Nevâî hattat idi, ressamdı, musikişinastı, kat’ ve tezhip sanatlarına vakıftı. Bunların hepsinin fevkinde de şairdi. Şiirdeki azametine de şahit olduktan sonra insan, kendi kendine gayrihtiyarî soruyor: Hakikaten büyük olabilmek için insan, daha ne gibi evsafı haiz olmalıdır?
Nevaî; ince ruhlu bir sanatkârdır. Bu ince ruh ve hassasiyete mukarin kuvvetli bir zekâ onu siyasî cephede olduğu kadar ilim ve sanat yolunda da muvaffakiyetten muvaffakiyete uçurmuştur. Zamanındaki tezkere-nüvislerin ifadelerine nazaran hayatı müddetince daima çalışan ve bir lâhza tembelliğe düşmeyen Ali Şir, Asya’da bir büyük şiir dehası olarak doğmuştur. Bu yolda kendinden evvel gelenler yok değildir. Meselâ: Mecalisü’n-nefais adlı tezkeresinde o havalide yetişen şairleri zikreder ki bunların arasında Emirî, Hace Bü’l-Hasan Türk, Mevlânâ, Kutbî, Mukımî, Harimî, Kalender, Lutfî, Yakinî, Sekkâkî, Süheylî gibi Türkçe yazanlar vardı. Bunlardan maada başta Sultan Hüseyin Baykara olmak üzere hanedan azâsı da Türkçe şiirler yazıyorlardı. Herat o devirde büyük bir ilim ve sanat merkezi idi. Bu merkezin en büyük şahsiyeti de Nevâî’nin nasıl bir şair olduğunu mütalâa etmeden evvel onun karakterini tespite çalışalım:
Nevâî evvelâ zengin ve asil bir ailenin çocuğu idi. İyi bir tahsil görmüştü. Sultan “Ebü’l-Kasım Babür”ün sarayında babasının yerine geçen bu genç, esasen şair olan sultanın büyük teveccühüne mazhar olmuş ve “oğlum” hitabı ile taltif ve takdir edilmiştir. Nevâî daha o zaman şiir ile şöhret almaya başlamıştı. Henüz 17 yaşında iken Meşhed’de bir kervansarayda tesadüfen Horasan’ın meşhur şairlerinden Kemaleddin Türbetî ile görüştüğü zaman bu meşhur şairi kendi zekâ ve görüşüne hayran etmişti. Mizacı asabî ve hassastı. Bu halini şiirlerinden anlayabiliriz. Bazen de bariz izler gözükür. Meselâ:
Tuşta gördüm yarnı handan rakibin ötrüde
Reşkdin her lâhza tiş kırçılatırmın uykuda
Ol peri vaslı ara yadımga girse firkati
Tilbeler yanghg tökermin eşk aynı gülgüde
Uykuda dişlerini gıcırdatan, gülerken ağlayan ve bunu ifade eden sanatkâr bize mizacının fazla hassasiyet ve asabiyetini anlatmış olur. Kuvvetli irade ve aklı seliminin idaresi altında o aklı selimi büyük ihtirasların meş’ur hamlelerine sürükleyen bu hassasiyet; bizzarur tatmin edilmeyip hazin ve plâtonik bir aşka tahavvül etmiştir. Nevâyî; evlenmemiş ve bütün hayatını büyük bir titizlikle ilim ve sanata hasretmiştir. Bu ihtibas, onu şiir sahasına yükseltmiştir. Hayatı muhtelif menbalardan takip edilirse bu aşkın hakikaten plâtonik olduğu anlaşılır. Eserleri arasında çok zevk perestane sahifelere rastlamak kabildir. Fakat bunlar hep “keşke olsaydı” temennisiyle nihayetlenir. Meselâ:
Ne hoş bolgay ikülen mest bolsak vasl bağıda
Kolum bolsa anıng boyunuda vü ağzım kulağıda
Visalin sarhoş edici zevklerini vecd içinde andıktan sonra gazelini şöyle bitirir:
Nevayî sen kim’ü-işret demi bilmes misin kim it
Eğer kan içse hem başı görünür öz yalağıda
Onun hassasiyetinden mütevellit derin izzeti nefsini Sultan Hüseyin’in kendisine yazdığı mektuplarda çok ihtiyatlı bir lisan kullanmasından da istidlâl kabildir. Muhakemetü’l-Lugateyn’inden anlaşılıyor ki Nevâî 15 yaş ile 40 yaş arasında birçok aşk geçirmiş ve bu maceralarda sevgilisinin hüsün ve nazım, kendi aşk ve niyazını şerh için gazeller yazmış ve İran şairlerinden birçoğunun asarını okumuştur. Yine o eserdeki bir kayıttan bu asabî ve hassas mizacın garabet perest ve düşvar-pesent yani “orijinalite meraklısı ve güç beğenir” olduğunu anlıyoruz. Bu da onun hilkaten mümtaz yaratılmış bir şahsiyet olduğunu gösterir. Büyük bir tefevvuk aşkı, doymak bilmez bir ilim ve sanat ihtirası. Bu tefevvuk aşk ve ihtirasını da en meşrû yoldan, hiçbir entirikaya tenezzül etmeden şahsî kemalât ile temin etmişti. Böyle hassas ve marazî bir mizaca hâkim kuvvetli bir aklıselim ve irade. İlim ve idare yolundaki muvaffakiyeti, derin şefkatin, yüksek adaleti, bütün hayatınca kendini en mükemmel surette idare edişi, uzvî ilcalarına hâkim oluşu bu hassasiyetle iradenin kuvvetli imtizacından hasıl olmuştur.
Babur Şah der ki: “Ali Şir ne ikbâl ve ne de idbarında etvar ve harekâtım asla tebdil etmemiş nezaket
ve zarafeti zatiye sahibi idi. Gerek evci ikbâlde gerekse hali mübaadetinde, Herat veya Semerkand’da Ali Şir yine o Ali Şir bir merdibî nazîrdi. Mafevklerine karşı edip ve hürmetkâr olduğu gibi hayatı maneviyesinde bir rehnümayi sahib rıza, mesalihi ammeden hengâmı ferağında bir enisi tesliyet bahşa, âsan için takdiratı ile mübtehiç olduğu bir edibi yekta addeylediği Mevlânâ, Camî hakkında fevkalâde hürmet gösterirdi. İkbâl ve idbarında harekâtını tebdil etmemesi nezaket ve zarafeti kendisinde bir itiyat haline getirmesindendir. Bu hareket tarzı kendi şahsî hüviyetini bütün mevkilerin fevkinde telâkki etmesinden ileri gelir. Bu telâkki büyük ve titiz bir izzeti nefse, bu derece titiz bir izzeti nefis de asabiyet ve hassasiyetle beraber kuvvetli bir iradeye delâlet eder.
Zekâsına gelince: Pek küçük yaşta iken zekâsının, etrafındakilerin hayret ve takdirini celbedecek derecede inkişafı, başka şairlerin eserlerinden elli bin beyit ezberlemesi, edebî sanatların çok güçlerinden biri olan muamma sanatında büyük bir iktidar göstermesi ve nihayet zamanının ilim ve edebiyatını otuz seneden fazla bir zaman aksamadan sevk ve idare etmesi, zamanında kendini çekemeyenlerin siyasî entrikalarına mukavemet edip hepsine galip gelmesi zekâ noktai nazarından müstesna bir hüviyette bulunduğunu bize gösterir.
Ruhî hüviyetini hülâsatan çizmeye çalıştığımız şairin edebî hüviyetine bakalım: Pek küçükken şiire başlayan Nevâî, muhitinin tesirine tabi olarak evvelâ Farsça şiirler yazmıştır. Fakat sinni şuura vasıl olunca ki pek genç iken bu şuura ermiştir; Türkçe yazmaya başlamıştır.
Türkçe şiir yazmayı Farsçadan daha güç addediyor. Çünkü Türkçenin incelikleri daha çok, çünkü İran edebiyatı büyük tekâmülünü geçirip klâsik devrini Nevâî’nin dostu ve mürşidi Camî ile kapamak üzere. Yani İran dili işlenmiş. Devir, edebiyatın pek büyük bir rağbete mazhar olduğu devir. Her mecliste şiirler okunuyor, nükteler sarf ediliyor, muammalar söyleniyor. Rağbette olan şekil de gazel ve mesnevî şekilleri. Türkçe şiir işlenmemiş. O zamana kadar Türkçe yazan şairler az. Binaenaleyh bu saha bakir. Nevâî’nin tabiatı ise orta orijinaliteye düşkün ve kendi kuvvetine emin. Türk dilinde vücuda gelecek şiiri düşündükçe heyecan içinde kalıyor. Bu veci, onun gözünün önünde on sekiz bin âlemden daha geniş bir âlem açıyor. Lâkin o âleme kimse ayak basmamış. Çünkü bu hazinenin ejderleri pek yırtıcı, gülleri sayısız dikenle örtülü. Başkalarını korkutup kaçıran bu vahşet onu ürkütmüyor. Uğraşıyor, çalışıyor ve dört büyük divanını vücuda getiriyor: Garaibü’s-sıgar, Nevadirü’ş-şebab, Bedayiü’l-vasat, Fevaidü’1-kiber. Ve derhal bu dört divanın şöhreti dünyanın dört ucuna yayılıyor.
Bunlar gazeliyat. Bir de mesnevî sahası var. Oraya hücum ediyor; o müşkilât ile de pençeleşiyor. Nizamî, Husrevi, Dehlevî ve Camî gibi büyük İran sanatkârlarının eserleriyle boy ölçüşecek derecede değerli mesnevilerini veriyor. Hayretü’1-Ebrar, Ferhadü Şirin, Mecnunu-Leyli, Seb’a-i Seyyare, Sedd-i-İskenderî. O zaman Maveraün-nehir ve Horasan’da mesnevî kültürü bir inkişaf halinde. XV. asır Anadolu şairlerinden, (Behişti) II. Bayezid’in nedimlerinden iken buradan kaçıp Herat’a gitmiş ve Osmanlı edebiyatına o tarz mesnevîyi getirmiştir. Edebiyatın yalnız amelî kısmı ile değil nazarî kısmı ile de uğraşıyor. Aruz hakkında Mizanü’l-evzan’ı yazıyor. Edebiyat tarihini unutmuyor: Mühim bir tezkere-i şuara olan Mecalisü’n-nefa-is‘i vücuda getiriyor. Buna epey mensur eserler de ilâve etmek lâzımdır. Velhasıl Nevâî, bütün hayatı müddetince Türkçenin İran edebiyatı seviyesinde eserlere malik olmasını temin için uğraşıyor. Beşer kudreti de ancak buna müsaittir. Nevâî (Züllisaneyn) yani iki dillidir. Türk ve İran dillerine müsavi bir kuvvetle tasarruf edebiliyor ve salâhiyetle iddia ediyor: “Farsçayı benden iyi kimse yazamaz. Çünkü küçüklüğümden beri İran’ın büyük şairlerinden Emir Hüsrev’i Dehlevî, Hafız-ı Şirazî ve Camî’yi birçok kereler okudum. Belki hepsini ezberledim. Hattâ en orijinal ve güzel olanlarına nazireler söyledim. Hafız tarzında takriben altı bin beyitlik bir divan yazdım. Büyük âlim, sanatkâr ve ediplerin en büyük merkezi olan Horasan’da otuz seneyi mütecaviz bir zaman yaşadım. Bu müddet zarfında bütün büyük şairler ve muhterem fasihler ne yazmışlarsa benim meclisime getirip tashih ettirirler ve fikrimi itirazsız kabul ederlerdi. İtiraz edenleri delillerle ikna edip onların şükran ve minnetlerini kazanırdım.”
Evet o bütün Horasan’ın ilim ve sanat mihrakı idi. Hattâ İran’ın son ve büyük şairi, Camî, eserlerinin müsveddelerini Nevâî’ye okutur, onun ilâve ve tadillerini daima beğenirdi. Ve nihayet Sultan dahi onun sözüne özü bakımından özüne de sözü bakımından büyük değer vererek kendisine (sahip kıran) unvanını veriyordu.
Yukarıda söylediğimiz gibi Nevâî’ye gelinceye kadar İran edebiyatının büyük simaları yetişmiş ve şairimiz bu teessüs etmiş edebiyat içinde şiire başlamıştır. Eserlerinde İran edebiyatından gelme mazmunlar, ekseriyetle bulunduğu gibi Türk dilinin hususiyetleri ve kendi ruhunun orijinalitesi yer yer göze çarpar.
Evvelâ bütün eserlerine şamil olarak şu hükmü vermemiz lâzımdır: Eserleri şeklen hemen daima pürüzsüzdür ve belâgatin hakkı verilmiştir. Çünkü o, mühim bir nazariyatçı ve münekkit idi.
Eserlerinin dinî cephesinde çok kuvvetli tevhitleri ve gazel şeklinde samimi naatleri ve İslâmi esaslara istinat eden didaktik manzumeleri görülür. Tevhitler ekseriya tasavvufîdir. Meselâ gazel şeklinde olan şu tasavvufî manzumeye bakınız:
Zehi zuhur-u cemaling kuyaş gibi peyda
Yüzüng kuyaşığa zerrat-ı kevn bolup şeyda
Yüzüng ziyasıdın er subh aynı içre beyaz
Saçıng karasıdın er başıda sevda
Zuhur-u hüsning ııçun eyleben mezahirni
Bu gözgülerde anıng cilveger kılıp amde
Bu cilve eyledi ol hüsn isteben âşık
Salâ-yı aşkın edip aferiniş içre nida
Biri kabul ile almay anı meğer kim min
Kılıp atımnı zalûm-u-cehûl birle eda
Dimay ki min özü maşuk irür özü âşık
Ki tig-i gayret olup anga nakş-ı gayr-zeda
Nevâî bolmadı tevhid güft ü gû bile fehmû
Meğer ki eylegesin tilni kat-u-cannı feda
Hazreti Peygamber hakkında naatleri de ekseriya gazel tarzındadır. Derin, samimî bir aşkı ifade eder. Nevâî mütedeyyin bir Türktü. Vaktinizi ve dikkatinizi israf etmemek için eserlerindeki didaktik kısımlardan ve bilhassa mesnevîlerindeki tasvirlerden sarfınazar ederek asıl ehemmiyetli kısım olan lirik nev’e geçeceğim: İşte burada şairin hüviyetini buluruz. Nevâî’nin eserini okurken kendimizi Fuzûlî’nin âleminde hissederiz. Lisanın ufak tefek aykırılıkları ortadan kaldırılınca âdeta Fuzûlî’den bir parça okuduğumuzu zannederiz. O da Fuzûlî gibi derin bir aşkın ümitsiz bir hicran ve ıstırabı içindedir.
Zihi kut-u hayatım hecr mühlik derdide yadıng
Eğer lûtfunga lâyık bolmasam yoktur mu bidadıng
Mınga lezzet senin fikring mınga kuvvet senin zikring
Mınga işret senin vaslıng mınga taat senin yadıng
* * *
Sin lebing sorgansalı min kan yutarmın ey habib
Sin mey içgil kim mınga hun-u ciger bolmış nasib
* * *
Ey firakındın mınga gam ruzi-vü-mihnet nasib
Ah kim hecringde öz şehrinde bolmış mın garib
Öz diyarımda bozug könglüm ni yanğlıg tohtasun
Kim irür ahbab hem bigâne mindin hem habib
* * *
İlge açıp izarını gül gibi nevbaharını
Derd-i firak harını kökreğim içre ornatıb
İçim firkat belâsında taşım hecr ibtilâsında
Kanım aşk ıztırabında özüm şevk ıztırarında
Yüzün hecride tofrag oldum ol yanglıg ki yil kopkaç
Kuyaş çıksa pedîdar olmagay cismim gubarında
* * *
Ol belâga örgenip min eyle kim canım çıkar
Görmesem başımda bir saat min-i şeyda belâ
Cam-ı minânı ilingdin koyma bu devranda kim
Yağdurur devr ehli üzre günbed-i mînâ belâ
* * *
İki parmak birle tuttum lâ’lin ol ruhsar ara
Eyle kim bülbül tutar gül yafrağın minkar ara
* * *
Bir kuyaş meş’ali din canıma ur aşk otı
Yok ise şem’-i hayatımını uçurgil ya Rab
Sakıya aşk otı ger yok mey otın ruşen kıl
Ki kül olsun, nefes-i har-u-has-ı renc-ü-taab
* * *
Könglüm örtensün eğer gayrıga perva eylese
Her köngül hem kim sinin şevkıngnı peyda eylese
Özgeler hüsnin temaşa eylesem çıksun gözüm
Özge bir göz hem sinin hüsnüng temaşa eylese
Gayr zikrîn aşikâra kılsa lâl olsun tilim
Özge bir til hem ki zikring aşikâra eylese
Reşkdin canımga her nergis gözü bir şuledür
Bag ara nageh hıram ol şuh-u ra’na eylese
Akıbet canımga yettim ey hoş olmağ kim mini
Bir kadeh birle harabat içre rusva eylese
Dehr şuhiga Nevayî sayd bolma nice kim
Gün izarı üzre tün zülfün mutarra eylese
* * *
İstemin kim aşk mindin özgeni kılgay esir
Hiç kesge bolmasın ya Rab mınğa bolgan belâ
Vaslıda reşk öltürür hicranda gam veh kim mınga
Vasl ara bolgan belâ-vü hecr ara bolgan belâ
Nâsihâ aşıklığımını men’ kıldıng bilmeding
Kim nasihat birle def’olmas kaza bolgan belâ
Ol peripeyker ki hayran bolmış ins-ü-can anga
Kim ki hayranı imes min tilbemin hayran anga
* * *
Cevr-ü-zulmüng gerçi ölmeklik nişanıdur mınga
Çünki sindindür hayat-ı cavidanidur mınga
0l periveş aşkıdın nâsih mini men’ etme kim
Tilbelik vakti-vü-aşıklık zamanıdur mınga
* * *
Mınga ni menzil-ü-me’va iyan ni hanüman peyda
Ni canımdın eser zahir ni könglümdin nişan peyda
Hıred mahfi beden fani köngül gaib tarab ma’dum
Barı sehl irdi bolsa ol büt-i namihrban peyda
* * *
Cemalin eyle ulus gözidin nihan ya Rab
Nihan otumnı anıng könglige ıyan ya Rab
Ayagı çünki yiter asitanı tofragına
Başımnı eylegil ol hâke asitan ya Rab
Nevayî ahını yitgür anga veli koyma
Anıng cemalige bu duddın nişan ya Rab
Bu misallerde görülüyor ki Nevâî, o devir ve estetik telâkkisi içinde ümitsiz aşkını derin bir hicranla terennüm etmiştir. Şairin birkaç tasvir parçasını görelim:
Meyhaneden çıkan bir dilberi şöyle tasvir eder:
Veh ki ol muğbeçe her dem ki çiker bade-i nâb
Kozgalur arbedesindin bu kühen deyri harab
Yaka çâk-ü-özü bibâk-ü-bilide zünnar
Bir iligide fiçak bir kolıda cam-ı şarab
Gözü islâm ilinin canın alurga katil
Zülfü takva ilinin boğzıdın asmakga tınab
* * *
Böyle hâlette gözü tüştü mınga-vü-külüben
Yüz tiimen lûtf-u-kerem birle bu nev’etti hitab
Kim eya rind-i vefa-pişe-vü-mihr-endişe
Gelip iç kadeh-ü-çikme humar içre azab
Yügürüp tüştünı ayagıga-vü-tofrag öptüm
Birdi mey ilgime hayvan suyu alıda şarab
Çiktim-ü-huş yüzin görmedim andın songra
Tüşmüşem kûy-i harabat içide mest-i harap
* * *
Ey Nevâî anga kim bar ise bu rah nasîb
+*Å áP> ê}à ü}˝h0 ê~}! =àJ
Tüşti yil keyfiyyetidin suga gül yafragları
Yoksa meydin zahir oldı güller ol ruhsar ara
* * *
Şam-ı gam ahım dûdudur ol dûd ara her yan şerer
Bilgil nuhuset encümü bu şam-ı kıyr-endûd ara
* * *
Karar-ı akl-ü-huşum aşkıng otı birle çörgendi
Semum isti belâ deştide kalgan kârvanımga
* * *
Görmegen müşkin sehab içre peyapey saika
Dûd-u ahımdın demadem şuleler gör mülteheb
* * *
Sikridi çünki semending didi akl
Berk bolmış mu kuyaşka merkeb
* * *
Lûtf gör kim suda gül aksi misillik görünür
Hulle nazüklügidin her sarı nazük bedening
* * *
Ey elif dik rast kadding hasreti canlar ara
Cism içide can gibisin barça sultanlar ara
Kuşka ohşar kim tikendür aşiyanı ya köngül
Tirbaran-ı gamıngdın kaldı peykânlar ara
Gam tapar hecringde eşkim içre könglüm paresin
İş günü tapkan gibi il gayibin kanlar ara
* * *
Ta havayimin ol ay hecride andag kim bulut
Tagka herdem bozlanurmın yaş töküb feryad itib
Ün çikermin aşk ara bir nergis-i câdû görüb
Baglagan it dik ki feryad eylegey âhû görüb
Şimdi Fuzûlî ile mukayese edip Nevâî’nin Fuzûlî’ye olan tefevvuk noktalarını arz edelim:
1. Evvelâ kemmiyet bakımından Nevâî Fuzûlî’den çok daha velûd ve muazzam bir sanatkârdır. Eserleri meydanda.
2. Nevâî, Fuzûlî’den önce gelmiş ve Fuzûlî’de bizi teshir eden melânkolik ve hazin aşkı müessir şekilde terennüm etmiştir.
3. Türk dilinin tekâmülü için çok kısır bir sahada ve çok emek sarf ederek mücadele etmiştir.
4. Nevâî, kullandığı dilin ince nüanslarını ve vüs’atini daha muvaffakiyetle, daha fesahatle kullanmıştır.
5. Yine muhitin ve dilin icabı olarak Nevâî, klâsik sahadan taşmış ve Fuzûlî’den daha çok orijinal olmuştur.
6. Estetik telâkkisi, bence Fuzûlî’den daha mütekâmildir. Fuzûlî, çok defa hüzün ve elemini adeta yaranın üstüne basarak ifadeye çalışır. Nevâî ise hiçbir şey söylemez gibidir. Fakat çok şey söyler. Daha tatlı ve hazin, daha ince ve zariftir. Meselâ şu gazel baştan başa ne kadar nefistir:
Bahar boldı-vü-gül meyli kılmadı könglüm
Açıldı gonca ve likin açılmadı könglüm
Yüzüng hayali bile valih irdi andak kim
Bahar kitken-û kilkenni bilmedi könğlüm
* * *
Yüzüng nezareside mahv-i mest idi ya’ni
Ki gül çağıda zamani ayılmadı könglüm
Nevayî gonca tileb könglüm agzın itti heves
Egerçi tapmadı likin yangılmadı köngliim
* * *
Şu muhammesini okuyalım:
Ah kim valihmin ol serv-i hıramandın cüda
Gözlerim giryandur ol gülberg-i handandın cüda
Binevadur can dagi ol hur-ı Rıdvandın cüda
Eylemes tutî tekellüm şekkeristandın cüda
Kılgalı mahrum cam-ı vaslıdın canan mini
Telhkâm itmiş tiriklik badesidin can mini
Her zamani öltürür gam zehridin hicran mini
* * *
Her ölümdin imiş mımdın song ey devran mini
Eylegil candın cüda kılgunca canandın cüda
Fuzûlî Nevâî’den çok müteessir olmuştur. Esasen Nevâî’nin şöhreti daha hali hayatında iken Türk ellerine yayılmıştı. Lâtifî tezkeresi Nevâî’nin şiirlerinin ilk defa Câmî ve Nevâî’nin tavsiyesiyle İkinci Bayezid’e gelen Basirî adlı bir şair tarafından Rum diyarına getirildiğini yazıyor. Fuzûlî Şarktaki Çağatay şairlerini ve Garptaki Anadolu şairlerini iyi tanıyordu. Divanının mukaddemesinde bundan bahseder. Leylâ ve Mecnun’unda da:
Olmuştu Nevâî-i sühandan Manzur-u Şehenşeh-i Horasan
diyor. Ahdî tezkeresinde Fuzûlî (Guftar-ı Nevâî ayin’i Türkân-ı Moğol yanında mezkûrdur) dediği gibi bir tezkerede de Nevâî’ye karib bir tarz-ı hassı vardır, kaydı mevcuttur.
Bunlardan hiç bahsedilmese dahi Fuzûlî, o kadar Nevâî’nin havası içinde yaşar ki dil hususiyetleri olmasa bunları birbirinden ayırt etmek güç olur.
Fuzûlî Nevâî’den çok istifade etmiştir. Şöyle sathî bir bakışla aralarında epey müşabehet göze çarpar. Meselâ:
Nevâî:
Ey Nevayî kâş yüz canıng olup canendin
İstemey bir vasl barın rayegân kılsanğ feda
Fuzûlî:
Bin can olaydı kâş men-i dilşikestede
Ta her biriyle bir gez olaydım feda sana
Nevâî:
Talpınurmın eşk ara her dem ki tişler lâ’lini
Kim tengizge tüşse can vehmidin eyler ıztırab
Renc-ü-za’fım bolmış andag kim sorar kilken ulus
Hâlim eylerler sual amma işitmesler cevab
Fuzûlî:
Ey soran hâlim bu istiğna sualinden ne sûd
Hâlim eylersin sual amma işitmezsin cevab
Nevâî:
Tapıban Ferhad ile Mecnun tarik-i âfiyet
Aşk bidadı ara yirde mini rüsva kılıb
Ey hoş ol rind-i harabatî ki mest olgan zaman
Dehrge hükmin sürüb gerdunga istigna kılıb
Fuzûlî:
Ferhada zevk-ı suret Mecnuna seyr-i sahra
Bir rahat içre herkes ancak benim belâda
Nevâî:
Ol mini sormakka her dem hançer-i hicran çikib
Min ayagıdın başım almay yolıda can çikib
Ol içib il birle ruh-efza kadehler aşîkâr
Min belâ camıda zehr-i gussayı binhan çikib
Fuzûlî:
Ey beni mahrum edip bezm-i visalinden müdam
Gayrı hân-ı iltifatı üzre mihman eyleyen
Nevâî:
Dilberi alide Mecnun nakd-i can sarf itmedi
Ey Nevayî aşk etvarı müsellimdür mınga
Fuzûlî:
Aşk etvarın müsellem eyledi gerdun bana
Şöyle kim yeldi yügürdü yetmedi Mecnun bana
Nevâî:
Yarege koygan pamuglardın durur başımga taç
Lâ’l-ü-yakut eylemiş ol tacga ziver yara
Fuzûlî:
Penbe-i dag-ı cünun içre nihandır bedenim
Diri oldukça libasın budur ölsem kefenim
Tanınmış büyük şairlerimizin meşhur beyitlerinde de Nevâî’nin izlerine rastlamak kabildir. Meselâ:
Nevâî:
Mehveşâ, serv-kadâ, lâle-ruhâ, sim tenâ
Çare kıl kalmadı sabrım gam-ı hecringde yana
Ahter-i sa’d sinin dik ki togubdur gûya
Kim kuyaş irdi ata-vü-tolun ay irdi ana
Nedim:
Atan anan senin var ise mihr-ü-mahdır cana
Ki bir bakışta mihre bir bakışta maha benzersin
Nevâî:
Dime bu âlemde ol ay hûb ya cennetde hûr
Görmemişim andağın dagı irür mundagı hub
Bâki:
Seni Yusufla güzellikte sorarlarsa bana
Yusufu görmedim amma seni ra’nâ bilirim
Onun edebiyatımız üzerindeki tesiri büyük inkâr edilemez. Çünkü Seyh Galib’e kadar gelen şâirlerimiz münhasıran Nevâî’yi anlamak için Çağatayca öğrenirler ve onun eserlerini okurlar ve hattâ tanzir ederlerdi. Nevâî dili için hususî lûgatler yapılmıştır. Bu suretle büyük ismini bir Türk lehçesine alem olarak veren ve kullandığı dili, ruhunun derin kudret ve ateşi ile Türk dilinin her tarafına yayarak Şark’ta, Şimal’den Hindistan’a kadar büyük bir millî vahdet yaratan Nevâî,yi tanımamak büyük bir hatadır. Ne yazık ki bazı dil hususiyetleri onun nefis şiirlerini anlatmaktan bizi mahrum ediyor.
Hülâsa Nevâî, Türk faziletinin erişilmez bir şahikası, Türk edebiyatının muazzam bir âbidesi, Türk milliyet perverliğinin şuurlu bir önderi…
Fakat bunların hiçbiri hissediyorum ki onu hakikî büyüklüğü ile canlandıramıyor. Irkımın kudreti önünde duyduğum bu aczî takdis ederim.
Nevâyî-Bâbür Çağının Tarihi ve
Edebî Şahsiyetleri
DOÇ. DR. BİLâL YÜCEL
Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
arihçiler tarafından “Timurlular Devleti” konusu içinde devlet adamlığı yönüyle işlenen Ali Şîr Nevâyî (1441-1501) ile “Bâbürlüler Devleti”nin kurucusu olan Zahîrüddin Muhammed Bâbür (1483-1530), dil ve edebiyat alanlarındaki üstün yetenekleri sayesinde yaşadıkları coğrafyayı ve çağı aşmış iki büyük şahsiyettir. Farklı devletlere mensup bu iki edibin birlikte zikredilmesi, Türk dilinin doğu kolunun “Çağatay Türkçesi” ismiyle klâsikleşerek yazı, edebiyat ve devletler dili hâline gelmesini sağlamaları sebebiyledir. Bu yazıda, Orta Asya Türk illerinin ortak yazı dili olma kimliğini beş buçuk asır taşıdıktan sonra günümüzde başlıca Özbekistan ve yakın çevresi ile Doğu Türkistan’da yeni şekilleriyle varlığını devam ettiren bu edebî lehçemizin 1450-1550 yıllarına tarihlenebilen “Klâsik Çağatay Edebiyatı Dönemi” yahut “Nevâyî-Bâbür Çağı” içinde yaşayıp hem tarihçilerin hem de dil ve edebiyatçıların ilgi alanına giren şahsiyetler ele alınacaktır.
Giriş
Çağatay Türkçesinin dil ve tarih sahnesine çıkışı, kökeni ve niteliği ile tarihî dönemleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.1 Çağatay Türkçesi; Türk dilinin Köktürk (Göktürk) (VII-IX. yy.), Uygur (VIII-XI. yy.), Karahanlı (XI-XII. yy.), Hârezm (XIII-XIV. yy.) çizgisinde gelişen kolunun XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren doğuda devam eden şeklidir. Hârezm Türkçesinin içinde şekillenerek yazı dili hâline gelen iki lehçemiz vardır. Bunlardan biri Orta Asya’daki Türk dünyasının kuzeyinde gelişen Kıpçak Türkçesi, diğeri ise Maveraünnehr’in (Maveraünnehir) doğusunda gelişen Çağatay Türkçesidir. Kıpçak Türkçesi XIV-XV. yüzyıllarda eserler vermiş, XVI. yüzyılda güneydeki kol (Memlûk Kıpçakçası) Oğuzcalaşmış, kuzeydeki kol ise yazı dilindeki yerini Çağatay Türkçesine bırakmıştır.2 Bir başka söyleyişle Çağatay Türkçesi, XV. yüzyıl ortalarından itibaren, Anadolu ve Azerbaycan dışındaki -Oğuz koluna mensup Türkmenistan dahil- bütün Türk topraklarının ortak yazı dili olmuştur.
Dostları ilə paylaş: |