Teolog olarak üçüncü sonuç: Sünni Teologlara Silah
Sünni İslam’ın engizisyon yargıçlarına, Alevileri ve kendisini de kurban olarak sunuyor bir teolog olarak. Yani Sünni İslam'ın engizitörlerine de bir zafer bahşediyor.
Eski çağların Alevi babaları Sünni İslam’ın engizitörlerine karşı daha zekice bir savunma bulmuşlardı; Kuran’ın bir “zahiri” bir de “hakiki” anlamı vardır diyorlardı; hakiki anlamı da herkesin anlayamayacağını söylüyorlardı. Böylece Sünni ilahiyatçının her türlü müdahalesinin yolunu baştan tıkayıp onu dışlıyorlar; onun müdahalesini reddediyorlardı.
Ama Beşikçi, kendi çelişkisiyle, bir Alevi teolog olarak, Sünni İslam’ın müdahalesine ve engizitörlerine tüm kapıları açıyor. Bunu nasıl yapıyor?
Beşikçi, Alevilik inancının bir kısmına inanç olma hakkı görüyor ama o inancın kendisinin ne olduğu konusunu görmüyordu.
Beşikçi karşısında bir Sünni İslam teologu (veya Aleviliğin İslam’ın bir türü olduğuna inanan bir Alevi teologu) çıkıp şöyle diyebilir:
‘insanlar kendilerini nasıl kabul ediyorlarsa öyledirler. Madem ki Aleviler kendilerinin Müslüman olduğunu düşünüyorlar, onlar Müslüman’dırlar, sizin onlara karışmaya hakkınız yok. Esas yanlış olan onların kendilerini Müslüman görmesi değil, Müslüman görmelerine rağmen Mehdi’ye inanmaları; namaz kılmamalarıdır. Düzeltilmesi gereken yanlış budur. Onlara Müslümanlığın bu olmadığı gösterilmelidir.’
Böyle bir itiraz Beşikçi’nin yaptığından hiç de daha az mantıklı olmayacaktır.
Böylece Beşikçi, bir teolog olarak tartışmaya girdiğinde, sorunu koyuş yöntemiyle, sadece devleti değil, Müslüman ilahiyatçıları da söz sahibi yapar. Zaten biraz da Müslüman ilahiyatçılar böyle dedikleri için Beşikçi Aleviliğin ayrı bir din olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Ama ayrı bir din olduğun kanıtlamaya çalışırkenki kendi çelişkisi, kapıdan kovduğunu bacadan içeri almakta ve Sünni karşısında kendisini ve Alevi'yi silahsızlandırmaktadır. Tabii teolojik olarak.
Sonuç
Beşikçi tutarlı bir demokrat olsaydı, şunu derdi Alevilere: ‘Aleviliğin ne olduğu konusunda Aleviler arasında farklı görüşler olabilir. Bu görüşlerin hiçbir politik sonucunun olmadığı koşullar için mücadele edilmelidir.’
O zaman ne böyle teologluğa soyunur; ne Sünni teologla politik sonuçları olan haklar ve silahlar sunmuş olur; ne inançlara bilimsel argümanlar sunan çelişkilere düşer, ne de Alevileri iç tutarlılığa çağıran bir engizisyon yargıcı durumuna düşerdi.
Alevilerle politik bir sorunu ve Alevi hareketinin politik sorunlarını tartışacak yani program ve strateji tartışması yapacak yerde, Alevilik inancı üzerine tartışmaya girmesi, Beşikçi’yi bir ilahiyatçıya ve engizitöre dönüştürür.
Alevilere yöneldiğinde bir ilahiyatçı, bir engizitör olan Beşikçi, bilim adamlarına/kadınlarına yöneldiğinde ise basit bir ahlakçı olarak ortaya çıkar.
Bilim Özgürlüğü Yerine Ahlak Zabıtalığı
Beşikçi’nin devletin laik olmayan yapısını, anti demokratik yapısını sorgulamaması, Alevilere hitap ettiğinde onu bir teologa dönüştürmekteydi. Aynı konum, bilim adamlarına yöneldiğinde, onu bu sefer bir ahlak zabıtasına dönüştürmektedir. Karşımıza bilimsel araştırmaların özgürce yapılacağı bir sistemi savunan bir demokrat değil, bilim adamlarına en azından toplumsal bilimler alanında özgürce araştırma yapma olanağı tanımayan bu sistemde, onları kendisi gibi tüm sonuçları göze alarak davranmamakla eleştiren bir ahlakçı çıkmaktadır.
Kısaca bunu görelim.
*
Beşikçi, yazısının bir yerinde, Alevileri iknayı bırakıp, bu sefer bilim adamlarına yönelmekte ve onlara şu sözlerle yönelmektedir.
“Doğada örneğin bir kaya nasıl “kaya” olarak algılanıyorsa, toprak olarak algılanmıyorsa, sosyal bilimlerde de örneğin Alevi, “Alevi” olarak, Müslüman, “Müslüman” olarak, Kürt ise “Kürt” olarak algılanmalıdır. İşte bu noktada söylemeye çalıştığım çok açıktır. Tarih, sosyoloji, siyaset bilimleri, antropoloji, iktisat gibi sosyal bilimler alanında; hukuk gibi normatif bilimler alanında; psikoloji gibi insan bilimleri alanında çalışan profesörlerdir. Profesörler veya profesörlerin çok büyük bir kısmı böyle yapmıyor. Hakikati araştırmak, duygusuyla, endişesiyle değil resmi görüşe hizmet etmek endişesiyle hareket ediyor. Örneğin Kürt’ü Türk olarak algılıyor, Kürt’e Türk muamelesi yapıyor. Alevi’yi Müslüman olarak algılıyor, Alevi’ye Müslüman muamelesi yapıyor. Böylece olgulardan değil resmi görüşün bilgilerinden hareket etmiş oluyor. Başka bir deyişle resmi görüşü, resmi ideolojiyi bir daha doğrulamak, bu bilgiye meşruiyet vermek, ciddi bir yönelme, ciddi bir hareket noktası oluyor. Kanımca sosyal bilimlerdeki tıkanmanın, sosyal bilimlerde gelişme sağlanamamasının temel nedeni budur.”
Beşikçi, bilimsel araştırmanın sonuçlarının her türlü politik sonuç ve dolayısıyla kaygıdan azade olarak yapılabilecek koşulları, yani gerçek laikliği ve demokrasiyi savunmadığı için, bilim adamlarının politik kaygılarla sonuçlar çıkarmaları karşısında, bilim adamlarına saldırmakta, onlardan politik sonuçlarına rağmen o politik sonuçlar yokmuş gibi, o sonuçları göze olarak sonuçlar çıkarmalarını istemektedir. Yani onları üstün ahlaklı insanlar olmaya davet etmektedir.
Denilenin bu olduğu çok açıktır.
Devletin bir resmi görüşü olması tartışma konusu yapılmıyor, bilim adamlarının bu resmi görüşe karşı durmamaları eleştiriliyor.
Bu tavır ne demokrat bir tavırdır ne de bilimseldir. Bu ahlaki bir tavırdır.
Bilimin bizzat kendisi ortaya koymaktadır ki, eğer bilimsel vargıların politik sonuçları olursa, ortadaki tartışma artık bilimsel değil politik bir tartışmadır. Politik konumlar ise insanların çıkarlarıyla yakından bağlantılıdır. Ve yine bilimsel olarak bilinmektedir ki, insanların çıkarlarına aykırı olursa, matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olur.
Bir demokratın görevi, nasıl sapkınlıkla mücadele değil, sapkınlık özgürlüğü için mücadele ise; bilim söz konusu olduğunda da, bilim adamlarının ahlaksızlığıyla, korkularıyla mücadele değil; en ahlaksız bilim adamlarının, en korkak bilim adamlarının bile, her hangi bir konuyu en küçük kişisel ve politik kaygı duymadan, yani politik sonuçlara yol açmayacak şekilde, bilimsel kaygılarla tartışabilme özgürlüğünü elde edeceği koşullar için mücadeledir. Yani devletin yapısı ve biçimine karşı mücadeledir. Beşikçi ise bunu yapmıyor, devletin yapısını ve biçimini; örneğin Alevilik üzerine bir tartışmanın politik sonuçları olmasını sorgulamıyor; bilim adamlarını ve onların ahlakını; onların bu sonuçları göze alamamalarını sorguluyor.
Bir biyolog terliksi hayvanın bir bitki mi hayvan mı (çünkü bu tek hücreli aynı zamanda kendi içinde klorofil de bulundurur. Yani aynı zamanda ototroftur, hem bitki hem de hayvan özellikleri taşır) olduğunu tartışırken, ne kadar korkak olursa olsun, ne kadar ahlaksız olursa olsun, bu tartışmanın sonuçları onun korkması için bir neden oluşturmayacağından bu tartışmayı tamamen bilimsel kaygılarla yapabilir. Devrimci demokrat birisi, ya da gerçekten sosyolojinin, toplum bilimlerinin, en azından din; dil, kültür, soy, tarih gibi alanlarda gerçekten bilimsel bir kaygıyla araştırmalar yapmasını isteyen bir bilim adamı da, aynı biyologların koşullarının sosyoloji alanında da geçerli olması için mücadele etmeli onu savunmalıdır. Bunun bir tek koşulu vardır, din söz konusu olduğunda, gerçek bir laiklik. Uluslar, ırklar vs. söz konusu olduğunda da ulusun tanımından her türlü ırk, soy, kan, dil, dinin dışlandığı, bunların politik bir anlamının olmadığı ve hepsinin eşit olduğu bir Demokratik Cumhuriyettir.
Gerçek laik bir demokratik cumhuriyeti savunmayan her muhalefet ister istemez en çelişkili durumlara düşüp en gerici tavırları savunur durumda kalır. Beşikçi’nin başına gelen de budur. O, “Sosyal bilimlerdeki tıkanmanın, sosyal bilimlerde gelişme sağlanamamasının temel nedeni”ni, devletin yapısında değil, profesörlerin “Hakikati araştırmak, duygusuyla, endişesiyle” hareket etmemelerinde buluyor. Sorunu devletin yapısında, dolayısıyla o devleti ortaya çıkaran sınıf ilişkilerinde ve sınıfların güçlerinde değil, profesörlerin ahlakında veya cesaretinde görüyor.
Ahlaklı ve cesur olmakla bilimsel araştırmaların gelişmesi ve sonuçlar arasında zorunlu bir ilişki de yoktur. İşte sayın Beşikçi, ahlak söz konusu olduğunda, yani ahlaklı olmak ve sonuçlarına katlanmak söz konusu olduğunda, hiçbir bilim adamının eline su dökemeyeceği bir noktada bulunuyor, ama yine bu yazıda görülüyor ki, bu insani yüksek nitelikler, onun sosyolojiden argümanlar getiren bir teolog olmasını; yani dediklerinin aslında zerrece bilimsel değeri olmadığı gerçeğini değiştirmiyor.
Beşikçi aslında devletin ‘resmi görüş’ü veya ‘resmi ideoloji’si olmasını sorun etmiyor; bunun bilimsel olmamasını sorun ediyor; Beşikçi’nin eleştirdiği, devletin ‘resmi görüş’ü olması değil, bu görüşün bilimsel olmamasıdır. Bu nedenle devletin yapısına yönelecek yerde, Alevilere ve bilim adamlarına yönelmektedir. Alevilere yöneldiğinde, onlardan Aleviliğin ayrı bir din olduğunu kabullenmelerini, bilim adamlarına yöneldiğinde, onlardan kendisi gibi hapislerde çürümelerini istemektedir.
Bu tavır ahlaki bir tavır olabilir ama bu tavır demokratik değil, anti demokratik bir tavırdır. Ve aslında Beşikçi karşımıza bir demokrat olarak değil, bir ahlakçı teolog olarak çıkmaktadır. En iyi engizisyon yargıçları ahlakçı teologlardan çıkar.
Ama bu ahlaki tavır, politik olarak bir ahlakçılıkla sonuçlanmaz sadece, sosyolojik olarak da olguları olduğu gibi ele alıp açıklayamamakla sonuçlanır. Sosyologun görevi, nasıl Alevilerin kendilerini nasıl görmeleri gerektiğini söylemek değil, onları oldukları gibi ele alıp neden öyle olduğunu araştırmaksa, aynı şekilde, bilim adamlarının nasıl davranmaları gerektiğini söylemek değil, onların davranışını olduğu gibi ele alıp açıklamaktır.
Bilim adamları birkaç istisna dışında aynen Beşikçi’nin dediği gibi davranmaktadırlar. Ama neredeyse hepsi böyle davrandığına göre, ortada ahlaki vaazlarla veya eleştirilerle düzeltilecek bir sorun değil, açıklanması gereken, nedenlerinin ortaya çıkarılması gereken bir sorun var demektir. Ancak bu nedenler ortadan kaldırıldıktan sonra, o sonuçlar da ortadan kalkabilir.
Bilim adamlarının bu davranışlarının nedeni araştırıldığında, bilimsel araştırmanın sonuçlarının politik sonuçları olduğu durumlarda bilim adamlarının bilimsel değil kişisel, ideolojik ve politik kaygılarla araştırmalar yapıp, konular seçip, sonuçlar çıkardığı görülür. O halde, bu durumun ortadan kaldırılması gerekir. Bu ise ancak devletin din, dil, soy, kültürü politik alanın dışında bırakmasıyla yani ulusun, dili, dini, tarihi, soyu, ırkı olmamasıyla mümkündür.
Yani bilim adamlarının niye öyle davrandığı sorusunu sorup, soruna bilimsel ve sosyolojik yaklaşsa bile sosyolog olarak çıkaracağı sonuç, bilim adamlarına ahlaki vaazlar vermek değil, devletin sistemini değiştirmek gerektiği olurdu. Diğer bir deyişle, bilim adamlarını eleştirmek, sadece politik olarak değil, aynı zamanda sosyolojik olarak da yanlıştır ve bilimsel araştırmaların geriliği konusunda yanlış bir açıklamanın sonucu olarak var olabilir.
*
Bilim adamlarını suçlayarak, politik olarak devletin yapısını tartışmayarak ve gündemden düşürerek onu olumlayan Beşikçi, bir bilim adamı; bir sosyolog olarak da bindiği dalı keser. Sosyal bilimlerin, sosyolojik tartışmaların politik kaygılardan azade olarak yapılmasının koşullarını engellemiş ve bu günkü sistemi olumlamış olur. Onun eleştirisi sosyologları bilim dışı kaygılarla sonuçlar çıkarmaya zorlayan sisteme değil; bilim adamlarına ve Devlete ahlaki bir eleştiri olarak kalır.
Beşikçi, örneğin bilim adamlarının bilim adına en basit bir olguyu, örneğin Kürtçe’nin ayrı bir dil olmasının inkar etmesini eleştirirken, bunu onların ahlaki olarak dürüst olmadıkları şeklinde bir eleştiriye indirger.
Aslında onların bunu inkar etmelerinin nedeni, tam da devletin din, dil, etni, kültür karşısında tarafsız olmaması, ulusun dile, dine, soya vs. göre tanımlanması ve dolayısıyla bunun politik sonuçları bulunmasıdır. Bilim adamları/kadınları, bu sonuçların var olan egemen sistemle çelişeceğini gördükleri; korktukları, işlerinden olmak istemedikleri; Beşikçi gibi hapiste yatmak istemedikleri için en basit gibi görünen olguları bile inkar etmektedirler. Ancak, örneğin, Kürtçe’nin ayrı bir dil olup olmamasının politik bir sonuca yol açmadığı koşullarda; bütün dillerin eşit olduğu bir toplumda, bilim adamları kişisel kaygılardan azade olarak, (tıpkı bir hayvanın şu veya bu tür içinde sınıflanmasının politik bir sonucunun olmadığı bir biyologlar tartışmasında olduğu gibi) Kürtçe’nin hangi dil ailesinden olduğunu tartışabilirler. Ama bunun için de ulusun dile göre tanımlanmaması gerekir. Yani bilim adamlarının değil, bu sistemin, devletin yapısının değişmesi gerekir.
Bilimsel olarak böyle bir tartışmanın da elbette yeri vardır ve olmalıdır. Biyoloji gibi, türlerin anatomilerinin çok belirgin tanımlar içinde bulunduğu bir bilimde bile, bir çok canlının hangi türe ait olduğu ya da ayrı bir tür mü olduğu yönünde biyologlar arasında bir çok tartışma olur. Özellikle geçiş biçimlerinde bu sınıflama olağanüstü zordur. Bir ornitorenk kuş mudur, memeli midir? Yavruları yumurtadan çıkar ama süt gibi bir sıvıyla besler onları. Ya da öyle ortak yaşamlar vardır ki, ortadakinin bir tek canlı mı yoksa, iki ayrı canlının ortak yaşamı mı olduğu söylenemez.
Biyoloji gibi, sonuçların hiçbir politik anlamının bulunmadığı, yani en azından bu gün için bulunmadığı bir bilim dalında bile bilimin uzak sınırlarında kesinlik böylesine uzak iken, elbet sosyal bilimler alanında veya linguistik alanında bu tür tartışmaların olması son derece olağandır ve de yapılmalıdırix. Politik kaygılardan azade böyle bir tartışmada pek ala en saçma gibi görünen tezler bile, içlerinde belli bir hakikat payı taşıyabilirler ve hakikatin unutulmuş ya da dikkatlerden kaçmış bir yönüne dikkati çekebilir; onun tüm karmaşıklığı içinde kavranmasına katkıda bulunabilirler.
Bu en açık Türkçe, Zazaca ve Kürtçe bağlamında görülebilir. Kürtçe ve Türkçe çok farklı dil ailelerinden oldukları için ortada pek bir sorun yoktur. Ama Zazaca ve diğer Kürt lehçelerinin arasındaki ilişkide bu açıkça ortaya çıkar. Zazaca hem ayrı bir dilin hem de bir lehçenin özelliklerini gösterir. Ama bu tartışmanın bütünüyle, politik sonuçlar dolayısıyla politik kaygılar taşımayan saf bilimsel, linguistik amaçlarla yapılması başkadır, politik sonuçları olacağı düşünülerek yapılması başkadır. Ayrı bir ulus olma hakkının ancak ayrı bir dil ile olabileceğini kabul eden bir anlayış ile bunun bilimsel bir tartışması yapılamazx. Orada artık politik bir tartışma vardır. Bu politik tartışma karşısındaki devrimci demokratik politik tavır ise, ulusun dile ve dine göre tanımlanmasına karşı çıkmak olabilir. Böylece hem ulusal baskıya karşı çıkılmış, hem de bilimsel tartışmanın politik kaygı ve amaçlardan azade olarak yapılmasının koşulları için mücadele edilmiş olur.
Zaten demokratik bir ulusçuluk ve laiklik anlayışı ile sosyal bilimlerde ilerleme arasında korkunç bir ilişki vardır. Din, dil, kültür gibi son derece önemli toplumsal fenomenlerin politik anlamının olduğu bir devlette bu tartışmaların sırf bilimsel kaygılarla yapılması olanaksızdır.
Örneğin, Kürtçe’nin ayrı bir dil olduğundan söz etmenin politik sonuçların olduğu bir sistemde Kürtçe’nin ayrı bir dil olup olmadığı üzerine bir tartışma bilimsel kaygılarla yapılamaz. Beşikçi ise, eleştirisini bir bilim adamı, bir sosyolog olarak bunun olanaksızlığına yoğunlaştıracak ve ulusun örneğin, dile, dine, etniye ve kültüre göre tanımlandığı bir ülkede, tarih ve sosyal bilimlerin bu konuları sırf bilimsel kaygılarla özgürce tartışmasının koşullarının olamayacağını söyleyecek ve devletin yapısını tartışmaya sokacak yerde; devleti bu konuda baskı yapmamaya; bilim adamlarını da korkmamaya, cesur olmaya çağırmaktadır. Bu demokratik bir tavır değildir. Bu son duruşmada ahlaki bir eleştiriden başka bir şey değildir.
Bir sistem insanların veya bilim adamlarının cesur ve yiğit olmaları gerektiğine göre değil, aksine insanların ve bilim adamlarının herkes kadar namussuz, kurnaz, korkak ve çıkar peşinde olduğu varsayımına dayanarak eleştirilebilir. Bilim özgürlüğünü savunan bir eleştiri, devrimci ve demokratik bir eleştiri olmak zorundadır. Yani o korkak ve çıkar peşindeki sosyologların, tıpkı o korkak ve çıkar peşinde olan ama bir canlı türünün şu veya bu aileden sayılmasının politik bir sonucu olmadığı için fikirlerini korku duymadan savundukları için korkak ve çıkar peşinde oldukları görülmeyen, biyologlar veya paleontologlar gibi, bulgularının sonuçlarının kendileri için, bir sorun yaratmayacak koşullarda çalışmasını sağlamayı hedeflemelidir. Bunun ilk koşulu da dil, din, etni, gibi ayrılıklar karşısında devletin nötral olması; yani ulusun, politik olanın bunlara göre tanımlanmamasıdır.
Somutlarsak, örneğin memurlardan dürüstlük ve keyfi olmama beklenmemeli; aksine onların ahlaksız ve keyfi olacakları var sayılarak böyle davranmalarını engelleyecek bir yapı, yani siyasi biçim hedeflenmelidir. Örneğin, bütün memurlar seçilmeli; gelirlerinin ortalama işçi ücreti ayarında olması sağlanmalı; sürekli örgütlü halk tarafından denetlenmeli; memurların tayin ve terfi işlemlerinde onların amirlerinin ya da devletin gizli servislerinin raporları değil; bağımsız memur sendikalarının tutacakları siciller belirleyici olmalı vs.. Böyle koşullarda, en namussuz ve keyfi memurlar bile namuslu ve kurallara uygun davranmak zorunda olur. Aksine bir sistemde, en namuslu memurlar bile keyfi ve namussuz olmak zorundadır.
Yani bilimselliğin koşullarına da karşı çalışır sayın Beşikçi’nin bir şeyleri kanıtlamak için kabul ettiği gizli varsayımlar. Kendisine karşı mücadele ettiklerini silahlandırdığının; kurbanı olduğu sistemi güçlendirdiğinin farkında değildir sayın Beşikçi, bilim adamlarının korkaklığını veya ahlaksızlığını bilimsel gelişme olmamasının nedeni olarak gösterirken.
Dostları ilə paylaş: |