ATATÜRK O ÖRTÜYÜ NASIL AÇTI
Mümtaz İdil
Yıl 1928...
Çankaya köşkünde Cumhuriyet’in kuruluşunun yıldönümü nedeniyle bir resepsiyon verilmekte.
Resepsiyon sırasında Çankaya’daki diplomatik uygulamanın ne ölçüde “sıkı” olduğunu gösteren bir olay gerçekleşir:.
“Bu olay da Mustafa Kemal’in fese karşı tepkisinin ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymaktadır. O sırada Fransa’nın Ankara Büyükelçisi olan Kont de Sambru olayı şöyle anlatır: ‘Kabulde iki yüze yakın diplomat vardı. Uzun fesi ile Mısır elçisi dikkati çekiyordu. Mustafa Kemal, yanındakilere onu alaylı bakışlarla gösteriyordu. Zavallı meslektaşım hiç bir şeyden kuşku duymuyordu. Tam müzik çalarken Mustafa Kemal yerinden kalktı, Mısır Büyükelçisi’nin yanına gitti ve yanında bulunan garsonlardan birinin kulağına bir şeyler söyledikten sonra Mısırlı diplomatın omzuna vurdu. Onu öpecek sandım. Ama çevik bir davranışla birdenbire Mısırlı diplomatın fesini kaptı ve garsonun gümüş tepsisine koydu. Hepimiz Mustafa Kemal’e özgü bu şakayı seyrediyorduk, iyi ki Mısırlı meslektaşım bu büyük adamın şakasını önemsemedi.” (Paraşkev Paruşev, çev: Naime Yılmaer)
O resepsiyon Türkiye için dönüm noktalarından yalnızca biriydi. Fes yasaklanmıştı ve fes giyenlere hoş gözle bakılmıyordu.
Bir Osmanlı geleneği terk ediliyor, onun yerine genç bir cumhuriyetin kurallarınan biri daha yürürlüğe konuyordu.
Değil bir Türk diplomatının veya bürokratının resepsiyona fesle gelmesi, yabancıların gelişi bile “sorun” olabiliyordu nitekim.
Mustafa Kemal’in fese karşı oluşunun temelinde önce “Araplığa”, ardından da Osmanlı geleneğinin sürdürülmesine karşı olmak yatıyordu.
Yani giyim ve kuşamın özgürlük değil değişimle ilgisi vardı.
Bunun da farkındaydı Mustafa Kemal.
Realite de bunu gösteriyordu.
Devrim, topyekün ve tavizsiz bir eylemdi.
BU ÖZGÜRLÜK DEĞİL
Bugüne geldiğimizde, bize masal okumasın “liberal-demokratlarımız”...
Kıyafetin özgürlük olduğunu dayatmasın.
Türban bal gibi bir değişimdir. Bir karşı devrim hareketidir. Bir özgürlük değil.
Mustafa Kemal nasıl dayanamayıp Mısır büyükelçisinin kafasındaki fesi bile gümüş tepsiye koyduysa ve değişimi uluslararası skandalı da göze alarak başlattıysa, iki gün önce Çankaya’daki resepsiyonda Hayrünisa Gül cumhuriyet geleneklerine karşı bir kıyafetle konukları karşıladıysa, Cumhurbaşkanı makamının eli sıkılmadan geçildiyse...
Bunun adı özgürlük değil, değişimdir.
Artık Türkiye farkına varmış olmalı.
Liberal aydınlarımız farkında değilmiş gibi davranmamalı.
Özgürlük adı altında ideolojilerin dayatıldığı gerçeğine sırtını dönmemeli.
Türkiye’de tersine bir değişim başlamıştır. Bu, iyi ya da kötü, Mustafa Kemal’in başlattığı devrime karşı devrim hamlesidir.
Epeyce de yol almıştır.
Bunda başarılı olunacak mı? Türkiye yeniden bazı çevrelerce “arzu edilen” fesli günlere ve onun peşi sıra gelen cumhuriyet öncesi döneme geri dönecek mi?
İşte bu çok zor görünüyor.
İlber Ortaylı’nın da dediği gibi, “Osmanlı döneminde de kıyılar daha ilerici ve aydınlıktı.”
Türbanı “bireysel özgürlük” olarak savunanların yukarıdaki “anekdotu” okumaları gerek.
Benimserler ya da tersi... Ama nasıl ki “baş üzerinden kapılan fes” bir özgürlüğün engellenmesi değil de bir değişimin başlangıcı olarak algılanıyorsa, türbanın da öyle kabul edilmesi gerek. Hangisi mi daha ileri?..
Değişim her zaman ileriye doğru olmuyor elbette...
Hatta 60 yıldır geriye doğru gidiyor.
Ama ortada bir “Stefan Zweig” direnci var.
Referandumun ertesi günü “zafer” ile uyanan AKP, elindekinin “Pirus Zaferi” olduğunu anlamakta gecikmedi.
Direnci hemen gördü.
Ve doğal olarak da kıyamlar hızlandı.
Oktay Ekşi’nin gidişi kıyamların ağır olanıdır.
Geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir artık ve Tayyip Erdoğan’ın, tıpkı Epiruslu Pirus gibi, “Tanrım, bir daha bana böyle bir zafer verme” diyeceği günlere hızla yaklaşılmakta...
Bu bir temenni değil, saptamadır.
DERVİŞ’İN SARI ÇİÇEĞİ
Teoman Alili
Kemal Derviş Türkiye’nin sol partilerini bölme ve iktidardan indirme sorumlusu olarak çalışmadı mı? DSP’nin iktidarını bitiren adam olarak öne çıkmadı mı? Dahası İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ın DSP’den koparıp yeni bir parti kurdurup sonra kendisi CHP’ye gitmedi mi? Hepsinin cevabı evet ve bütün bu gerçekler varken ne tesadüftür ki Kemal Derviş daha önce planlandığı ortaya çıkan bir havaalanı görüşmesinde adaşı Kılıçdaroğlu’yla görüştü. Ne olduysa o görüşmeden sonra oldu.
En sevdiğim ilahidir; hani derviş sarı çiçeğe annesini babasını sorar ya, çiçekte ona cevap verir. Ancak sözlerde çiçeğin cinsi belirtilmez. Günümüzde ilahi tesadüf müdür nedir, sanki Derviş’in konuştuğu sarı çiçek gülmüş gibi geldi. MFÖ kusura bakmasın sarı lale değil sarı gül. Birlikte yazılınca Sarıgül oluyor. İnsan ister istemez soruyor: adaşlar havaalanında buluşutuğunda Derviş, adaşına sarıgül mü verdi acaba yada masada sarıgül mü vardı?
ASLINDA MESELE GÜL MESELESİ DEĞİL
İsimler sadece fikirlerin temsilcisi olabiliyor. Sanırım biraz daha açık olmak lazım. Açmak için kendime sorup kendim cevap vereyim. Tamamen kendi kendime konuşuyorum yani.
-ABD, AKP’den ne istiyor?-Füze kalkanını Türkiye’ye konuşlandırmasını. -Peki AKP’nin gücü buna yetiyor mu? -Aslına bakarsanız hiç yetmiyor. -Dolayısıyla ABD, AKP’yi iyice sıkıştırmak için ikinci iktidar alternatifini hazırlamaz mı? Yıllarca hazırladı. -Bu yeni bir parti olursa başarı şansı var mı? -Asla yok. -AKP’nin karşısında en güçlü görünen parti hangisi?-CHP…-Peki CHP’nin tabanı ve içinde ABD karşıtları var mı?-Cumhuriyet mitingleri ve son Kongre ABD karşıtlığının kanıtı.-O halde CHP ne yapılmalı?-Liberalleşmeli. -Liberal kadro var mı?-Elbette var.
KEMAL DERVİŞ VE SONRASI
Bütün soruları sorduktan sonra yakın tarihe dönelim. Kemal Derviş Türkiye’nin sol partilerini bölme ve iktidardan indirme sorumlusu olarak çalışmadı mı? DSP’nin iktidarını bitiren adam olarak öne çıkmadı mı? Dahası İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan’ın DSP’den koparıp yeni bir parti kurdurup sonra kendisi CHP’ye gitmedi mi? Hepsinin cevabı evet ve bütün bu gerçekler varken ne tesadüftür ki Kemal Derviş daha önce planlandığı ortaya çıkan bir havaalanı görüşmesinde adaşı Kılıçdaroğlu’yla görüştü. Ne olduysa o görüşmeden sonra oldu. Önder Sav’la Kılıçdaroğlu’nun arası açıldı, parti dengeleri değişti, CHP’nin türban söylemi değişti v.s. Açıkça göründü ki Derviş yeni bir operasyon yapıyor. İLGİNÇ DEĞİL Mİ?Kemal Derviş’in yakın dostlarından biri Mustafa Sarıgül ve Hikmet Çetin. İki isim de ABD’ye gidip görüşmeler yapmayı çok seviyor. Kemal Derviş zaten ABD’de yaşıyor. Tam liberal sol yani… Mustafa Sarıgül’ün CHP’ye girmesine en çok karşı çıkanlar kimdi. Deniz Baykal ve Önder Sav. Baykal kaset komplosuna maruz kaldı. Kaset komplosu olmadan birkaç ay önce Sarıgül ABD’deydi. Önder Sav’a darbe girişimi var. Adaşların görüşmesinden hemen sonra. Bence çok ilginç. Bakalım yakında Sarıgül CHP’ye katılacak mı?
ABD YEDEKLEME ZORUNDA
ABD, gerek füze kalkanı gerekse diğer çıkarları için AKP ile çalışamıyor. AKP’nin islami tabanı ve İsrail karşıtı çıkışları ABD’yi yeni iktidar seçeneklerine itiyor. ABD, AKP’nin seçimlerde koalisyon kuramayacak bir durumda olduğunu biliyor. Seçimlerde olası bir kayba göre yeni iktidar seçeneğini arıyor. CHP’nin içinde ve özellikle tabanında ulusalcı kökler varken CHP’ye güvenemiyorlar. Bu yüzden CHP’nin liberalleşmesi gerekiyor. CHP klasik köklerinden koparken Kılıçdaroğlu, Hurşit Güneş, Gürsel Tekin ve Mustafa Sarıgül gibi isimler öne çıkarılabilir.
AMAN DİKKAT!!!
Bu bölümden sonraki tüm sözlerim meclisten dışarı. Türkiye’nin federasyon yapılması veya parçalanması için AKP yeterli değil bu yüzden kurucu partinin ele geçirilmesi lazım. Devrimle kurulan bütün ülkeler kurucu partilerin başına geçen liberal veya işbirlikçi yada yetersiz isimlerin iktidarında yok oldu. Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya, SSCB v.s… Umarım Türkiye’de aynı oyun oynanmıyordur. CHP Atatürk’ün partisidir orada yönetici olanlarda Atatürk’ün yolundadır biz öyle biliriz.
İLK KURŞUN
Kul Hakkını Yiyen, Allah’tan Korkmayanların Kanalı: TRT
Sinan Meydan
AKP’nin medyayı tamamen ele geçirme operasyonu kapsamında yandaşlaştırdığı kanalların başında gelen TRT, Türkiye’nin heryönüyle en büyük kurumlarından biridir.
Halkın vergileriyle, örneğin elektrik faturalarından yapılan kesintilerle, ayakta duran TRT’ye AKP döneminde büyük miktarlarda para akıtılmıştır.
Halkın vergileriyle beslenen TRT tüm halkın kanalı olması gerekirken ( AKP döneminde yandaşlaştırma politikası gereği) bugün sadece İslamcıların, cemaatçilerin, liberallerin ve tatlısu solcularının kanalı durumuna getirilmiştir.
TRT’de program yapan veya program konuğu olan tek bir Atatürkçü, Ulusalcı ve gerçek Sosyaliste rastlayamazsınız.
TRT’nin tamamı bugün AKP isteği doğrultusunda STV, Zaman, TGRT, Yeni Şafak, Akit, Taraf gibi cemaatçi veya liberal gazete ve televizyonlarda çalışanlarca adeta istila edilmiştir.
Bu AKP yalakası istilacılar -üstelik de dindar görünerek- TRT’den astronomik rakamlar kazanmaktadırlar:
Örneğin:
Zaman yazarı Fehmi Koru, TRT’den aylık 100.000 tl civarında maaş almaktadır…
Diğer yandaş kalemlerin ve ağızların ne kadar aldıklarını da siz düşünün!
Bu TRT, AKP muhalifi; Atatürkçü, Kemalist, gerçek solcu, alevi, gerçek dindar ve ulusalcı kesimlere hitap etmemektedir. Ama hala bu kesimlerin elektrik faturasından kesilen paralar, TRT’de yuvalanan AKP yalakası yandaş gazeteci, yazar, çizer, sunucu, yapımcı takımınının cebine gitmektedir.
Bu, kelimenin tam anlamıyla, maskesiz soygundur: Türkiye’nin önemli bir kesimi neredeyse hiç izlemediği halde bu kanala para ödemektedir.
Bu durumdaki TRT için yapılacak en güzel tanımlama: “Kul hakkını yiyen Allah’tan korkmayanların kanalı ” olmalıdır sanırım!..
Ben ve benim gibi düşünen milyonlar, Fehmi Koru, Mümtazer Türköne gibi yandaşlara hakkımızı helal etmiyoruz!
Hem gece gündüz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine, orduya, Atatürk’e hakaret edecekler hem de benim vergilerimle beslenecekler…. Ben bir Türkiye Cunhuriyeti vatandaşı olarak bu duruma isyan ediyor ve HARAM OLSUN! diyorum… İki cihanda da ellerim yakalarında olacak!…
İLK KURŞUN
İŞTE AKP’NİN PKK İLE 19 MÜZAKERESİ
Mehmet Ali Güller
Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı Demokratik Toplum Partisi’nin yerine kurulan Demokratik Toplum Kongresi’nin Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk, avukat sıfatıyla, ikinci kez Abdullah Öcalan’la görüştü.
İmralı dönüşü açıklama yapan Tuğluk’tan öğrendiğimize göre, AKP Öcalan’la yürüttüğü diyalog sürecini “müzakere” aşamasına çevirmiş: “(Öcalan) Devlet yetkilileri ile bir kez daha görüşme gerçekleştirildiğini, bu görüşmenin son derece önemli olduğunu, niteliksel bir görüşme olduğunu, ciddi bir görüşme olduğunu ifade etti. Kendisiyle görüşme yapan devlet yetkililerini barış konusunda daha ciddi bulduğunu bir kez daha dile getirdi. Yapılan görüşmeleri bir nevi diyalog sürecinden müzakere sürecine geçişi ifade eden bir süreç olarak gördüğünü söyledi”. (Hürriyet, 2 Kasım 2010)
“Temas, diyalog, görüşme, pazarlık, müzakere, anlaşma” diye ilerleyen sürecin nasıl kotarıldığının ayrıntılarını, Kaynak Yayınları’ndan çıkan, “ABD’nin Neo-Osmanlı Projesi: Büyük Kürdistan” kitabımda okuyabileceğiniz bu müzakereler, özetle şunlardı:
1.. AKP’nin PKK ve Öcalan’la ilk teması, görev süresini tam dört kez uzattığı MİT Müsteşarı Emre Taner üzerinden kuruldu. Öcalan, ilk temasta, henüz Müsteşar Yardımcısı olan Taner’den dağdakilere mesaj gönderme imkanı talep etti.
Taner, 15 Haziran 2005’te Müsteşar olduktan kısa bir süre sonra 20 Ekim 2005’te Mesut Barzani ile görüştü. Barzani’nin, Taner üzerinden Türkiye’den talepleri şunlardı: “Türkiye, Kuzey Irak’taki oluşumu tanımalı; Kuzey Irak ve Türkiye’deki Kürtlere çifte vatandaşlık vermeli; ekonomik ilişkileri geliştirmeli, kurulacak askeri okullarda Türk uzmanlar görev yapmalı…”
2.. Hükümetin akıl hocalarından Cengiz Çandar, AKP’nin “Kandil ve İmralı” ile görüştüğünü söyledi. (Vatan Gazetesi, 26 Eylül 2009) Zaten Çandar, en başından beri meseleyi “İki Abdullah”ın çözeceğini savunuyordu. (Referans Gazetesi, 15 Mart 2009)
3.. Habur’dan giriş yapan “barış grubu” da AKP’nin Öcalan ile yürüttüğü diyalogun sonucuydu. Öcalan’ın çağırdığı barış grubunun Habur’dan girişini, Başbakan Erdoğan, henüz toplumsal tepki başlamadan şöyle değerlendiriyordu grup konuşmasında: “Dün Habur Sınır Kapısı’nda yaşanan anlamlı gelişmeye de değinerek sözlerimi sonlandırmak istiyorum. Bildiğiniz gibi 34 kişi sınırı geçti ve sabah saatlerinde 29’u, ilgili yasalarımız çerçevesinde bırakıldı. Bunu son derece olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak gördüğümü ifade etmek istiyorum. Şu anda yargı diğer 5’i ile ilgili çalışmalarını da sürdürüyor”.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün 17 Ekim cumartesi günü gizlice buluştukları ve Habur’dan girişi organize ettikleri basına yansıdı. (Milliyet Gazetesi, 21 Ekim 2009)
4.. Taraf Gazetesi’nden Yıldıray Oğur, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı bir analize dayanarak, 2006 yılından beri PKK’nın Avrupa sorumlusu Sabri Ok ile görüşüldüğünü açıkladı. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu da, “Sabri Ok, Abdullah Öcalan ile telefon görüşmesi yaptı” dedi. Her iki açıklama birleştirilince AKP’nin Sabri Ok’la, Ok’un da Öcalan’la görüştüğü ortaya çıkmış oluyordu.
5.. PKK lideri Murat Karayılan, Habertürk’ten Amberin Zaman’a şöyle diyordu: “Geçen yıl Şubat ayında bir hükümet üyesi Öcalan’a gitti ve açılımı konuştu. Hükümet üyesi Öcalan’ın açılıma ilişkin hükümete sunduğu yol haritası çerçevesinde müzakere edilebilecek tartışmaların başlayabileceğini ifade etmiş ama gerisi gelmemiş.” (Habertürk Gazetesi, 16 Nisan 2010)
6.. Aksiyon Dergisi’nde yer alan bir habere göre, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “orkestra şefliği”nde, MİT Müsteşarı Emre Taner’in yürütücülüğünde ve PKK ile yapılan dolaylı görüşmelerde bir yol haritası belirlendi. Bu yol haritasına göre, PKK’lılar Kandil’den Mahmur kampına inecek, oradan da silahsız olarak Türkiye’ye dönecekti! (Aksiyon Dergisi, Sayı:757, 8 Haziran 2009)
7.. Hasan Cemal, PKK lideri Murat Karayılan’la “diplomasi işlevi taşıyan” bir röportaja imza atmıştı. Cemal, yazmadıklarını da hükümete aktardı.
8.. Öcalan, Erdoğan ve Gül’ün kendisine dolaylı çağrılarda bulunduğunu açıkladı: “Sayın Erdoğan ve Gül’ün dolaylı da olsa, basın yoluyla da olsa çağrıları oldu, ricaları oldu. Ben de bunlara cevap verdim. Osmanlı zamanında padişahlar perde arkalarından dinlerlerdi. Eğer çözüm olacaksa biz bunu da kabul ederiz.” (ANF, 26 Temmuz 2009)
Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık, oluşan tepkiler nedeniyle, Öcalan’ın avukatları aracılığıyla yaptığı bu açıklamayı yalanladı. Oysa AKP Milletvekili Mehmet Halit Demir, üç gün sonra “Gerekirse Abdullah Öcalan ile görüşülmesi gerektiğini” söylüyordu. (Hürriyet Gazetesi, 30 Temmuz 2009)
9.. AKP Milletvekili Mahmut Esat Güven, şartları düzeltilirse Öcalan’ın olumlu mesajlar vereceğini, bu konuda İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dan talepte bulunduğunu açıkladı. (Hürriyet Pazar eki, 1 Ağustos 2010)
10.. Öcalan’ın AKP’yle pazarlıklarındaki şartlarından biri de cezaevi koşullarının düzeltilmesiydi. AKP bu konuyu sürece yayarak çözdü, Öcalan’a arkadaş bile gönderdi. Öcalan, Adalet Bakanlığı’ndan bir heyetle bu konuda yaptığı görüşmeyi avukatları aracılığıyla şöyle açıklıyordu: “Buraya getirilen arkadaşlarla bir kez görüştüm. Buradaki görevliler, ileride televizyon vereceklerini belirttiler. Adalet Bakanlığı’ndan gelen heyetle görüştüm. Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif İşleri Müdürü de vardı. Bu görüşmeden sonra kapının üstünde aşağıya ve yukarıya yeni bir pencere açtılar. Kaldığım odada yatak, dolap, masa var. Onun dışında bana iki-üç adım mesafesinde yer kalıyor. Yatak, Masa ve Dolap yeri dışında enine iki adım boyuna üç adımlık mesafe var. Bütün yer bundan ibarettir.” (ANF, 11 Aralık 2009)
11.. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Abdullah Öcalan’dan aldığı mektubu, Ankara ziyareti sırasında görüştüğü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile paylaştı. (Milliyet Gazetesi, 6 Temmuz 2010)
12.. AKP’nin PKK ve Öcalan ile pazarlıklarından biri de KCK iddianamesinde yer alıyordu. İddianamede yer alan tutanakta Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani şöyle diyordu: “Benim Apo ile bir ilişkim var. 2 Kasım’da bana avukatları aracılığıyla bir mektup gönderdi. Ben bu talepleri Türk yetkililerine de iletmiştim. Benim PKK ile de bir diyalogum var. Bu bayramda ben talep etmişim ateşkesi, hem uzatılması konusunda da bir yaklaşım oldu. Silah bırakma ve ateşkes ilan etme arasında fark var. Ben silah bırakma yanlısı değilim. Ateşkes ilan edilsin. Silah bırakmanın karşılığı var. Ateşkes ilan etmek ise Türkiye’de çalışan arkadaşların mücadelesini yükseltmek için olmalıdır. Yine PKK’nın bir talebi vardı; genel af ile onu dile getirdik. Biz MİT müsteşarları ile PKK’nın bazı ilişkileri var, sizin bilginiz dahilinde mi dedik. Erdoğan, MİT müsteşarının tüm ifadeleri benim ifademdir dedi.” (ANF, 14 Haziran 2010)
13.. Cumhurbaşkanı Gül, 12 Eylül halkoylaması öncesi, “devlet terörü bitirmek için her yöntemi dener” dedi. Ardından Karayılan “devletle anlaştıklarını” açıkladı. PKK, 20 Eylül’e kadar “eylemsizlik” kararı almıştı!
Kararın, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 20 Temmuz günü Öcalan ile yaptığı görüşmenin sonucu alındığı ortaya çıktı.
PKK ile görüşmeyi yalanlayan Başbakan Erdoğan, danışmanı Yalçın Akdoğan’ın “pazarlık yok, diyalog var” demesi üzerine, “hükümet değil, devlet görüştü” dedi! Oysa görüşen Hakan Fidan hem kendisine bağlıydı, hem de Fidan’la birlikte heyette Adalaet Bakanlığı yetkilileri vardı.
14.. AKP ile BDP, 23 Eylül 2010 günü heyetlerarası bir görüşme yaptı. Görüşmede “PKK’nın ateşkesi uzatmasının söz konusu” olduğu ifade edildi. (Hürriyet Gazetesi, 24 Eylül 2010) BDP heyeti, “İmralı’nın muhatap alınması yönünde bir söyleminiz oldu mu?” sorusuna şu yanıtı veriyordu: “Bazı görüşmelerin sürdüğü biliniyor. O konuda söylenecek yeni bir şey yok”.
Başbakan Erdoğan, AKP ile BDP arasında yapılan bu müzakereyi “birlikte iyi olma” biçiminde yorumluyordu. 1 Ekim 2010 günü TBMM’nin açılış resepsiyonunda sohbet eden Başbakan ve BDP heyetinin “müzakere” ilişkin dikkat çekici temennileri şöyleydi:
“Selahattin Demirtaş: Sayın Başbakan, hayırlı olsun diyelim.
“Başbakan Erdoğan: Birlikte iyi olacağız inşallah. Görüşme trafiğini iyi götürün ha.
“Selahattin Demirtaş: Valla Sayın Başbakanım, görüşme çift taraflı olursa iyi olur, çift taraflı iyi götürülürse iyi olur. Beraber olacak.
“Akın Birdal: İnşallah öyle olacak”. (Vatan Gazetesi, 2 Ekim 2010)
15.. Kandil, Öcalan’ın “Ateşkesi uzatın”, (Milliyet, 20 Eylül 2010) talimatı gereği, “Bazı gelişmeler var, ateşkesi bir hafta uzattık” açıklaması yaptı. (Taraf, 21 Eylül 2010) Taraf Gazetesi, “bazı gelişmelerin” ne olduğunu da bir başka haberinde açıklıyordu. Meğer “Apo’yla barışın takvimi konuşuluyor”muş! (Taraf, 21 Eylül 2010)
16.. Anayasa Mahkemesi’nin kapattığı DTP’nin, Ahmet Türk’le birlikte siyasi yasaklı hale gelen eşbaşkanı Aysel Tuğluk, “avukat” sıfatıyla Öcalan’la görüştü. Adalet Bakanlığı’nın kiraladığı gemiyle İmralı’ya giden Tuğluk, görüşmenin ardından Öcalan’ın mesajlarını hükümete ve PKK’ya iletti: “PKK’nın eylemsizlik kararını en az bir yıl uzatması gerekiyor. Kalıcı ateşkes ve silahsızlanma zamana yayılacak. Hükümetin siyasi adımları beklenecek. Kalıcı ateşkese giden süreçte cezaevi koşullarının iyileştirilmesi bu döneme katkı yapacak.” (Vatan, 28 Eylül 2010)
17.. Hükümet, Öcalan’la Aysel Tuğluk üzerinden müzakere yürütürken, bir yandan da Barzani’yle anlaşma yoluna giriyordu. Sürpriz bir şekilde Kuzey Irak’a giden Açılım Koordinatörü Beşir Atalay, Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ve Kürt Hükümeti Başbakanı Berham Salih’le görüştü.
Basına yansıyan görüşme tutanaklarına göre, Barzani’den “Topun taca atıldığı noktada aktif rol almasını” isteyen Atalay, “aktif rolden kastınız ne?” diye soran muhatabana şu ibretlik yanıtı verdi: “Bölgede (Güneydoğu Anadolu) saygınlığınız var. Bu saygınlığınızı kullanmalı ve PKK üzerinde etkinizi hissettirmelisiniz. Sık sık medya önünde silahların bırakılması yönündeki telkinleri sürdürünüz. Kürt kamuoyu, Kürt hareketinde tek fayda olarak PKK’yı görme alışkanlığını terk edecektir. Bu da sorunların çözümü noktasında işimizi kolaylaştıracaktır”. (Milliyet, 28 Eylül 2010)
18.. AKP’nin PKK’yla müzakerelerinin aslında en önemlisi DTP ile yapılanlarıdır. Çünkü Öcalan, DTP’yi AKP’yle müzakere konusunda resmi muhatap tayin etmişti. AKP Adıyaman Milletvekili ve MAZLUM-DER Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal da, bu gerçeği kendi tarafı adına şu sözlerle ifade ediyordu: “Öcalan zaten indirekt olarak sürecin içinde. Ayrıca, kendisi resmi muhatap olarak DTP’yi gösterdi, DTP de buna itiraz etmeyerek dolaylı olarak adres gösterilmeyi kabul etti.” (Milliyet, 8 Ağustos 2009)
Bu durum en başından beri kabul edildiği için Başbakan Erdoğan, aşamalı manevralar izledi. Erdoğan, önce bir süre “PKK’ya terör örgütü demeyenle görüşmem,” diyerek DTP ile bir araya gelmedi, böylece hem kamuoyunun tepkisini değerlendirdi hem de TSK’yı “idare” etti. Erdoğan, şartlar oluştuğunda DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’le görüştü. Erdoğan, daha önce söylediği şartı, geri almamak için de pozisyonuyla ters orantılı bir manevraya yöneldi: Ahmet Türk’le başbakan olarak değil, AKP Genel Başkanı olarak görüştüğünü açıkladı!
19.. Son görüşme, yazımızın en başında da belirttiğimiz gibi Aysel Tuğluk üzerinden yürütüldü. Bu görüşmede dikkat çeken bir ayrıntı da, Tuğluk’un, PKK lideri Karayılan’ın mektubunu, AKP’nin bilgisi dahilinde, Öcalan’a götürmesiydi!
“TSK, Başkomutanına Rest Çekti”
Mehmet Halil Arık Emekli eğitimci – DENİZLİ
mehmethalilarik@gmail.com
Not: Bu mesaj, sayın Birand’ın e-mail adresine defalarca iletilmiş, herkeresinde geri dönmüştür. Belki biryerlerden eline geçer ümidiyle sizlerle paylaşıyorum!...(M.H.A.)
Sayın Birand
“TSK, Başkomutanına Rest Çekti” başlıklı yazınıza cevabımdır.
Ben de kim miyim!?.
68 kuşağından, ülke sorunlarına duyarlı, emekli bir eğitimciyim.. Devleti bağımsız, milleti özgür, cumhuriyeti; demokratik ve sosyal hukuk sistemi üzerine oturmuş, kurumlarıyla güçlü bir Türkiye özlemi ile yanıp tutuşan, 67’sinde Atatürk sevdalısı bir eğitimci!..
Öylesine bir cümle ile girmektesiniz ki söze, mesajınızın ışık hızıyla hedefine ulaşıp, size taktir ve taltif olarak döneceğinden emin olabilirsiniz.. Bunca deneyim sahibi MAB’dan da beklenir olanı ancak bu.. Eski yoldaş ve yeni yandaşlar abalıya vururken, vurup parsa toplarken, yörük kızı misali sizin eliniz peynir ovalayıp gözünüz çoban kovalayacak değil ya!..Elalemin vurduğu hedefe sizde vuracaktınız elbet!..Yoksa, silinip gitmek, kapı önüne konmak var!.. Hem önemsemeli, hem önemsetmelisiniz kendinizi yazdıklarınız ve yaptıklarınızla! Bahse konu makalenizle de tam bunu yapmışsınız zaten!..
Her kesimden taltif ve taktiri, beklemeyin ama!.. Hele, laik, ulusalcı, demokrat, sosyal ve gerçek hukuk devletinden yana olanlardan!.. Güçlü bir Türk silahlı Kuvvetlerinin dışarda düşmanlara, içerde hainlere karşı en güvenilir kurum olarak varlığını sürdürmesi gerektiğine inananlardan size katılmalarını beklemeyin. Ben de katılmayanlardanım. Kendimi sizin kadar önemsiyorum!..Yazdıklarımı da kendinizinkiler kadar önemseyiniz!..Farkımız, size sağlanmış olanaklar kadar!.. Siz köşe sahibisiniz, ben değilim.. Siz dilediğinizi yazar, yüzbinlere iletirsiniz, ben bundan yoksunum.. Bu sizin “daha değerli” olmanızı sağlamaz!.. Çok ülke görmüş olabilirsiniz.. Çok üst düzeyde tanıdıklarınız da olabilir. Siyasi olarak korunup kollana bilirsiniz de!.. Bu size dokunulmazlık sağlasa da üstünlük sağlamaz.. Sizin yorumlarınızı “doğru ve tartışılmaz” kılmaz!.. Sizden duyarlılık ve sorumluluk beklemek de biz okuyucuların hakkı olsa gerek!.. İşte bu hakkımı kullanma adına yazıyor, Yazımın da köşenizde yayınlanmasını talep ediyorum!. Bu sizin demokrasiye inancınızın bir göstergesi olacaktır!.. Demektesiniz ki; *“TSK,’ yı temsil eden, G.K. Başkanı ve dört kuvvet komutanı, Cumhurbaşkanı’nın davetine gitmeyerek ,başkomutanlarını tanımadıkları mesajını verdiler.. Bu yaklaşım “seni tanımıyorum” demektir..... başkaldırı olarak yorumlanabilir.” Cevap: Bay Birand, başkaldırmakla suçladığınız kurum bu ülkenin Silahlı Kuvvetleri.. Kimi, kime karşı kışkırtmaktasınız? Başkaldıranı, ortadan kaldırmak meşru bir eylem sayılacağına göre, yaptığınız nedir!?.. Kimi hangi göreve çağırmaktasınız!? Kanunlarda hiçbir değişiklik yyapılmamışken “dünün yasaklarını” bugün yok saymak niçin “başkaldırı” olmuyor da bir resepsiyona katılmamak “başkaldırı” oluyor!?.. Vaka-i hayriye özlemi dalalettir!..
*”TSK’nın bu tutumu ülkeyi, “Onların Türkiye’si” ve “Bizim Türkiye’miz” diye ikiye ayırmak anlamına gelir... Ülkenin bölünmez bütünlüğü üzerinde titrediğini söyleyen TSK’ın attığı adım, herkesi şaşırtmış...”
Cevap: TSK’nın ülkeyi bölmek gibi bir eylemin içinde göstermek, düpedüz hayasızlıktır!.. Nedeni bilindiği halde, çarpıtmak ve erdemsizce bir gerekçeye dayandırmak!.. söyleyeni yüceltir mi!?.. TSK; ülkenin bölünmez bütünlüğü üzerinde gerçekten (t i t r e y e n ) ve gereğini yapan kurumdur!..sadece (titrediğini söyleyen) değil!.. “Hayır diyenler şer odağı!..” “bize muhalefet edenler darbeci!..” diyenler, dillerini, bayraklarını, yönetimlerini, hatta sınırlarını ayırmaya kalkanlar bölücü değil, TSK bölücü öyle mi!?... Yuhhh!. *TSK’nın, bu yaklaşımları ile verdikleri mesaj, meşru bir Cumhurbaşkanını tanımamanın ötesinde, son derece ciddi yeni bir süreci başlatmaktır. Bu şekilde, önümüzdeki dönemde, AK parti iktidarının türban yaklaşımına karşı direneceğinin de mesajı verilmiştir.
Cevap: Bu yorumunuzla, TSK’ya karşı, kışkırtmanın bir başka türlüsünü yapmaktasınız; hem de öylesine ki, türbanı, cumhurbaşkanını tanıyıp tanımamanın da önüne geçirerek!.. “Meşru cumhurbaşkanını tanımamanın daha ötesi, türbana karşı olmak...” Bu akıl almaz yorumunla, kimlere hangi mesajı iletmektesin!?.. Demek ki, sana göre, cumhuriyetin temel ilkelerine karşı yapılan girişimlere karşı çıkılmamalı!?..Ancak, şunu bil ki;Yurtseverler, senin istediğin bu erdemsizliği gösteremez Bay Birand, hem bil hem de ulaşabildiklerine ilet!...
*”Oysa türban konusunda tavır almak TSK’nın değil bizlerin görevidir. Bizler beğenmediğimiz politikaları AKP’nin önünde dik durarak, mücadele ederek engelleriz. Bu işler artık top tüfekle yapılmaz.” demektesin.
Cevap: Eğer, bir ordu, hele TSK; develetin temel ilkelerini korumada duyarsız kalırsa, sadece görervini ihmal etmiyor, ülkesine ihanet ediyor demektir.. Ordu, Bu görevi Birand’lardan beklemeye kalkarsa, gaflete düşer!.. Bugüne değin gösterdiğiniz biçimiyle, duruşunuz hiç de umut verici değil!. Bu işler top tüfekle olmaz, doğru!.. ama cart-curtla hiç olmaz!..
*”Üstelik TSK’nın direnebilmek için elinde etkili bir yaptırım gücü olmamasına rağmen, AK parti iktidarı ile başından beri sürdürdüğü mücadeleyi çoktan kaybettiklerinin farkında değillermiş gibi davranmaktadırlar.
Cevap: Kaybeden devlet, kazanan devlet!..TSK’yı kendi devletine karşı bir mücadele içinde görmektesin madem, devlet erkini de kendi kurumuna karşı mücadele içinde oluşunu da gör!.. Dehşet bişey!.. Mücadele içinde ama, mücadeleyi kaybetmiş, bir ordu!.. Hem de korumakla yükümlü olduğu devletine karşı!..
Zayıf, itibarsız., moralsiz.. Ve yıl, 1918 değil!..Ve terörle amansız mücadeleye son hızıyla devam etmek zorunda olan bir ordu!!.... Ve insan sormadan edemiyor!..
“Zayıf ve itibarsız bir ordu, hain ve düşmanlardan başka kimin işine yarar!?”
Not: Sayın Birand, mesajınız çok çabuk ulaştı yerine.. aynı gün içinde değerlendirmeye alınıp, kullanılmaya başlandı bile!.. “TSK, başkomutanına iteatsizlik yapmış!..”
Not: Sayın Birand, yazımın köşenizde yayınlanacağı konusunda bir işaret alamazsam, internet siteleri ile paylaşacağım..
Boşalan alan (7)
Mehmet Bedri Gültekin
Merkez Sağdan sonra şimdi de Merkez Sol göçüyor!
Bir sistemin ömrünü tamamlamış olduğu gerçeği, öncelikle o sistemle birlikte var olan siyasal oluşumların birer birer sahneden çekilmesiyle kendisini gösterir. Son yirmi yılın Türkiye’si, bahsettiğimiz bu gelişmenin örnekleriyle doludur.
Türkiye’de hakim sistem, 1945’ten bu yana, kendini merkez sağda ve merkez solda tanımlayan Partiler tarafından temsil edildi. DP – AP geleneğinden gelen merkez sağ siyasal akımın, son otuz yıldaki Partileri ANAP ve DYP oldu.
Sistemin çöküşü ile birlikte sahneden ilk çekilen Partiler de bunlar oldular. Merkez Sol’da yer alan Partilerden önce, Merkez sağda yer alan Partilerin sahneden çekilmelerinin basit bir açıklaması vardır.
Bugün AKP tarafından temsil edilen, bir ayağı Ortaçağ’da, diğer ayağı ABD emperyalizminin Bölgemize yönelik projesinde eşbaşkanlık projesinde memuriyet görevi üstlenmek olan siyasal akım, “Sistem dışı” bir akım olarak merkez sağ tarafından boşaltılan yeri doldurdu.
Evet, AKP “Sistem” dışıdır. Bir yandan Cumhuriyetin yıktığı Ortaçağ’ı diriltmek istediği, diğer yandan emperyalizmin ulusal devlete karşı yürüttüğü saldırının koçbaşı olduğu için.
AKP, Mafya - Gladyo - Tarikat Sisteminin, başka deyişle ABD’nin Ilımlı İslam Diktatörlüğü Sisteminin Partisidir. Son 20 yıl içinde yaşanan gelişmelerle bu sistem, eski sistemi adım adım tasfiye etmiş, duruma önemli ölçüde hakim olmuş ve nihai hedefe oldukça yaklaşmış bulunuyor.
Emperyalizm ile yarım yüzyılı aşkın bir süredir işbirlikçilik yapan Eski Sistem, doğası gereği AKP ve benzeri oluşumları bütün gücüyle destekledi. Deyim yerindeyse, Sistemin merkez sağ güçleri; kendi mezar kazıcılarını kendi elleriyle yarattılar.
MERKEZ SOLDAKİ GECİKME
Ama Solda benzer gelişme, aynı hızla gerçekleşmedi. 12 Eylül sonrasında merkez solda yer alan CHP ve DSP, bir yandan savundukları sistem içi politikalardan dolayı kitlelerin gözünde hiçbir zaman ciddi anlamda bir seçenek olamadılar.
Ama merkez sağdan farklı olarak, bu Partilerin yerlerini; soldaki sistem dışı oluşumlara bırakması gibi bir durum da yaşanmadı.
Çünkü sağdaki sistem dışı oluşumlar, sistem tarafından sürekli olarak korunup desteklenirken, soldaki sistem dışı oluşumlar, devamlı olarak baskı altında tutuldular, operasyonların hedefi oldular.
Örneğin, 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri, sistem dışı Sol’un ezildiği dönemler oldu. İşçi Partisi, 1992 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı (Sosyalist Parti). 1991 – 1995 yılları arasında İşçi Partisi’nin Güneydoğu’daki önderleri Gladyo tarafından katledildi. 1998 yılında Doğu Perinçek bir komplo ile tutuklandı. İşçi Partisi’nin 550 örgütü bir gecede onbinlerce polis seferber edilerek arandı.
Son üç yıldır sürdürülen Ergenekon tertibinin bir no’lu hedefi İşçi Partisi’dir. Ve 20 yıldır basın yayın organlarında ve her türlü araç kullanılarak büyük bir psikolojik savaş yürütülmektedir.
İşte bundan dolayı, merkez soldaki Partiler de aslında tam bir çözümsüzlük içinde olmalarına rağmen, gene de varlıklarını muhafaza ettiler. Sistem dışı sol bir seçenek bugüne kadar “Merkez Sol”un yerini doldurmadı.
Fakat sistem biterken Sistem Partilerinin ayakta kalması mümkün değildir. Sistemin merkez soldaki “büyük Partisi” CHP’nin, son altı aydır yaşadıkları, merkez solun geciken – geciktirilen çöküşünün yaşanmasından başka bir şey değildir.
İKİ SONUÇ
CHP’nin siyaset sahnesinden çekilmekte oluşunun hemen belirlenmesi gereken iki sonucu olacaktır.
Bunlardan birincisi, emperyalist dünya sisteminin has Partisi AKP’nin, önündeki önemli bir engelin ortadan kaldırılmasıdır.
Gerçekten de, CHP’de son zamanlarda yaşanan gelişmelerle birlikte, AKP ve AKP yandaşları zil takıp oynamaktadırlar. Kısacası CHP’ye yönelik olarak Mayıs ayında sahneye konan tertip devam ettirilmektedir.
CHP’nin, bu tertibe karşı koyabilme yeteneğine sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Çünkü bu saldırıya Sistem içinde kalınarak verilecek bir cevap yoktur.
Hatta CHP yönetiminin izlediği politika ile tertibin başarıya ulaşmasına katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.
CHP yöneticilerinin bu tertibe karşı koyma adına bütün yaptıkları, AKP’nin ekmeğine yağ sürmektir. Referandumda gericiliğin elde ettiği zafer, bunun sonucunda mümkün olmuştur.
DEVRİMCİ SEÇENEK
Ama bugün görülmesi gereken asıl gerçek şudur: Referandumda Türkiye’nin nereye gittiğini netlikle gören yüzde 42’lik (gerçekte çok daha yüksek) kararlı, aydınlanmış ve mücadeleci bir halk kitlesi vardır.
CHP, izlediği politika ile bu kitlenin beklentilerine cevap veremez. Tam tersine CHP tabanında şimdi Parti yönetimine yönelik büyük bir öfke vardır.
Solda büyük bir boşluk ortaya çıkmıştır. Şimdi Merkez Sol’un boşalttığı alanı kaçınılmaz olarak milli devrimci bir güç dolduracaktır.
Önümüzdeki aylar içinde bu devrimci seçeneğin büyük bir hızla ortaya çıktığını göreceğiz.
mbgultekin@ip.org.tr
HUKUK DEVLETİ’Nİ KABULLENMEMEK!
Nurullah AYDIN, 5 Kasım 2010
Yargıtay başsavcısı, kimseyi memnun edemiyor. Lehe icraatlarında destekleniyor aleyhe olanlarda ise eleştiriliyor.
Son olarak CHP tüzük değişimine ilişkin girişiminde bu görülüyor. Türban konundaki açıklama ve uyarIsında da bu görülmüştü.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, türban konusundaki hukuki sınırlamaları üzerinde durarak, bu yönde yapılacak düzenlemenin anayasaya ve yargı kararlarına aykırı olacağı, bu sorumluluğun siyasi partilere ait olacağı uyarısında da bulunması tartışmaları başka boyuta taşımıştı.
Öylesine ki siyasiler tarafından, ölçüsüz hakarete varan ithamlarda bulunuldu.
Artık; CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Türbanı biz çözeriz sözlerinden sonra başlayan tartışmalarda hukuki durum geri planda kaldı. Siyasi bir tartışma yürüyor.
Hukuki durum: Hukuku belirleyen siyaset kurumudur. Demokratik hukuk devletlerinde siyasetin hukuku yapma yetkisi de elbette sınırsız değildir. Yargısal denetim ve kuvvetler ayrılığı ilkesi de bunu gösterir.
Siyaset, yürürlükteki hukuk değiştirilmedikçe ona uymak zorundadır. Mahkeme kararlarının yasama ve yürütmeyi bağlaması bu nedenledir. Yasama organı, evrensel hukuk kuralları ve demokratik hukuk devletiyle uyumlu biçimde hukuku değiştirebilir.
Bu açıdan; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın ifade ettiği, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararları, bağlayıcı kararlardır. Bunlar değişmedikçe yapılacak düzenlemenin anayasa ve yüksek yargı kararlarıyla uyumlu olması sözkonusu değildir.
Türban sorununu çözmek için uzlaşma arayışlarını sürdüren siyasi partilerin hukuki sınırlamaları da öncelikle ele almaları ve hukuka uygun bir yol bulmaları gereklidir.
Mahkeme kararlarını tanımıyoruz yaklaşımıyla yasama ve yürütmenin bir çözüm geliştirmesi doğru ve kalıcı olmaz.
Bu itibarla CHP liderinin açıkladığı 7 koşul arasında yer alan, “Hukukçuların ortak yol bulması” önerisi iktidar partisi tarafından da dikkate alınmalıdır.
Siyasi sınırlamalar: Türban konusunu sınırlayan sadece yüksek mahkeme kararları değil. Ayrıca, siyasi açıdan da sınırlamalar söz konusu. Bu sınırlamalar da dikkate alınmadan bir uzlaşma sağlanması da mümkün görünmüyor.
Endişe; türbanın sınırları açısından önem taşıyor. Türbanın sadece üniversitelerde serbest kalmasını, üniversiteler dışındaki eğitim kurumlarına ve kamu hizmeti görenlere yaygınlaştırılmaması düşüncesi aslında uzlaşma alanını da gösteriyor.
AKP’nin türbanın, lise ve ilköğretim kurumlarına ve kamu hizmeti görenlere yaygınlaştırılmayacağı konusunda bir güvence vermemesi uzlaşmayı zora sokuyor.
MHP’nin de hizmet veren-hizmet alan ölçüsünü esas alarak konuya yaklaşması, CHP’nin çizdiği sınırlarla örtüşüyor.
İki büyük muhalefet partisinin bu yaklaşımına karşı, iktidarın türbanın yaygınlaştırılmayacağı konusunda söz veremeyişi, konunun üniversite ile sınırlı olarak çözülmesini zora sokacaktır.
Fırsatçı girişimler: Muhalefetin ve özellikle de CHP’nin üniversitede türbanın serbest bırakılmasından yana tutumunun fırsatçı bir anlayışla istismar edilmemesi de çok önemlidir. Kamu görevlileri arasında ve lise ile ilköğretim kurumlarında derslere türbanla girme konusunda yapılan girişimler CHP açısından güvensizliği artırmıştır.
CHP, soruna yükseköğrenim özgürlüğünün engellenmemesi açısından bakıyor. AKP’nin ise öğrenim özgürlüğünden çok dini esaslı yaklaşması ortak bir zeminin oluşmasını zorlayan bir diğer faktördür.
Bugün ortaya çıkan tablo, CHP’nin dile getirdiği kaygıların giderilmediğini gösteriyor. AKP, bu kaygıları gidermedikçe, kısa sürede ortak bir noktaya varılması mümkün değildir.
Türkiye; ne yazık ki Hukuk devleti olma yolunda bir arpa boyu yol alamadı. Alamadı, çünkü, siyasiler hukukun üstünlüğü yerine siyasetin, milli iradenin üstünlüğünde ısrar ediyor. Siyasi iktidarlar, Yargısal denetime tahammül edemiyor.
Günün Sözü: Keyfi iktidar elinde adalet, adalet değildir.
Küresel Güç Odakları Operasyonlarına Devam Ediyor
Bülent ESİNOĞLU
19.yüz yılın sonlarında ve 20. yüz yılın başlarında, sermaye ekonomik, siyasi ve kurumsal yapılanmasını tamamlayamadığı için karşılarında kontrol etmeleri gereken, büyük bir emekçi kitlesi ile karşı karşıya idiler.
Sosyal demokrasi bu ihtiyaçtan gündeme gelmişti. Sermaye partilerinin içinde emeğin hak ve menfaatlerini temsil eden temsilcilerinde bulunması ve bazı ideolojik etkileşimler buradan kaynaklanıyordu.
Ne zaman ki, sermaye örgütlenmesini tamamladı ve emekçi sınıfı tamamen denetim altına aldı, partilerin içindeki emekçi ideolojisine ait unsurlalar temizlendi.
Avrupa’da bu süreçler yaşanırken, ülkemizde oldukça farlı bir süreç yaşandı. Ülkemiz emperyalizme karşı verdiği mücadele ile kuruldu. Mücadelenin önderi olan Mustafa Kemal’in partisi içinde mücadelenin gereği halkın temsilcileri partiyi oluşturuyordu.
Emperyalizme karşı mücadele bitip, ülkenin yönetilmesine gelince Partinin içine toprak ağaları ve onların temsilcileri doldu.(Toprak reformunun yapılamamasının nedeni de budur)
O günün toprak ağaları, günün sermaye sahipleri oldu. Parti bir taraftan kuruluşun verdiği hızla halkçı işler ve görevler de yaptı. Ülkenin kuruluşuna büyük emeği geçti.
Zaman ilerledikçe, Partinin içinde sermaye yanlısı ve onun ideolojisine yakın aydınlar ile temsil edilir oldu. Temsilciler sermayenin temsilcileri idi, ama Mustafa Kemal’in fikri ve düşünsel ağırlığı eylem düzeyinde olmasa da emekçilerin, aydınların ve halkın oyunu almada önemli idi.
Günümüze gelindiğinde ise, Amerika’nın Orta doğudaki ihtiyaçları acil ve kendisine göre önemliydi. Kendisinin tertiplediği süreçlere CHP’nin de katılması, en azından muhalefet etmemesi gerekiyordu. Ancak, partinin içinden devrimci bir karşı duruş olmasa bile, emperyalizmin Türkiye’yi parçalamasına rıza göstermeyen unsurlar vardı.
Baykal’a operasyon işte bu aşamada gerçekleşti.
Yerine gelen Kılıçdaroğlu’nun ilk beyanatı 27 Mayıstan utanıyorum oldu. Zaten daha başkan olmadan, Mustafa Kemal’in bastırdığı Dersim isyanı için katliam dedi. Referandum öncesinde, Türkiye’nin temel meselesinde Amerika’nın isteği olan PPK’ya affı savundu. Derken türbanı biz çözeriz dedi. Velhasıl uluslar arası tekellerin Türkiye de uygulamak istediği ana projenin anahtar kavramları üzerinde verdiği beyanatlar ile partide yeni bir operasyon yapılacağının işretlerini verdi
Böylece zaten Batı denetiminde ki CHP’ye bir operasyon daha yapılıp, operasyonun adını “parti içi kavga” olarak belirlediler.
Mutafa Kemal’in tüm kalıntıları temizlenerek, kalan son işaret Altıok masaya yatırıldı. Mutafa Kemal’in mirası, Altı Ok işaretinin de en geç bir yıl içinde yerini mavi bayraklı bir işarete terk edeceğini şimdiden söylemek mümkündür.
Türkiye’nin büyüyen ve tıkanan sorunlarını sırtını Batıya dayayan partiler ile çözülemeyeceği, zaten halk için sahte bir umut olan sosyal demokrasi macerasının da, Avrupa’dan sonra Türkiye’de de sonuna gelinmiş oldu.
Türkiye’de, böylece tüm muhalefet alanı boşaltılmış oldu.
Emperyalizme ve onun Türkiye’yi parçalamasına karşı muhalefet yerine AKP’ye muhalefet eden sol görünümlü bir partinin halk nezdinde umut olması hayalide bitmiş oldu.
Türkiye’nin sorunlarının çözümü, Batıya karşı verilecek mücadeleden geçtiği her geçen gün daha da belirginleşmektedir. Batının yarattığı sorunları Batı ile birlikte çözme sevdası, Türkiye’nin kendi iç devrimci tepkisi ile karşılaşmaktadır.
Görev bu milli tepkiyi örgütleme görevidir.
5.11.2010, bulentesinoglu@gmail.com
AKP'de neler olmuyor?
Rifat SERDAROĞLU
Tüm medya CHP’de neler oluyor, sorusunun cevabını arıyor. Ömründe herhangi bir partinin kapısından geçmemiş veya Genel Başkanın paçasına yapışıp milletvekili olmuş şimdi de köşe yazarlığı yapmakta olanların söylediklerini şaşkınlıkla dinliyorum, okuyorum.
Siyasi Partiler, yaşayan organizmalar gibidir ve sürekli hareket halinde olmaları gerekir. Kurumlaşmaları yıllarca sürebilir. Fakat siz, belediye zabıtasının bakkal dükkanını kapattığı gibi her on yılda bir Siyasi Partileri kapatır ve ot biçer gibi yetişmiş devlet adamlarını biçerseniz, Türk Siyasi hayatında kaliteyi, olgunluğu, bilgiyi, mertliği, topluma örnek olmayı ve nezaketi nasıl beklersiniz?
Seçilenler ve Partiler açısından durum böyle, ya seçenler arasından durum ne?
O daha felaket. Günlük konuşma dilimize bile şu cümle yerleşmiştir; “Aman ben siyasete bulaşmam!” Siyaseti bulaşılmayacak kadar pis bir şey olarak gören bir anlayış maalesef hakim bir görüştür.
İşyerine çırak alırken dahi soyunu sopunu araştıran toplum, ülkenin kaderini teslim edeceği siyaset adamlarını seçerken bilgiye, beceriye, kariyerine, namusuna değil de “kabadayı yürüyüşüne” “delikanlılığına” ve yapılan demagojiye bakıp oy kullanıyorsa, önemli bir kısmı kömür-makarna-buzdolabı-para karşılığı oy kullanabiliyorsa yine önemli bir kısmı zahmet edip oy kullanmaya bile gitmiyorsa, bu manzaradan olgun ve demokratik bir siyasi yaşam çıkarabilmek için insanın siyasetçi değil, sihirbaz olması gerekmektedir.
CHP’de olanlar kimseyi korkutmamalı ve ümitsizliğe düşürmemelidir. Bir partide hizip ve klik olması doğal ve canlılık işaretidir. Yarışmayı ve yenilenmeyi teşvik eder. Yalnız “nifak” ve “bölünme” yaratacak kadar ileri gitmemesi ve karşılıklı saygıyı zedeleyecek bir üsluptan kaçınılması şarttır. CHP’de bu ölçü biraz kaçmıştır.
Bu durum Kemal Kılıçdaroğlunun ilk “Liderlik” sınavıdır. Bu sınavı geçerse önünde daha çok sınavlar olacaktır. Bu yüzden her Genel Başkan “Lider” olamaz. Örnek vermek gerekirse, görev zamanlarına göre; Atatürk-İnönü-Bayar-Menderes-Demirel-Ecevit-Türkeş-Erbakan bu kişiler “Lider” sıfatını hak etmişlerdir. Diğerleri hepsi sadece ve sadece Genel Başkandır.
Bence Türk Siyasi hayatının bugünkü problemi CHP’de neler olduğu değil, AKP’de neler olmadığıdır.
AKP’de parti içi demokrasinin kırıntısı yoktur. AKP’de hiç kimse düşünemez, herkes için ve herkesin yerine sadece ve sadece Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan düşünür. Milletvekili sıralamasını yalnızca Genel Başkan Erdoğan belirler. Kimin milletvekili olacağına, kimin olamayacağına AKP teşkilatlarının katkı oranı sıfırdır. Genel Başkan Erdoğan’ın görevden alınmasını istediği İl veya İlçe teşkilatı, savunması dahi alınmadan derhal görevden alınır ve bir daha aranmaz.
Türkiye’nin geleceğini doğrudan etkileyen konularda, örneğin şu anda PKK ve APO ile yapılan pazarlık konularında bir tane bile AKP Milletvekilinin bilgisi yoktur. Halbuki bir siyasi partide milletvekilleri kamuoyuna, kanunlara ve parti tabanına karşı sorumludurlar. Yarın ülke bu sebepten bir kaosa girdiğinde AKP Milletvekilleri “Vallahi ben bilmem, Patron bilir” mi diyecekler? Böyle garip ve ilkel bir siyaset anlayışı olabilir mi? AKP Grup toplantılarında bir milletvekilinin soru sorabilme cesareti gösterdiğini hiç duydunuz mu?
AKP Genel Başkanı Erdoğan; “hangi bakanmış o, söyleyin kapının önüne koyayım” diyebilmekte ve o bakanlardan hiçbiri, “Sayın Genel Başkan, ben T.C Devletinin bir Bakanıyım, bana kovulacak adam muamelesi yapamazsınız, buyurun istifamı” diyememektedir.
9’ncu yılına giren AKP iktidarında, Genel Başkan Erdoğan’ın ve çocuklarının bazı bakanların ve çocuklarının hakkında çok ciddi “Yolsuzluk” iddiaları vardır. Ne bu ciddi iddialara muhatap olanlar ne de herhangi bir parti yetkilisi, AKP Milletvekillerine bilgi vermek zahmetinde bulunmaz. Genel Başkan onları milletvekili yapmıştır, onlara düşen susup oturmak ve meclis toplantılarında istenen yönde oy kullanmalarıdır, bakış açısı budur.
Türkiye’nin en önemli konuları hakkında Bakanlar, Milletvekilleri, Parti yöneticileri hiçbir şey bilmezler, fakat Genel Başkanın eşi, kızı, oğlu, danışmanları yani siyasi sorumluluğu olmayanlar her şeyi bilirler.
AKP’de biat kültürü hakimdir. Genel Başkana, bir tarikat müridinin, şeyhine bağlandığı gibi bağlanılır ve itaat edilir. Sorgulamak, araştırmak, eleştirmek, konuşmak, düşünmek yasaktır.
Böyle olmadığını iddia eden bir AKP Milletvekili varsa, onunla kendi istedikleri yerde(AKP tabanının önünde olursa daha iyi olur) tartışmak bana ancak mutluluk verir.
Sonuç olarak; Türk Siyasi hayatının bu gün için en önemli sorusu; “AKP’de neler olmuyor” sorusudur.
İçinde, parti içi demokrasinin kırıntısı olmayan bir AKP’nin Türkiye’yi götüreceği yer “tek adam faşizmidir.” Bu gidişin sorumluları ise “demokratik mürit” olmayı peşinen kabullenmiş olan AKP Milletvekilleri ve teşkilatlarıdır…
Not: Çok sayıda okurumuz, AKP’nin 8 yıllık İlköğretimi 5+3 olarak bölmek istemesinin ardındaki sebebi soruyorlar. Bence bunun başlıca sebebi, 5’nci sınıftan sonra çocukları İmam Hatiplerin ortaokul kısmına yönlendirmek ve maalesef türbanı ilköğretime sokmaktır.
Dostları ilə paylaş: |