Azametli Bahtsız Bir Kıt'anın Şanlı Tali'siz Bir Devletin Değerli Sahipsiz Bir Kavmin


MÜDAHANECİ: Dalkavuk, yaranan. MİZAN



Yüklə 399,71 Kb.
səhifə2/8
tarix31.10.2017
ölçüsü399,71 Kb.
#24520
1   2   3   4   5   6   7   8

MÜDAHANECİ: Dalkavuk, yaranan. MİZAN: Ölçü. İSTİMAL ETMEK: Kullanmak. SAYE-İ MÜZLİMANESİ: Karanlık ve zulüm getiriciliği sayesinde. DAÜ'L-CU': Açlık hastalığı. MÜBTELA: Tutulmuş. İANE: Yardım. MÜLTEHAB: Yaralı, iltihablı. TEZYİD ETMEK: Artırmak. HAMİDİLİK: Sultan Abdülhamid'in Doğuda meydana gelecek ayaklanmaları bas­tırmak için kurduğu Hamidiye Alayları gibi hareket etmek. İCRA ETMEK: Uygulamak. TES­MİM: Zehirleme. MELEKÜ'L-MEVT: Azrail. SABIK: Geçmiş. ZA'F-I KALB: Kalb zayıflığı. KUVVET-İ VEHM: Vehim kuvveti. MÜTEHEVVİSANE: Hevesine düşkün. MÜTEKEY­YİFANE: Keyf içinde. MÜTEKALKIL: İstikrarsız. Bİ'Z-ZARURE: Zaruri olarak. MÜN­TEHAB: Seçilmiş. İBRAZ ETMEK: Sunmak. DAÜ'L-CEHL: Cehalet hastalığı. FEN AF-, YONU: Fen, ilim ilacı, (cehalet hastalığının ilacı ilim). İBTİDA: Önce. LİSANLARI­NIN ZARFI: Kendi lisanları. LİSAN-I RESMİYE: Resmi dil. İFRAĞ ETMEK: Dökmek, çevirmek. ZA'F-I DİYANET: Din zayıflığı. FÜNUN: İlimler, fenler. MAARİF-İ İSLAMİ­YE: Islami eğitim ve öğretim. MEZC ETMEK: Birbirine karıştırmak. MÜDERRİS: Profesör.

24 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

rum. Diğerinde daü'l-husumet ile ihtilal sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak, ışıklandırarak, tiryak-misal adalet ve muhabbeti o nur ile meze ettirerek, sulfato-misal bir Hac veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahanesinde biçare etfâlı helâktan halas eder. Hâ, hükümet-i meşrutanın

timsal-i nûraniyesi

sırrınca her bir büyük adam bu düsturu nazarına almak gerekdir.

S — Derman, dermandır; neden zehir olsun?

C — Bir derdin dermanı başka bir derde zehir olabilir. Bir derman had­den geçse derd getirir.

S — Ne diyorsun? Hâl-i hazırın eskisi gibi çok

fenalığı var; bize zulm eder. Hem de za'fda, kuvvetsizlikte eskisine benzer. Demek tarif ettiğin meşrutiyet daha bize selam etmemiş, ta ki biz de "ehlen ve şenlen" desek...

C—

Fakat sizin divaneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm, meşrutiyetin hatası değil. Belki kafanızdaki cehaletin zulmetindendir. Siz divanelikle kı­sa yolu uzun yapıyorsunuz. Küdan ve Mamehuran Aşiretleri daha asker gel­meden -alâ külli hal- vermeye mecbur olan emval-i emiriyeyi hazır etse idiler, şu kadar zulm olmayacaktı. Evet, bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti dahi müstebid eder. Siz diyorsunuz: "Şimdiki hükümet eskisi gibi zayıftır." Evet; kuvvetsizlikte dokuz yaşındaki çocuk, doksan yaşındaki ih­tiyara benzer. Fakat o, kabre müteveccihen iner; eğilir, girer. Şu ise, doğru­lur, şebâbe doğru yükselir.

DAÜ'L-HUSUMET: Düşmanlık hastalığı. FİKR-İ MİLLİYET: Milliyet fikri. TİRYAK-MİSAL: İlaç gibi. SULFATO-MİSAL: Sulfato ilacı gibi. ETFAL: Çocuklar. HELAK: Yok olma. HALAS ETMEK: Kurtarmak. TİMSAL-İ NURANİYE: Nurani misali, nurunu ken­dinde taşıyani HADDEN GEÇMEK: Haddi aşmak. SELAM ETMEK: Ulaşmak. EHLEN VE SEHLEN: Hoş geldiniz. ZULMET: Karanlık. ALA KÜLLİ HAL: Her hal-ü kârda. EMVAL-İ EMİRİYE: Devlete verilmesi gereken mallar. MÜSTEBİT: Zorba, istibdadcı. ŞEBAB: Gençlik.

MÜNÂZARÂT

25


S — Neden böyle bulanıktır, safi olmuyor?

C — Yüz seneden beri haraba yüz tutan bir şey birden yapılamaz. Size bir misal söyleyeceğim. Bir belağ başı çok zaman taaffün ve tesemmüm et­miş. İçine çok pislik düşmüş. Sonra da onu tasfiye için, o pislikleri içinden çıkarılırsa ve bir havz gibi yapılırsa acaba pınarın suyu bir zaman bulanık olarak gelmeyecek mi? Fakat merak etmeyiniz. Akıbet berrak olacaktır.

S — Tarif ettiğin meşrutiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?

C — Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zira sizin şu vahşet-engiz, cehalet-perver husumet-efza olan sarp dağ ve derin derelerinizdeki vah­şet ayılarından, cehalet ejderhasından, husumet kurtlarından biçare meşru­tiyet korkar. Kolaylıkla gelmeğe cesaret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmasanız, tembellik etseniz yüz sene sonra tamamen cemalini gö­receksiniz. Z\x& sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır, fakat sizinle ehl-i meşrutiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zira eski zamanın adam­larına benzersiniz. O nazik meşrutiyet İstanbul havalisindeki yılanlardan kur­tulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müdhiş bataklığı, fakr gibi mütevvahhiş kıraçları, husumet gibi gayet keyşer dağları kat' etmekle bera­ber eşkiyaya rast gelecektir. Ezcümle, bazı ceza-yı sezasını hazmetmeyen.. bir kısım da başkasının etini yemekden dişi çıkarılan., ve bazı, bir meşhur bektaşi gibi mana verenler, yol üzerine çıkıp gasp ve garet ediyorlar. Daha onların Öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır. Bazı bahane ile parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise ona bir yol veyahud bir balon yapınız.

S — Biz me'yus olduk. Daha ne vakit bize gelecektir?

C — Ye's, aczden gelir. Ye's mani-iher-kemâldir. Hamiyet ise şiddet-i mevania karşı şiddetle metanet etmektir. Halbuki şu zaman, mümteniat-ı âdi-yeyi mümkün derecesine indiriyor. Çabuk ye'se inkılab eden hamiyet, ha­miyet değildir. Ben sizi tenbellikten kurtarmak için kabahatlerinizi gösteri-



BELAĞBAŞI: Kaynak, göze. TAAFFÜN ETMEK: Kokuşmak. TESEMMÜM ETMEK: Ze­hirlenmek. AKIBET: Gelecek. VAHŞET-ENGÎZ: Vahşet dolu. HUSUMET-EFZA: Düşman­lık saçan. CEMAL: Güzel yüz. MÜTEVAHHİŞ: Korkulu. KAT' ETMEK: Aşıp, geçmek. CEZA-YI SEZA: Müstehak olunan ceza. GARET ETMEK: Yağmalamak. YE'S: Ümitsiz­lik. MANİ-İHER-KEMAL: Her kemale engel. ŞİDDET-İ MEVANİ': Engellerin şiddeti. ME­TANET ETMEK: Dayanmak. MÜMTENİAT-I ADİYE: Olmayacak şeyler. MÜMKÜN: Olabilir.

26 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

rim. Ona çabuk gelmek istiyorsanız, işte marifet ve faziletten demir yolunu yapınız. Ta ki meşrutiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemâlâta binip ve terakkiyat tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda manilerden kurtulup geçerek size selam etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir.

S — İnşaallah talihimiz varsa biz de göreceğiz, bize tevekkül kâfi değil midir?

C — Biçare talihinize siz de yardım etmelisiniz. Bağdad tarrarları gibi olmayınız. Sizin atalet bahanesi olan şu teşebbüssüz tevekkülünüz nizam-ı esbabı red ettiğinden, kâinatı tanzim eden meşiete karşı temerrüd demektir. Şu tevekkül döner, nefsini nakz eder.

S — Şimdi fenalığı da görüyoruz, iyiliği de görüyoruz. Meşrutiyetin âsân hangisi, ötekinin âsân hangisidir?

C — Ne kadar iyilik var, meşrutiyetin ziyasındandır. Ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın zulmetinden, yahud meşrutiyet namıyla yeni bir istib­dadın zulmündendir. Kiri kaldı, ta ta'ziyeden sonra veda edip, pederini ta­kip etsin. Fakat, emin olunuz, ziya galebe çalacaktır.

S — Meşrutiyeti pek çok i'zam ediyorsun. Eskide re'y-i vahid idi, mil­letten sual yok idi. Şimdi meşverettir, milletten sual edilir. Millet, "Ne için" der. Ona "Ne istersin?" denilir. İşte bu kadar. Daha nedir, o kadar ilaveyi takıyorsun?

C — Zaten şu nokta bütün cevaplarımı tazammun etmiş. Zira meşrutiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrutiyeti her vecihle uyandırır. Her nev'ide, her taifede onun san'atına aid bir nevi meşrutiyeti tevlid eder. Hatta ulemâda, medârisde, talebede bir nevi meşrutiyeti intaç eder. Evet, her tai­feye ona mahsus bir meşrutiyet, bir teceddüd ilham olunuyor. îşte şu, arka-



ŞİMENDİFER-İ KEMALAT: Çabuk kemale götüren tren; kemalat treni. TARRAR: Yan­kesici. ATALET: Tembellik. NİZAM-I ESBAB: Sebebler nizamı. MEŞİYYET: İlahi irade. TANZİM ETMEK: Düzene koymak, nizam vermek. TEMERRÜD: İnatla karşı koyma. NAK­ZETMEK: Yalancı çıkarmak. ASAR: Eserler. TA'ZİYE: Başsağlığı dileme, teselli. GALE­BE ÇALMAK: Galip gelmek. İ'ZAM ETMEK: Büyütmek. FİKRİ HÜRRİYET: Hürriyet fikri. NEVİ: Tür. TEVLİD ETMEK: Doğurmak. ULEMA: Alimler. MEDARİS: Medrese­ler. TECEDDÜD: Yenilenme. İLHAM: Kalbe doğuş.

MUNAZARAT 27

sında şems-i saadeti telvih eden ve temayül ve incizab ve imtizaca yüz tutan lemeat-ı meşverettir ki, bana meşrutiyet-i hükümeti bu kadar sevdirmiştir. Bence taklidin temelini atıp, ihtilafatı çıkarmakla.. Mu'tezile, Cebrie, Mür-ceie, Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslamiyet'ten intaç eden mesail-i di-niyedekiistibdad-ı ilmidir. Ve nefsü '1-emr'de mukayyed olan şey de ıtlaktır (1). Meşrutiyet-i ilmiye hakkıyle teessüs etse, meyl-i taharri-i hakikatin imda-dıyla, fünun-u sâdıkanm muavenetiyle, insafın yardımıyla şu fırak-ı dalle Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e dahil olacakları kaviyyen me'muldür. Şu fırkalar eğer çendan birhizb olarak görünmüyor. Fakat efkârda ta hailülederek münteşi­redir. Herkesin dimağında onların meylettiği mesleğe meyelan bulunabilir. Hatta, eğer bir dimağ büyütülse, maani tecsim edilir ise, şu firak, sinema-toğrafvari (2) o dimağda temessül ettiği görülecektir. Şu kıssa uzundur, ma­kamı değil. Siz suallerinizi ediniz.

S — Şu meşrutiyet büyüklerimizi, beylerimizi kırdı; fakat bazıları da müstehak idi. Hem de maddeten bir şey görmeden yalnız meşrutiyetin na­mını işitmekle kendi kendilerine düştüler. Bunun hikmeti nedir?

C — Manen her bir zamanın bir hükmü ve hükümranı vardır. Sizin ıstı-lahınızca, o zamanın makinesini çeviren bir "ağa" lazımdır. İşte zaman-ı istibdadın hâkim-i ma'nevisi "kuvvet" idi. Kimin kılına keskin, kalbi kasi

1: Dikkat lazım.

2: Kürdlere medeniyetin garabetini zikrettiğim sırada sinematografı tarif etmiştim.

ŞEMS-İ SAADET: Saadet güneşi. TELVİH ETMEK: Levhalandırmak, açıkça göstermek. TEMAYÜL: Eğilim. İNCİZAB: Cezbedilme. İMTtZAC: Anlaşma, uyuşum. LEMEAT-I MEŞVERET: Görüş alış-verişinin parıltıları. MÜCESSİME: Allah'a el, yüz, göz gibi azalar verip, cisim isnad eden batıl mezheb. MESAİL-İ DİNİYE: Dini meseleler. NEFSÜ'L-EMR: Aslında, öncelikle. MUKAYYED: Kayıtlı, sınırlandırılmış. ITLAK: Mutlak'ın sahası, mut­lak olma, izafet ve nisbiliği kabul etmeme. MEYL-İ TAHARRİ-İ HAKİKAT: Hakikati araş­tırma meyli. İMDAD: Yardım. FIRAK-I DALLE: Dalalet fırkalan-grupları. FÜNUN-U SADIKA: Gerçek ve doğru ilimler. MUAVENET: Yardımlaşma. ME'MUL: Umulan. ÇEN­DAN: O kadar, fazla. HİZB: Grup. TAHALLÜL ETMEK: Ayrışmak. MÜNTEŞİRE: Ya­yılan. MAANİ: Manalar. TECSİM EDİLMEK: Cisimlendirilmek. GARABET: Yenilikler. TEMESSÜL ETMEK: Suret giymek, şekillenmek. KISSA: Konu, gerçek hikaye. ISTILAH: Dil, lügat, terim, terminoloji. ZAMAN-I İSTİBDAD: Istibdad zamanı. HAKİM-İ MA'NE-Vİ: Manen hükmeden. KASİ: Katı, hissiz.

28 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

olsa idi yükselirdi. Fakat zaman-ı meşrutiyetin zenbereği, ruhu, kuvveti, ha­kimi, ağası "hak"dır, "akıP'dır, "ma'rifet"tir, "kanun"dur, "efkâr-i ara-me"dir. Kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezayüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenakus ettiklerinden, kuvve­te istinad eden kurun-u vustâ hükümetleri inkıraza mahkum olup; asr-ı ha­zır hükümetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızır-vari bir ömre mazhardırlar. İşte ey Kürdler! Sizin bey ve ağa hatta şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılmçları keskin ise, bizzarure düşeceklerdir. Hem de müstehakdırlar. Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimal ve hissiyatı, efkâra tabi ise o düşmeyecek, belki yükselecektir.

S — Neden şu inkılab-ı hükümet her şeyde bir inkılâb getirdi?

C —sırrınca istibdad herkesin damarları-

na sirayet etmiş idi. Çok nam ve suretlerde kendini gösteriyordu. Çok dam ve planlar istimal ediyor idi. Hatta benim gibi bir adam, ilmi vasıta edip ta­hakküm ediyor idi. Veyahud, sehavet-i milliyeyi su-i istimal eder idi. Veya-hud, şu şeyh gibi, necabeti sebebiyle herkes onun hatırını tutarak, tutmakla mükellef bildiğinden tahakküm ve istibdad ediyordu.

S — Demek, öldürmemize, hükümetin istibdadına yardım eden başka istibdadlar da var imiş?

C — Evet. Cehaletimizin silahıyla asıl bizi mahv eden, içimizdeki garib namlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmim et­miş idi. Fakat yine kabahat, o küçük küçük istibdadların pederi olan istibdad-ı hükümete aiddir.

S — Beyler, ağalar, müteşeyyihler iki kısımdır. Farkları nedir?

C — İstibdad ile meşrutiyet kadar farkları vardır. Ben dahi meşrutiyet . ve istibdadı müşahhas olarak size göstermek istediğimden, şu iki kısmı tim­sal olarak beyan ediyorum.

TEZAYÜD: Artma. TENAKUS: Eksilme. KURUN-U VUSTA: Orta çağlar. İNKIRAZ: Yı­kılış. ASR-I HAZIR: Bu zaman. HIZIRYARİ BİR ÖMRE MAZHAR OLMAK: Normal bir ömürden çok daha fazlasına nail olmak. DAM: Tuzak. SEHAVET-I MİLLİYE: Millete has cömertlik. SU-İ İSTİMAL: Kötüye kullanma. NECABET: Asalet, kök temizliği. TESMİM ETMEK: Zehirlemek. MÜTEŞEYYİH: Şeyh geçinen.

MÜNÂZARÂT 29

S — Nasıl?

C — Eğer büyük adam,istibdad ile kuvvete veya hileye veya kendisinde olmayan tasannuan ku vve-i ma 'neviyeye istinaden halkı istib 'ad ederek havf ve cebrin tazyiki ile tutup insanı hayvanlığa indirmiş... Daima o mille­tin şevkini kırar. Neş 'elerini kaçırır. Eğer bir namus olursa yalnız o şahs-ı müstebidde görünür. Denir ki: "Falan adam şöyle yaptı." Eğer biz seyyie olursa kabahat biçare etbaa taksim olunur. İşte şu mahiyetteki "büyük", hakikaten büyük değildir, küçüktür. Milletini küçüklettiriyor. Zira milleti, her sa 'yi suhre gibi işliyor, hatır için gibi yapıyor. İyilik etse de riya karıştı­rıyor. Müdahene ve yalana alışıyor. Daima aşağıya iniyor. Zira sa 'y-i insa­ninin buharı hükmünde olan şevk müntafi oluyor. Ağaları ve büyükleri omuzlarına biner. Ta yalnız görünsün. Onların etlerinden yer, ta büyüsün. O milletin gonca-misal istidadan üzerine, o reis, perde olup ziyaı göstermi­yor. Belki yalnız, o neşv-ü nema bulur, inkişaf eder, açılır. Eğer müşahhas istibdadı görmek arzu ediyorsanız işte size şu...

S — Aman, bu kadar istibdadın fena bir zehiri var iken, acibdir ki biz bu kadar kalmışız.

C — Acib değildir. İhtilaftan bazan istifade olunur. O pis istibdadın teaddüdü için birbirinin kuvvetini bir derece kırar, ta'dil ederdi. Yoksa işi­niz fena idi.

S — İkinci kısım nasıldır?

C — Bir büyük adam hakka isnad ile aklı istimal edip, muhabbetle mil­letini kendisine rabt.. zîr-i dostanmın omuzları üstüne çıkmaz, altına girer, yükseltir. Şevklerini uyandırır. Bir iyilik olursa ma 'nen millete tevzi eder. Herkese bir parça namus düşmekle şevki arttırır. Hak, yerini bulmak için milletini ziya-i marifete karşı tutar. Gonca-misal olan o milletin hissiyatına zülâl-i muhabbet ve aklı gönderir, neşv-ü nema verse



TASANNUAN: Yapmacıklı. KUVVE-İ MA'NEVİYE: Manevi kuvvet. İSTİB'AD ETMEK: Uzakta görüp hesaba katmamak. HAVF: Korku. SEYYİE: Kötülük. ETBA': Halk tabaka­sı, yönetilenler. TAKSİM OLUNMAK: Paylaştırılmak. SA'Y: Çalışma, emek. SUHRA: Yap­mış olmak için yapma, zoraki. MÜNTAFİ OLMAK: Sönmek. SA'Y-İ İNSANİ: insanın çalışması. İNKİŞAF ETMEK: Açılıp gelişmek. TEADDÜD: Parçalanarak çoğalma. TA'DİL ETMEK: Yumuşatma, dengeleme. TEVZİ' ETMEK: Dağıtmak. ZİR-İ DOSTAN: Dostların aşağı tabakası; tarafları olan avam tabakası. ZİYA-İ MA'BİFET: Eğitim ve öğretimin ışığı. ZÜLAL-İ MUHABBET: Karşılıklı sevginin tatlı suyu.

30 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

hadis-i şerifde meşrutiyetli reise misal-i müşah­has olur. Meşrutiyeti gözle görmek istiyorsanız işte şu aynaya bakınız...

S — Demek "büyük" o değil ki, kılıncı keskin olsun. Milleti kendine feda etsin. Belki odur ki, aklı keskin olsun. Kalbi millet için fedakâr olsun.

C — Ha şimdi bir ışık buldunuz. Elbette bir doğru şeyhin müridleri ya-hud eski âdil beylerin mensuplarıyla müstebid bir ağa hizmetkârlarının cihet-i irtibatta farklarını bulursunuz. Maatteessüf, büyüklerdeki meziyyet sebeb-i tevazu iken, vasıta-i tahakküm oluyor. Avamdakizaif bir damar câlib-i şef­kat iken, vesile-i esaret oluyor.

S — Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?

C — İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit nasılsa bunu da beraber getirmiştir.

S — Demek şu istibdad hayvaniyetten gelmedir?

C — Evet. Müstebid bir kurt, biçare bir koyunu parça parça etmek, da­ima kavi zaifi ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavanin-i esasiyesindendir.

S — Sonra?..

C — Şeriat-ı garra zemine nüzul etti. Tâ ki zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin. Şu insaniyetin siyah lekesini izale etsin. Hem de izale etti. Fakat, va-esefaki, muhit-i zamanı ve mekanın in tesiriyle, hilafet salta­nata inkılab edip, istibdad bir parça hayattandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak başını kaldırdığından, İmam Hüseyh Hazretleri hürriyet-i şer'iyye kilmemi çekti. Başına havale eyledi. Fakat ne çare ki, is­tibdadın kuvveti olan cehl ve vahşet, cevanib-i âlemde zeyn-avgibi Yezid'in istibdadına kuvvet verdi.

CİHET-İ İRTİBAT: Alaka yönü. MAA'T-TEESSÜF: Ne yazık ki. SEBEB-İ TEVAZU': Alçak gönüllülük sebebi. VASITA-İ TAHAKKÜM: Zorbalıkla hükmetme vasıtası. CALİB-İ ŞEF­KAT: Şefkati çekici. VESİLE-İ ESARET: Esirlik vesilesi. KAVİ: Kuvvetli. KAVANİN-İ ESASİYE: Temel kanunlar. ZEMİN: Yeryüzü. NÜZUL ETMEK: İnmek. İZALE ETMEK: Gidermek. VA-ESEFA: Ne yazık ki. MUHİT-İ ZAMAN VE MEKAN: İçinde bulunduğu yer ve zaman. İNKILAB ETMEK: Dönüşmek. HÜRRİYET-İ ŞER'İYYE: Şer'i hürriyet. CEVANİB-İ ALEM: Alemin dört bir yanı. ZEYN-AV: Küçük su akıntılarının her taraftan gelip toplanarak oluşturdukları gölcük.

MÜNÂZARÂT 31

S — Şimdiki meşrutiyet, istibdad nerede? Onların harekatı nerede? Hila­fet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musafaha ve te­mas ettiriyorsun, aralarında karn'lar ve asırlar var?

C — Meşrutiyet'in sırrı, kuvvet kanundadır. Şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısda olur. Kanunu kendi keyfine tabi edebilir. Hak kuvve­tin mağlûbu... Fakat bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor. Zann olunmasın istibdad galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icra etmiş; meşrutiyet mağlub olduğu vakit mahvolmuş... Kellâ! Kâinatta galib-i mutlak hayr olduğundan pek çok enva ve şuubat-ı hey'et-i ictimaiyede meşrutiyet hüküm-ferma olmuştur. Cidal ber­devam, harb ise seccaldir.

S — Bazı adam, "Şeriat'a muhalifdir" diyor?

C — Ruh-u meşrutiyet, Sedat'tandır. Hayatı da ondandır. Fakat ilca-ı zaruretle teferruat olabilir; muvakkaten muhalif düşsün. Hem de her ne hâl ki, meşrutiyet zamanında vücuda gelir, meşrutiyetten neş'et etmesi lazım gel­mez. Hem de, hangi şey vardır ki her cihetle Şeriat'a muvafık olsun? Hangi adam var ki bütün ahvali Şeriat'a mutabık olsun? Öyle ise şahs-ı manevi olan hükümet dahi masum olamaz. Ancak Eflatun-u ilahinin medine-i fazıla-i ha-yaliyesinde olabilir. Lakin meşrutiyet ile sû-i istimalatın ekser yolları mün-sedd olur. İstibdadda ise açıktır.

S — İ'tiraz ettiğin şeye nasıl cevap veriyorsun?

C — Ben libasa ilişiyordum. Hükümet iyi bir adamdır, pislerin libasını giymişti. Biz o libası yırtmak ve yıkamak isterdik, olamadı. Zamana bırak­tık; ta yavaş yavaş yırtılsın. Evet; namazı kılıyordu, kıbleyi tanımıyordu; sonra tanıdı veya tanıyacaktır. "Ehvenu'ş-şerreyn" bir adalet-i izafiyedir. Fakat kemal-i telehhuf ile bağırıyorum ki, şiddete inkılab eden fikr-i intikamın te-

KARN: Çağ, asır. LİBAS: Elbise. KELLA: Hayır, asla. GALİB-İ MUTLAK: Mutlak galib. ENVA VE ŞUUBAT-I HEY'ET-İ İÇTİMAİYE: Toplumun ve toplum hayatının çeşitli ke­simleri. CİDAL: Mücadele, kavga. BER-DEVAM: Devam etmekte. SECCAL: Akıp duran, sürüp giden. İLCA-I ZARURET: Zaruretin zorlaması. TEFERRUAT: Ayrıntılar. MUVAK­KATEN: Geçici olarak. ŞAHS-I MANEVİ: Tüzel kişilik. MEDİNE-İ FAZILA-İ HAYALİ­YE: Hayalde kurulan (ütopik) fazilet şehri. MÜNSEDD: Sed çekilmiş. EHVENÜ'Ş-ŞERR: İki serden zararı daha az olan. ADALET-İ İZAFİYE: Şartların gerektirdiği ve iki serden ha­fif olana dayalı adalet. KEMAL-İ TELEHHUF: Kederle son derece yanıp, yakılmış olarak. FİKR-İ İNTİKAM: İntikam düşüncesi.

32 İÇTİMAÎ REÇETELER—II

dahülü ve heyecanatı intaç eden tecrübesizlik üzerimize emri şiddetlendirdi, bahalaştırdı, muvakkaten bir nevi karanlık çöktü. Emin olunuz ki, çekile­cektir.

S — Neden makine-i ahval güzelce işlemiyor?

C — Zira tecrübe, hamiyet, nur-u kalb ve nur-u fikri cem'edenler vezai-fe kifayet etmezler. Bazı ehl-i gayret ve hamiyette meyl-i tahrip meleke ol­muş, tamire pek alışık değildir. Bazı ehl-i tecrübe ve tamir ise, eskisine bir derece meyi ile istidatları pek müsaid değildir. Demek bize bir nesil-i cedid lazımdır. Bunu da cidden söylüyorum, eğer meşveret Şeriat'tan bir parmak müfarakat ederse eski hal yüz arşın ayrılmıştır.

S — Neden?

C — Bir ince teli rüzgar her tarafa çevirebilir. Fakat içtima' ve ittihad ile hasıl olan hablü'l metin ve urvetü'l-vüska değme şeylerle tezelzül etmez. İcma-i ümmet, Sedat'ta bir delil-i yakînidir. Re'y-i cumhur Sedat'ta bir esastır. Meyelan-ı amme Sedat'ta muteber ve muhteremdir. İşte bakınız, eski padi­şahların iradesini, Ermeni rüzgarı veya ecnebi havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. O da sükûta rüşvet-i ma'neviye olarak bir çok ahkam-ı Şeriat'ı feda ediyordu. Şimdi kapı açıldı, fakat tamamı ileride... Üçyüz ara­yı mütekabile ve efkâr-ı mütehalife, hak ve maslahattan başka bir şey ile mu-salaha etmez veya sükut etmezler. Hak ve maslahat ise Şeriat'da esasdır. Fakat

ı kaide-i Şer'iyyesince, bazen, haram bildi-

ğimiz şey ilca-yı zaruretle vacib olur. Teaffün etmiş parmak kesilir, ta el ke-



TEDAHÜL: İçine karışması. HEYECANAT: Heyecanlar. EMR: İş. MAKİNE-İ AHVAL: Durum makinesi; idarî, içtimaî çark. NUR-U KALB: Kalb nuru. CEM ETMEK:Toplamak. VEZAİF: Vazifeler. KİFAYET ETMEMEK: Yetersiz olmak. EHL-İ GAYRET: Gayretli ki­şiler. MEYL-İ TAHRİB: Tahrib eğilimi. MELEKE: Yapa yapa kazanılan ve kolayca kulla­nılır hale gelen kabiliyet. NESL-İ CEDİD: Yeni bir nesil. MÜFARAKAT ETMEK: Ayrılmak. İÇTİMA: Bir araya gelme, toplanma. İTTİHAD: Birleşme. HABLÜ'L-METİN: Sağlam, kop­maz ip. URVETÜ'L-VÜSKA: Metin ve çok sağlam kulp, tutunulacak şey. TEZELZÜL ET­MEK: Sarsılmak. İCMA-İ ÜMMET: Ümmetin bir konuda ittifak etmesi. DELİL-İ YAKİNİ: Yakin delil. RE'Y-İ CUMHUR: Ekseriyetin görüşü. MEYELAN-I AMME: Umumun isteği. MU'TEBER: İtibar edilen. İRADE: Emir. .VEHM: Kuruntu. SÜKUTA RÜŞVET-İ MA'-NEVİ: Sus payı. AHKAM-I ŞERİAT: Şeriat'ın hükümleri. ÂRÂ-YI MÜTEKABİLE: Birbi­rinden ayrı görüşler. EFKAR-I MÜTEHALİFE: Farklı fikirler. MASLAHAT: Fayda. MÜSALAHA ETMEK: Anlaşmak, uyuşmak. KAİDE-İ ŞER'İYYE: Şer'i kural. TEAFFÜN ETMİŞ: Kangren olmuş.

Yüklə 399,71 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin