BOLŞEVİZM: Komünizm. İBAHA MEZHEBİ: Her şeyi mubah kabul eden, yasak tanımayan mezheb. UBUDİYET: Kulluk. AHRAR: Ahrar Partisinden olanlar;.hürriyetçiler. MÜSEMMASIZ: Hakikati olmayan, adı var kendi yok. RABITA-İ İMAN: İman bağı. İZZET VE ŞEHAMET-İ İMANİYE: İmandan gelen kahramanlık ve onur. TEKEBBÜR: Kibirlenme. SABİY-Yİ MÜTEŞEYYİH: Şeyh geçinen çocuk, çocuk şeyh. MERTEBE-İ HAYSİYET VE ŞÖHRET: Şöhret ve haysiyet mertebesi. KAMET-İ İSTİDAD: Kabiliyetin derecesi.
44 İÇTİMAÎ REÇETELER—II
uzanıp, tetâvul ve tekebbür edecektir. Şayet, kıymet ve istihkakı daha bü-lend ise, tevazu ile tekavvüs edip ona eğilecektir.
S — Pek âlâ kabul ettik ki, hürriyet iyidir, güzeldir. Fakat şu Rum ve Ermeniler'in hürriyeti çirkin görünüyor, bizi düşündürür. Re'yin nedir?
C — E v v e 1 â : Onların hürriyeti onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise şer'îdir. Bundan fazlası sizin fenalığınıza, divaneliğinize karşı bir tecavüzleridir, cehaletinizden bir istifadeleridir.
Saniyen : Farzediniz ki, hürriyetleri bildiğiniz gibi size fena olsun. Lâkin, yine biz ehl-i İslâm zararlı değiliz. Çünkü içimizde Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayr-ı müslim/er dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedi" kardeşlerimiz üçyüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müdhiş kayd-ı istibdat ile mukayyed olup, ecnebilerin istibdad-ı ma'neviyelerinin taht-ı esaretlerinde ezilirler. İşte hürriyetimizin bir şu 'besi olan gayr-ı müslimlerin hürriyeti bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve o müthiş istibdad-ı ma 'nevinin (Haşiye) dâfi'idir. Ve o kayıtların anahtarıdır. Ve ecnebilerin bizim düşümüze çöktürdükleri müthiş istibdad-ı ma'ne-vinin râfi'idir. Evet, Osmanlılar'm hürriyeti koca Asya tâli'inin keşşafıdır. İslâmiyet'in bahtının miftahıdır; ittihad-ı İslâm sûrunun temelidir.
S— Nedir o üç kayıt ki, istibdad-ı ma'nevi onunla âlem-i İslâmiyeti kaydetmiştir?
C— Meselâ Rus hükümetinin istibdadı bir kayıttır. Rus milletinin tahakkümü de diğer bir kayıttır. Âdât-ı küfriye ve zalimanelerinin tagallübü de üçüncü bir kayıttır. İngiliz hükümeti, gerçi zahiren müstebid değilse de, milleti mütehakkimedir. Âdâtı dahi mütegallibedir. İşte size Hindistan bir burhan ve Mısır yarı burhandır.Binâenaleyh, milletimiz ya üç veya birbu-çuk kayd ile mukayyettir. Buna mukabil, bizim, gayr-i müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz
Haşiye: Kırkdört sene sonra söylemesi lâzım gelen sözleri o zaman söylemiş.
İSTİHKAK: Kazandığı hak, hak ettiği derece. BÜLEND: Yüksek. TEKAVVÜS ETMEK: Bükülmek, eğilmek. KAYD-I İSTİBDAD: İstibdad bağı. MUKAYYED: Bağlanmış. TAHT-I ESARETLERİNDE: Esaretlerinin altında. DAFİ: Defeden. DÛŞ: Sırt. RAFİ: Ortadan kaldıran. KEŞŞAF: Açıcı, perdeyi kaldırıcı. MİFTAH: Anahtar. SÛR: Kale. ÂDÂT-I KÜFRİYE VE ZALİMANE: Zalimce ve kafirce âdetler. TAĞALLÜB: Hakimiyet, yaygınlık. ZAHİREN: Görünüşte. MÜTEHAKKİME: Zorba. MÜTEĞALLİBE: Hakim, yaygın.
MÜNÂZARÂT 45
gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler. Biz bir nev'i hizmetkârlık olan me'muriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük. Fikr-i milliyet hürriyetin pederidir. Yine esir Ekrad ve Etrak idi. İşte o yalancı kaydı üç veya on milyonun ayağında açıyoruz, tâ ki üç kayd ile mukayyed üçyüz milyon İslâm'ın hürriyetine meydan açılsın (Haşiye 1). Elbette acilen
( ) üçü veren ve acilen ( ) üçyüzü kazanan hasâret
etmiyor.
(Haşiye 2)
S — Heyhat! Nasıl hürriyetimiz umum âlem-i İslâm'ın hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sâdıkı olur?
C — İki cihet ile:
Birin c i s i : Bizde olan istibdat, Asya'nın hürriyetine zulmânî bir sed çekmişti! Ziyâ-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemez idi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu şeddin tahribi ile fikr-i hürriyet Çin'e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip, komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden birden bire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdad kaldırıldı. Git gide kalkacak. Eğer siz sahife-i efkârı oku-
Hâşiye 1: Elhamdülillah, şimdi açılmaya başladı.
Haşiye 2: Yine bak. Mâşâallah, hem Nûr'un Zülfikar ve Hüccetullâhi'l-Bâliğa gibi mecmualarını; hem Yemen, Mısır, Cezayir, Hind, Fas, Kafkas, Fars ve Arab gibi İslâm miletlerini haber verir gibi şifreli bir fıkradır.
NESLEN: Nesil itibariyle. SERVETEN: Zenginlikçe. EKRAD: Kürdler. ETRAK: Türkler. ACİLEN: Acele olarak, önceden. ACİLEN: Bilâhare', daha sonra. MUKADDİME: Başlangıç. ZULMÂNİ: Karanlık. SAHİFE-İ EFKÂR: Fikirler sahifesi, fikirlerin yazıldığı ve yayıldığı kitaplar, (fikirlerin merkezi, dimağı).
46 İÇTİMAÎ REÇETELER—II
sanız tarik-ı siyâseti görseniz, hutebâ-i umumî olan —doğru konuşan— ce-râidi dinleseniz anlayacaksınız ki Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla âlem-i İslâm'ın efkârında öyle bir tahavvül-ü azim ve inkılâb-ı acib ve terakki-i fikri ve teyakkuz-u tâm intaç etmiştir ki, bahâsına yüz sene verse idik yine ucuzdu. Zira hürriyet milliyeti gösterdi. Milliyet sadefinde olan İslâmiyet'in cevher-i nurânisi tecelliye başladı. İslâmiyet'in ihtizazını ihbar etti ki, her bir müs-lim, cüz-ü ferd gibi başıboş değildir, belki her biri mürekkebât-ı mütedâhile-i mütesâideden bir cüz'dür. Şâir eczalar ile cazibe-i umumiye-i İslâmiyet noktasında birbirleriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavi ümid verir ki, nokta-i istinad, nokta-i istimdad gayet kavî ve metindir. Şu ümid, ye's ile öldürülen kuvve-i ma'neviyemizi ihya etti. Şu hayat, âlem-i İslâmdaki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdad ederek umum âlem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı ma'nevi-i umuminin perdelerini parça parça edecektir. (Haşiye).
İkinci cihet: Şimdiye kadar ecnebiler bahane-mahane tutardı, milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise ellerinde uruk-u insaniyetkârânelerine veya damar-ı mutassıbânelerine veya a'sâb-ı dessasanelerine dokunduracak, ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta bulamazlar. Bahusus medeniyet hubb-u insaniyeti tevlid eder.
S — (1). Heyhat! Bize teselli veren şu ulvî emeli ye'se inkılâb ettiren,
Haşiye: Lehu'1-Hamd, kırkbeş sene sonra parça parça etmeye başladı. (1) Dehşetli ve hakikatli bir sualdir.
TAHAVVÜL-Ü AZİM: Büyük değişiklik. İNKILÂBI ACİB: Acâib inkılâb. TARİK-I SİYASİ: Siyaset çizgisi, siyasetin izlediği yol. TERAKKİ-İ FİKRİ: Fikir alanında terakkî. HUTEBA-İ UMUMİ: Tüm insanlar adına konuşanlar.CERAİD: Gazeteler. TEYAKKUZ-U TAM: Tam uyanma, tam alarm. İHBAR ETMEK: Haber vermek. CÜZ-Ü FERD: Toplumdan ayrı, tek başına. MÜREKKEBAT-IMÜTEDAHİLE-İ MÜTESAİDE: İç içe girip, birbirini tamamlayarak meydana gelen oluşumlar. ECZA: Cüzler, kısımlar. CAZİBE-İ UMUMİYE-İ İSLAMİYET: İslâm'ın her parçasını kendinde toplayan genel çekim gücü. SILA-İ RAHM-LERİ OLMAK: Aynı anadan (kaynaktan) doğmuş olmanın gerektirdiği bağlılık. İSTİBDAD-I MA'NEVİ-İ UMUMİ: Genel ma'nevi istibdad. URUK-U İNSANİYETKÂRÂNE: İnsani tabiat, insan olarak bağlanılan ırklar. DAMAR-I MUTAASSIBANE: Taassub damarı, asabiyet (ırkçılık) damarı. A'SAB-I DESSASANE: Düzenbazlık hisleri. SERRİŞTE-İ BAHANE: Bahane sebebi. HUBB-U İNSANİYET: İnsanlık sevgisi.
1
MÜNÂZARÂT 47
etrafımızda hayatımızı zehirlettirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış o müdhiş yılanlara ne diyeceğiz?
C — Korkmaymız; medeniyet, fazilet, hürriyet âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizzarure, terazinin öteki yüzü şey'en-fe-şey'en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak -Allah etmesin- eğe~ bizi parça parça edip öldürseler, emin olsunlar, biz yirmi olarak öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezail ve ihtilâfatm gubarım silkip, hakiki münevver, müt-tehid olarak kervan-ı benî-beşere pişdarlık edeceğiz. Biz en şedit, en kavî, en bakî hayatı intaç eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalır.
S — Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?
C — Müsavat ise fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah vegeda birdir. Acaba bir şeriat karıncaya bilerek, kasden ayak basmayınız dese, ta'zibinden men' ederse nasıl beni-Adem'in hukukunu ihmal eder? Kellâ! Biz imtisal etmedik. Evet, lmam~ı Ali (R.A.)'nin adi bir yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Selâhaddin Eyyubî'nin miskin bir hristiyan ile murafaası sizin şu yanlışınızı tashih eder, Zannederim. (Haşiye).
S — Rum ve Ermenilerin hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kere tecavüze başlıyorlar; bir kere, "hürriyet ve meşrutiyet bizimdir, biz yaptık" diyorlar. Bizi me'yus ediyorlar?
Haşiye : Eski Saîd parlak bir nurun haysiyetiyle kuvvetli bir ümid ile, tam teselli ile, siyaseti İslâmiyet'e alet etmek fikriyle hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kable'1-vuku' ile dehşetli ve dinsizce bir istibdad-ı mutlakı kırksekiz sene evvel (şimdi belki altmış sene evvel) bir hadisin ma'nâsıyla geleceğini haber verdiği., ve bir kumandanın çıkmasını ve Saîd'ın teselli haberlerini yirmibeş senede bil-fiil tekzib edeceğini hissederek, otuz seneden beri
deyip siyaseti bıraktı, Yeni Saîd oldu.
ŞEY'EN FE ŞEY'EN: Yavaş yavaş. FARZ-I MUHAL OLARAK: Diyelim ki, varsayalım ki. REZAİL: Reziller, rezillikler. GUBAR: Toz. MÜNEVVER: Aydın, nurlu. MÜTTEHİD: Birleşmiş. KERVAN-I BENÎ BEŞER: Beşeriyet kervanı. PİŞDARLIK ETMEK: Öncülük yapmak. GEDA: Köle. TA'ZİB: Azab edilme. İMTİSAL ETMEK: Tutunmak. MEDAR-I FAHR: Gurur kaynağı. MURAFAA: Duruşma. TASHİH ETMEK: Doğrultmak. TEŞVİŞ: Karıştırma, bulandırma. HİSS-İ KABLE'L-VUKU: Önsezi. Bİ'L-FİİL TEKZİB ETMEK: Yaptıklarıyla yalanlamak.
48 İÇTİMAÎ REÇETELER—II
C — Zannediyorum, tecavüzleri, eskiden sizden tahayyül ettikleri tecavüze karşı bir teşeffî-i gayz.. ve bundan sonra sizden tevehhüm ettikleri tecavüze karşı bir nümayiş gibidir. Eğer tamamiyle îman etseler ki, tecavüz sizden olmaz, adalete kanaat edeceklerdir. Şayet adalete kanaat etmezlerse hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp, ikna ettirecektir. Hem de "Meşrutiyeti biz istihsal ettik" olan sözleri yalandır. Hürriyet ve meşrutiyet, askerimizin süngüsüyle, cemiyet-i milliyenin kalemiyle sahife-i vücuda geldi. Öyle herzegûların arzuları, beylik ve muhtariyetin ammi-zâdesi olan adem-i merkeziyet-i siyasiye idi. Sonra yüzde doksan bize ittiba' ettiler. Beşi geveze, bir-kaç tanesi de zevzeklik edip, eski hülyalarından vazgeçmek istemiyorlar.
S — Yahudi ve Nasârâ ile muhabbetten Kur'an'da nehy vardır.
Bununla beraber, nasıl dost
olunuz, dersiniz?
C — E v v e 1 â : Delil kat'iyyü'l-metin olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir. Halbuki, te'vil ve ihtimalin mecali vardır.
Zira nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise takyid olunabilir. Zaman büyük bir müfessirdir, kaydını izhar etse i'tiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa; me'haz iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehy, Yahudi ve Nasârâ ile yahudiyet ve nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez; belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyle ise her bir Müslümanm her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san 'atları kâfir ol-
TEŞEFFİ-İ GAYZ: Öcünü alıp rahatlamak. TEVEHHÜM ETMEK: Öyle zannetmek, vehmetmek. NÜMAYİŞ: Gösteri. İSTİHSAL ETMEK: Meydana getirmek. SAHİFE-İ VÜCUDA GELMEK: Var olmak. HERZEGÛ: Saçma sapan konuşan. MUHTARİYET: Merkeze bağlı olmakla birlikte, iç işlerinde serbestlik, otonomi, özerklik. AMMİ-ZADE: Amcaoğlu. ADEM-İ MERKEZİYET-İ SİYASİYE: Devlet yetkilerinin tek merkezde toplanmayıp, eyaletlere dağılması. KAT'İYYÜ'L-METİN: Sağlam ve kesin. KAT'İYYÜ'D-DELALET OLMALI: Belli kişi, zaman, durum veya olayı kasdettiği kesin olmalı. TE'VİL: Sözü görünürdeki anlam ve kasdının ötesine çekme, yorumlama. MECAL: İmkân. NEHY-İ KUR'ANİ: Kur'an'nın yasaklaması. AMM: Genel, her durum, şart, zaman, şahıs veya olayı aynı şekilde kapsamına alan. TAKYİD OLUNMAK: Kayıdlanmak, sınırlandırılmak. İZHAR ETMEK: Ortaya koymak. MÜŞTAK: Türev; (asıldan çıkarılan yan anlam, kelime veya hüküm; kökten çıkan dal). ME'HAZ: Kaynak, asıl kök, mutlak hüküm. İŞTİKAK: Kök kelime (veya anlam)dan türeterek elde edilmiş. İLLET-İ HÜKÜM: Hükmün sebebi. NEHY: Yasaklama.
MÜNÂZARÂT 49
mak lazım gelmez. Binaenaleyh Müslüman bir sıfatı veya san 'atı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin!...
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp, muhabbet ve adavet ederlerlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı açib-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binâenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk kat'iyyen nehy-i Kur'ân'da dahil değildir.
S— Bir kısım Jön-Türk der: "Demeyiniz Hiristiyanlara 'hey kâfir!' Zira ehl-i kitaptırlar" Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?
C — Kör adama "hey kör!" demediğiniz gibi... Çünki eziyettir. Eziyetten nehy var.
Saniyen : Kâfirin iki mânası vardır: Birisi ve en mütebadiri dinsiz ve münkir-i Sâni' demektir. Şu mâna ile ehl-i kitaba ıtlak etmeğe hakkımız yoktur.
İkincisi: Peygamberimizi (A.S.M.) ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mâna ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelkine mânanın tebâdüründen bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.
İSTİHSAN ETMEK: Güzel bulmak. İKTİBAS ETMEK: Almak. HAREM: Zevce. İNKILÂB-I AZİM-İ DİNİ: Dini büyük bir devrim. EZHAN: Zihinler. ADAVET: Düşmanlık. İNKILÂB-I ACİB-İ MEDENİ VE DÜNYEVİ: Medeniyet alanında dünyaya bakan acaip bir inkılâb. UKUL: Akıllar. MUKAYYET: Düşkün, bağlı. SAADET-İ DÜNYEVİ: Dünya saadeti. MÜ-TEBADİR: İlk akla gelen. MÜNKİR-İ SANİ': Cenab-ı Allah'ın varlığını inkar eden. ITLAK ETMEK: Yöneltmek. MÜNKİR: İnkâr eden. ÖRF: Toplum hayatında işlene işlene kural halini alan adet. TEBADÜR: Hemen akla gelme. KELİME-İ TAHKİR VE EZİYET: Eziyet ve hakaret kelimesi.
50 İÇTİMAÎ REÇETELER—II
Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelâta karıştırmağa mecburiyet yoktur. Kabildir, o kısım Jön Türklerin muradı bu olsun.
S — Çok fena şeyleri işitiyoruz. Bahusus gayr-i müslimler de güya bir İslâm kızını almışlar., filân yerde böyle olmuş, diğer yerde şöyle olmuş. Olmuş, .olmuş, .olmuş, .ilââhir.. .
C — Evet, maatteessüf daha yeni ve bulanık bir devlette ve câhil ve perişan bir millette, şöyle fena ve pis şeylerin vukuu zaruri gibidir. Eskiden daha berbâdı vardı. Fakat şimdi görünüyor. Bir derd görünürse, devası asandır. Hem de büyük işlerde yalnız kusurları gören cerbezelik ile aldanır veya aldatır. Cerbezenin şe'ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata gâlib etmektir.
İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şey'i temaşa eder. Hakikaten cerbeze, envaiyle garaibin makinasıdır. Görülüyor ki, cerbeze-âlûd bir âşıkın nazarında umum kâinat birbirine muhabbet ile müncezib've rakkasâne hareket ediyor ve gülüşüyor. Çocuğunun vefatıyla matem tutan bir validenin nazarında, umum kâinat hüzn-engizâne ağlaşıyor. Herkes istediği ve haline münasip gördüğü meyveyi koparır. Bu makamda size bir temsil irâd edeceğim. Meselâ: Sizden bir adam yalnız bir saat tenezzüh etmek üzere gayet müzeyyen ve müzehher bir bahçeye girse; nekaisten müberra olmak, cinân-ı cennetin mahsüsâtından ve her kemâle bir noksanı karıştırmak, şu âlem-i kevn ü fesadın mukteziyatından olmakla, şu bahçenin müteferrik köşelerinde de bazı pis ve murdar şeyler bulunduğu için -inhirâf-ı mizaç şevki ve emriyle-yalnız o taaffünatı taharri ve murdar şeylere idâme-i nazar eder. Güya onda yalnız o var. Hülyanın hükmüyle fena hayal tevessü' ederek o bostanı bir selh-hâne mezbele suretinde gösterdiğinden midesi bulanır ve istifrağ eder,
DAİRE-İ İTİKAD: İnanç sahası. DAİRE-İ MUAMELÂT: Hukuk sahası. KABİL: Mümkün. MAAT-TEESSÜF: Üzülerek söylüyorum, ne yazık ki. ÂSÂN: Kolay. SÜMBÜLLEN-DİRMEK: Abartarak çok göstermek. TAVR-I ACİB: Acaib tavır. MÜTEFERRİK: Parça parça. ENVAIYLA: Çeşidiyle. GARAİB: Tuhaf şeyler. CERBEZE-ÂLÛD: Çok cerbeze yapan. MÜNÇEZİB: Cezbedilmiş. HÜZN-ENGİZÂNE: Hazin hazin. İRAD ETMEK: Söylemek. TENEZZÜH ETMEK: Gezinmek, temiz hava almak. MÜZEYYEN: Süslü. MÜZEHHER: Çiçekli. NEKAİS: Noksanlar, eksiklikler. MÜBERRA: Uzak, temiz. CİNAN-I CENNET: Cennet bahçeleri. MAHSUSAT: Hususiyetler, özellikler. ALEM-İ KEVN VE FESAD: Var oluş yok oluş alemi, Kâinat'ın gördüğümüz kısmı (Alem-i Şehadet). MUKTEZİYAT: Gerekler. İNHİRAF-I MİZAÇ: Karekter bozukluğu. TAAFFÜNAT: Kokuşmuş, bozulmuş şeyler. TAHARRİ: Araştırma. İDAME-İ NAZAR ETMEK: Devamlı bakmak. TEVESSÜ' ETMEK: Genişlemek. SELH-HANE: Mezbaha. MEZBELE: Çöplük. İSTİFRAĞ ETMEK: Kusmak.
MÜNÂZARÂT 51
kemâl-i nefret ile kaçar. Acaba beşerin lezzet-i hayatını gussedâr eden böyle bir hayâle, hikmet ve maslahat rûy-i rıza gösterir mi?
Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rü 'ya görür. Güzel rü 'ya gören hayatından lezzet alır.
S — Gayr-ı müslimin askerliği nasıl caiz olur?
C — Dört vecihle:
Evvelâ: Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz o dehşetli ayı ile boğuştuğunuz vakit karılar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım ettiklerinden size ayıp mı oldu?
Saniyen : Peygamber Aleyhissalâtü Vesselamın, Arap müşriklerinden muâhid ve halifleri vardı. Beraber kavgaya giderlerdi.-Bunlar ise, ehl-i kitaptır. Orduda toplu olmayıp müteferrik olduklarından, bizde ekseriyet ve kuvvet-i hissiyat, mazarrat-ı mütevehhimeye karşı sed çeker.
Sâlisen : Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, askerlikte istihdam olunmuştur. Yeniçeri ocağı buna şahiddir.
S — Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziy-ye bil'akistir. Hikmeti nedir?
C — İki sebebi biliyorum:
Birin c i s i : olan fermân-ı Rab-
baniden müstefâd olan meyelân-ı sa'y ve olan
fermân-ı Nebeviden müstefâd olan şevk-i kesb. Bâzı telkinat ile o meyelân kırıldı ve o şevk de söndü. Zira "İ'lâ-yı Kelimetullah" şu zamanda madde-
GUSSEDAR ETMEK: Üzüntü ve sıkıntıya boğan. RUY-I RIZA GÖSTERMEK: Razı olmak. MUAHİD: Kendisiyle anlaşma yapılan. HALİF: Sadık arkadaş, dost. KUVVET-İ HİSSİYAT: Hissiyat kuvveti, duyguların gücü. MAZARRAT-I MÜTEVEHHİME: Var zannedilen zararlı şeyler. DÜVEL-İ İSLAMİYE: İslâm devletleri. NADİREN: Pek seyrek. İSTİHDAM OLUNMAK: Görevlendirilmek, kullanılmak. KAZİYYE: Hüküm, durum. Bİ'L-AKİS: Tersine. FERMAN-I RABBANİYE: Rabbani ferman, âyet-i kerime. MÜSTEFÂD OLAN: İstifade edilen, çıkarılan. MEYELAN-I SA'Y: Çalışma arzusu. FERMAN-I NEBEVİ: Peygamber fermanı. Hadis-i Şerif. ŞEVK-İ KESB: Kazanma şevki. İ'LÂ-YI KELİMETULLAH: Allah'ın kelâmını yüceltme.
52 İÇTİMAÎ REÇETELER—II
ten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya
cihetiyle kıymetini takdir etmiyen; ve
kurun-u vusta ve kurûn-u uhrânın ilcââtını tefrik eylemiyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kisbde olan kanâati ile, mahsûl ve ücretteki kanâati temyiz etmiyen; ve birbirinden nihayet derecede baid, hatta biri tenbelliğin unvanı, diğeri hakiki İhlasın sadefi olan iki tevekkülü ki: Biri, meşietin muktezâsı olan esbâb arasındaki nizama karşı temerrüd hükmündeki olan, tertib-i mukaddemattaki bir tevekkül-ü tenbe-lâne; diğeri, İslâmiyetin muktezâsı olan, netice itibariyle gerdendâde-i tev-fik olarak vazife-i ilâhiyyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü'minâne tevekküldür. İkisini birbirleriyle iltibas eden ve "Ümmetî! Ümmeti!" sırrını
teferrüs etmeyen ve hikmetini anlamayan
bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki, o meyelânı kırdılar; o şevki de söndürdüler.
İkinci Sebep: Biz, gayr-ı tabii ve tenbelliğe müsaid ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp belâmızı bulduk.
S — Nasıl?
C — Maişet için tarik-ı tabii ve meşru ve zîhayat; san 'attır, ziraattır, ticârettir. Gayr-ı tabii ise, me'muriyet ve her neviyle imarettir. Bence imâ-
MÜTEVAKKIF: Bağlı. KURUN-U VUSTA: Orta çağlar. KURUN-U UHRÂ: Son asırlar. İLCAAT: Zaruretler, gereklilikler. TEFRİK EYLEMEYEN: Birbirinden ayırmayan. MEZ-MUN: Kötülenmiş, yerilmiş. MEMDUH: Övülmüş. TEMYİZ ETMEYEN: Farkını görmeyen. TAHSİL VE KİSB: Üretme ve kazanma. BAİD: Uzak. İHLAS: Yaptığını Allah rızası için yapma. MEŞİET: İlâhi irade. ESBAB: Sebepler. TEMERRÜD: İnatlaşma. TERTİB-İ MUKADDEMAT: Bir işin meydana gelebilmesi için gerekli olan ön çalışmayı yapmak, sebepleri yerine getirmek. TEVEKKÜL-Ü TENBELANE: Tembelcesine tevekkül. GERDENDADE-İ TEVFİK: İlâhi yardıma, nizama teslimiyet, sebeplere uyma. VAZİFE-İ İLAHİ: Allah'ın işi. TERETTÜB-Ü NETİCE: Sonucun alınması. İLTİBAS ETMEK: Karıştırmak. ÜMMETİ-ÜMMETİ: Ümmetim, Ümmetim. Peygamberimiz (A.S.M)'in doğduğu zaman secdeye kapanıp söylediği sözlerdir ki, ümmeti hakkında Cenab-ı Hakk'a niyaz ve ya-karmasıdır. TEFERRÜS ETMEYEN: Dikkat ve itina gösterip anlamaya çalışmayan. GAYR-I TABİİ: Tabii olmayan. İMARET: İdarecilik, memurluk. MAİŞET: Geçimlilik. İMARET MAİŞETİNDE EL ATMA: Memurluğu geçim kaynağı haline getirme. TARİK-I TABİİ: Normal yol. MEŞRU': Şeriat'a uygun. ZÎHAYAT: Canlı, işlek.
Dostları ilə paylaş: |