MODERNLİK VE MODERNLEŞME
Modern, yeninin ya da yakın zamanın eş anlamlısı haline gelir. İster olumlu, isterse olumsuz değerlendirilsinler, gündelik yaşamda ve kültürde modaya uygun tutumlara modern denir (Jeannıere , 1994).
Modernleşme, batılı toplumsal bilimciler tarafından, bütün gelişmekte olan toplumların, batı toplumlarına benzer aşamalardan geçecekleri anlayışından hareketle oluşturulmuş bir kavramdır (Kongar,1985).
Modernleşme en yalın tanımıyla, modernliğe doğru yaşanan süreci niteler. Modernlik ise, Anthony Giddens’a göre, “on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine işaret eder”. Peter Wagner, modernliğin başlangıcına on sekizinci yüzyılda gerçekleşen “demokratik ve endüstriyel devrimler”i yerleştirir. ( Altun, 2002)
Modernlik, “ekonomik, politik ve kültürel değişmedeki karmaşık süreçlerle karakterize edilen, yeni tipte bir toplumun ortaya çıkması” olarak da düşünülebilir. (Berman, 1999 akt. Altun, 2002). Bir başka deyişle modernlik terimi, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Batı Avrupa’da filizlenmeye başlayan ve esas görünümlerine Kuzey Amerika’da rastlanılan ve o zamandan bu yana Batı dışı dünyaya yayılan ya da dayatılan bir toplum biçimine karşılık gelmektedir(Poole,1993).
Bu tanımlamalar özünde modern olma, modern bilinç ve modernlik kuramını tanımlamaya çalışmaktadır. Her ne kadar tek bir tanımlamada mutabık kalınamasa da yine de bunlar birbirinden bağımsız ve birbirini eleştiren değil birbirlerine bütünleyen tanımlamalardır.
Yaşamımızı biçimlendiren modernlik, aslında yaşamımızı biçimlendirmeyi zorunlu kılan bir hegomanyadan farklı değildir. Altun’un belirttiği gibi “eskinin dışlanması, yeninin kutsanmasıdır modernlik ve esas itibariyle on dokuzuncu yüzyıl ile birlikte gündelik hayatları tanzim etmeye girişen buyurgan bir sistem haline almıştır.” Bu köklü bir değişimdir. Bu değişim, toplumun yeniden örgütlenmesini ve yeni ilişkilerin oluşmasını içinde barındıran bir dönüşümdür.
“Modern olma bilinci” on yedinci yüzyılla birlikte oluşmaya başlar (Henk,1996). Bu bilinç Avrupa’da başlar. Avrupa, Doğu’ya göre kendi gelişmişliğini ve modernliğini keşfeder. Bu dönemde Aydınlanma felsefesi ile birlikte oluşan gelişme düzeyi kendi iktidar gücünü de beraberinde getirmiştir. İktidarın kaynağı bilgi ve gelişmeye olan bağlılık olmuştur. Böylece yeni olan, geleneğe hükmetmeye başlar ve geleneksel bir yaşam tarzı ise gelişmenin önündeki tek engeldir. Modern olmak, artık düne ait olmayan ve başka yöntemlerle ele alınması gereken bir dünyada yaşamak demektir (Abel, akt.Küçük,1994).
Marshall Berman’a göre, artık “dünyanın her tarafındaki insanların paylaştığı hayati bir deneyim tarzı” olan modernlik, fiziksel bilimlerdeki büyük keşifler, sanayileşme, muazzam demografik çalkantılar, kentleşme, kitle iletişiminin yaygınlaşması, ulus devletler, egemen sistemlere alternatif önerme iddiasında olan kitlesel toplumsal hareketler ve kapitalist dünya pazarı gibi kaynaklara dayanır (Akt. Altun,2002).
Modernleşmeyi Anthony D.Smith, üç başlık altında ele alır: “bir toplumsal değişme süreci veya kuramsal yer ve zaman boyutunda evrensel olan veya bu tür süreçler toplamı” olarak modernleşme; genellikle Rönesans ve Reform’a kadar geri götürülen, “laikleşme ve kapitalizmin doğuşu ile ayırt edilen” tarihsel bir deneyim olarak modernleşme; “gelişmekte olan ülkelerin liderleri veya elitlerince izlenen bir seri politikalar”ı niteleyen bir kavram olarak modernleşme. Rustow ve Ward’a göre modernleşme kavramı, “Batı Avrupa’da Orta Çağ’ın sonunda başlayan ve günümüzde en uzak ülkeleri bile içine alan devasa dönüşüm”e atıfta bulunmaktadır. Wilbert E. Moore, modernleşmeyi “geleneksel ya da geri kalmış ülkelerin, ileri teknoloji düzeyine erişmiş ulusal birimlerin ekonomik ve diğer yapısal özelliklerini edinme doğrultusunda geçirdikleri çağdaş dönüşümler” olarak tanımlamaktadır.
Modernleşme, sürekli yeni olmayı başarabilen ve değişimi başlıca inanç olarak gören bir toplumsal sistemi; farklılaşmış, esnek toplumsal yapıları; teknolojik açıdan ileri bir dünyada yaşayabilmek için gerekli olan bilgi ve becerileri sağlayan bir toplumsal iskeleti bünyesinde barındırır (Apter.akt.Altun 2002). Apter’in tanımından anlaşılacağı üzere modernleşme sürekli değişim ve gelişimi ifade eder. Ancak bu değişim ve gelişimi destekleyecek bilincin yaratılmasını elitlere bırakır.
Modernleşmenin Dört Boyutu Siyasal Modernleşme: Siyasi partiler, parlamentolar, oy hakkı gibi katılımcı karar vermeyi destekleyen anahtar kurumları içeren modernleşme. Kültürel Modernleşme: Genellikle sekülerleşme ve ulusalcı ideolojiye bağlılığın üretildiği kültürel modernleşme.
Ekonomik Modernleşme: Endüstrileşmeden farklı olmakla birlikte artan bir ekonomik dönüşümle özdeşleşen ve giderek büyüyen iş bölümü, yönetim tekniklerinin kullanımı, teknolojinin ilerlemesi ve ticari yeteneklerin artması gibi unsurları bünyesinde barındıran ekonomik modernleşme.
Toplumsal Modernleşme: artan okuma yazma oranı, kentleşme süreci ve giderek geleneksel otoriterliğin zayıflaması gibi öğelerden oluşan toplumsal modernleşme.
Bu dört boyuta bakıldığında toplumsal ve yapısal bir farklılaşmadan bahsedilebilir. Peki bu farklılaşma kime göre önemli olur ya da değişimin, farklılaşmanın yönünü kim belirler? Bu sorunun cevabı oldukça basittir. Modern olma bilincini gerçekleştiren ve içine düştüğü (İkinci Dünya Savaşı İle) buhrandan kurtulma istemindeki Batıdır. Batı dışında kalan toplumların, Batının öngördüğü şekilde ve yapıda toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel alandaki değişmelerdir modernleşme.
Bu noktada modernleşme kuramından bahsetmek gerekmektedir. Modernleşme kuramı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Amerikan sosyal bilim çevrelerinde ortaya çıkan, Batı’nın model alınması suretiyle tüm dünya toplumlarının modernleşe bileceğini varsayan ve Amerika’yı modernliğin temsilcisi olarak sunan bir toplumsal değişme yaklaşımıdır. Modernleşme kuramı, büyük oranda yapısal işlevcilerin kuramsal öncüllerine yaslanır ve toplumların gelenekten modernliğe doğru yaşanan evrensel bir sürece muhatap oldukları takdirde gelişebileceklerini söyler (Marshall,akt,Altun,2002). Bir değişme ve gelişme kuramı olan modernleşme kuramı, toplumların modern ekonomik gelişme aşamasına ulaşmaları için kültürel ve toplumsal bir değişim sürecine ihtiyaç duydukları yönünde bir inanca dayanır (Drislane, Parkinson. Akt. Altun, 2002).
MODERNİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ ÖNCÜLLERİ VE DÜŞÜNÜRLERİ
Ortaçağ felsefesi, Tanrı’da bulunan kesin hakikat arayışı olarak karakterize edilebilir. Bu dönemde ilgi odağı akıl değil, inançtı. Descartes’in yalnızca “açık ve kesin” bilginin değerinden bahsetmesiyle hakikat ve düzen artık, arınmış ilkelere bağlı görülmüyordu. Bilginin, Tanrı’ya imandan çok ampirik olaylardan çıkarılması gerektiği öne sürülüyordu. Wolin’e göre toplumsal dünya, “duyular üstü” otoriteye baş vurmaksızın, rasyonel ve duyumsal olmayan meleklere bel bağlamaksızın yalnızca zeka tarafından inşa edilmiştir (Wolin,akt.Murphy.1995).
Hobbes,ancak güvenilir bir bilgi temelinin anarşiyi önleyebileceğini düşünüştür. Geçerli enformasyonun duyu izlenimlerinden kaynaklandığını ileri sürdü. Ve yanlış bir gerçeklik imajına ulaşmaktan kaçınmak için, insanların kendilerini duygu ve diğer bütün öznel etkilerden kurtarmaları gerektiğini savundu; zihin, olayları gerçekleştikleri şekilleriyle kesin tarzda “kopya” ettiğinde doğru bilgi kazanılabilirdi. Hobbes, aynı zamanda, olguların ve değerlerin ayrı tutulmaları gerektiğini veya hakikatin ebediyen gizli kalacağını da öne sürmüştür. Yani hakikate ulaşmayı umut edenler değerden muaf olmalıdırlar. Bu durumda duyu izlenimleri, nesnel bilgiyi taşıyan nedensel faktörleri sunar (Murphy.1995). Locke da, bilginin ampirik bir temeli bulunduğunu öne sürmüştür. Locke, duyu algılarının zihne çarptıklarını düşünüyordu. Locke’un epistemolojisinin merkezi noktası, mantığı reddetmesidir.
Rouseau radikal bir sözleşme teorisyeni olarak adlandırılır. O, “özel iradeyi” “genel irade” ye tabi kılmıştır. Roussea, insanları modern dünyanın empoze ettiği sınırlamalardan kurtarmayı ümit etmiş, ancak bu çabada başarısız kalmıştır. Çünkü eğer bireysel irade, soyut olarak tanımlanmış bulunan kolektif iyiye göre ikinci planda ise, düzenin, özneler arası ilişkilerle kabul edilmiş bağlılıklardan doğduğu söylenemez. Rouseau’nun toplum sözleşmesi anlayışı, toplumsal ilişkilerin yaratılmasında ve sürdürülmesinde bireylere sorumluluk vermez. Halkın sesine zıt olarak veya bireysel iradeye zıt olarak, bir toplumun bekası Genel İradeye bağlıdır. Özel İradenin aksine, Genel İrade yanılmaz; çünkü o tarafsızdır (Murphy. 1995).
Agute Comte ve Emil Dukheim, genellikle modern sosyolojinin anahtar müjdecileri sayılırlar.
Comte, düzensizliğin, çelişkili bilgi temellerine dayanarak hareket eden insanlardan doğduğuna inanıyordu. Onun Üç Aşama Yasası’na göre, teolojik ve felsefi dönemlerdeki bilgi güvenilmez bilgidir; çünkü, toplumsal ve doğal olayları açıklamak üzere Tanrılar ve ispatlanmamış diğer faktörler yardıma çağırılır. Üçüncü aşamada, pozitif bilim egemendir ve bu nedenle, ortaya konan bilginin evrensel olduğu varsayılır. Bilim, sözde, değerlerden-bağımsız ve ön yargıdan uzak olduğundan, hakikat nihai noktada bilimsel olanların kavrayışları içinde yer alır. Comte göre bilimin “kamuoyu”, toplumun her boyutuna uygulanabilir bir enformasyon yapısı geliştirme araçlarını sağlar. Bu bilgi yoruma bağlı olmadığından, toplumsal bağlılık sürebilir veya muhtemelen artar (Murphy.1995)
Durkheim, her ne kadar Comte’un metafiziğini ve toplumsal karışıklıklara engel olacak çözümlerini onaylamıyorsa da, her iki yazar da hakikatin tarafsız olması gerektiğini ileri sürer.
Durkheim, gerçekliğin hakikatin bekası insanın yargılarının kesinliğine bağlı değildir der. Hakikat “reel bir şeye karşılık gelmelidir”demektedir. Dukheim “gerçeklik” der, “toplumdan başka bir şey değildir.” Dahası, bu gerçeklik, bireylerin toplamından daha fazla olan bir kolektif yapıdır: “toplum, bireyin bilincini aşar” toplumsal sembolizm, kişileri kanaatin lekelemediği bir alana yükseltir. Ve böylece bilgi, algıyı kayıt altına almaya hazır olur. O nedenle, bu yüceltimiş çerçeveye, davranışı kontrol edecek zorunlu özgürlük verilir. Gerçekli, illüzyondan bir “kolektif bilinç” tarafından ayrıldığı için entelektüel anarşi önlenir. İnsanlar, hem toplumun geçmişini hatırlayan, hem de geleceğini içine alan bir kolektif zihince kontrol edilir. Durkheim’a göre, “toplumsal, daima, bireyselden daha yüksek bir değere sahiptir.” ( Murphy,1995) .
EĞİTİM SİSTEMİMİZDEKİ DEGİŞİM ÇABALARI
Türk eğitim sistemindeki değişim ve gelişim çabaları, 19.yy’da başlar. Bu dönemde Osmanlı kendi iktidarını sağlamanın tek yolunun barış olduğunu görmüştür. Avrupa On Yedinci yüzyıldan itibaren gelişimler sayesinde dünya iktidarlığına soyunmuştur. Bu dönemde bu gücün önünde duramayacak olan Osmanlı Devleti, Avrupa’nın gelişmişliğine ulaşabilmek için Avrupa’nın zoraki desteğiyle bir dizi yeniliklere girişmiştir bu çabalarından eğitimde yenilik girişimleri bu çalışmanın konusu olarak aşağıda sunulmuştur.
Eğitimde yenileşmeye Askeri okullar açılarak başlanmıştır. Buralarda yabancı öğretmenlere de görev verilmiş, ilk kez Batı dilleri (Fransızca, İngilizce) programlara girmiştir. Eğitimde o dönemin en güçlü uygulayıcıları olan medreseler Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla önemli oranda güç kaybına uğramışlardır. Aslında değişim ve “gelişim” önündeki büyük bir engel olan medreselerin bu güç yitimi sistemin modernleşmesi için çok önemli bir adımdır.
Yine bu dönemde ilköğretim zorunluluğu getirilmiştir. Batı ile ilişkiler artmış ve ilk kez 1830’larda Avrupa’ya öğrenci gönderilmiştir. Türkçe yayınlanan ilk gazete, Takvim-i Vekayi adıyla bu dönemde çıkarılmıştır (Akyüz,1994,s.124).
Tanzimat Dönemi
Tanzimat döneminde, başlıca üç nedenle eğitim alanında yenileşmelere gidilmiştir: 1- Tarihi gelişim süreci içinde, ülkede yenilikler gerekli bir ihtiyaç olduğu ve halkın eğitilmesi “Devlet ve Hükümetin önemli bir görevi” olarak görüldüğünden. 2- Avrupa kamuoyunu kazanmak için 3- Avrupa devletlerinin baskısı nedeniyle.( Akyüz, 1994). Osmanlı Devleti’nin toprak kayıplarını önlemek ve olası savaş tehditlerine karşın yeni müttefikler edinme gayreti ile başlayan barış dönemi siyasal süreci etkilediği kadar devletin tüm kurumlarını da etkilemiştir. Böylece, Avrupa’nın dayatmasıyla birlikte değişim çabaları hızlanmıştır. Eğitim de bu dönemde önemli bir değişim göstergesi olarak kabul görmüştür. Bu nedenle Tanzimat döneminde eğitimde yapılan değişim hareketlerinden bahsetmek gerekir:
-
Eğitimin gelişmesi, Devleti felakete gidişten kurtaracak bir yol olarak görülmeye başlanmıştır.
-
Eğitimciler ve yazarlar, ailenin ve devletin eğitim görevlerini, çocuklara ve topluma olan sorumlulukları açısından ele alınmaya başlanmıştır.
-
Bu dönemde yeni okullar açılmıştır.
-
Tazimatın kökleşmesi için aydınlar ve memurlar yetiştirilmesi gerekli görülmüş, bu nedenle sivil okullara ve memur yetiştirmeye fazla önem verilmiş.
-
İlk kez, kızlar için, orta dereceli okullar açılmıştır.
-
Mesleki ve teknik eğitimin temelleri atılmaya başlanmıştır.
Cumhuriyet Dönemi Eğitimin Özellikleri
-
Eğitimde genel olarak sayısal bakımdan önemli gelişmeler olmuştur.
-
Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkartılarak öğretim birliği sağlanmıştır.
-
Eğitimde laiklik ve demokrasi başat olmuştur.
-
Latin harfleri kabul edilmiştir.
-
Kadın eğitimine önem verilmiş ve karma eğitim uygulamıştır.
-
Üniversite reformları (1933) yapılarak bilim üretilmeye olanak sağlayan gelişmeler kaydedilmiştir.
-
Köy Enstitüleri kurulmuş, böylece köylünün sosyalleşmesi, sistemin bir parçası haline gelmesi ve ekonomik hayata fili katılımın sağlanması amaçlanmıştır.
MODERNİZMİN EĞİTİM SİSTEMİMİZE TANSIMALARI
Eğitim sistemimiz de gelişim denildiğinde akla ilk gelen Tanzimat ve Islahat fermanlarıdır. Bu fermamlar Osmanlı Devletinin, çeşitli sebeplerle yüzün Batı’ya döndüğü simgelerdir. Değişimin kabulünde ayak direyen Osmanlı zoraki ve kendi geleneğine aykırı olan bir döngüyü ve değişimi kabullenmiştir. Bu değişim çabaları öylesine halkına uzaktır ki yapılan reformlar kabul görmemiş ve sadece batıya şirin gözükme çabasından başka bir değer kazanamamıştır.
Cumhuriyet dönemiyle birlikte modern dünyaya entegrasyon daha kalıcı olarak kabul görmüştür. Özellikle halkın okuma yazma oranın arttırılması, Halkevleri gibi örgütlenme modeli ile değişim çabaları halkın kabulüne sunulmuş ve kabul edilmiştir. Bu çabalar modern bilinci yaratmış ve değişimler olduğu gibi alınmayıp geliştirilmiştir.
Atatürk’ün hedef gösterdi “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak ve hatta onları geçmek” vecizi, cumhuriyet ile ortaya çıkan yeni Türk Devleti’nin nasıl örgütleneceğini ve kurumsallaşacağını göstermektedir. Eğitimin bir değişim ve değişimi kabullenme enstrümanı olarak görüldüğünden bu alanda yapılan değişimler yeni örgütlenme modelini kökleştirme çabalarıdır.
Eğitim dizgemizdeki Latin harflerin kabulü, Tevhid-i Tedrisat, laikleşme ve demokrasi çabaları, karma eğitim, üniversite reformu ve köy enstitüleri modern olma yolundaki en önemli argümanlar olmaktadır. Osmanlı’nın geleneksel kurum ve kuruluşlarını tamamını yıkılması ile “yeni gelenekle olan savaşını kazanmış” ve dönüşüm olanca hızıyla çok fazla algılanamadan gerçekleşmeye başlamıştır.
SONUÇ
On yedinci yüzyılda ortaya çıkan ve gününüz dünyasını biçimlendiren modernizm, toplumların yeniden yapılanmasında ve örgütlenmesinde köklü değişimler ortaya çıkarmıştır. İktidarın kaynağı bilgi olmuştur. Enformasyonu elinde tutan ise iktidar olmuştur.
Toplumsal dönüşümün yönünü belirleyenler yenileşmeyi ve gelişimi, aslında bir hegomanya olarak kullanmışlardır. Azgelişmişler bu hegomanya alanına girmek zorunda kalmışlar ve kendi toplumsal değişimlerini toplumlarına rağmen yapmışlardır. Kuşkusuz değişimde kaçmak, ona kapalı olmak sürekli değişen dünya da mümkün değildir. Ama değişimin bir elbise gibi toplumun üzerine sorgulanmadan geçirmek değişimin kabulünde sorunlar yaratmaktadır. Halen Avrupa Birliğine girmeye çalıştığımız şu günlerde de bu hegomanya alanın çalıştığını görmekteyiz. Değişim bizim için, bizim adımıza, ama bizden habersiz gerçekleşmektedir.
Modernizm, her alanı etkilediği gibi eğitim sürecini de derinden etkilemiştir. Aklın egemenliği ve bilginin “tarafsız” gücü, değişimi, gelişimi ve ilerlemeyi zorunlu kılmıştır. Bu unsurlar eğitim aracılığıyla üretilip, yine eğitim yoluyla kabullendirilmektedir. Eğitimdeki tüm çağdaşlaşma unsurları, (azgelişmiş ve gelişmekte olanlar) dışarıda üretilen değişim değerleri koşulsuz gelişme öncüsü olarak kabul görmektedir.
KAYNAKÇA
Akyüz Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Kültür Kolej Yayınları. 5. Basım, İstanbul, 1994.
Altun Fahrettin, Modernleşme Kuramı:Eleştirel Bir Giriş,Yöneliş yayıncılık, İstanbul, 2002.
Marshall, Sosyoloji Sözlüğü. Çev.O. Akkınay, D.Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999.
Murphy John W. Postmodern Toplumsal Analiz ve Postmodern Eleştiri, Eti Kitapları, İstanbul,1995.
Ercan Fuat, Modernizm, Kapitalizm ve Azgelişmişlik, İkinci Basım, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2001.
Konga Emre, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, 4. Basım, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1985.
Kumar Krishan, Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Çev. Mehmet Küçük, Dost Kitapevi, Ankara 1999.
Küçük Mehmet, (derleyen) Modernite Versus Postmodernite, 2. Basım, Vadi Yayınları, Ankara, 1994.
Touraıne Alaın, Modernliğin Eleştirisi, Çev. Hülya Tufan, 4. Baskı, YKY Yayınları, İstanbul, 2002.
Dostları ilə paylaş: |