Eski Türk devletlerinin, kısmen yerleşik de olsa, göçebe hayat tarzı ve an’anelerine göre bir toprak mülkiyeti telâkisine sahip olacakları muhakkaktır. Göçebeler için toprakların ehemmiyeti hayvanlarına otlak vazifesini görmesindedir. Bu otlakları şahısların değil kabîle veye cemaatlerin mülkiyetinde bulunacağı, binaenaleyh cemâate mensup aileler için müşterek bir mülkiyet veya intifaın bahis mevzuu olacağı, bu hayat tarzının zarurî bir neticesi olarak, şüphesizdir. Yarı veya tam yerleşik bir hayata geçen bu göçebeler, üzerinde oturdukları toprakların bir kısmını ziraat ettikleri zaman bu müşterek mülkiyet esası, otlaklarda olduğu gibi, ziraat sahalarına da intikal eder. Filhakika Yedi-Su havalisinde oturan Kazak-Kırgızların ziraat ettikleri topraklarda hususî mülkiyet ve Cemâat mülkiyeti olmak üzere iki türlü mülkiyet ahkâmı câridir. Hususi mülkiyet halinde bulunan arazi, kabîlenin müşterek mülkiyetinde bulunan toprakların paylaşılması veya şahsa ve kabîleye ait olmayan boş yerlerin benimsenmesi suretiyle teşekkül etmiştir. Bu hususî mülkiyete sahibi tam manasıyla temellük eder; ölünce oğullarına miras bırakır; varis bulunmazsa cemâate intikal eder. Cemaat içerisinde yeni bir aile kurulunca cemhaat ona, idaresindeki araziden, bir hisse verir veya arazi yoksa yeni bir arazi tedarikine çalışır. Cemaat mülkiyetine ait arazi ise muayyen parçalara bölünerek bir kira mukabilinde şahısların muvakkat istifadesine terk edilir. Bu arazinin kiracılar elinde bırakılma müddeti muhtelif yerlerde
toprak, su ve ekim şartlarına göre değişir. Bazı yerlerde cemaatin şahıslara vereceği arazi parçaları ilgililer arasında kur’a ile taksim edilir. Sulama ve kanal tesisleri de ferdî veya müşterek vücûda getirildiğine göre, mülkiyeti de ferde veya cemaate aittir. Arazi ve su hukukiyle ilgili olarak ortaya çıkan mesele cemâat teşkilâtı tarafından hal ve fasledilir. Gittikçe cemaat mülkiyetinden ferdî mülkiyete doğru bir tekamül de göze çarpmaktadır.39 Öte yandan Selçukluların dahil bulunduğu etnik gruptan olan bugünkü Türkmenistan Türkmenlerinde toprakların ferdi bir mülkiyet ile birlikte Cemâat mülkiyeti esasına göre bir hukukî duruma tâbi olması ve Anadolu dışında bulunmaları, Selçuk mîrî sisteminin menşeini izah bakımından pek mühimdir. Gerçekten Türkmenlerde de, Kazak-Kırgızlarda olduğu gibi, hususî mülk ve sanaşık denilen cemaat mülkiyeti olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Pek eski zamanlardan beri bir iskân sahası olan Murgab ovası, XII. XIII. yüzyıllarda Türkmenler taraından eşgal edilince burada da cemâat mülkiyesi esası cârî olmuştur. Cemaat mülkiyeti tamamıyla Türkmen urug-oymak teşkilatı esaslarına göre yapılmıştır. Meselâ Murgab havzası Toktamış ve Ötemiş urugları arasında paylaşılmış ve bu iki gruptan herbiri toprakları kendi teşkilâtına dahil cemaatler arasında derece derece (Toktamış urugunun hissesi 25, Ötemiş’in 13 avıl-cemhaat’e) taksim etmiştir. Evli olan veya, Yoltan obasında olduğu gibi, 16 yaşını bitiren her erkek cemâate ait araziden bir hise almak kaydıyla maliktir. Müşterek araziye ait sulama tesisleri de müşterek mülkiyeti tazammum eder. Mülk arazi sabittir; sanaşık arazi her sene köy reisi tarafından taksim edilir.40
Müşterek mülkiyetin ferdi mülkiyete nazaran daha eski ve iptidaî olduğu göz önüne getirilirse Türk göçebeleri ve hususiyle Türkmenler arasında cârî olan bu müşterek mülkiyetin, Selçuklular XI. yüzyılda İslâm dünyasına gelmeden önce de, Türkmenlerde ve binaenaleyh Selçuklularda mevcût olduğu kolaylıkla kabûl edilebilir. İşte bu suretle biz, Selçukluların Anadolu’yu fethettikten sonra hususî toprak mülkiyetini kabul etmeyip bütün memleketi devlet mülkü (mîrî) haline getireleri hâdisesini, eski Türk âmme hukukunda yer alan bu toprak mülkiyeti ananesinin bir devamı, İslam-Türk cemiyetine mütekamil bir şekilde intikali, olarak izah edilebileceği fikrindeyiz.
Kabîle teşekküllerinde toprak mülkiyetinin kabîlelere ait olmasıyla, mütekâmil siyâsi cemiyetlerde bunun devlete veya onun mümessili olan sultana ait olması arasında fark yoktur. Esasen eski Türk devlet telâkkisinde Kagan (hükümdar) bütün kavmi için hukukan baba vaziyetinde telâkki edilir.
Göktürk kitâbelerinde Türk kaganı kendisini aç ve çıplak halkı doyurmak ve giydirmek, az halkı çoğaltmakla mükellef saymaktadır.41 Bu telâkki daha sonra Karahanlı ve Selçuklular devletlerinde de aynen mevcût bulunduğu için Selçuk sultanları ilk zamanlarda, hususî usul ve merasimlere göre, halka İranlıların hân-i yağma, Oğuzların toy ve şölen dedikleri umumî ziyafetleri vermekle mükellef idiler. Kabîle reisleri bu umumî toplantı ve ziyafetlerde örfî hukukun (türe) kendileri için tâyin ettiği mevkî’de (orun) ve ona göre tâyin edilen hisse’yi (üliş) almak hakkında malikti. Hakan kavminin bu haklarına riayet etmezse babalık vazifesini ihmal ettiği için halkın isyanına mâruz kalır. Nitekim gittikçe Türk kabîle an’anelerinden uzaklaşarak bir İslâm sultanı gibi hareket eden Melikşâh, Semerkant ve Özkend seferinde halka ziyfaet vermediği için bu vaziyet Mâveraünnehirlilerin ve hususuyla Çigillerin şikâyetlerini mucip olmuştur.42
Bu hukukî esasa riayetsizlikten dolayı İç-oğuz’un Dış-oğuz’a karşı isyanını tasvir eden Dede Korkut kitabının son hikâyesi bu bakımdan mühimdir.43 Bu suretle eski Türk hükümdaları bütün kavminin babası gibi salâhiyet ve vazifeleri haiz olarak onun yaşayışı, maişeti ve iskanıyla yakından alâkalıdır. Gök Türk hükümdarı Kapağan’ın 698’de, vaktiyle Çin’e yerleştirilmiş olan birkaç bin çadır halkını kendi topraklarına nakledip onlara Çin’den aldığı üç milyon tohumluk ile üç bin ziraat âleti tevzii ederek iskân etmesi hâdisesi, Kağan’ın bu babalık vazifesi ile toprakların devlet mülkiyetine ait olmasıyla alâkalı olsa gerek.44
Kabîle teşekküllerinde kabîle reisi, kabîlelerin vücûda getirdikleri birlikde (devlet)de Kagan, velâyet-i pederâne vaziyeti dolayısıyla birlik ve ona ait müşterek mülkiyetin de mümessilidir. Her türlü işler gibi bu müşterek toprakların yüksek mülkiyet ve murakabesi de onun elinde olmalı ve örfi hukuk (türe) ahkâmına göre bunları idare etmek ona ait bulunmalıdır. Kabîle reisleri, askerî teşkilâta dayanan devlet işlerinin idaresinde, vergi tahsilinde, asker toplanmasında kaganın kabîleler nezdinde mümessillerdir. Muharebe veya umumî toplantı zamanlarında hükümdar onlara oklar gönderince maiyetlerindeki silâllı süvarilerden lüzumlu kadarıyla kagana giderler45 ve mevki veya hizmetleri mukabili idare ettikleri kabilelerden aldıkları vergilerle geçinirler. 718’de Çin hükümdarının Türkeş Han Su-lu’ya, üç bin âilenin gelirini muhtevi bir dirlik (apagane) verdiğine dair kayıt da büyü bir iktâ ile mukayese edilebilir.46
Böylece Selçuklular, eski Türk devlet telâkkileri ve teşkilâtı an’anelerini İslâmi bir imparatorluğa naklederken, göçebe devrinin toprak idaresi ve mülkiyetini de ileri bir cemiyetin bünyesine uydurmak suretiyle bunu
asırlarca sağlam bir nizamın temellerinden biri haline getirmişlerdir. İmparatorluğun yeni şartlarına göre kurulan askerî iktâların sahipleri eski kabile reisleri olan Türkmen beylerine ve Türk askeri sınıfına verilmiştir. Diğer taraftan henüz göçebe hayatını muhafaza eden Türk kabîle reislerinin sultana ve maiyetinde bulunan göçebelere karşı münasebetlerinde hiçbir değişiklik olmamış ve sultanlar tarafından kabile reislerine yapılan iktâlar da, göçebeler tarafından eski müşterek mülkiyet esasına göre tasarruf edilmiştir. Bu suretle Türk kaganı Selçuk sultanı olurken, eski Türk devlet telakkisine göre haiz olduğu vasıfları fazlasıyla muhafaza etmiştir47ki bütün memleketin sultanını mülkiyetine aid olması da bu hâkimiyet telâkkisinin bir devamında başka bir şey değildir. Bu arada Selçuk sultanlarının mirî topraklardan ayırarak temliklerle eski Türk kaganlarının beylere verdikleri tarhanlık yarlığları arasında da bir mukayese bahis mevzuu olabilir. Mîrî toprak rejiminin menşei meselesinden daha Orhon kitâbelerinden beri malûm olan tapu gibi ıstılahlar da göz önünde tutulmak icap eder.48
Selçuk Devleti’ni Anadolu’da askeri iktâlarla birlikte mîrî rejimini tatbike sevk eden birinci âmil, toprak idaresi ve hukukundaki bu millî an’ane ise, ikinci mühim âmil de şüphesiz Andolu’nun fethini hazırlayan tarihi ve içtimai şartların bunu zaruri kılmasıdır. Filhakika Selçuk Türkleri daha Mâveraünnehir ve Horosan’da iken zengin arazi sahipler de sefil halk yığınları arasında mevcut bulunan içtimai ve iktisadi tezatları görmüş; Bizans idaresindeki Anadolu’nun büyük toprak aristokrasisi elinde sürüklendiği içtimaî buhranın ve feodalleşme hareketlerinn âkibetlerde sürüklendiği içtimaî buhranın ve feodalleşme hareketlerinin âkibetle de sürüklendiği içtimaî buhranın ve feodalleşme hareketlerinin âkibetlerini sezmiş olmalıdırlar. Fakat Selçuk Oevleti bu sistemi kendi geniş devletçi görüşlerine ve amme menfaati gayelerine uygun olarak tatbik ederken, şüphesiz daha büyük birtakım ameli maksatların tahakkukunu düşünüyordu.
Gerçekten Orta Asya’dan mütemadiyen göçebe ve İslâm ülkelerinde devlet ve yerleşik halk için bir kargaşalık âmili olan Oğuz kütlelerinin yerleştirilmesi Selçuk sultanları için büyük bir mesele ve meşgale teşkil ediyordu. Anadolu iktisadi zaruretle fethedildikten sonra devlet bir taraftan boşalmış bulunan Anadolu topraklarını bu muhacirlerle iskân edip Türkleştirirken öte yandan yeni gelenlere de toprak bulmak mecburiyetinde idi. Bu da şüphesiz devletin bu topraklara tam tasarruf edebilmesi yani toprak mülkiyetini, eski an’anesine uygun olarak, elinde tutmasıyla mümkün idi. Esasen bu fetihler dolayısıyla Anadolu’nun pek çok yerleri boş kalmış; yerli halkın bir kısmı, topraklarını bırakarak hicret etmiş, devam eden Bizans ve Haçlı muharebelerinde, Selçuklu ve Danişmendli devletleri arasındaki mücadelerde yerli halkın toptan tehcir ve iskânları vuku bulmuş49 ve bu suretle birçok yerlerin mülkiyeti doğrudan doğruya devlete intikal etmişti. İlk zamanlarda bu gibi toprakların muhâcirlere tevzi edilmiş olduğu ve sonra da, devlet kendi mülkiyet hakkına dayanarak yerli toprak aristokratlarının mülkiyetine müdahale ederek Türklere toprak bulmak imkânlarına başvurduğu tahmin edilebilir. İşte Selçuk Devleti bir taraftan millî an’ane, öte yandan bu iktisadî ve içtimaî şartların zaruretine uyarak toprak mülkiyetini uhdesine almak suretiyle, büyük muhacir kütlelerini yerleştirmek ve müstahsil bir duruma sokmak imkânını bulmuş ve Anadolu’nun Türkleşmesi gibi büyük bir tarihî hâdisenin muvaffakiyetle başarılmasını temin etmiştir.
Anadolu topraklarının mîrî haline getirilmesi, an’ane ve tarihî zaruretlere uyularak, tedricî bir şekilde mi vuku bulmuş yoksa fütûhat esnasında sultanlar ile ilim adamlarının verdiği bir kararın tatbiki neticesi midir? Bunun bu gün için tayini imkânsızdır. İhtimal ki melikşâh zamanında imparatorluğun teşkilâtlandırması için cereyan eden idarî ve hukukî faaliyetler arasında Anadolu’nun mîrîleştirilmesi hâdisesi de vuku bulmuştur. Daha o zamanda Anadolu’da kurulan askerî iktâların mîrî topraklar üzerinde tesis edilmiş olması mümkündür. Bu takdirde sultanlara İslâm ülemasının ve İslam hukukunun fetih esnasında bahşettiği haklardan ve Hazret-i Ömer’in Irak taraflarında fetih sırasında kabûl etmiş olduğu mîrî sistemden,80 bir kıyas mevzu olarak faydalandıkları ve bu suretle İslâm hukukiyle örfî Türk hukukunun telifine çalıştıkları ihtimali mevcuttur. İlk fetihler esnasında bazı yerli toprak aristokratların ve hususiyle Ortodoks kilisesinden memnun olmayan Ermeni azilzâdelerinin mevki ve servetlerini korumak gayesiyle de Türklere yardımlarda bulunduktan ve bazen de İslâmiyet’i kabûl ettikten sonra Selçuklu sultanlarından mülkiyetlerini tanıyan fermanlar aldıklarına dair misalleri çoğaltmak mümkün olursa, diğer Türk ve yerli rehayâ gibi bunların da zamanla mülklerine müdahale edilerik topraklarının mîrîleştirildiği neticesi çıkar.51
Hülâsa olarak Osmanlılarda mevcut olarak mîrî toprak rejiminin onlara Selçuklulardan geldiğini, bunun eski Türk devletçiliği, toprak mülkiyeti an’anesi ve Anadolu’nun fethi esnasında karşılaşılan tarihî, içtimaî ve iktisadî şartlara uygun tatbik sahasına geçtiğini, bu tatbikatın dikkate şâyan bir şekilde cemiyetin iktisadî, hukukî, ve askerî bakır dan ihtiyaçlarına uydurulup Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin asırlarca dayandığı içtimai nizamın esası olduğunu söyleyebiliriz.
DİPNOTLAR
1 Misal olarak J. Sauvaget’nin Introduction á I’historie de I’Orient Musulman Paris 1943, Osman Turan, Türkler ve İslâmiyet (D.T.C.F. Dergisi IV, s. 4)
2 F. Köprülü “Bizans müessiselerinden Osmanlı müessiselerine tesir” adlı makalesinde Selçuk iktâ’ı hakkında kısa ve toplu bir malûmat vermişti. “Çıkaracağımız Türk siyâsi Feodalizmi tarihi” Osman Turan, İktâ (İslâm Ansiklopedisi), eserimizde incelemiş bulunuyoruz.
3 Siyaset-nâme, nşr. Schefer, s. 28; nşr. Tahran, s. 22.
4 Râvendî, Râaht us-sudûd, Gm neşri, s. 381; Nahçevânî, Tecâib üs Selef, nşr. Tahran, 1934, s. 331.
5 Akulü yecûz el-bey’min el,karar fi’l-arâzi el-Mîriyye ve yekûn el-medfû” ellezi yukal lehu bi’t-Türkiyye Tapu semenen ve’l-mesmu’ min’ulemâ zamenâ innehu îcâretun fâsidetun (Veliyüddin ef. yazm. Nr. 1451, v. 104 a).
6 Eski Osmanlı Kroniklerinde, Ö. L. Barkan’ın neşrettiği “Kanunlar” (İstanbul 1943) mecmuasında ve Osmanlı arazi tahrir defterlerinde bu husus için birçok misaller vardır.
7 F. Köprülü, adı geçen makale, s. 231.
8 Bu gibi misaller için bkz. Osman Turan, Selçuk Devri Vakfiyeleri III. Belleten XIV, s. 102-106; I. İ. Keykâvüs’ün Sivas’daki Dâr uş-şifâ vakfiyesi (Vakıflar U. M. arşivi, Deft. Nr. 584, s. 290); Cacaoğlu’nun Kırşehir’deki Vakıflarına Ait Vakfiye (Türk-İslâm Eserleri müzesi, Nr. 2189).
9 Tarih-i Güzîde, GM. neşri, s. 486.
10 Bu istılah hakkında benim “Cengiz adlı hakkında” adlı makeleme de bakınız. (Belleten IXI). D’Ohson bunu “Hasan ve Taycu idaresindeki mülk (incü)leri umumî irâd (dalay) halinde getirdi. tarzında tercüme etmekle oldukça isabet göstermiştir. (Historie des Mongols, IV, p. 97).
11 Reşîdddin’in has-incü’lere karşı ancak bir kayıtla ve medlülünü tasrih etmeden bahsetmesi bu sistemin İran’da mevcut olmadığına ve işaret ettiğimiz gibi İslâm ülkelerinde pek mahdut bir mîrî toprak bulunduğuna bir delildir. (Cami üt-Tevârih, nşr. K. Jahn, s. 305).
12 Aksarayî, 159.
13 Aksarayî, 216.
14 Para hesapları için “Ortaçağ Türkiye İktisadî Tarihi”nde malûmat verilmiştir.
15 Aksarayî, 231.
16 Hamdullah Kazvînî İlhanîlere tabi Anadolu’nun bütün vergilerini 330 tümen yani 33.000.000 dirhem olarak göstermesi (Nüzhet el-Kulûb) bir mukayese için burada kaydedilebilir.
17 Aksarayî, 243.
18 Bu gibi ölçülerin kıymet ve mahiyetleri adı geçen eserimizde tespit edilmiştir.
19 Eski Türkçe diğer kitabe ve metinlerde olduğu gibi Kâşgarî’de de tapu (ğ) hizmet manasında kullanılmıştır (I, 311) ki hizmeti karşılığı iktâ sahibine verilen paraya ve bu muameleye bu münasebetle “tapu” denilmiştir.
20 Yalnız Türkiye’de değil diğer İslâm ülkelerinde de çiftçinin hür olduğu halde daha İslâmın ilk çağından beri toprağa bağlı köylülere dair pek çok misaller mevcuttur (Bkz. I. Petrüşevskiy, Moğol Hâkimiyeti Devrinde İran’da Çiftçi Sınıfının Toprağa Bağlılığı Meselesi, Voprosi istorii, 1947, s. 59-70).
21 Muktâ-ra behiç gûne imkân nebûdî ki yek per-i murg ziyâded ez fellhah mutalebe küned (İbn Bîbî, s. 477).
22 Ve şarat el-vâkıf en lha ye’hezu min el-fellâhin bi’l-kayeteyn el-mezhûreteyn min hâsili zuru’ihim gayr el-hums (Selçuk Devri Vakfiyeleri, III, Belleten XIV, s. 96), ‘Avârız-ı divânî diğer İslâm devletlerinde de mevcut olmuştur. (Bahaeddin Bağdadî, et-Tavassul ila’t-tarassul, nşr. Tharan, s. 117; Nahçevânî, Düstûr el-Kâtib, Köprülü Ktp. Nr. 1241, 20a).
23 Aksarayî, 258.
24 Anadolu’ya gelen birçok Oğuz boyları bu suretle memleketin türlü bölgelerine yerleştirildiği gibi Hıristiyan reâyâ’nın muhtelif zamanlarda memleketin türlü bölgelerinde nakil ve is¨han edilmiş, devlet imâr ve istihsali temine maksadiyle bunlara tohumluk, ziraat âletleri öküz ve tevzi etmiştir, ki bu hususta elimizde çeşitli kaynaklar mevcuttur.
25 Ch. Diehl, Byzance, Paris 1934, p. 165-179. Bilhassa Ermeni kaynakları Selçuklular zamanında daha âdil ve müreffeh birhayata kavuştuklarını ifade ederler.
26 İbn Bîbî, s. 119.
27 İbn al-Azrak, Târih Mayyafârkin, Britsh Museum yaz. 1506, İbn Bîbî, s. 496.
28 Anonim Selçuk-nâme, s. 80.
29 Sümme inne’l-sultan Rukneddin faraka ziyâ Erzincan alâ umerâhi iktd’en ve va’adehun biennehu metâ istevlâ ‘alâ memleketi ahiyyihi ‘itahum zâlik el ziyd’ emlâken (‘Aynî, ‘İkd al-Cumân, Clit XIX, Veliyyüddin Ef. Ktp. Nr. 2391, s. 474). Baybars-ı Mansûri, Zubbed ül fikre, s. 52a.
30 Ve mülkiyet-i cend pâre dhih-i şehere, ki her yek behre-i şehrî dadî (İbn Bîbî s. 248)
31 Bicemi el-hukuk el-dîvâniyye ‘alâ ihtilâfi envâ’ihâ (Vakıflar U.M. arşivi, def, Nr. 582, s. 247).
32 Bisemen min el-denânir el-humr el-Sultâniyye al -’azbet el- Keykâvüssiye hamsun dînharen (Vakıflar U. M. arşivi, Fihrist II, s. 609); Bisemen meblağuhu min el-zeheb el-gayr el-meskûk el-Sultanî bi 300 dinâr (Vakıflar U. M. Dolapta tomar halinde Nr. 243).
33 İ. H. Konyalı, Akşehir, s. 400. Buna Hamidoğulları zamanında bir köyde 1000 dirheme satılmış (aynı eser. s. 395); 702 tarihinde Husrev Çelebi Hamid Bey’den (Hamidoğullarının ilki) Dedbend-ağzı mezraalarını 1120 altın flori’ye satın almıştır. (Vakıflar U. M. Defter No. 579, s. 399).
34 Vakıflar U. M. Defter Nr. 384. s. 356.
35 Selâse âlâf dirhem faddi talgami râyit fî bilâd el-Rûm. Elimde bulunan bu hüccette geçen “talgam” tabiri dikkati çeker (Bu hususta Orta Çağ Türkiye iktisadî tarihi adlı eserimizde malûmat vardır.)
Mahkemelerde kadılar tarafından yapılan bu temlik vesikalarına ticari havale senetleri gibi, Farsça çek tabirinin Arapçası olan sakk (cemi: sukûk, sikâk); deniliyordu (İbn Bîbî, s. 40; Dustur al-kâtib, 202a); bunların tomar halinde bir sureti mülk sahiplerine veriliyordu. Vakfiye ve kitabe halindeki vergi kanunâmelerinde olduğu gibi bunların sonuna da “bunu değiştiren Allahın, meleklerin ve bütün insanların ihanetine uğrasın” formül ilâve edilirdi. Bunlar o mahallin vergi tahrirlerinde hulâsa olarak defterlere geçirilirdi.
36 B’ad tahakkuk cumlet el-şerhait elleti yesûg l’eclihha bey’ el-mezkûr ve mâcerâ mecrâhu min el- ‘akarât el- munharita fi silk el -emvâl el- muzhafe ilha Beyt el- mâl el- Muslimin (Vakıflar V. M. Tomar Nr. 243.)
37 Osmanlı devrinde Malikâne-Dîvânî Sistemi. Ö. L. Barkan’ın (Türk Hukuk ve İktisad Tarihi Mecmuası II, s. 119-184) makalesinde tetkik edilmiş ve Osmanlılardan daha önceki zamanların bazı izleri tespit edilmiştir.
38 Bu fikirlerin hülâsası için Prof. Fuad Köprülü’nün yukarıda zikredilen makalesinde ve 1938’de Zürich’te toplanan “Tarihî İlimler Kongresi”ne sunduğu muhtırada verilmiştir. (Belleten XIX). Bu fikirlerin münakaşası ve Abbasî iktâ’ı ile mukayesesi mîrî toprak rejiminin menşeini izahta lûzumsuzdur.
39 Rumyantsev, Yedi-su vilâyetinin yerli ve eski Rus muharciri işletmeleri ve arazi istifadesinde dair materyaller (Rusça), Petersburg 1912, III, s. 164-171.
40 Auhagen, Die Landwirschaft in Transkaspien, Berlin 1905, s. 20-29, Kabile mülkiyetinin Kıpçaklarda ve Gürghan (İran) Türkmenlerinde de mevcûdiyetini de başka biryerde medana koyacağız.
41 V. Thomsen, Inscriptions de I’Orkhon, helsingfors, 1986, s. 108.
42 Nizâmülmülk, Siyâset-nâme nşr. Schefer, s. 115.
43 Nşr. Orhan Şaik, İstanbul 1938, s. 114.
44 St. Julien, Documents sur les Tou-kiue, JA 1864, s. 417.
45 Benim “Eski Türklerde Okun Hukuki Bir Bembol Olarak Kullanılması” (Belleten, XXXV) adlı makaleme bak.
46 Chavannes, Les Tou-kiue Occidentaux, T’oung Pao, s. 36.
47 Selçuk istilâsından sonra, bilhassa Kommen’ler zamanında, Selçuk iktâ’ı gibi hususî mülklere ve kilise arazisine değil, sadece devlete ait topraklar üzerinde kurulan Bizans pronaya sisteminin Selçuk iktâı ve mîrî sisteminden gelmesi mümkündür ve bu hususta Bizanstinistlerin nazarı dikkati çekilebilir. Filhakika Türk istilâsı dolayısıyla sahipsiz kalıp devlete intikal eden toprakları, Bizanslıların, Selçukluların tesiriyle bu yerleri mîrî rejime tâbi tutmuş olmaları mümkündür. esasen Selçuklulardan önce Anadolu’da böyle bir şeyin mevcut olmaması bilakis küçük ve büyük bir hususî toprak mülkiyetinin hakim bulunması bu imkânı kuvvetlendirmektedir. Artık Osmanlı toprak idaresi ve hukukunun Selçuklulardan geldiği bedahati karşısında Osmanlı tımarının Bizans pronoyalarıyla münasebeti, tarihî realiteye aykırı olacağı dolayısıyla, bahis mevzuu olamaz. (Pronaya hakkında bak. F. Chalandon, Jean II. Commène et Maniel I. Comnène, Paris 1912, s. 614).
48 Bu hususun iyi anlaşılması için
49 Bak, Kitab al-harâç, trad par. E. Fagnant, Paris 1921, p. 86-89
50 Michel le Syrien, krad par. chabot, Paris 1905, s. 247, Laurent Byzance et I’Origine du Sultanat de roum, melanges h. diehl, I, s. 180 Byzance et les Turc Seldjoucides, s. 74. Ermenilerin Türk hâkimiyetini bu suretle tercihleri zamanın Hıristiyan müelliflerini, onları Hıristiyanlığa ihanetle ithama vesile olmuştur.
Anadolu Selçuklu Devleti’nin
Ticaret Politikası
Yrd. Doç. Dr. Sezgİn GÜÇLÜAY
Fırat Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Giriş
nadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşuyla, Anadolu’nun siyasi, sosyal ve iktisadi çehresinde büyük değişimler meydana gelmiştir. Türk fethinden önce Anadolu, Bizans-Arap, Bizans-Sasani mücadelelerine sahne olurken, uzun yüzyıllar süren bu mücadeleler, büyük nüfus kayıplarına, neticesinde de iktisadi darlığa sebep olmuştur.1 Bizans merkezi otoritesinin zayıflaması sonucu, merkezi dinlemeyen adeta bağımsız hareket eden Bizans’ın Anadolu valileri ve diğer yöneticileri,halka büyük baskılar yapmışlardır. Yöneticilerin keyfi tutumları, Anadolu halkını idareden soğutmuştur. Öte yandan yüzyıllardan beri süregelen mezhep kavgaları, Bizans yönetiminin kendi halkına baskı ve şiddet uygulamasına, sürgünler yapmasına sebep olmuştur.2 Bunun yanı sıra, Akdeniz ticaretinin Müslümanların elinde bulunması, Anadolu’yu dünya ticaret yolları dışında bırakmış ve bu ülke medeni sahada olduğu gibi, iktisadi alanda da bir sükût devrine girmiştir. Yalnız İslam hudutları içinde bulunan Doğu Anadolu, Bizans Anadolusu’na nazaran daha iyi bir durum sergilemekteydi.3 İslam fetihleri neticesinde adeta bir İslam gölü haline gelen Akdeniz ile Avrupa’nın bağlantısı kopmuştur. Bu kopuş Avrupa’nın şehir hayatını ve iktisadi imkanlarını felç ettiği gibi, feodal toplumun oluşmasına da sebep olmuştur. Bu suretle yalnız Müslüman tüccarlarının faaliyet alanı olan Akdeniz ticaretinin istikameti, Orta Asya’dan Bağdat’a, oradan da Suriye limanları vasıtasıyla Afrika ve Endülüs limanlarına yöneliyordu. Anadolu asırlarca İslam memleketlerinde aranan kuzeyin kürklerinin ve devletlerinin ordularını besleyen ve yüksek sınıfların saraylarını dolduran köle ve cariyelerin ticaretinin yapılacağı en yakın ve tabii bir yol olmasına rağmen, İslamiyet’in yayılışı ve Bizans’ın kötü durumu nedeniyle bu değerli ürünlerin dağıtımının yapıldığı mevcut özelliğini kaybetmişti. Böylece İslam ülkelerine Anadolu’dan değil de Harezm ve İran üzerinden ürünler ulaşır olmuştur.4 Yine XI. yy’a kadar aynı şekilde karayolları gibi deniz yollarının aldığı istikamet de Anadolu’yu ticari faaliyetlerin dışında bırakmıştır. Bütün bu olaylara bakıldığında Selçuklu öncesi Anadolu’nun kötü tablosu ortaya çıkmaktadır.
Böyle bir dönemde Anadolu’daki Türk fethi, Anadolu’nun iktisadi vaziyetinde beklenenin tersine olumlu tesirler bırakmıştır. Buradaki başı bozukluğu, otorite yokluğunu ortadan kaldırmıştır. Bizanslı valilerinin keyfi idarelerine ve halk üzerindeki baskılarına son vermiştir. Din ve Mezhep ayrılıkları ve kavgaları ortadan kalkıp genel bir emniyet hasıl olmuş, yapılan yeni yerleşmeler, yeni göçler ve Anadolu’nun harap olan kırsal alan ve şehirleri Türk fethiyle yeniden şenlenmiştir. Anadolu, Müslüman ve Hıristiyan kavimler arasında milletlerarası köprü vazifesi görerek, dünya ticaret yollarına açılmış iktisadi ve kültürel alanda zengin bir hale gelmiştir.5 Yalnız şunu belirtmeliyiz ki, Anadoludaki bu değişim süreci gerek fetih hareketleri, gerekse Haçlı Seferleri6 ve iç mücadeleler yüzünden bir asır gibi bir sürede ancak tamamlanabilmiştir. Yani Anadolu ve Türk Tarihi bakımından dönüm noktaları olarak kabul edilen Malazgirt Zaferi ile, ikinci dönüm noktası olan Miryekefalon Zaferi arasındaki devre, büyük ölçüde milletlerarası ticarete müsait değildi. Ancak II. Kılıçarslan zamanında dış ticaret için şartlar müsaid hale gelmişti.7
Dostları ilə paylaş: |