarının belirli biçimlerde davranacaklarını, belirli değerlere bağlı kalacaklarını, davranışları belirli biçimlerde yorumlayacaklarını ve benzerlerini varsayabilmek zorundadır. Böylesi varsayımlar, yaşamı çok daha yanlışlaştırır ve toplum düzeninin sürmesine izin verirler. İnsanlar kolayca etkileşebilir, başkalarının yaptıklarına doğru anlamlar verebilir ve aralarında kolayca iletişim kurabilirler, Bunun belki de en çarpıcı örneği dilde görülür. Eğer herkes farklı bir dili konuşsaydı, ya da aynı sözcüklere farklı anlamlar yükleseydi, toplumsal etkileşim hemen hemen olanaksız hale gelirdi.
Dil bir toplumun üyeleri tarafından paylaşılan davranış biçimlerinden yalnızca biridir. Bir toplumun insanlarının ortaklaşa gösterdikleri davranış ve alışkanlıkların sayısı sınırsız sayılabilecek kadar çoktur. Örneğin, cinsel ilişkiler büyük ölçüde törensel ve bir kültüre özgü olmak eğilimindedir. Yersiz ve kaba görünmeden, karşı cinsten birisine sevginizi ve aşkınızı nasıl dile getirebilirsiniz? Sevişen bir çift değil, yalnızca arkadaş olmak istediğinizi nasıl anlatırsınız? Aynı cinsten iki insan eşcinsellik anlamına gelmeyecek bir biçimde arkadaşlık duygularını nasıl ifade edebilirler? Bu sorulara yanıt verebilmek her kültürde güçtür, fakat var olan yanıtlar da büyük ölçüde o toplumun töre ve geleneklerine bağlıdır. Bele sarılmış bir kol, hafif bir öpücük ve el ele tutuşmak bazı toplumlarda, kabul edilebilir davranışlardır ama başkalarında uygunsuz davranışlar arasına sokulurlar. Bazı toplumlarda, arkadaşlık göstergesidirler; diğerlerinde ise evlilik habercisidirler. Sokakta karşılaştıklarında öpüşen iki adamı düşünün. Bir çok yerde bu alışılmış bir davranıştır ve arkadaşlık, dostluk ifadesidir; ABD'de ise alışılmamıştır ve eşcinsel ilişki göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu alışkanlık ve ortak davranış biçimlerini bilmemek ya da onlara uymamak, bir kişinin duygu ve niyetlerini açığa vurmasını güçleştirir. öte yandan, toplumsal kural ve normlara uyarak duygularımızı belirgin bir biçimde iletebilir, çok kötü sonuçlara yol açabilecek ya da küçük düşürücü yanlış anlamalardan kaçınabiliriz.
Bir kültürün üyeleri arasındaki benzerlikler ayrıca, benzer köken, yaşantı ve öğrenmelerden kaynaklanırlar. Çocuklar belirli şeyleri belirli biçimlerde yapmayı, belirli tutumları benimsemeyi ve belirli güdüleri öğrenirler. Bir toplum içindeki bütün çocuklar büyük ölçüde, aynı şeyleri öğrenirler. Yetişkin olduklarında da benzer davranışlar gösterirler - öyle istedikleri, hatta bu konuda düşündükleri için değil, fakat böyle öğrendikleri için.
Dolayısıyla, uyma davranışı bu bağlamda düşünülmelidir. Bir toplumda gördüğümüz ve uyma adını verdiğimiz davranış ve inanış benzerliğinin çoğu gereklilik ve öğrenme sonucudur. Böylece, uyma genellikle olumsuz bir anlam taşısa bile, çoğu kez, insanların benzer olmaları, benzer davranmaları için iyi nedenler vardır.
GERÇEK UYMA DAVRANIŞI: BENİMSEME
Ancak, insanların gerekmediği ve ortak öğrenmeye dayanmadığı halde, benzer davrandıkları zamanlar da vardır. İki davranışsal seçenekten birisini tercih etmede özgür olan ve bunlardan birisine ilişkin kişisel bir tercihi bulunmayan bir kişi, genellikle başka insanların tercih ettiği seçenekte karar kılacaktır. Bir dizi başka arabanın arkasında araba kullanırken belli bir kavşakta önündeki bütün arabaların sola döndüklerini görürse, gideceği yol hakkında ek bilgiye sahip olmadığı sürece, kendisi de sola dönmek yönünde büyük bir zorlanma duyacaktır. Caddede bir kişi yukarıya baktığında, çevredeki diğer insanlar da yukarıya bakmak eğilimindedirler. Eğer, birisi normal ölçülerinden 20 kat daha büyük bir Campbell çorba kutusunun (Campbell's Soup Can) büyük bir sanat eseri olduğunu söylerse, bir başkası ona katılır ve kutuyu oturma odasında görebilmek ayrıcalığı için binlerce dolar öder.
Sherif(1935) bu tür uyma davranışını çok açık bir biçimde göstermiştir. Bunu yaparken, otokinetik etki olarak bilinen algısal bir etkiden yararlanmıştır. Bu olay, tümüyle karanlık bir odanın bir ucundaki bir ışık noktasının, öteki u.tan bakıldığında, tümüyle hareketsiz olmasına karşın hareket ediyor gibi görünmesidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında bu etki, önlerinde uçan uçağın ışıklarını izlemeleri gereken pilotları rahatsız etmiştir, çünkü bu ışıklar yanıltıcı ve düzensiz bir biçimde hareket ediyor görünmüşlerdir. Pilotlar bazen yönlerini şaşırıp yollarını kaybetmişlerdir. Sonunda, otokinetik etkiyi ortadan kaldıran yanıp sönen ışıklar kullanılarak sorun çözülmüştür. Sherif’in amaçları bakımından bu etkinin iki önemli özelliği, gözleyen herkes için geçerli olması ve gözleyen kişinin ışığın ne kadar hareket ettiğini kestirebilmesinin çok güç olması idi. Genellikle, ışık değişik hızlarda ve yönlerde çılgınca hareket eder görünmektedir.
Sherif’in deneyinde, her denek tek olarak tümüyle karanlık bir odaya alınmış ve kendisine odanın öteki ucunda yanan tek bir ışık noktası gösterilmiştir. Deneklere ışığın hareket ettiği (otokinetik etkiyi bilmediklerinden buna inanmışlardır.) ve kendilerinden beklenen ışığın ne kadar (uzaklık olarak) hareket ettiğini kestirmek olduğu söylenmiştir. Tahminler çok büyük farklılık göstermiştir. Birçok denek ışığın 1 ya da 2 inç (2,5-5 cm arasında) hareket ettiğini düşünürlerken, bir denek 80 feet(yaklaşık 25m) hareket ettiğini söylemiştir. (öyle görülüyor ki bu denek karanlıktan dolayı, karanlıktan dolayı küçük bir odada olmasına karşın, kendisini bir spor salonunda sanmıştır.) diğer sözcüklerle, ışığın hareket ettiği uzaklık oldukça belirsizdir. Denekler, ne kadar hareket ettiğine ilişkin bir fikre sahip olmalarına karşın, emin olmaktan çok uzaktırlar, çünkü kendilerine gerçek hakkında hiçbir şey söylenmemiştir ve ışığı bağlayabilecekleri bir fon ya da nesne yoktur.
Sherif bu belirsiz duruma, sözde yine ışığın ne kadar hareket ettiğini kestirmeye çalışan diğer bir deneği aldı. Bu diğer denek, gerçekte kendisine gerçek deneğinkinden tutarlı olarak daha yüksek ya da düşük kestirmeler yapması söylenen bir yalancı denekti. İşlem şöyle sürüyordu: ışığın sözde hareket ettiği, deneğin ve sonra da yalancı deneğin tahminde bulunduğu bir deneme vardı. Ayni işlem bir dizi denemede tekrarlandı. Bu koşullar altında, denek, az sonra, yalnızken yaptıkları ile karşılaştırıldığında, giderek yalancı deneğinkilere daha çok benzeyen kestirmeler yapmaya başladı. Örneğin, denek ışığın 10-15 feet (yaklaşık 4,5 m) arasında hareket ettiğini tahmin etmekle başlamışsa, yalancı denek yalnızca 2 feet (yaklaşık 52 cm) hareket ettiğini söylemiş, ikinci denemede bunu biraz daha düşürmüştür. Denemeler dizisinin sonunda deneğin tahminlerinin yalancı deneğinkilere çok benzer duruma geldikleri görülmüştür.
Bu, deneğin kendi yargısına güvenemediği bir dunundu. Biraz bilgisi vardı ancak açık ve belirgin değildi. Kendisiyle aynı bilgilere sahip olduğunu düşünmesine karşın, kendisine çok daha fazla güvenen bir başkası ile karşılaşmıştır. (Yalancı deneğin denemeler boyunca tutarlı kestirmeler yaptığını ve bu yüzden gerçek deneğin onun kendisinden çok daha emin olduğunu düşündüğüne dikkat ediniz.) Böylece, sorun, yalancı denek daha fazla bilgiye sahip olduğu için deneğin ona uyması sorunu değildir. Tersine, denek diğer bir kişi kendisininkinden farklı bir şey söylediği, bunu söylemeyi sürdürdüğü ve belki de bu diğer kişi kendinden emin göründüğü için etkilenmiştir. Etkilenme, araştırmacının deneğe, onun durumu algılaması ile ilgilendiğini, bu yüzden önemli olanın kendi fikirleri olduğunu söylemiş olmasına karşın gözleniyordu.
Bu, gerçekçi bir neden yokluğunda, başkalarına uyma davranışının oldukça güçlü bir göstergesidir, fakat gerçekte körü körüne bir uymayı göstermediği savunulabilir. Çünkü deneğin, hakkında bir yargıya varmaya çalıştığı uyaran aşırı derecede belirsiz bir uyarandır. Işığın ne kadar hareket ettiği konusunda deneğin hiçbir fikri yoktur, yargıda bulunurken yaptığı, tahminden öte gitmiyordu. Tersine, yalancı denek ışığın ne kadar hareket ettiği konusunda kesin bir fikre sahip görünüyordu. Bireylerin algısal yeteneklerinin büyük farklılıklar gösterdiği doğrudur ve denek karanlık bir odada ışığın ne kadar hareket ettiğini doğru olarak algılamada yalancı deneğin kendisinden daha iyi olduğunu düşünmüş olabilirdi. Bu koşullar allında, deneğin diğer kişiye uyması ya da, hiç değilse, kendi yargısına varabilmek için diğer kişinin yargıları başvuru çerçevesi olarak kullanması akla uygun görünecektir. Diğer bir deyişle, körü körüne bir uyma gibi görünmesine karsın, gerçekte denek için uymayı gerekli kılan bir neden bulunabilirdi.
Asch böyle düşünmüştür. Ona göre, diğer kişinin yargılarının temel ya da başvuru çerçevesi olarak alınmasının etkisi ortadan kaldırıldıktan sonra ya çok az bir uyma söz konusu olacak ya da hiç olmayacaktır. Asch'a göre, gerçekler onları desteklendiği zaman insanlar kendi algı ve inançlarına güvenmelerine ve buna uygun olarak da, farklı bir görüşte söz birliği etmiş bir grup karşısında bile bağımsız kalabilmelerine yetecek kadar rasyoneldirler. Daha önce anlattığımız gibi deneyi düzenledi ve küçümsenemeyecek bir oranda -yaklaşık %35- uyma davranışı gözledi.
Asch, çalışmasında çizgilere ilişkin yargıları kullanmış olmasına karşın, uyma davranışı başka fiziksel uyaranlara, tutum cümlelerine, gerçeğe ilişkin ifadelere ve mantıksal çıkarsamalara ilişkin olarak da görülmüştür. San Francisco ve New York arasında 6000 millik bir uzaklık bulunduğu için, denekler ABD'de bir nüfus sorununun bulunmadığı, ortalama olarak erkeklerin kadınlardan 8-9 inç (20-23 cm) daha uzun oldukları ve erkek bebeklerin yalnızca yirmi beş yıllık bir yaşam beklentileri bulunduğu konularında diğerlerinin yargılarına uydular. Diğer bir deyişle, uyaran çeşidine ve doğru yargının açıklık ve belirginlik derecesine bağlı olmaksızın, bireyler doğru olandan farklı, söz birliği halinde bir grup görüşü ile karşılaştıklarında, çoğunluk baskısı küçümsenemeyecek boyutlarda bir uyma davranışına yol açacak kadar güçlüdür.
Bu olguyu anlamak istiyorsak, durumların belirginliğini akılda tutmak önemlidir. Uyma davranışı gösteren deneklerin doğru yanıt konusunda bir belirsizlik içinde olduklarım ve dolayısıyla, çoğunluk tarafından etkilendiklerini düşünme eğilimi vardır. Bir çok durumda, denekler doğru yanıtın ne olduğu konusunda oldukça kesin bir fikre sahiptirler ve grup baskısı yokluğunda yüzde yüz doğru yanıtı vereceklerdir. Gruba uyduklarında, doğru yanıtı kesin olarak bilmelerine karşın, uymaktadırlar.
Bu sonuçlar çok açıktır. İnsanlar gerçeklen başka insanlara uyarlar -hatta bu uyma açık ve belirgin bir durumda dünyaya ilişkin kendi algılamalarına ters düşse bile. Grubun söylediğinin ya da gren yargısının doğru okluğuna gerçekte inanmamaktadırlar: çoğu durumda, kendi özel yargılarının doğru olduğuna inanmaktadırlar. Ancak, sorulduğunda, yine de, diğerlerinin, yani çoğunluğun verdiği yanua katılmaktadırlar. Bu bizim boyun eğme adını verdiğimiz olgudur. İnsanlar, bir fikre ve onu destekleyici her türlü bilgiye sahiptirler, buna karşın, başkalarının belirttiği fikirlere uymaktadırlar.
İNSANLAR NİÇİN UYMA DAVRANIŞI GÖSTERİRLER?
Bir uyma durumunda birey birçok kaynaktan gele baskı altındadır. Uyma davranışının etkileyen etmenlerin çoğu uyguladıkları baskının türü açısından sınıflandırılabilirler. Sınıflardan birini bireyin gruba ve kendisine olan güven derecesini belirleyen etmenler oluşturur. Bunlar bireyin grup tepkisinin ne kadar bir bilgiye dayandığına ilişkin düşüncesini etkilerler. Durumdaki diğer bir sınıf etmen bireyin gruba benzeme isteğinin derecesini ya da, farklı bir deyişle, gruba ters düşmemeye verdiği önemin derecesini etkiler. Ek olarak, bireyin kendisinin değişik özellikleri de (kişilik özelliği) onun uyma eğitimini etkiler. Uyma davranışını etkileyen değişkenleri tartışırken bu sınıfları akılda tutmak yararlı olacaktır. Özgül değişkenlerin işlerlikleri en açık bir biçimde, bu daha genel sınıflar açısından anlaşılabilir.
Bilgi ve Güven
Diğer insanlar önemli bir bilici kaynağıdır. Sık sık bizim bilmediğimiz bir şeyi bilirler, böylece, onların yaptığını yaparak sahip oldukları bilgiden biz de yararlanabiliriz. Büyük sahra çölünde bir vahada, Arapların bir kuyudan su içip diğerinden içmediklerini gözleyen susamış bir gezgin, onların kullandığı kuyudan su içmekle iyi bir sev yapmış olacaktır. Benzer biçimde, birisinin Coca Cola makinesinde sırasını beklerken bir 25lik kaybettiğini ama iki onluk bir beşlik kullandığında başarılı olduğunu gören bir kişi 25'likten önce bozuklukları denemekle iyi edecektir. Ve bir testteki sorulardan birisinin yanıtını bilemeyen ve yanında oturan kişiden kopya çeken bir öğrenci de kendisine yararlı bir uyma davranışında bulunmamaktadır. Bütün bu insanlar bir başkasının yaptığını yapmaktadırlar, yani uyma davranışı göstermektedirler. Çünkü diğer kişi kendilerinin sahip olmadığı bir bilgiye sahiptir ya da sahip görünmekledir.
Bir uyma durumunda birey başlangıçta bir görüşe ya da fikre sahiptir ve sonradan grubun farklı ya da karşıt bir görüşe sahip olduğunu öğrenir. Doğru yanın vermek isler. Dolayısıyla, gruba güvenmesi ölçüsünde uyma eğilimi artacaktır. Aşın güven durumun da eğer grubun yanılmaz olduğunu düşünürse, kendi fikrinin doğru olduğundan oldukça emin olduğu durumlarda bile, gruba katılacak yani uyacaktır. Benzer bilinirle, eğer grup kendisinin sahip olmadığı yaşamsal bir bilgiye sahipse uyma yüksek olacaktır. Her iki durumda da, birey kendi fikrinin yanlış grubundakinin doğru olduğuna karar verecektir. Bu tür bir uymaya biz benimseme adını veriyoruz. Daha az güvenin söz konusu olduğu durumlarda da aynı mekanizma işler. Kişinin gruba güveni arttıkça, kendi inancına olan güveni sarsılacak ve uyma eğilimi artacaktır. Bu her zaman grubun onu ikna etliği anlamına gelmez. Kendi konumuna olan güveninin gruba karşı çıkmak istememesine yetecek kadar sarsıldığı anlamına gelir. Dolayısıyla, bireyin grubun diğer üyelerinin fikirlerine güveni ve kendisininkine olan güvensizliği arttıkça, ek olarak grup görüşünün üzerine kurulduğunu düşündüğü bilgi arttıkça uyma eğilimi artacaktır.
Dostları ilə paylaş: |