Türkler İle Moğolların Irkî Münasebetleri / Cihat Cihan [s.278-286]
Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
A. Türklerin Anayurdu, Göçleri ve Komşuları
Türkler, dünyanın yaşayan en eski kavimlerinden birisidir. Türk tarihini değerlendirirken, onu hem zaman hem coğrafî bakımdan diğer toplulukların tarihinden ayıran şu noktaların göz önünde tutulması gerekir:
1- Diğer milletlerin fertleri toplu olarak bir arada bulunduğu için, onların herhangi bir süre içindeki durumu açıkça tespit ve tetkik edilebilmektedir. Halbuki, dağınık şekilde yaşayan Türk kitleleri birbirlerinden farklı gelişme yolları tâkip ettiğinden, Türk tarihini belirli zaman kesiminde bir bütün hâlinde değerlendirmek kolay olmamaktadır.
2- Tarihleri sınırlı olup, belirli bir coğrafî çevre içinde cereyan eden diğer milletlerin yayılmaları da aynı vatan toprakları içinde meydana gelirken, çeşitli Türk kütleleri asırlarca yeni yurtlar aradıklarından, tarihî mekânları farklılık göstermiştir.
Bu coğrafî ve siyasî bölünme neticesinde bir kısım Türkler atlı göçebe bozkır kültürüne mensup olurken, diğer bir kısmı yerleşik hayata bağlanmıştır. Aynı zaman dilimi içerisindeki Türk kütleleri, bir bölgede siyasî nüfûzunu kaybederken, diğer bölgelerde iktidârın zirvesine ulaşmışlardır. Bu sebeple Türk tarihi eski yeni birçok milletlerin tarihi ile bir arada, hattâ iç içe gelişmiştir.1 Türklerle aynı coğrafyayı paylaşan Moğollar da, bozkır kültürünün bir üyesi olarak bu tarihî karmaşa içerisinde yer almışlardır. Moğolların soyu ve Türklerle komşuluk ya da akrabalık meseleleri konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Türkistan tarihi büyük ölçüde boylar tarihidir. Boylar ise sık sık göç eder, hareket halindedirler.
Başlangıçtan itibaren Türk tarihi coğrafî kaderin çizdiği bir akış gösterir. Türkler Asya’da coğrafî bir bütünlüğe ulaşamamışlardır. Doğal korunması olmayan hudutlarının2 çevresindeki birden fazla güçle, birden fazla cephede mücadele etmek mecburiyeti olan bir “iç devlet” olarak kalmışlardır. Asya Türk devletlerinin mücadele içinde bulunduğu Çin, daha fazla coğrafî bütünlüğe sahipti. Moğolların da Çinlilere nazaran daha az, fakat Türklere göre daha fazla coğrafî bütünlük imkânları olmuştur. Moğollar ve Çinliler, “kenar devlet” olabilmişler ve bundan yararlanmışlardır.3
Millet ve devlet adı olarak “Türk” kelimesi, ilk defa Çin’de Chou Sülâlesi (557-579) yıllığında, Batı’da Bizanslı tarihçi Agathias’in (ölm. 582) eserinde; Arapçada Câhiliyye devri şâiri Nâbi-ga’t’uz-Zubyânî’nin (ölm. M. 600’e doğru) Divân’ında ve Slavcada XII. asır “İlk Rus Kroniki”nde zikredilmiştir.4 Türk kelimesi, Kök Türk (Göktürk) Hakanlığı’nın kuruluşundan itibaren önce bu devletin, daha sonra bu devlete bağlı, kendi özel isimleri ile de anılan, diğer Türklerin ortak adı olmuş ve zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade etmek üzere millî bir isim haline gelmiştir.5
Kentey Dağları, Tula, Kerulen, Onan ve İngoda nehirleri çevresinde yerleşen Moğollar, Pelliot ve Eberhard’a göre muhtemelen T’ang Devri’nde hatta belki de Wei Sülâlesi Çağı’nda aşağı Kerulen nehri civarında Shih-wei diye anılan kavmin ahfadıdırlar. Bu kavmin Meng-wu adlı adlı bir oymağı vardı. Belki de bu söz, Moğol adının ilk şeklidir.6 XII. asırda Kuzey Çin’de hüküm süren Kin Sülalesi’ne karşı isyan etmiş olan beylerin idaresi altındaki küçük bir topluluk ismi olduğu söylenen Moğol kelimesiyle ilgili olarak, Kin (Kin-şi) vekayinamelerinde 1147’de bu Moğollar ile sulh yapıldığı ve 1161’de ise, Meng-ku-ta-ta’ya (Moğul Tatarları) karşı sefer yapıldığı kaydedilmiştir.
Bu ülkenin son hükümdarı ise Kutula Kağan idi.7 Kutula Kağan zamanında, ortadan kalkan Moğol soy adını8 Cengiz Han yeniden diriltmiştir. Cengiz, kabilesi için Moğol tabirini kabul ederken kendisini Kutula Kağan’ın halefi ilân etmiş onunla akrabalığını da ileri sürmüştür. Moğol kelimesi Cengiz Han Devri’nde resmi bir tabirden ibaret idi, milletin kendisi tarafından kullanılmıyordu. Bununla beraber Yüan Sülalesi’nin resmî yazılarında Moğollar’a ve onlarla birleşmiş kavimlere Çin’de Moğol, Moğolistan’da Tata (Tatar) denilmektedir.9
1. Türk ve Moğol Anayurdu
İnsanlığın ve medeniyetin ilk izlerine rastladığımız Orta Asya,10 Türklerin ve çeşitli milletlerin oturduğu, yayıldığı ve devamlı bir hareketlilik içinde bulunan bir bölgedir. Türklerin anayurdu da hiç şüphesiz Türkistandır. Kaynakların yetersiz olması sebebiyle bilhassa M.Ö. ve M.S.’ki 4-5. yüzyıl Türkistan tarihi hakkında kesin bilgilere ulaşamamaktayız. Zaman zaman doğudan Çinlilerin Türkistan içlerine kadar yaptıkları seferlerle birlikte, batıdan gelen ve çeşitli bölgelere yerleşen Batılı kavimlerin de (Germen, Aryanî gibi), savaş veya kültürel tesir ile etkisiz hale getirilmeleri; XIII. yüzyıldaki Moğol istilâsının bile kısa sürede bertaraf edilmiş olması bu coğrafyadaki Türk medeniyetinin köklerinin sağlamlığını göstermektedir.
Tarihçiler, Çin kaynaklarına dayanarak, Altay Dağlarını Türklerin anayurdu kabul ederken, sanat tarihçileri Tanrı Dağları-Kuzeybatı Asya sahasını, bazı kültür tarihçileri İrtiş-Urallar arasını veya Altaylar-Kırgız bozkırları arasını veya Baykal Gölü’nün güneybatısını göstermişlerdir. Bâzı filologlar ise Altaylar’ın doğusunun veya Kingan sıradağ bölgesinin ya da 90. boylamın doğusunun Türk anayurdu olması gerektiğini düşünmüşlerdir.11
Türkistan’da S. V. Kiselev ve S. S. Çernikov tarafından yapılan arkeolojik araştırmalar M.Ö. 2. binden daha önceki durumu, yâni Türk anayurdunu tespitte daha kesin neticeler vermiştir. Buna göre, Minusinsk bölgesindeki Afanasyevo kültürü (M.Ö. 2500-1700) ile bilhassa aynı bölgedeki Andronova kültürünün (M.Ö. 1700-1200) temsilcileri olup etraftaki dolikosefal mongoloidlerden ve keza dolikosefal “Akdeniz tip”lerinden farklı bulunan “brakisefal savaşçı beyaz ırk” Türk soyunun proto-tipi idi ve Taş Devri’nin ilk çağlarından itibaren Altay-Sayan Dağlarının güneybatı bölgesinde (yaklaşık olarak Minusinsk-Tuva-Abakan bozkırları) yaşamakta idi.12
Moğolların ilk yurtları ile ilgili olarak ana kaynaklarda muhtelif bilgiler mevcuttur. “Aslında Tatarlar daha kuzeyde yaşarlarmış. Yani Mançurya bölgesinde. Burası büyük bir düzlükmüş”.13 “Tatarların oturdukları, doğup büyüdükleri yerler ziraata elverişli olmayan yerlerdir. Onların ülkesinin uzunluğu ve eni yedi sekiz aylık bir yoldan fazladır. Doğusunda Hitay, batısında Uygur, kuzeyinde Kırgız ve Selenga, güneyinde ise Tangut ve Tibet bulunur.”14 “Tatarların dış memleketlere yayılmalarından önceki ilk yurtları malûm bir vadi idi (?) yani dünyanın şimali şarkındaki büyük ova idi. Bunun boyu ve eni sekiz aylık seyahatti. Memleketleri şark tarafından Uygur Türklerinin memleketine, kuzey tarafından Salapgay (Seber, Sibirya) denilen memlekete, güneyden Hindistan’a kadar uzanıyordu”.15
Bu bilgilerin ortak noktası Moğolların ilk yurtlarının kuzeyde Türklerin doğusunda olduğudur. Moğollaştırılan Oğuz Destanı’nda da bunların Oğuz’un amcazadeleri olup ona karşı çıktıkları için kuzeye sürüldükleri, sürekli gamlı olmaları sebebiyle onlara Muval adının verildiği görülmektedir.16 Ermeni Rahibi Grigor da, Moğolların kendi yurtları olan Türkistan’dan çıkarak şark taraflarında bir yere gittiklerini orada vurgunlarla geçinip uzun bir zaman çok fakir bir hayat sürdüklerinden bahsetmektedir.17 Grigor’un konuyla ilgili bilgileri bizzat Moğollardan öğrendiğini bilmekteyiz. Bu da Moğolların Reşideddin’de olduğu gibi Türkistan’a ve Türk soyuna ait olma çabalarının bir başka göstergesidir. Aksi takdirde Moğolların bozkırdan kuzeye ormanlık bölgeye çok önceleri Türkler tarafından sürüldüğü akla gelmekle birlikte kültür tetkikleri bu düşünceye imkân vermemektedir.
Türkçe ve Moğolcadaki orman hayvanlarının isimlerinin, sayıların ve akrabalık ifade eden kelimelerin birbirinden farklı olduğu tespit edilmiştir. Halbuki bozkır hayvanlarının isimleri her iki dilde de müşterektir. Bu durum, Türklerle Moğolların eskiden farklı coğrafyalarda yaşadıklarını ve sonraları münasebet kurduklarını gösterebilir.18 Eğer Türkler ve Moğollar arasında ırk, vatan ve dil birliği olsaydı, her iki kavmin ilk devirlerinde, kan bağını muhafaza ettikleri kabile hayatında özellikle aile arası akrabalığa dair isimlendirmelerde benzerlik olması gerekirdi.
Türklerin anayurdu ile ilgili hâlen kesin bir sonuç bulunmamakla birlikte, Hazar-Aral sahası ile Orhun-Selenga kıyıları bu konuda önem kazanmaktadır. Moğolların asıl toprakları ise Türk ana yurdundan binlerce kilometre kuzeyde Mançurya ile Baykal gölü etrafındadır.19
Bilindiği üzere, bir memleketin iklimi, üzerindeki halkın ruh ve beden yapısının teşekkülünde önemli ölçüde rol oynar. Ormanlık bölgelere hiç girmeyen (Altaylar istisna edilirse) Türkler, daima bozkır coğrafyasının tesirinde kalarak savaşçı ve teşkilatçı olmak zorunda kalmışlardır. İlk Moğol grupları olan Shih-weilerin coğrafyası ise alçak olduğundan rutubetlidir. Yazın çok sıcak ve yağmurludur. Kışın ise her tarafta şiddetli soğuklar hüküm sürer ve bu mevsimde kesif karanlıklar oluşur.20 Bu iklimin insanı başkalarına tabiî olmaktan kendini kurtaramamış, önemli bir siyasî teşekkül kuramamıştır. Ancak Meng-wu Shih-weileri gittikçe batıya doğru kayarak bozkır iklimi dairesine girecekler ve Türklerden atlı göçebe bozkır kültürünün unsurlarını alarak tarih sahnesinde kendilerini hissettirebileceklerdir. Bu hareket sonucu Moğollar, Kadırgan dağlarının kuzey bölgelerinden, batıya ve doğuya doğru yayılmışlardır. Moğolların güney bölümleri ise, aynı dağların güney uçlarından yayılarak, Çin’in kuzey sınırlarına kadar sokulmuşlardır.21
2. Antropolojik Tasvirlere Göre
Türkler ve Moğollar
Tarihte, Türk toplulukları hakkındaki antropolojik tavsifler oldukça karışıktır. Gerek Çin yıllıklarında,22 gerek Batı kaynaklarında23 Türkler daha çok Moğol tipinde (sarı renkli ve dolikosefal) tasvir edilmişlerdir.24 Eski Hıristiyan ve Müslüman kaynakları doğuda efsânevî bir Ye’cüc ve Me’cüc kavmi bulunduğuna inanmışlar, bu sebeple o bölgede yaşayan diğer kavimleri onlar gibi ve Mongoloid göstermişlerdir. Bu edebî ananenin Müslüman oluncaya kadar Türkler, daha sonra da Moğollar için kullanıldığı mâlûmdur.25
Eski çağlarda Türklerin “mongoloid” gösterilmeleri, bu iki bozkırlı kavmin sıkı münasebetleri ile açıklanabilir. Türklerin tarih boyunca en sıkı temasları yakın komşuları Moğollarla olmuş, kalabalık Moğol kütleleri Türk idaresine alınmış (Asya Hunlarında, Tabgaçlarda olduğu gibi) ve bunlar Türklerle birlikte geniş kapsamlı göç hareketlerine katılmışlardır (Batı Hunlarında ve Avarlarda olduğu gibi).
Asya’da M.Ö. 3000’den itibaren mevcut kurganlardan çıkarılan iskeletler üzerinde yapılan araştırmalara ve kaynaklardaki bilgilere istinaden Türklerin antropolojik özellikleri şu şekilde tasnif edilmektedir: Brekisefal kafatası, koyu renkli saç, hafif esmere çalan beyaz (buğday rengi) ten, orta boy (ortalama 167 cm.), uzunca beyzî (değirmi) yüz, hafif çekik, fakat mongoloid olmayan göz (badem), orta gürlükte sakal ve bıyıktır.26
Irk antropolojisinin sonuçlarına göre: Türklük, üç büyük ırk ailesi (Europid, Mongoloid ve Negrid) içinde Europid ırkına bağlıdır. Europid grubunun kuzey bölümünde pigmenti az olan açık saçlı ve açık tenli teuto-nor-dicus, dalo-nordicus ve Doğu Baltık ırkları; ortada, Orta Asya içlerine kadar uzanan bölümde esmer alpin, dinarid ve turanid ırkları; güney bölümünde siyah saçlı, koyu esmer tenli ve kara gözlü mediterran, taurid ve indid ırkları bulunmaktadır. Baltıklı, alpin, dinarid ve turanid ırklar brakisefal, diğerleri ise dolikosefaldirler.27
Dünya ilim alemince kabul edilen ve bizzat Moğolların temsil ettikleri ayrı bir ırk örneği vardır ki, buna doğrudan doğruya “Mongoloide” denmiştir. Bu ırk Türk ırkından büyük farklarla ayrılmaktadır. Mongoloid ırk tasvirine ilk defa Heredot’un eserinde rastlanır. O, İskitlerin ötesinde basık burunlu bir kavmin mevcudiyetini belirtmektedir.28 IV-VI. asır Latin müellifleri, daha ziyade, Hunlar arasında çok miktarda mevcudiyetinden şüphe olmayan ve garplılara pek garip görünen Moğolları şöyle tasvir etmişlerdir: “Boyları kısa, vücutlarının alt yanı çelimsiz fakat üst kısmı kalın, omuzları geniş, başları haddinden fazla büyük, renkleri esmere yakın sarı, elmacık kemikleri çıkık, burun yassı, gözler küçük çukur fakat canlı, sakalsız…”.29
Moğollar XIII. asrın ilk çeyreğinde büyük istilâlarının başlangıcında dış görünüşleri itibarıyla Yakın Doğu müelliflerinin de dikkatini çekmişlerdir. Bu müellifler de Moğolları tarif ederken, Türklerden farklı olan taraflarını tespit etmişlerdir. Bağdatlı Muvaffakuddin Abdüllâtif bunlardan birisidir. Harzemşahların (Harezmşahlar) son günlerinde Yakın Doğu’da seyahatler yapan bu tabip gördüğü Moğollar hakkındaki müşahedelerini hatıratında kaydetmiştir ki, O’na göre; “Tatarlar Türklere nispetle daha yayvan yüzlü, daha geniş göğüslü, kol ve bacakları daha küçük, renkleri daha esmerdir.”.30 Bu kayıtta Moğolların Türklerle mukayese edilmesi dikkat çekicidir.
Yine XIII. asırda Ermeni Grigor memleketine ilk defa gelen Moğolları şu şekilde anlatır: “Bunların başları öküz başı gibi büyük, gözleri kuş gözü gibi küçük burunları kedininki gibi yassı, çeneleri köpek çenesi gibi çıkık, belleri karıncanınki gibi ince, bacakları domuzunki gibi kısa ve sakalları hiç yok.”31 Aynı farkları kaydeden başka bir müellif de İbnü’l-Furât’tır. İbnü’l-Furât, XIV. asırda, bir casusluk vakası münasebetiyle önemli rol oynayan Doğlat kabilesinden bir Moğolu şöyle tanıtmaktadır: “Büyük yüzlü, çekik dar gözlü, tüysüz, çenesinde hiç sakal yok”.32 Bütün bu kayıtlar Moğolların antropolojisini ve Türklerden farklı taraflarını ortak noktalarla izah eden tarihî müşehadelerdir.
Anadolu Türkleri de turanid ırkının daha ziyade “taurid”, diğer bir tabirle Ön Asya unsurları ile karışmışlardır. Bazı nazariyelere göre münferit Türk oymaklarına da Moğol kanı karışmıştır. Moğollar ise europit ırktan olmayıp “sinid” ve diğer Doğu Asya kavimleri ile birlikte “mongoloid” ırkındandırlar. Türklerin arasında, batıdan doğuya doğru gidildikçe, bu ırkın vasıflarını gösteren gruplara rastlanır.33
3. Asya’da Irkların Ortaya Çıkışları ve Yayılmaları
Altay Dağları ile Sayan dağlarının güneybatı kısımları, Taş Devri’nin ilk çağlarından itibaren brakisefal beyaz bir ırk tarafından iskân ediliyordu. Bu ırk, bir yandan Tanrı Dağları bölgesine yayılırken; diğer yandan da bugünkü Kazakistan içlerine doğru sızmıştı. Güney Sibirya, henüz bütün özellikleri ile iyice belirmiş yerli bir halka sahip değildi.
Daha sonraları Güney Sibirya’da, beyaz bir ırkla; mongoloid ırkların karışımından yeni bir ırk doğmakta idi. Uzun bir süre devam eden ırkların bu karışımı, M.Ö. 3. binde ve 2. binin başlarında, Güney Sibirya halkını mongoloid bir hale sokmuştu. Batı Türkistan ve Pamir bölgelerinde ise Akdeniz ırkına benzer dolikosefal bir ırk bulunuyordu.34
Altay, Yukarı Yenisey ve Tarım Havzası’nda M.Ö. 3000’den önce Mezolitik kültürler mevcuttur. Daha sonra Neolitik taş alet tekniği görülür, fakat bu devrin belli başlı karakteri olan ziraat çok az veya hiç yoktur. Ormanlık bölgelerde Mongoloidler, bozkırlarda ise beyaz ırk yaşamaktadır. Tibet yaylasının yaşanabilir bölgelerinde ise yine Mongoloidler görülmektedir.35
M.Ö. 2. binin başlarında da Altay Dağları’ndaki kavimlerin ırk saflıklarını hâlâ muhafaza ettiklerini antropolojik tetkiklerden anlamaktayız. Güney Sibirya’da ise Mongoloid ırklar hâkim bir durumda idiler. Fakat, 2. binin başlarında birdenbire bu Mongoloidlerin kovulduğunu ve yerlerine batıdan gelen bir kavmin yerleştiğini görüyoruz. Bu yeni akının Altaylar’dan gelmiş olması da muhtemel gözükmektedir. Altay Dağları ile Güney Sibirya, bu çağın başlıca iki kültür merkezidir. Her iki kültür de artık Oğuz tipinde beyaz bir ırk tarafından temsil edilmekteydi. Batı ve Doğu Sibirya ile Moğolistan’ı ve hatta batıdaki Urallar’ı dahi kendi nüfuz sahası içine alan bu kültürün sahibi Türklerin ataları idiler.36
M.Ö. 1700 tarihinden itibaren Orta Asya’da göçebe ve muharip bir kavme ait kültürün yavaş yavaş hâkim olmaya başladığını görmekteyiz. “Andronovo insanı” şeklinde adlandırılan bu ırk, Altaylar’ı ve Tanrı dağlarını kaplamış olup, Kök Türk Dönemi’ne kadar devam etmiştir. Andronovo insanı denen bu ırk, Türk soyunun bir proto tipini teşkil etmektedir.37
M.Ö. 1100 yıllarında, bölgenin doğu yörelerindeki “Karasuk kültürü”, “Andronovo kültürünü” takip etmektedir. Karasuk kültürü, doğudaki Çin kültürleri ile bağlantılı olup, aralarında benzerlikler mevcuttur. Altaylar’da, M.Ö. 1100 yılına kadar “Doğu Andronovo kültürü” devam etmiştir. Bundan sonra, muhtemelen kuzey Çin hududundan gelen Mongoloidler daha göçebe ve daha az ziraatçı olan Karasuk kültürünü bu bölgeye tanıtırlar. M.Ö. 1150’den itibaren Kuzey Çin’in göçebe kavimlerinin kuzeybatıya, Ordos bölgesinden Moğolistan ve Sibirya’ya göçleri başlar.38
M.Ö. 800 tarihlerinde Altay Dağları ve Minusinsk yakınındaki bozkırlara atlı göçebeler hâkimdir. Karasuk medeniyeti yavaş yavaş ortadan kaybolur. Altay’da “Maiemir kültürü” ve Minusinsk’te “Tagar kültürü”, Güney Rusya’daki İskitlerin “Hayvan Üslûbu”na çok benzeyen san’at ekolüne ve kültürüne tekabül etmektedirler. Bu devrede bazı Moğol boyları, atlı göçebeliği benimsemişlerdir.
Çin’in kuzeyindeki Moğol kabileleri ise ancak M.Ö. 500’lerde Sarmatlardan öğrendikleri atlı göçebeliği tatbik etmeye başlamışlardır. Bunlar atlı birliklerden müteşekkil ordular meydana getirerek Çin’e baskı yaparlar ve Çin’in tehlikeli bir düşmanı haline gelirler.39 Kuzey Çin’deki Moğolların atlı göçebeliği tanımalarındaki zaman farkı Türklerle olan yakınlıklarıyla orantılı olmuştur. Çin için bir tehdit haline gelen Moğollar klasik Çin politikası çerçevesinde Türklere karşı yönlendirileceklerdir.
Asya Hun Devleti zamanında Moğolistan, Baykal gölünün kenarları ve kuzeyi brakisefal Mongoloidlerle kaplı idi. Altay Dağlarını baştan başa kaplayan ve bu bölgeye hâkim olan ırk ise, ilk devirlerden itibaren burada yaşamakta olan beyaz bir ırktı. Tanrı Dağları ile dolaylarında da braki ve mezosefal olan bir ırk bulunuyordu.
Bu brakisefallerden bir kısmı, Amu Derya ile Sir Derya arasındaki brakisefallerle ve diğer kısmı da Altaylar’daki brakisefal ırkla akraba idiler. Hun Çağı’nda, Güney Sibirya da yavaş yavaş Türkleşmeye başlamıştır. Altaylar’daki beyaz ırk, Yenisey havzasındaki mongoloidlerin yerini alırken Minusinsk bölgesi ile Kuzey Altay arasındaki ırk farkı, ortadan kalkmaya başlamıştır. Asya Hun Devleti’nin kurduğu Orta Asya siyasî birliği, ırklar arasında bir karışma ve kaynaşmayı da beraberinde getirmiştir. Bu ırk değişimi bilhassa yüzlerin hafif bir çekik gözlülük karakterine bürünmesinden anlaşılmaktadır. Altaylar’ın kuzeyinde dolikosefal Mongoloidlerle, brakisefal beyazların karışmasından yeni ve ziraatçı bir kavim meydana gelmiştir. Altaylar’ın yüksek bölgelerinde yaşayan brakisefal beyazlar ise, Kök Türk Devri’ne kadar karışmadan yaşamışlardır.40
Kök Türkler, henüz küçük bir kabile iken, Orta Asya’da artık Moğol ırkının kuvvetli tesirleri görülmeye başlamıştır. Bir yandan düz yüzlü Oğuz tipinden olan Türklerin bir kısmı, eski ırk karakterlerini kaybedip hafif çekik gözlüleşirken; diğer yandan da hakiki ve hiç karışmamış Moğol unsurları da batıya doğru sızmaya başlamışlardır. Kök Türk Çağı’nın başlangıcında, Altaylar’ın özellikle güneybatı ve kuzeydoğu kesimlerinde yaşayan düz yüzlü Oğuz tipinden Türkler, hâlâ hâkimdiler. Kök Türk Devleti’nin kurulmasından hemen önce veya kuruluşu sırasında, Tanrı Dağları civarında çekik gözlülük tesirleri artmış ve hatta halis Moğol iskeletleri de bulunmuştur.41 Bu olaylarda Moğol karakteri taşıyan Juan-juan Devleti’nin kurulmasını ve Moğol kabilelerine dayanarak Asya’da hakimiyeti ele geçirmesini açıklamaktadır. Nitekim, Juan-juan Devleti ile ilgileri çok muhtemel olan Avrupa Avarlarının Moğol ırkından olmaları da bunu izah eder. Doğuya gidildikçe çekik gözlülük oranı artmaktadır.
B. Asya’nın Prehistorik Kültürleri
İnsanlık tarihinin en eski devresini tarih öncesi devirler oluşturmakta, bu devir aynı zamanda tarihteki en uzun süre sayılmaktadır. Tarih öncesi devirler insanın var oluşundan, yazının ortaya çıktığı devreyi kapsamaktadır. Bu açıdan Asya kıtası Prehistorik kültürler bakımından büyük öneme haizdir. Asya’nın Prehistorik kültürleri şu şekilde tasnif edilmektedir:
A. Doğu Asya Prehistorik Kültürleri
1) Proto-Tunguz Kültürü, 2) Proto-Moğol Kültürü, 3) Proto-Türk Kültürü, 4) Proto-Tibet Kültürü, 5) Tai Kültürü, 6) Yang-Shao Kültürü, 7) Lung-Shan Kültürü, 8) Liao Kültürü.
B. Orta Asya Prehistorik Kültürleri
1) Anav Kültürü, 2) Kelteminar Kültürü, 3) Afanesievo Kültürü, 4) Andronovo Kültürü, 5) Kurot Kültürü, 6) Karasuk-Tağar-Taştık Kültürleri, 7) Mayemir Kültürü, 8) Bolşerecensk Kültürü.
C. Güney ve Batı Asya Prehistorik Kültürleri
1) Mohanjo-Daro Kültürü, 2) Harappa Kültürü, Taze-Bağ Kültürü, 4) Namazgah Tepe Kültürü.42
Doğu Asya Prehistorik kültürleri Çin’in kuzeyinde hayvancı toplulukların oluşturduğu kültürlerdir. Eski çağlarda Çin’in kuzeyi baştan başa Türk ve Moğol kavimleri tarafından kuşatılmıştı. Bunlardan, hangilerinin Türk ve hangilerinin de Moğol olduklarını, kesin olarak tespit etmek mümkün değildir.43 Ancak bir gerçek olarak, doğuya doğru eski Moğol dünyasının başladığı ve batıya doğru da, Türklerin çoğaldığı bilinmektedir.44 Konumuz ile daha yakın ilgisi olan kültürler Proto-Tunguz, Proto-Moğol, ve Proto-Türk kültürleridir.
1. Proto-Tunguz Kültürü (Su-şin)
Bu kültürün merkezi bugünkü Hopei (Pekin’in bulunduğu eyalet), Shantung ve Güney Mançurya’dır. Kuzeydoğu kültürü de denilen bu kültürü meydana getiren insanlar, herhalde bugünkü Tunguzların ataları ve galiba bugünkü eski Sibirya kabilelerinde bulunan bir elemanın karışmasından meydana gelmiş olanlardı. Bu kabileler özellikle avcı idiler ve biraz da iptidaî ziraatla meşgul olmuşlardır. Bazı esaslı şekiller ihtiva eden kaba ve kalın çanak ve çömlek de yapmışlardır. Bu şekiller, sonraki Çin çanak çömlekçiliğinde uzun zaman muhafaza edilmiştir (meselâ üç ayaklı denilen şekil). Özellikle bu kültür için domuz beslemek tipik olmuştur.45 Türkler domuza, tonguz, donguz ve dolayısıyla şimdi de domuz demektedirler. Bu sebeple Tung-hu ile Tunguz ve Tonguz, aralarında bir ilgi olması muhtemeldir.46
Sığır yetiştiriciliği birkaç boyda mevcuttur. Ancak çift sürmek için sığırdan istifade edilmemiştir. Bazı boylarda at bulunmakla birlikte binmek için kullanılmamıştır. Evleri, toprak içine kazılan bir çukurun üstü tahtalarla kapatılarak yapılmıştır. Üstten açılan bir delikten merdivenle içeriye girilmektedir. Moğol veya Türk tesiriyle kullanılmaya başlanmış arabaları da mevcuttur. Kışın domuz yağıyla vücutlarını yağlamışlar, yazın ise çıplak bir vaziyette gezmişlerdir.47
Dolikosefal mongoloidler genellikle Tunguzların ataları olarak kabul edilmişlerdir. Antropolojik buluntulara göre, Asya Hun Devleti’nin doğu kısımları, Tunguzlar tarafından idare ediliyordu. Bu da tarihî hadiseleri teyit eden bir durumdur. T’ung-hu veya Tunguzlar, Mo-tun’dan önce, Gobi çölüne ve belki de Tula ve Orhon kıyılarına kadar yayılmışlardı.48
2. Proto-Moğol Kültürü
(A.Dung-hu, B. Şı-veğ veya Shih-wei)
Kuzey kültürü de denilen bu kültür özelliklerine göre iki gruba ayrılmıştır. Dung-hu kavimleri, Güney Mançurya ve İç Moğolistan’ın Jehol eyaleti civarında oturan ve bazen daha fazla genişleyen kavimler grubudur. Göçebe olup, çiftçilikle çok az ilgilenmişler ve kısmen de avcılık yapmışlardır. At ve sığır en önemli av hayvanları olmakla birlikte, sığır daha önemlidir. Aile yapılarında ana egemenliği görülmektedir.49
Shih-weiler, bugünkü Moğolistan’da oturan, zamanla büyük sahalara yayılan ve Dung-hu grubu ile yakın akraba olan eski Moğol kültürüne mensup kavimlerin bir parçasını oluşturmaktadırlar. Kuzeydekiler avcı, güneydekiler çobandırlar. Çoğu göçebedir, çiftçilik yapanlar da olmuştur. Sığır ve at beslemişlerdir. Domuz besleme de yaygındır. Tamamen olmamakla birlikte ana eğemenliği izleri görülmektedir.50
Dung-hular Tunguz, Shih-weiler ise Türk tesirinde kalmışlardır. Shih-wei kavimlerini asıl eski Moğollar, Dung-hu kavimlerini de kuvvetli surette Tunguz tesiri altında kalmış eski Moğollar olarak düşünebiliriz.
Proto-Moğolların başlangıçta ekonomileri avcılığa dayanıyordu. Sonradan batı komşuları Hunların tesiri ile hayvan yetiştirici ve çoban olmuşlardır. Ev hayvanları arasında da sığır, birinci derecede öneme sahip olmuştur.51 Bu kültürü taşıyanlar, sonraki Moğol kabileleri, yani Proto-Moğollardır. Antropolojik bakımdan, Tunguzlar gibi, Moğol ırkına mensupturlar.52
3. Proto-Türk Kültürü (Hyung-nu)
Bahsedilen kültürlerin batısında bulunan ve kuzey-batı kültürü denilen bu kültürü Türklerin ataları meydana getirmişlerdir. Kuzeybatı kültürü menşei bakımından, bir avcı kültürüdür ve sonraları çoban kültürüne dönüşmüştür. Bunun yanı sıra az da olsa ziraat kültürü görülmüştür. Bilhassa bunlar buğday ve darı yetiştirmişlerdir. En önemli hayvanları sığır değil attır. Çin kaynaklarına göre, bu kültürün merkezi bugünkü Shensi ve Kansu eyaletleridir. Proto-Türklerin ilk göründükleri zamanlar, yani M.Ö. üçüncü bin yılının ortalarında bile, sonraları taşıdıkları vasıflara sahip bulunuyorlardı.53
Çin’deki, Şensi ve Kansu bölgelerinin içlerine kadar giren bu atlı kavimler, daha çok düzlük yerlerde ve ovalarda yaşıyorlardı. Çin’e yerleşenler ise, şehirler kurmuşlar ve surlar ile kaleler yaptırmışlardır.54 Taş Devri’nden kalan eserler arasında, kümbetli otağ şeklinde ve ortasında ocak bulunan ağaç ve balçıktan mesken kalıntıları bulunmuştur. Proto-Türkler kendileri için karakteristik olan, merkezinde atın yer aldığı savaşçı çoban kültürünü oluşturmuşlardır. Bunlar atı evcilleştirip yetiştirerek onu insanlığın hizmetine sunmuşlardır.55
Çin’in kuzeyinde eski ve birbirlerinden farklı başlıca iki kültür vardı. Bunlardan biri at yetiştiren Hunlar; diğeri ise domuz besleyen, Tunguz kültürü idi. Bu her iki kültürün de kendilerine göre tipik temelleri ve ayrılıkları vardı. Bu iki eski kültür, arasında ise, Tung-hu ve Shih-wei kültürleri bulunuyordu. Shih-weiler, daha çok Toba ve Kök Türk Çağı’nda gelişmeye ve tarihte kendilerini fark ettirmeye başlamışlardır. Arada kalan bu iki kültür, (Tung-hu, Shih-wei) bazen Proto-Türkler ile bazan da Mançurya’daki ilk Proto-Moğollar ile bağlılık ve benzerlik göstermektedirler. Tung-hu kültürü en eski Türk ve Mançurya kültürünün karışmasından oluşmuştur.
Türk-Moğol münasebetlerinin en açık görüldüğü bu kültürler arasında ırkî bir bağlantıdan ziyade saf kültür ayrılıkları görülmektedir. Bu da antropolojik bilgileri desteklemektedir.
Sonuç
Tablo 1 Bu üç kültürün daha kolay mukayesesi için W. Eberhard’ın Çin kaynaklarına dayanarak verdiği bilgilere göre aşağıdaki tablo oluşturulmuştur:
Türkler ve Moğollar farklı iki kavim olmakla birlikte komşu olmaları sebebiyle sürekli bir etkileşim içerisinde bulunmuşlardır. Bozkır göçebe hayat tarzının müşterek özellikleri bu etkileşimi artırmıştır. Türkler ve Moğollar, iki farklı kavim, tarih ve kültürün mensupları olarak, uzun çağlar içinde çetin mücadelelere girmişlerdir. Genelde Türkistan tarihi daha ziyade Türk-Çin mücadelelerinin bir özeti görünümündedir. Oysa bu mücadelede çoğu zaman Moğollar da yer almışlardır. Batıya kaymaya çalışan Moğolları, Türkler engellemişlerdir.
Türkler ve Moğollar, asırlarca millet olma süreci içerisinde, siyasî mücadelelerin bir araya getirdiği iki bozkır kavmidir. Coğrafî yakınlık da bu mücadelelere zemin hazırlamıştır. Mücadelelerde bazen Türkler, bazen Moğollar birbirleri üzerinde hakimiyet tesis etmişlerdir.
Moğol adı, Cengiz İmparatorluğu’nun kurulmasıyla birlikte, XIII. asrın başlarından itibaren dünyaya yayılmış, dünya çapında büyük ve yaygın bir isim olmuştur. Özellikle Oğuz Türkleri arasında Moğol veya Mogol olarak söylenen ve aşağılaştırıcı bir sıfat olarak kullanılan bu isim, ilk defa T’ang Sülâlesi’nin resmî tarihlerinde Meng-wu ve Meng-wa olarak, Shih-wei kabile grupları arasında önemsiz bir kabilenin ismi olarak görülmektedir. Buna göre, başlangıçta (VII. asırda) küçük, önemsiz bir kabilenin ismi olan “Moğol” adı, Cengiz Han Dönemi’nden itibaren, aynı ırka, ortak bir dile ve kültüre mensup olan kabilelerin hepsini kapsayan, ortak bir ad olmuştur. Bu sebeple, Cengiz Han’dan önceki Moğollar Proto-Moğol olarak adlandırılmışlardır ve bunların başında da Shih-wei adı verilen kabileler gelmektedir. Ancak Moğol kavimlerinden, Hunlar zamanında Tung-hu, Sien-pi, Wu-huanlar, Kök Türkler Döneminde Shih-wei, Juan-juanlar, Uygur Çağı’nda da Tatar ve Kitanlar önem kazanmışlardır.
Türk kelimesi, Kök Türk Hakanlığı’nın kuruluşundan (552) itibaren önce bu devletin, daha sonra bu devlete bağlı, kendi özel isimleri ile de anılan, diğer Türklerin ortak adı olmuş ve zamanla Türk soyuna mensup bütün toplulukları ifade etmek üzere millî bir isim haline gelmiştir. Türk toplulukları arasında daima dil ve kültür birliği mevcut olmuştur. Fakat birkaç istisna durum dışında Türk topluluklarının hepsi hiçbir zaman aynı ad altında anılmamıştır.
Asya’daki arkeolojik kazılardan elde edilen neticelere göre, M.Ö. II. binden itibaren Türk âleminin doğusunda bir Moğol dünyası vardı. Tula (Togla) nehrinin kaynağı her iki dünyayı birbirinden ayıran sınır vazifesini görüyordu. Türk dünyası bu nehrin kaynağına kadar devam ediyor ve buralarda Töleslerden Bayırkular ile onların da doğusunda dağınık bir vaziyette Türk kabileleri yaşıyordu. Bu nehrin kaynağının doğusundan itibaren Moğol dünyası başlıyor ve Mançurya’nın batı ve güney batı bölgelerine kadar devam ediyordu.
Antropolojik bilgilere göre Türklerin brakisefal ve Moğolların mongoloid ırk olarak temsil ettikleri bu iki kavim arasında çok sıkı temaslar görülmektedir. Coğrafî olarak zaman zaman Türkler Moğol âleminin içine doğru uzanmışlar ve bazen de Moğollar Altaylar’a doğru yayılmışlardır. Bu iki kavmin kuvvetli kültür etkileşimi, dünya tarihine de yön vermiştir.
1 İbrahim Kafesoğlu, “Türkler”, İ. A., XII/II, MEB Yay., Eskişehir, 1997, s. 142.
2 Türkistan coğrafyası için bkz: Ahmet Ardel, “Orta Asya Coğrafyasına Toplu Bakış”, TKA, S. 1, Ankara, 1969, s. 111-132.
3 Suat İlhan, Jeopolitik Duyarlılık, TTK yay., Ankara, 1989, s. 65-66.
4 İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, 6. Baskı, Boğaziçi yay., İstanbul, 1991, s. 44.
5 Türk adının menşei ve mânâsı için krş: Adile Ayda, “Türk” Kelimesinin Menşei Hakkında Bir Nazariye”, Belleten, XL/158, (Nisan 1976), s. 239-247; İbrahim Kafesoğlu, “Türk Adı”, BTTD, S. 34, (Aralık 1987), s. 34-40.
6 Laszlo Rasonyı, Tarihte Türklük, 2. Baskı, TKAE yay., Ankara, 1988, s. 176.
7 W. Barthold, “Cengiz Han”, İ. A., III, s. 91.
8 Cami’üt-Tevarih’de Moğol adının menşei ve manasını “Moğol sözü aslen “Monk ol”du, yani mütehayyir (afallamış, şaşırmış) ve saf” denmektedir. Raşideddin Fazlullah, Cam’iu-t Tevarih, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, tarih yok., Millî Eğitim Basımevi, s. 134; Şecere-i Türkî de ise “Asl-ı lafzı Moğol, Mongoldur. Avamın dili yakışmazlıktan git git Moğol eyitdiler. Bunun mânasını bütün Türk bilür. Kaygı mânasındadır. Ol Moğol’un mânası sade dil yani kaygılı sade dimek olur” denilmektedir. Bkz: Ebu’l Gazi Bahadır Han, Şecere-i Türkî, (DTCF Kütüphanesindeki Osmanlıca Nüsha), s. 17.
9 V. V. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, 2. Baskı, TTK yayını, Ankara, 1990, s. 406.
10 Orta Asya tabirini “coğrafî” açıdan ele alıp “siyasî” bir kavrama dönüştüren Ruslar olmuştur. Bu coğrafyanın Türkçe adı “Türkistan” olup, Moğolların kendilerine tarih ve mitoloji oluştururken bu adı kullanmak zorunda kalmaları Asya coğrafyasındaki Türk kültürünün etkinliğini ve yaygınlığını da ispat etmektedir.
11 Kafesoğlu, a.g.e., s. 47.
12 Kafesoğlu, a.g.e., s. 48; Bahaeddin Ögel, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, 3. Baskı, TTK Yay., Ankara, 1988, s. 3-7, 196.
13 Markopolo Seyahatnamesi, Yayına Hazırlayan: Filiz Dokuman, C. I, Tercüman 1001 Temel Eser, s. 66.
14 Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan Güşa, çev. Mürsel Öztürk, C. I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara, 1988, s. 62.
15 Gregory Abû’l-Farac (Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, C. II, TTK yay., Ankara, 1987, s. 476.
16 A. Zeki Velidî Togan, Oğuz Destanı, 2. Baskı, Enderun Yay., İstanbul, 1982, s. 19-20. krş. Ebülgazi Bahadır Han, (Şecere-i Terakime) Türklerin Soy Kütüğü, Haz. Muharrem Ergin, Tercüman 1001 Temel Eser, ty., s. 30-31; Şecere-i Türkî, s. 24.
17 Aknerli Grigor, Moğol Tarihi, çev. H. D. Andresyan, İ. Ü. Edb. Fak. Yay., İstanbul, 1954, s. 3.
18 Ahmet Temir, “Türkçe ile Moğolca Arasındaki İlgiler”, A. ÜDTCF Dergisi, XIII/1-2, (Mart-Haziran), Ankara, 1955, s. 19-20.
19 İbrahim Kafesoğlu, “Türkler, Moğollar ve Cengiz’in Milliyeti”, Türk Yurdu, S. 252, (Ocak 1956), s. 507; Ögel, İslamiyetten Önce, s. 30; Saadettin Gömeç, Kök Türk Tarihi, Türksoy Yay., Ankara, 1997, s. 1.
20 Cevdet Gökalp, Çin Kaynaklarına Göre Shih-wei Kabileleri, Atatürk Üniversitesi Yay., Ankara, 1973, s. 91.
21 Ögel, İslamiyetten Önce, s. 551.
22 René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, çev. M. Reşat Uzmen, 1. Baskı, Ötüken Yay., İstanbul, 1993, s. 39. Çin yıllıklarında Jung ve Ti kavimleri adıyla bahsedilen Hunlar ve Moğollar, aynı millet olarak telâkki edilmişlerdir. Türkler ve Moğollar, Çinliler tarafından farklı iki kavim olarak ancak M.Ö. 659 yılında tefrik edilebilmişlerdir. Bkz. Mustafa Kalkan, “Türk-Moğol Kavimleri Arasında Tatarlar ve Menşei Meselesi”, Türk Kültürü, S. 393, s. 11.
23 Batıda Türklerin Moğol ırkından oldukları telakkisinin mazisi, milâdî IV. asra kadar çıkar. Avrupa Hunları karşısında dehşete düşen A. Marcellinus, S. Apollinaris ve Yordanes gibi o devir müelliflerinin Hunlar hakkındaki korkunç ve tabiatıyla mübalâğalı tasvirleri bilâhare Avrupalı tetkikçilere kaynak vazifesi görmüştür. Özellikle “Hunların, Türklerin ve sair Tatarların Tarihi” (1757) isimli eserin yazarı Deguignes’den sonra Türk-Moğol aynîliği gerçek haline gelmiştir. Bkz: Kafesoğlu, “Türkler, Moğollar”, s. 113.
24 Kafesoğlu, a.g.e., s. 45.
25 Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi, C. I, 6. Baskı, Boğaziçi Yay., İstanbul, 1993, s. 34.
26 Adile Ayda, “Eski Türk Tipi”, Türk Kültürü, S. 29, (Mart 1965), s. 298-301; Rasonyı, a.g.e., s. 7-9; Ögel, Kültür Tarihi, s. 47-129.
27 Rasonyı, a.g.e., s. 7-8.
28 Turan, a.g.e., s. 34-35; Bu kavmin ismi Arimaspoidir. Arimaspoiler, kalabalık, savaşçı, tek gözlü bir kavimdir ki, dünyanın kuzey-doğu kıyısında otururlarmış; bunlar altını muhafaza eden Griffler’in arazisine komşu imişler, oradan altın almaya çalışırlarmış. Nemeth’e göre bu topluluğun Moğol olma ihtimali yüksektir. Çünkü Moğolcada aram-dak “tek gözlü” demektir ve altın toplayan karınca kralı efsanesi Moğollarda mevcuttur. Bkz. Gyula Nemeth, “Türklüğün Eski Çağı”, Ülkü, XV/90, (Ağustos 1940), Ankara, 1940, s. 516-517.
29 Kafesoğlu, “Türkler, Moğollar”, s. 506, B. Szâsz, A Hunok Története (1943), s. 36’dan naklen.
30 Kafesoğlu, Aynı yer.
31 Grigor, a.g.e., s. 7.
32 Kafesoğlu, a.g.m., s. 506-507, Tarihü İbni’l-Furât (Beyrut neşri, Cilt IX, kısım 2), s. 369’dan naklen.
33 Rasonyı, a.g.e., s. 9.
34 Ögel, İslamiyetten Önce, s. 5.
35 Taner Tarhan, “Bozkır Medeniyetlerinin Kısa Kronolojisi”, İ. Ü. Tarih Dergisi, S. 24 (Mart 1970), s. 19.
36 Ögel, aynı eser, s. 4.
37 Ögel, İslamiyetten Önce, s. 7.
38 Tarhan, a.g.m., s. 21-22.
39 Tarhan, Aynı makale, s. 27-30.
40 Asya Hun Devletinin doğu kısımları, Tunguzlar tarafından idare edilmekteydi Ögel, İslamiyetten Önce, s. 47-48.
41 Ögel, aynı eser, s. 128.
42 Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, 3. Baskı, TTK yay., Ankara, 1995, s. 16 vd.; Sebahattin Ağaldağ, Genel Türk Tarihi (Orta Asya-Doğu Avrupa) 1. Baskı, Konya, 1997, s. 11 vd.
43 Çin’de Han sülâlesinden itibaren (M.Ö. 206) kavim adlarının ayrı Çin karakterleriyle yazılmaları sebebiyle eski tarihi ve etnik zincirin koptuğu bir devirdir. Han sülâlesinden önceki devirlerde Çin’in kuzeyindeki kavimler hakkında bkz.: Bahaeddin Ögel, “Büyük Hun Devletinin Kuruluşundan Önce Kuzey Çin’in Etnolojisi Hakkında”, AÜDTCF Dergisi, VII/4, (Aralık 1949), s. 663-679.
44 Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. I, KB Yay., Ankara, 1981, s. 4.
45 Eberhard, Çin Tarihi, s. 16-17.
46 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, TTK Yay. Ankara, 1998, s. 4-5.
47 W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, 2. Baskı, TTK Yay., Ankara, 1996, s. 41 vd.
48 Ögel, İslamiyetten Önce, s. 48-49.
49 Eberhard, aynı eser, s. 50.
50 Eberhard, aynı eser, s. 62 vd.
51 Ağaldağ, a.g.e., s. 12; Ögel, Büyük Hun, s. 9.
52 Eberhard, Şimal Komşuları, s. 90 vd.; Çin Tarihi, s. 17.
53. Bu bilgilere dayanarak Türklerin ilk vatanlarının Çin eyaletleri olan Shensi ve Kansu olduğu iddia edilmemektedir. Buraların, Türk ağırlık merkezinin yalnız bir kenar parçası olduğu bilinmekte, ancak bu devirlere ait Çin kaynakları, Türk bölgesinin merkezini tesbit etmeye imkan vermemektedir. Bkz: Eberhard, Aynı eser, s. 17.
54 Ögel, Büyük Hun, s. 11.
55 Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı Ankara, 1976, s. 5-7; Emel Esin, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi İstanbul, 1978, s. 3.
Dostları ilə paylaş: |