Atatürkçülük İdeolojisinin Dayandığı Temel Düşünceler
İlkönce kısaca “akılcılık” üzerinde tekrar duralım: Bilindiği gibi, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği düşünebilmesidir. Düşünce ise “akıl”dan doğar. Sonsuzluktan gelen ve sonsuzluğa akıp giden değişmez kavramlar, insanın aklına işlenmiştir. Birkaç örnek verelim: Sayılarla ilgili sabit kavramlar yalnız insan aklında bulunur. Nesneleri saymak, ölçmek ve bundan doğan sonuçları değerlendirmek sadece aklımızdaki bu kavramlara dayanılarak yapılır. Birden sonra iki gelir; üç gelemez. İki kez iki mutlaka dörttür. İşte sayısal kavramlarla ilgili bu değişmez ve değiştirilemez gerçekler “matematik” denilen bir yöntemi doğurdu. Matematik ile insanoğlu cisimlerin hareketlerini gözleyip kurallarını belirlemek ve daha pek çok doğa olayını kesin biçimde açıklamak olanağını buldu. Sözün kısası akıl, değişmez ve şaşmaz kavramları ile insanın dünyayı, evreni sezip anlamasını ve kavramasını sağlar.
Bundan dolayıdır ki gerçekleri saptayabilmek için ilkönce akıl kullanılır. Bilgiler akıl yoluyla kazanılır. Deneye dayalı bilgilerde de asıl olan Yine akıldır. Çünkü her şeyden önce bir olayı açıklayabilmek için “deneye” başvurma da aklın bir buluşudur. Deneyin nasıl yapılacağı ve elde edilen sonuçların değerlendirilmesi de Yine akıl yoluyla mümkün olabilir.
İnsanı insan kılan,onu var eden ilk ve en temel ögenin “akıl” olduğunu, daha antik dönemlerden beri bazı önemli düşünürler ileri sürebilmişlerdi. Bununla birlikte, bu kitabın ikinci ünitesinde gördüğümüz gibi, “akılcılık” (rasyonalizm) akımı Ortaçağ’dan Yeniçağ’a geçerken Batı’da doğdu. Akıl yeteneklerini kullanarak büyük evrensel gerçekleri ortaya çıkaran matematikçiler ve fizikçiler aklın üstünlüğü kuralını kesinlikle yerleştirdiler.
17. Yüzyıl ortasına kadar (1650) yaşayan Descartes, bildiğiniz gibi, antik düşünürlerin İslam bilim adamları aracılığı ile Batı’ya taşıdığı akılcılık akımını tam ve bilimsel bir yol olarak geliştirdi. Descartes “varolmanın” ancak “düşünmek” ile mümkün olduğunu kanıtladı. İnsan Tanrı’nın varlığını bile ancak akılla kavrayabilirdi. Aklın kalıplarını ise tanrı dahi değiştiremezdi. Büyük bilgin Grotius (1583-1645) - ki dindar bir kişidir- hiçbir gücün iki kez ikiyi beş yapamayacağını ileri sürmüştür.
İşte bu yolla Batı’da ilkönce matematik, astronomi ve fizik bilimleri gelişti.
(Türklerde bilim konusunda tartışmasız en büyük uzman olan A. Adnan ADIVAR "Osmanlı Türklerinde İlim" adlı ünlü yapıtının önsözünde bakınız neler diyor" Bu eseri okuyanlar Osmanlı Türkiye’sinde müspet ilimlerin XIX. yüzyıla kadar ancak Arap ve Fars dillerindeki ilmin eksik ve bazen yanlış bir devamından ibaret olduğunu... göreceklerdir" [Sözü geçen yapıtın 4. Basımı, İstanbul 1982, S 7] Demek ki ilkel Ortaçağ bilimi bile Osmanlı toplumunda "yanlış" algılanıyordu. Toplumumuzda bilimsel altyapının bulunmadığına bu eserden daha açık bir kanıt gösterilemez!) Ardından da özellikle hukuk ile devlet kavramlarını bilimsel yollarla açıklamak çabaları başladı. Aydınlanma Çağı bütün görkemiyle açılmıştı. İşte Osmanlı toplumunun bu akımın dışına düşmesi gelişmeyi önleyen en önemli etkenlerdendir. Ancak 19. yüzyılda başlayan bilimsel kıpırdanma, sağlam bir altyapı olmadığı Çin son derece yavaş gelişti. Bu kıpırdanma içinde hukuk biliminin gelişme payının özellikle az olduğunu da daha önce belirttik. Akıl ve bilime dayanmayan hiçbir toplum varlığını sürdüremez. Türk toplumuna akılcı ve bilimci düşünceyi temelli ve köklü bir biçimde yerleştiren sadece Atatürk’tür demek kesinlikle abartma değildir. O’nun geri kafalı, bilim ve akıl yoksunu çevrelerle yaptığı mücadele kurtuluş savaşımızdan çok daha dramatik ve etkili olmuştur. Atatürk tam bir akılcı ve bilimci idi. Yaptıkları arasında akıl ve bilime aykırı tek eylem gösterilemez demek de asla abartmalı bir sav değildir. O belki akılcı felsefeyi sistemli olarak inceleyememişti. Durmadan okuduğu halde bu konuda O’na kim yardımcı olabilirdi ki. Çorak bir düşünce aleminde kim O’na rasyonalizmin yaşamın her alanında itici güç olduğunu öğretebilirdi? O üstün dehası, sezgisi ve en önemlisi son derece geniş ve derin tarih bilgisi ve bilinci ile uygarlığın nasıl doğup, hangi sancılı dönemlerden geçerek bugünlere eriştiğini çok iyi kavramıştı. Bu satırları yazan, O’nun akılcığı düzeyinde bir devlet -hatta daha ileri gidelim- bir bilim adamına Türk toplumunun rastlamadığını açıkça ileri sürmektedir. Yaptıklarına tekrar bakınız: Hepsi bilim ve akıl ilkeleri çerçevesinde ve sebep sonuç ilişkileri içinde zincirleme bir süreklilik gösterir. Öyle ise Atatürk’ün ideolojisinin temelinde akılcı ve bilimci düşünce yatmaktadır. Bunda en küçük bir kuşku bile yoktur.
• “Akıl ve mantığın çözemeyeceği sorun yoktur”;
• “Benim ığım işler biri diğerine bağlı ve gerekli olan şeylerdir”;
•“Bu dünyada herşey insan kafasından çıkar. Bir insanın başının ifade etmeyeceği hiçbir şey tasavvur edemiyorum”.
• “İnsanların yaşamına, etkinliklerine egemen olan güç yaratma ve icat yeteneğidir”.
Atatürk 8 Mart 1928 günü şunları söylemiştir: “Fransa ihtilali bütün cihana özgürlük düşüncesi estirmiştir ve bu düşüncenin şimdi de temeli ve kaynağı olmaktadır. Fakat o tarihten beri insanlık ilerlemiştir. Türk demokrasisi Fransa ihtilalinin açtığı yolu izlemiş ama kendine özgü seçkin niteliği ile gelişmiştir”.
Atatürk Türk Devrimi’nin Fransız İhtilalinin büyük ölçüde etkisi altında kaldığını söylemektedir. Türk Devrimi’nin temel ilkeleri, Fransız İhtilalinin dünyaya saçtığı düşüncelerden kaynaklanmaktadır.
Fransız İhtilali, kendini doğuran düşünceleri ilk kez uygulayıp onları değerlendiren Amerikalıların verdiği cesaretle (ABD kuruluş: 1787), çok daha geniş çaplı yeniliklerin kapısını açtı. Fransız ihtilalcileri ilkönce ayrıcalıklı toplum modeline son verdiler; yasalar karşısında eşitlik ilkesini getirdiler; egemenliğin ulusa ait olması gerçeğini açığa çıkardılar ve bu ilkenin çeşitli uygulama yöntemlerini kendi deneyleri ile dünyaya gösterdiler. İnsanların kişiliklerine sıkı sıkıya bağlı vazgeçilmez haklara ve özgürlüklere sahip oldukları, devlet gücünün bunları kaldıramayacağı düşüncesi de Fransız İhtilali ile dünyaya yayıldı. Kişi güvenliğinin sağlanması için devlete düşen ödevler bu olaydan sonra daha da belirginleşti. Yine, devlet yönetimine dinin karıştırılmaması, yani bugün bizim hala üzerinde tartıştığımız “laiklik” ilkesinin kökeni de bu ihtilaldedir. Hanedana, soya veya dine değil, ulusa dayanan devlet kurulmasının esasları da Fransız ihtilalinin getirdiği yeniliklerdendir; bu yenilik siyasal açıdan ulusçuluk kavramının doğmasına da yol açtı.
1982 yılında yürürlüğe giren son Anayasamızın ilk onaltı maddesi, aradan ikiyüz yıldan fazla bir süre geçtiği halde, 1789 yılında ilan edilen Fransız “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nin neredeyse aynı tekrarıdır. Bu da üzerinde durduğunuz olayın ne kadar büyük bir anlam taşıdığını göstermektedir. Bugün her demokrasinin vazgeçilmez esasları olan bu temel düşünceler dünyaya kolay yerleşmemiş, daha önce de gördüğünüz gibi 19.Yüzyıl boyunca özellikle Avrupa’da bu uğurda büyük mücadeleler verilmiştir. Ama eninde sonunda bu olayın etkileri İnsanlığın ortak değerlerinin bir bölümü haline geldi. Zira tarihin akışı ve gelişimi bu olayı doğuran nedendi.
Fransız ihtilali ile getirilen ilkelerin büyük bir bölümünün kabulü Saltanatın yıkılması veya sadece bir sembol durumuna gelmesi, dine dayalı devlet modelinin terkedilmesi anlamına gelirdi. Yine anımsadığınız gibi, 19. yüzyılda egemenliğe her bakımdan sınırsız olarak sahip bulunan Osmanlı hükümdarları sadece kişi güvenliği ve eşitlik ile ilgili bazı ilkeleri benimsemişler, fakat diğerlerinin ülkeye girmesini bütün çabalarıyla önlemeye çalışmışlardır. Onların bu direnmeleri o yüzyılda yetişmeye başlayan sınırlı sayıdaki aydınlar üzerinde elbette olumsuz etkiler yaptı. Egemenliğin İngiltere’de olduğu gibi hükümdarla halk arasında bölüşülüp meşruti bir monarşi özlemi güden bu aydınlarla padişah arasında bir geçimsizlik doğdu ve bu özellikle 19. yüzyılın sonunda iyice belirgin bir durum aldı. İşte Atatürk bu dönemde yetişmişti. Eşsiz tarih sezgisi ile Fransız ihtilali ile ona temel olan akılcılığın bütün insanlık için ifade ettiği enlemi çok iyi kavrayan Atatürk sözü geçen ilkelerin Türk ulusunda yerleşmesi gerektiğine inanmıştı. Laik, ulus egemenliğine dayalı bir devletin kurulmasını da Atatürk üzerinde Fransız ihtilalinin etkisi çok büyüktür. Ama, kendisinin de belirttiği gibi, Fransız ihtilalinin saçtığı evrensel ilkeleri Türk ulusu kendi benliğine göre biçimlendirmiştir.
19. yüzyılın sonlarında pek çok Türk aydını Fransız İhtilalinin ilkelerine romantik bir tutku ile bağlanmıştı. Onlar bu ilkelerin Türkiye’de gerçekleşebileceğine inanmıyorlar ama büyük bir hayranlık ve belki de kıskançlıkla bu düşünceleri benimsemeye çalışıyorlardı. Fakat bu davranış, o aydınlar için umutsuz bir bağlanıştı; zira inandıkları ülkünün gerçekleşeceğini sanmıyorlardı. Bu aydınlar içinde sadece Atatürk, akılcı bir tutum içinde ve fırsatları değerlendirerek yepyeni bir devlet kurulacağına ve bu oluşumun Fransız İhtilalinin ilkelerine dayanacağına karar vermiştir. Böylece O, her zamanki akılcılığı ve insancıllığı içinde modern demokrasinin gereklerini yerine getirecek ilk ve en önemli adımları attı. Bütün bu söylediklerimizden Fransız İhtilalinin, Aydınlanma düşüncesinin devamı olarak Atatürkçülük İdeolojisinin kökeninde yattığını açıkça çıkartmak mümkündür.
Türkçülük Akımının Doğup gelişmesi de Atatürk’ün ideolojisi üzerinde etkili olmuştur. İleride Atatürk ilkeleri arasında sayılan “ulusçuluk=(milliyetçilik)” incelenirken “Türkçülük” akımı üzerinde durulacaktır. Ama Atatürkçülük ideolojisinin kökenlerini araştırırken bu konuya da birkaç cümle ile değinmek gerektir: Atatürk’ün en belirgin niteliklerinde biri de ulusçuluğudur. O, yapmak istediği her şeyi ilkönce ulusumuzun çıkarları açısından değerlendirmiştir. Bütün amacı ulusumuzu yükseltmek ve yüceltmek olmuştur. Bu bakımdan ulusçuluk akımının Atatürk’ün düşünce yapısı üzerindeki etkisi ihmal edilemez. Türkçülük, kesin çizgileriyle ancak Atatürk döneminde bütün akılcı ve insancıl ögeleriyle belirmişse de, bir akım olarak 19. Yüzyıl ortalarında doğmuştur. Belirsiz ve çeşitli anlayış biçimleri içinde Türkçülük akımı o yüzyıl sonunda giderek gelişti. İşte Atatürk bu süreç içinde yetişti. Türkçülük akımından etkilenmemesi beklenemezdi. Böylece belki de en büyük Türk ulusçusu (milliyetçisi) beliriyordu. Ancak Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı çok önemli, son derece bilimsel ve insancıl esaslar taşır. İdeolojisinin gelişmesinde Türkçülük önemli bir rol oynamışsa da, bu akımın akılcı kalıplara dökülmesini Atatürk sağlamıştır.
Atatürk’ün İdeolojik Sentezi
Aydınlanma çağının getirdiği akılcı ve bilimci düşünce; eşitlik ve insan hakları; Fransız İhtilalinin bu akımları uygulamaya sokması ve yeni yorumlarla açması; Türkçülük... Bunlar Osmanlı aydınları arasında bilinmeyen konular değildi. Ama Atatürk bu akımlardan ve onların getirdiği ilkelerden ulusumuz için gerekli gördüğü ölçüde ve bilinçli olarak etkilenmiştir. O, bu büyük insanlık gelişmesinin doğurduğu ilkeleri kendi zekası, sezgisi, bilgisi ve deneyleri ile yoğurarak ortaya ulusumuz için yepyeni sayılabilecek ilkeler çıkarmıştır. Başka bir deyişle Atatürk, yukarıda saydığımız akımların doğurduğu ilkeleri Türk toplumuna aynen getirmiş değildir. Onlara ulusal damgamızı, silinmeyecek biçimde vurmuştur. Öyle ise Atatürkçülüğün kökeninde O’nun birleştirme ve sentez yapma gücü de vardır. Atatürk olması idi, Osmanlı toplumunun küçük bir kesimince bilinen gerçekler asla sentez halinde, bütün olarak ulusumuzun benliğine işleyemezdi.
ATATÜRK İLKELERİNİN NİTELİĞİ
Yukarıdaki açıklamalarımız, Atatürkçülüğün bir ideoloji olduğunu ve ne tür ilkeleri içerdiğini sizlere bir ölçüde de olsa göstermiştir sanırız. Öyle ise diyebiliriz ki bu ilkeler, İnsanoğlunun binlerce yıl süren eşitlik ve erdem savaşının sonunda beliren evrensel değerlerden çıkarlar. Atatürk sağlığında ideolojisine temel olacak “altı ilke” saptamış ve bunlar 1937 Yılında yapılan bir Anayasa değişikliği ile Türk Devleti’nin anayasal dayanakları durumuna getirilmişti. Anayasadaki sıralamaya göre bu ilkeler şunlardan oluşur: ”Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, İnkılapçılık”. Bu ilkeler teker teker incelendiği zaman hiçbirinin doğrudan doğruya Atatürk tarafından “bulunmuş” olmadığı kesin olarak anlaşılır. Modern ve demokratik bütün cumhuriyetlerde bu ilkelerin hemen hepsi uygulanmaktadır. Bu bakımdan diyebiliriz ki, dış yapısı bakımından Atatürk ilkeleri özgün değillerdir. Ama iç yapıları bakımından bu ilkeleri Atatürk ulusumuzun özelliklerine, tarihsel ve kültürel koşullarına uygun biçime getirmiştir. Bizim ulusçuluk anlayışımız ile sözgelimi İngilizlerin bu konudaki tutumları birbirinden farklıdır. Türkiye Cumhuriyeti ile başka cumhuriyetlerin uygulama alanını da değişiklikler göstermesi doğaldır. Temelde aynı kavram olmakla birlikte laiklik de Batı Avrupa ülkeleri ile bizde değişik biçimlerde uygulanmaktadır. Bundan sonraki ünitelerimizde Atatürk ilkelerini gelenekleşmiş adlarına ve sıralamasına göre inceleyeceğiz. Ama tam bir irdeleme yapmak gerekirse Atatürk ideolojisinin iki üst-ilke üzerinde kurulu olduğunu saptarız: Akılcılık ve ulusçuluk. Diğer ilkelerin hepsi bu ikisinden çıkmıştır. Atatürk akılcı bir ulusçuluk anlayışı ile Türklerin çağdaş uygarlık düzeyine, yani insan haklarına dayalı tam bir demokratik hukuk devletine erişmesini sağlayıcı yöntemleri bulmuştur. Cumhuriyetçilik toplumsal gerçeklere ve akla en uygun devlet biçimidir ve demokrasinin yeşermesi için gereken ögelere sahiptir. Laiklik hem bilimsel gerçeklere hem de bu gerçeklerden çıkan temel insan haklarına dayanak olan önemli bir kavramdır ve demokrasinin ön koşullarından en önemlisi sayılabilir. Devletçilik ve halkçılık ulusal gereksinmelerin doğurduğu akılcı yöntemlerdir. Özellikle “halkçılık” ilkesi, demokrasinin tabanını oluşturur. İnkılapçılık ise bütün bu yeniliklerin sürdürülmesinin aklın bir buyruğu olmasının sonucudur. Demek ki bu altı ilkenin beşi akılcılıktan ve ulusçuluktan kaynaklanmaktadır.
Atatürk İlkeleri (1) / Cumhuriyetçilik -24
CUMHURİYETİN HUKUKSAL VE SİYASAL NİTELİĞİ
Devlet, belli sınırlar içinde yani bir ülkede yaşayan insanların kendi içlerinden çıkardıkları bir güçle yani egemenlikle örgütlenmesi sonucu oluşan bir toplumsal kurumdur. Ülke, insan topluluğu ve egemenlik her devletin oluşmasında temel taşlardır. Bu üç ögeden birini çıkarırsanız devlet ortadan kalkar. Öyle ise her devlette bu üç öge mutlaka bulunmalıdır. Ama bu ögelerin bir araya gelmesiyle oluşan devletlerin temeldeki ortak yanları buraya kadardır. Bu üç ögenin her devlette bulunması, devletlerin mutlaka birbirine benzer olmaları demek değildir. Bazı devletlerin ülkesi büyük, bazılarının küçüktür; doğal kaynakları bakımından da ülkeler birbirlerinden farklıdırlar. Kimi devletlerin nüfusu fazla, kiminin azdır. Bu bakımlardan devletler arasında az veya çok büyük farklar bulunur. Nasıl ülke, doğal kaynak, nüfus açılarından devletler arasında farklar varsa, egemenliğin kaynağı ve kullanılışı bakımından da önemli ayrılıklar bulunur. Öyle ise hukuk ve siyaset bilimleri dilinde “devlet biçimi” deyimi ile, bir devletin egemenlik kaynağı ve kullanılış tarzı anlaşılır.
Her devlette tek ve en üstün güç olan egemenlik bazılarında bir kişiye, kimilerinde bir topluluğa tanınmıştır. Bazen de egemenliği toplumun kendisi kullanabilir.
Egemenlik aynı soydan gelen bir kişi tarafından kullanılıyorsa “monarşi”; belli kimselerden oluşan bir grubun elinde ise “oligarşi”; toplumun bütününe ait olursa “demokrasi” söz konusudur. Monarşiler ve demokrasilerle oligarşiler arasında da birbirinden oldukça farklı yapılar ortaya çıkabilir.
Devlet biçimlerini bir başka ayrım içinde de görebiliriz. Bu ayrımda şu ölçü esas alınır: Egemenliği kullananların bir seçim sonucunda veya seçime dayalı olmadan bu hakka sahip olmaları. Böyle bir ayrımda iki ana grup devlet çeşidi belirir. Birinci grubu göz önüne alalım: Bu gruptaki devletlerde egemenlik ya belli bir soydan gelen aile üyelerinin biri tarafından, geleneklere göre kullanılır. Bu tür devletlerde “seçim” olgusu yoktur. Bu grubun Genel adı “monarşi” sözcüğü ile ifade edilir. "Krallık”, “hükümdarlık”, “padişahlık”, “imparatorluk”, ”sultanlık” gibi sözcükler aslında monarşi kavramının değişik adlarından ibarettir ve özleri birbirinin aynıdır. Bir monarşide kimin hükümdar olacağı kendi geleneğine göre saptanır: En büyük erkek çocuk; ailenin kadın veya erkek en yaşlı üyesi; sadece en yaşlı erkek üyesi; aile içinde en güçlünün kendi otoritesini diğerlerine çeşitli yollarla kabul ettirmesi gibi... Egemenliği kullanan kişi belli bir aileden gelmeyebilir; bu tür kişiler çeşitli toplumsal ve siyasal bunalımların doğurduğu belirsizlik zamanlarında bazı etkili grupları arkalarına alarak egemenliği el erine geçirir. Bu tür devletlere “totaliter”, yani diktatörün bütün gücü elinde topladığı devletler diyoruz .Bu tür devletler de kendi aralarında alt çeşitlere ayrılabilirler: Faşist, Marksist totaliter devletler gibi Sözcük anlamı bakımından "monarşi" ile "totaliterlik" aynı içeriği belirtirler. Bu da egemenliğin tek elde -yani bir kişide- toplanması demektir. Ama her iki devlet çeşidi arasında siyasal açıdan önemli işleyiş farkları vardır). Bir de egemenliğin birden çok soydan gelen belli sayıdaki ailelere ait olduğu bir devlet biçimi vardır ki buna da “oligarşi” veya “aristokrasi” denilmektedir.
Cumhuriyet
Egemenliği kullananların seçimle işbaşına geldikleri devletlerin Genel adı “Cumhuriyet” sözcüğü ile ifade edilir. Ancak bu tanıma şu eklemeyi de koymak gerektir: seçim bir kez değil, belli aralıklara yapılacaktır. Seçim bir kez olur ve bununla egemenlik süresiz olarak birine verilirse karşımıza yeniden monarşi veya diktatörlük çıkar. Bu konuda iki önemli örnek sizleri aydınlatacaktır: Fransız halkı Napoléon’u 1804 yılında özgürce geçen bir seçim -daha doğrusu halkoylaması- sonucu “imparator” ilan etti. Bir hükümdarın halkın oyu ile işbaşına gelmesi Fransız ihtilalini yapan ulusça gerçekleştirildi ki kuramsal olarak burada ihtilalin ilkeleri ile çatışan bir ilginç durum vardır. Hitler de 1933 yılında seçimle işbaşına geldi ama Alman halkının egemenliğini kendi üstüne kayıtsız-şartsız ve süresiz olarak aldı. Halk da bunu kabullendi.
Cumhuriyet Çeşitleri
Bir devlet biçimi olan cumhuriyetin çeşitlerini saptayabilmek için her şeyden önce seçimi kimlerin yaptığı önemlidir. Eğer egemenlik hakkını kullanacakları çok sınırlı sayıda kişiler seçer ve halkın çoğunluğuna bu yol kapalı tutulursa o zaman Yine de bir cumhuriyetten söz edilebilir ama bunun niteliği özlenilen bir biçim olamaz: Oligarşik bir cumhuriyet söz konusudur. Başka bir deyişle, evet, egemenliği kullananlar –veya kullanan- belli aralıklarla seçilmektedirler ama bu seçimi toplumun çok küçük bir kesimi yapmaktadır. Bu seçim toplumun bütününü hiç olmazsa önemli bir ölçüde karşılayabilecek derecede geniş kesimlerce yapılıyorsa o zaman belki “halka dayalı” bir cumhuriyetten söz edilebilir.
Evet, gerçek bir cumhuriyet için seçimin çok geniş halk katılımı ile yapılması gereklidir ama yeterli değildir. Hemen hemen bütün halk kesimlerinin seçime katıldığı cumhuriyetleri bu açıdan ikiye ayırabiliriz: Eğer halk seçimi özgürce yapabiliyorsa,o toplumda temsil edilen belli-başlı düşünce akımlarının yandaşları siyasal partiler kurup halkın karşısına çıkabiliyorlarsa, o zaman demokrasinin de içinde bulunduğu bir cumhuriyet söz konusudur. Ama bir cumhuriyette yurttaşlar sadece belli kişilere oy vermek zorunda iseler, siyasal çoğulculuk yoksa veya seçimlere yansımıyorsa o zaman demokrasinin niteliklerini taşımayan bir cumhuriyetle karşı karşıya bulunuyoruz demektir.
Basit çizgileriyle açıklamaya çalıştığımız bu iki ana devlet biçiminin arasında kalan önemli bir tür daha vardır. Bu tür aslında “monarşi”nin bir çeşididir. Ama bu türde halk ile hükümdar, egemenliği bir ölçüde paylaşırlar. Bugünkü biçimiyle, bu tür monarşilerde egemenliği aslında halk kullanır ama devletin başı olan hükümdar egemenliğin tarihsel ve geleneksel açıdan kuramsal da olsa sahibidir. Avrupa’da demokrasi ve monarşi yandaşlarının uzun ve kanlı bir mücadele sonunda eriştikleri bu devlet biçimine “meşruti monarşi” adı verilir. Bu tür devlette halk hükümdarın egemenlik hakkına saygı duymakta ama kendi dilediği siyasal partiyi ülkeyi yönetmek için özgürce seçebilmektedir; her türlü insan hakkı güvencesi ve siyasal katılım olanakları sağlanmıştır. Öyle ise bugünkü Batı Avrupa meşruti monarşileri tam anlamıyla birer demokrasi sayılırlar; ama cumhuriyet değildirler. Çünkü hükümdar egemenliğin sahibi olarak, kuramsal da sayılsa “son sözü” söylemek yetkisine sahiptir.
CUMHURİYET VE DEMOKRASİ
Yukarıda, egemenliğin kullanılış biçimlerine göre yaptığımız ayrımda “demokratik” nitelikli iki devlet türünden söz etmiştik: Demokratik cumhuriyetler ile meşruti monarşiler. İkincisine “demokratik monarşiler” de diyebiliriz. “Cumhuriyet” en Genel anlamda egemenliği kullananların “seçimle” belirlendiği bir sistemdi. Monarşide ise egemenlik bir aileye (veya hanedana) ait olup, onun içinden tek kişi tarafından kullanılıyordu. Ama, “demokratik” olmayan cumhuriyetler görüldüğü gibi “demokratik” monarşiler de var. Öyle ise konuya tam olarak girmeden önce şu gerçeği ifade edebiliriz: Her demokrasi cumhuriyet olmadığı gibi, her cumhuriyet de demokrasi değildir. O zaman sorun “demokrasi” üzerinde düğümlenmektedir. Öyle ise ilkönce bu kavram üzerinde duralım:
Demokrasinin en ülküsel yönetim biçimi olduğu söylenebilir. İnsanların bütün temel haklarına sahip olmasına, toplum içinde çeşitli düşüncelerin temsil edilebilmesine, yurttaşın yöneticilerini bu düşünce akımlarının mensupları arasından serbestçe seçebilmesine, onları her zaman denetleyebilmesi esaslarına dayanan bir rejimdir demokrasi. Bu mekanizmanın işlemesindeki temel koşul ise “eşitlik”tir. Yasalar karşısında bütün yurttaşlar eşit değilse demokrasiden de söz edilemez. Değişik bir ifade ile “halkın kendini dilediğince yönetebilmesi” anlamına gelen demokrasi İlkçağ’daki bazı toplumlarda bir ölçüde uygulandı. Eski Yunan kent devletleri ile (polisler) Roma Cumhuriyeti’nin ilk zamanlarında oligarşiye dayalı olmakla birlikte demokrasiye benzer yönetim biçimleri görüyoruz. (Bugün bütün dünya dillerine "demokrasi" sözcüğü yerleşmiştir. Bu sözcük eski Yunanca'dan geliyor. "Demos" halk, "kratos" yönetim demektir. Her ikisinin birleşmesinden çıkan ve bugün "demokrasi" biçimine dönüşen sözcük "halk yönetimi" anlamını çiziyor. Eski Yunanlılar kent devletlerindeki -bugünkü anlamıyla oligarşik cumhuriyeti- sistemi bu sözcük ile ifade etmişlerdir. Sözcük giderek en ülküsel yönetim biçimini belirtmeye başladı) Bu toplumların düşünürleri içinde “demokrasi” kavramını tanımlamaya çalışanlar da çıkmıştır. Ama İlkçağ’daki bu birkaç istisna dışında 18. Yüzyılın sonuna kadar, demokrasinin egemen olduğu devletler karşımıza çıkmıyor (Orta ve Yeniçağ'da bazı kentler bağımsızlaşmış ve oligarşik cumhuriyetler kurmuşlardır: İtalya'da Ceneviz, Venedik; Kuzey Avrupa'da "Hansa Kentleri" gibi. Ancak bu oligarşiler Yunan kentlerindekinden de daha geri bir yönetim biçimi çizerler. Fakat sonuçta hiç olmazsa monarşi değildiler). Mutlak monarşi her yerde geçerliliğini sürdürmüştür.
Anlaşılış ve Uygulanış Biçimlerine Göre Demokrasi
Çok iyi anımsayacaksınız: Batı’da 15-16. yüzyıllarda Genel bir uyanış başlamıştı. Doğa bilimlerindeki büyük buluşlar ve atılımlar yeni bir çağın habercisi idiler. İnsanoğlu artık özgür düşünceye geçmek hazırlığındadır. Hem bilim hem de sanat alanında “özgür” olmak, ulaşılması özlenen bir ülkü durumunu almıştı. Bu düşünce bütün insanların “eşit ve özgür” sayılması akımını güçlendirdi. Yine pek iyi anımsayacaksınız: Batı toplum yapısındaki bozukluklar, ayrıcalıklar, eşitsizlikler bu yeni akımların yerleşmesi için çok uygun bir ortam yaratıyordu. Böylece özgür düşünce üzerinde yükselen “Aydınlanma Çağı”na geçilmişti. Artık toplumların yönetim biçimleri üzerinde de akılcı yorumlar yapılıyor, mutlak monarşiler “akla ve gerçeğe” uygun olmadıkları gerekçesiyle eleştiriliyordu. Böylece “en iyi” yönetimlerin nasıl olması gerektiği üzerinde görüşler, esaslı kuramlar ortaya atıldı.
Bunlara birkaç cümle ile bir göz atalım:
Kimi düşünürlere göre egemenlik kayıtsız-şartsız ulustan kaynaklanmalıydı. Egemenliğin sahibi de ulus olacaktı böylece. Ulus, egemenliği dilediği gibi kullanmalı, yöneticiler ulusça seçilmeli ve her an denetlenebilmeli idiler. İnsanlar doğuştan özgür ve diğerlerine eşittirler. Devletin görevi bu özgürlükleri korumak ve geliştirmek olmalıdır. Özellikle ünlü düşünür Rousseau (Ruso / 1712-1778) tarafından işlenip geliştirilen bu akımda hem cumhuriyet hem de demokrasi vardır. Bu düşünüre göre egemenlik bütün ulusa ait olduğundan parçalanamaz. Öyle ise devletin her üç gücü de aynı kaynaktan ve ayrılmaz bir biçimde çıkmalıdırlar. Bu görüşe “güçler birliği” adı verilir.
Bazı düşünürler ise devletin üç ana gücünün, yani yasama, yürütme ve yargı güçlerinin ayrı el ere verilmesini insanların güvencesi olarak görmektedirler. Devletin biçimi önemli değildir. Bütün sorun egemenliğin üç ögesini eşit olarak dağıtmaktır. Bu bakımdan hükümdar yürütme gücünün başı olarak yerini koruyabilmeli idi. Buna karşılık yasama gücü halk tarafından seçilmiş bir kurula - parlamentoya- verilmeli, yargı gücü de tam bağımsız olmalıydı. “Güçler ayrımı” adı verilen bu sistemi İngilizler Ortaçağ’dan beri siyasal gelenek haline getirip uygulamaya başlamışlardı. Bu uygulamanın mantığını çok iyi değerlendiren Montesquieu (Monteskiyö / 1689-1755) adlı ünlü bir Fransız düşünürü bu yolla monarşilerin demokratik bir biçimde işletilebileceğini inanıyordu.
Birinci görüşte cumhuriyet, ikincisinde ise demokratik bir monarşi anlayışının yattığını kavramışsınızdır. İşte 20. Yüzyıl başlarına değin bu iki temel görüş giderek çeşitli devletlerin içindeki uluslara sızmaya başlamıştır. Daha 1774 yılında İngiliz boyunduruğuna karşı ayaklanan Amerikalıların “demokratik bir cumhuriyet” kurduklarını ve bu yeni devlette eşitlik ve özgürlük ilkelerini tanıyıp güvence altına alan ilk yazılı anayasayı 1787’de yaptıklarını anımsayacaksınız. 1789’da ise ünlü Fransız ihtilali patlak verdi. İhtilalciler ilkönce “demokratik bir monarşi” kurmak istediler. Ama kral yüzlerce yıllık kesin ve mutlak yetkilerinden vazgeçmedi. Bunun üzerine cumhuriyet kuruldu. İşte bu iki temel olaydan sonra demokrasi ve cumhuriyet akımları dünyaya daha da hızlı yayılmışlardır. Bu anımsatmalardan sonra bahsimizin başına dönelim: Hiç kuşku yoktur ki cumhuriyet, demokrasinin doğup gelişmesi için en ülküsel bir devlet biçimidir. Ama gördük ki bazı monarşilerde de kişilerin eşitliği ve özgürlükleri tanınmakta ve halkın egemenlik hakkının kullanılmasına katılması sağlanmaktadır. Bu durumda Yine bir demokrasi ile karşılaşıyoruz. Öyle ise diyebiliriz ki, demokrasi biçim değil, özdür; devletin dış görünüşünün altında yatan, ona gerçek kişiliğini kazandıran bir özdür bu. Eğer bu öz bir devlette yoksa, dış görünüşü bakımından cumhuriyet de olsa sözü geçen ülkede demokrasinin var olduğunu ileri süremeyiz.
İster cumhuriyet ister monarşi “kılığında” olsun, demokrasi üç ana biçimde uygulanır: Bunlardan birincisi “doğrudan demokrasi” adıyla anılır. Bu en ülküsel demokrasi biçimidir. Yurttaşlar hiçbir aracı olmadan toplanıp kendilerini yönetmek için gerekli kararları alırlar ve bunları yürütecek olanları da hemen belirlerler. İlkçağ’da ufak bazı kent devletlerde uygulanan bu yöntem artık gerçekleştirilemez. Milyonlarca kişinin bir araya gelmesi mümkün değildir. Böyle bir olanağın doğduğu varsayılsa bile bu kadar çok insandan oluşan insanlar günden güne karmakarışık bir durum alan toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunları kendi kararları ile çözemezler.
Bu olanaksızlık demokrasi üzerinde düşünen Aydınlanma Çağı bilginlerine yeni bir çözüm yolu esinlendirdi. Böylece ikinci bir seçenek doğdu. Denildi ki, yurttaşlar özgür iradeleri ile belli bir süre için temsilciler seçsinler. Bu temsilcilere geçici bir “yetki” versinler. Böylece bu temsilciler ulus adına egemenlik hakkını bir süre için kullansınlar Süre dolunca yeniden seçim yapılsın. İşte bu yöntemin adı “temsili demokrasi”dir. Bugüne değin demokrasiyi yürütmek için başka bir yöntem bulunamamıştır. Her sistem gibi, temsili demokrasinin de doğal olarak bazı sakıncaları vardır. Özellikle şu önemli nokta eleştiri konusudur: Temsilciler seçildikten sonra, kendilerini seçenlerin istekleri doğrultusundan ayrılabilirler. Bu durum seçenin iradesine ters düşer; bu da artık halkın temsil edilmediği gibi önemli bir sonuç doğurur. Bu sakıncayı bir ölçüde de olsa ortadan kaldırmak için üçüncü bir yöntem bulundu. Bu yönteme “yarı doğrudan demokrasi” deniliyor. Bu yöntemde temsilcilerin kabul etmek istedikleri veya kabul ettikleri yasalar halkoyuna sunulur. Bir yasanın çıkartılmaması istenirse, temsilciler artık o işi bırakırlar. Yok, yasa kabul edilip de halk tarafından istenmemişse Yine yok sayılır. Bu “önce” ve “sonra” halkoylamaları bir tercih işidir. Yarı doğrudan demokrasi yöntemini İsviçre koyu biçimde uygular. Fakat, demokrasilerin çoğunluğunda esas olan “temsil”dir; yahut tam temsili demokrasidir. Halkoylamasına çok önemli ve ender durumlarda gidilir.
Dostları ilə paylaş: |