Yunus’un hoşgörüsü kötülüklere göz yumma şeklinde değil, sevgi, barış ve dostluğa dayanır;
Ben gelmedim dava için
Benim işim sevi için
Gönüller dost evi için
Gönüller yapmaya geldim.57
Yunus’ta sevgi ve hoşgörünün iç içe olduğunu “Yaratılmışı hoş gördük, Yaradan’dan ötürü”, veya “Yaratılmışı severiz, Yaradan’dan ötürü” mısraları ile belirtir.
Yunus insanlar arasında ırk ve din ayrılığına da yer vermez, O’na göre bütün insanlar, insanlığın birer üyesidir.
Cümle yaratılmışa birlik ile bakmayan
Hakka müderris ise hakikatte asıldır.58
İnsan ne kadar bilgili ve kültürlü olsa da, bütün yaratılmışlara bir nazarla bakmasını bilmelidir.
Yetmiş iki millete birlik ile bakmayan
Şer’in evliyasıysa hakikatte asidır.59
Yunus Emre, yaşantısıyla, Ahmet Yesevi’den sonra Türk’ün İslamlıkla derinlemesine kaynaşmasını sağlamış, sade bir dille Anadolu’da tasvvufî düşünceyi ve hoşgörü ve sevgiyi ikame etmiştir.
Ayrıca bu asırda Anadolu’da büyük nüfuza sahip olan, tarikatı ve şöhreti her tararfa yayılmış Hacı Bektaş Veli’nin halk üzerindeki etkisini unutmamak gerekir, O da sevgi, barış ve hoşgörü ortamını hazırlamıştır.
İbn Batuta Anadolu gezisi sırasında Germiyan Bey’i Mehmet Bey’i ziyaretinde, sarayındaki Yahudi Hekime, hâfızlardan daha fazla saygı gösterildiğini görünce Bey’in bu davranışını beğenmez. Bu bilgiden de anlaşılıyor ki, Anadolu Beğliği sarayında, Yahudi hekim serbestçe doktorluk yapabilmektedir.
II. Kılıçarslan, İslâmi içtihad müessesesini çalıştırmak istediği zaman, Musul Suriye Atabeği olan Nureddin Muhammed, Sultan’ı imanını yenilemeye davet etmiş; O da, ülkesinde taassub gösteren insanlara, Atabeğ’in ülkesine gitmesini tavsiye etmiştir.60
Diğer ülkelerde tekfir edilen Muhyiddin Arabi, Konya’da fikir hürriyetine kavuşup, saygı görüyordu. Evlatlığı olan Sadreddin Konevî’de, O’nun eserlerini şerhedip, fikirlerini yayarak, pek çok taraftar topluyordu.61 Muhyiddin Arabi bilgisiz insanların başkalarını küçümseyeceğini ve bilginin insana hoşgörü duygusunu kazandıracağını, başkalarına hoşgörü ile bakmanın en üstün fazilet olduğunu bildirip, “herkesi gelişigüzel tekfir etmeyin”62 diye tavsiyede bulunuyordu.
Anadolu Selçuklu sultanları yüksek İslam-Türk terbiyesi ile yetişmiş, taassuptan uzak, münevver insanlardı. Sultanların bazıları Arapça, çoğunluğu Farsça bilip, bu dilde şiirler yazabiliyorlardı.63 Sultan I. Alâaddin Keykubâd, bilgili ve kültürlü bir sultan olduğu gibi, çeşitli sanatlarda mahâreti olduğu rivâyet edilmektedir.64
Bu devir âlimlerinden Necmeddin Daye (ö. 1256), kendisine düşmanlık besleyenlere karşı hoşgörüyle şöyle seslenir:
“Düşmanımız bahtiyar olsun
Dünyada ömür boyu mutlu olsun
Kim ki bizim yolumuza diken koyarsa
Bizim dikenimiz onun yolunda gülistan olsun.65
Anadolu’da Moğol işgalinin te’siri çeşitli şekillerde tezahür etmiştir. Moğolların çeşitli mezhep ve tarikatlara karşı ilgisiz kalışları, birçok tarikat şeyhlerine propaganda imkanını sağlamıştı.66 Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten sonra, düşünce ve temayüllerine uygun gelen tasavvufî tarikatlara girmişlerdi.
İşte böyle bir ortamda, Anadolu’da hoşgörü ve fikir hürriyeti gelişmişti. Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi, Farsça gazellerini semâ esnasında okuyor ve her sınıf halktan insanlar dinleyip, zevk duyuyordu.67 Mevlânâ her sınıf insanla ünsiyet kurduğundan devrinde eleştiriye uğramış, O da bu eleştiriye karşı, “Mansûr’umuz hallaç değil miydi, Buhârâlı Ebûbekir bez dokumaz mıydı, bir başka kamil camcı68 değil miydi,69 diyerek san’atların manevi ve fikri sahada ilerlemeye engel olmadığını belirtmişti”. Yine Mevlânâ, devrinde her sınıf halkla konuşur, tanışır, onlarla sohbet eder, ırk, renk ve din farkına bakmaz ve dostluklar kurar. O’nun gayrimüslimlerle ünsiyetine dair bir çok rivayetler70 de vardır. Haçlıların kılıcı Müslümanların kanı ile boyanmış olduğu bu asırda Mevlânâ’nın evinde Hıristiyan usta serbestçe çalışır;71 O, sevgi ve muhabbetin her türlü aybı örteceğini72 ve “başkalarında kusur bulan kimsenin kendi içindeki kötülüğü aksettirmiş olacağını ve insan iyilik aradı mı, kötülük kalmayacağını”73 belirtir.
İnsanlar arasında gelişen dostluk, sevgi ve hoşgörü sayesinde, dini ve insani müsâmaha da gelişmişti. Selçuklular genellikle Sünniliğin dört mezhebinden Hanefi ve kısmen de Şafi’i mezhebine mensuptular. Hanefilerin itikatta İmamı Ebû Mansûr Mâturidi (ö. H. 944),74 insanda irâde-i cüz’iyyeyi vaz’etmek sureti ile akla, Türk örf ve âdetlerine yer verdiğinden, Türkler arasında, bu itikâdi mezhep daha fazla yayılmıştı.75
İbn Batuta, Anadolu gezisi esnasında, müşahedelerine dayanarak, Müslüman halkın çoğunluğunun hanefi mezhebine mensup olduğunu, aralarında kadeci, râfizi, mu’tezile, hârici ve ehl-i bid’at bulunmadığını belirtir.76
Anadolu’da, tasavvuf şeyhleri, manevi birlik, sevgi ve hoşgörü ortamı hazırladıkları gibi, Ahi teşkilatlarının kurulması ile de san’at ve kültürün gelişmesinde, büyük
katkıları olmuştur. Ahi Teşkilatı (Futüvve), çok eski kaynaklara giden ve birçok ahlak kaidelerini bünyesinde taşıyordu.77 Anadolu’da, daha çok tasavvufi ve iktisadi bir esnaf teşekkülü mahiyetinde ahilik teşkilatı pek fazla gelişmişti. Her mesleğin en usta hürmete layık pirine “Ahi” adı veriliyordu.78
Ahi teşkilâtına mensup olan her futûvvet ehli, dünyadan el çekmeyen, doğru, çalışkan ve yalnız ihvane değil, bütün insanlara karşı yardımlaşmayı şiâr edinmiş kimselerdi.79 XIII. asrın sonlarına doğru, devlet otoritesinin sarsıldığı zamanlarda, Ahi Teşkilatları gücünü göstermiş, şehir hayatında fa’al rol oynamışlardı.80
İlk devirlerde Anadolu’ya gelen Türk sûfisi sadece şeyh veya postnişin değil, aynı zamanda alp-eren gazi, emir ve ahidir. Türk Sûfisi vasıtasıyla gelişen tasavvuf akımları, fütüvvet ehliyle de halk sınıflarına yayılmıştı.81
Herkes çalışma ve gayretine göre dünya ve âhiret kazancı te’min edineceğini İslam âlimleri ve tasavvuf şeyhleri halka anlatmış. Bu arada cüz’i iradeyi inkar ederek, her türlü işi kendilerine mübah görerek zevk-ü safâya dalan bazı sapık fikirli insanlarda vardı. Mevlânâ bu sapık fikirli insanları eleştirir; iki iş arasında tereddüt etmeyi,82 suçluya kızmayı, kişinin fiilinde ihtiyaç ve iradesinin olduğuna delil gösterip,83 çalışıp ve her türlü tedbiri aldıktan sonra tevekkül etmeyi,84 hürriyeti her şeyin üstünde tutup, cenâze gibi kimsenin sırtına yük olmamayı,85 bir iş veya bir san’atla meşgul olmayı, etrafındakilere tavsiye etmiştir.86 Böylece çalışma ve gayreti teşvik etmiş, tembelliği, ataleti, miskinliği yermiştir. Gerçek sûfiler, kendileri çalışıp, gayret gösterdiği gibi etrafındaki insanlara da çalışmayı tavsiye etmiştir. Yunus Emre:
Düriş kazan yi yidür
Bir gönül ele getür.
Yüz Kâbe’den yiğrektür
Bir gönül ziyareti87
Gönül elde etmek için çalışıp kazanarak insanlara dağıtmak, iyilik ve ihsanda bulunmak, kimseye muhtaç olmamak gerekir. Tarikat ehli kimseler zulûm karşısında direnmişler, zalim Moğollar arasında kalarak onları İslam’a ısındırarak, zulümlerini en aşağı seviyeye indirmişlerdir. Bizzat Şeyh Necmeddin Kubra, Harezm’de Moğollarla savaşarak şehit (1221) düşmüştür.
Selçukluların ilk devirlerinde Anadolu’ya yerleşen alimler, dervişler, köylere isimlerini vermişler, elinin emeği ve alnının teriyle toprağı işleyerek, yerleşmişler, bağ, bahçe yetiştirip, zaviyeler açarak, garbe doğru ilerleyerek, toprak işleri ile uğraşmışlar.88 Şeyh Edebali (ö. 1326) çevresindekilere; “Toprağa bağlanın, suyu israf etmeyin, ilim sahiplerini gözetin, ağaç dikin89” diye tavsiyelerde bulunuyordu.
İlk devirlerde tekke ve zaviyeler cemiyet hayatında büyük rol oynamış, buralarda tebliğ ve irşâda ehliyetli elemanlar yetişmiş, yetiştirdiği elemanlar cemiyet içerisinde önemli görevler yapmışlardı.90 Başlangıçta tekke ve tarikat mensupları, birlikten mahrum halk kitlelerini aynı idealler etrafında toplayarak, merkezi otoritenin te’sisinde önemli rol oynamışlardır.
Avrupa’da Orta Çağ taassubu hüküm sürerken Konya’da II. Kılıçarslan (1115-1192) huzurunda Müslüman ve Hıristiyan alimler arasında felsefi münakaşalar yaptırıyordu.91
Anadolu’da hoşgörü ortamı hazırdı. Sevgi ve hoşgörünün her türlü ayıbı örteceğini; Mevlânâ bu devirde şöyle açıklar; “ Hoş görme gözü, her türlü ayıba karşı kördür. Hoşgörmezlik, bütün kötülükleri meydana çıkarır”. Mevlânâ bu açıklamasının devamında şöyle der: “ Bir şeye olan sevgin, seni kör ve sağır yapar”;92 “Göz ayıpları görmeye başlayınca, sevginin azaldığını bil. Görmüyor musunuz ki, merhametli bir anne kendi sevgili çocuğunun hiçbir şeyinden iğrenmez ve çekinmez”.93
Bu misallerden anlaşıldığı üzere sevgi azaldıkça hatalar meydana çıkar. Zira anne çocuğunun her türlü hareketini sevgi ile karşılar. Çünkü anne çocuğunu sever, sevgi ise her türlü kusurlara karşı kör ve sağırdır.
Mevlânâ’ya göre insanlara hoşgörülü davranmak için onların huy ve mizaçlarını da bilmek gerekir. O bu konuyu açıklamak üzere, itriyatçılar çarşısından geçerken ıtr ve misk kokusundan bayılan bir debbağın hikâyesini anlatarak açıklar; “Bir debbağ ıtriyatçılar çarşısından geçerken güzel kokuların etkisi ile bayılıp düştü. Halk başına toplanarak ayılması için kimi gül suyu kimi tütsü yapıyordu. Bu sırada debbağın kardeşine, kardeşinin ıtriyatçılar çarşısında bayıldığını haber verdiler. Kardeşi hemen koşarak debbağın yanına geldi. Gizlice yanına aldığı köpek pisliğini, gizlice kardeşine koklattı. Debbağ bu pis kokunun etkisi ile ayıldı. Halk acaba ne okudu ki debbağ birdenbire ayıldı, diye hayrette kaldılar”.94
Mevlânâ bu hikayesinde herkesin her şeye aynı tepkiyi göstermeyeceğini anlatmak istemiştir. İşte biz karşımızdaki insanları etkilemek için onların huy ve mizaçlarını bilmemiz gerekir. Her insan âleme kendi görüş açısından bakar. Mavi gözlük camı takan kimse güneşi mavi görür, yeşil gözlük camı takan kimse ise yeşil, beyaz cam da eşyayı daha net gösterir. Mevlana bu konuyu açıklamak üzere şu kıssayı anlatır: Ebu Cehil, Hz. Muhammed’i (s. a. v.) görünce, “Beni Haşim’den ne çirkin bir çehre zuhur etti” dedi. Hz. Muhammed (s. a. v.) O’na
dedi ki: “Haddini tecâvüz ettinse de doğru söyledim”. Sonra Hz. Ebu Bekr (571-634) Hz. Muhammed (s. a. v.) görüp; “Ey güneş, sen ne doğudansın, ne batıdansın latif bir surette parla! Âlemi nurlandır”. dedi. Hz. Muhammed (s. a. v.) dedi ki: “Ey aziz! Ey değersiz dünyadan kurtuldun, doğru söyledin”.95 Bu kıssaya göre iyilik ve kötülük değerlendirmesi izafidir. İnsan daima kendi görüş açısından baktığından, görüş aynasında kendi iç alemini seyreder. Hz. Muhammed (s. a. v.) bu yüzden de, dost ve düşmana, her ikisine de hak verir. Çünkü her ikisi de kendi içini aksettirmiştir.
Bazı tasavvuf ehli müsamaha anlayışına daha da ileri götürerek kendilerine yapılan ağır hakaretleri hoşgörüyle karşılayarak iyi yönde tevil etmişlerdir. Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi’nin çağdaşı Evhaduddin Hamid b. Ebi el-Fahr Kırmani96 bir yerde oturuyordu. Bazı kötü ve Hak’tan uzak insanlar şeyhe hakaret ettiler. O’na, “Ey köpek! Ey eşek adam!” dediler. Şeyh buyurdu ki: “Her bir kötü söz için bir dinar altın versinler”. Şeyhin müritleri: “Bu adam dövmeyi ve eziyeti hak etmiştir”. Dediler. Evhaduddin buyurdu ki: “Siz bilmiyorsunuz. O, beni medhetmektedir, beni övüyor ve takdir ediyor” dedi. Müritleri “nasıl övüyor?” dediler. Şeyh: “O’nun köpek demesi yani, vefalı, efendisinin kapısının muhâfızı, eşşek demesi de yani, sabırlı ve azık taşıyan demek istiyor. Bunların hepsi benim vasıflarımı övmedir, hakaret değildir” buyurdu.97 Bu olayda şeyh kendisine yapılan hakareti soğuk kanlılıkla karşılıyor, kötü sözlerini iyiye yorumluyor.
Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi devrinde her sınıf insanla konuşur, tanışır, onlarla sohbet eder, ırk ve din ayrılıklarına önem vermez ve onlarla dostluklar kurardı. O’nun Hıristiyanlarla ünsiyetine dair bir çok rivayetler de98 vardır. Bahaddin Bahri’den99 rivayet edilir ki: “Bir gün bir Rum usta Mevlânâ’nın evinde ocak yapıyordu. Dostları şaka yollu Rum usta’ya: “Niçin Müslüman olmuyorsun? Dinlerin en iyisi İslam Dinidir” dediler. O da: “Elli seneye yakındır ki, İsâ dinindeyim, dinimi terk etmek için ondan korkuyorum ve utanıyorum” dedi. Ansızın Mevlânâ Hazretleri kapıdan içeri girdi ve “İmanın sırrı korkudur. Her kim Tanrı’dan korkmuşsa o Hıristiyan da olsa din sahibidir, dinsiz değildir” buyurdu ve tekrar dışarı çıktı. O zaman Hıristiyan usta imana gelerek, Müslüman oldu. İslam yoluna girip, halis mürid oldu.100
Mevlânâ’nın geniş müsamaha ve hoşgörüsü sayesinde Hıristiyan Usta hiçbir baskı olmadan Müslüman oluyor. Hıristiyanken dininden dolayı da onu kimse hakir görmüyordu. Müslümanlar arasında yaygın şöyle bir kanaat var. Kafiri hor görmek doğru olmaz, insanın sonunun ne olacağı belli olmaz. Mevlâna’ya devrinin âlimleri: “Amellere, neticelerine göre hükmolunur”. Hadisinin sırrını sordular. Mevlâna, bu hadisin varit olmasının sebebini şöyle anlatır: Hz. Peygamber devrinde günah ve kötülükleri ile tanınmış bir genç vardı; bu genç ansızın öldü. Akrabası, gencin yaptıklarından son derece utanç duyduklarından onu geceleyin gömdüler. Sabahleyin Cebrâil-i Emin gelip Muhammed-i Emin’e “git namaz kıl” diye haber verdi. Hz. Muhammed Mustafa (s. a. v.) hayretle bunun hikmetini sordu. Cebrâil tekrar Tanrı’nın huzuruna gidip geldi ve Yüce Tanrı, o genç son nefesinde, “Tanrı’dan başka Tanrı olmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim” diyerek şehâdet kelimesini getirdi ve günahlarına tövbe etti. Ben de o anda, ona acıdım ve onun günahlarını bağışladım” buyurdu, dedi. Bunun üzerine Peygamber Hazretleri sevinçle: “Amellere sonuçlarına göre hükm olunur” buyurdu.101 Yine Mevlânâ Mesnevisinde: “Hiçbir kâfire hor bakmayın, zira o, Müslüman olarak ölebilir. Ömrünün sonundan ne haberin var ki, ondan tamamiyle yüzünü çeviriyorsun”:102 “Tanrı; beni çağırdı mı, suçluda olsan, putperest te olsan ben yine icâbet ederim”. buyurdu.103
Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi ve halefleri türlü din ve mezheplere mensup müritleri etrafına toplayıp, birleştiriyor ve yükseltiyorlardı. Moğol istilası esnasında hükümetsiz kalan Malatya’da Müslüman ve Hıristiyan Halk, Süryani Patriğin idaresinde müşterek bir idare kurmuş ve iki cemaat birbirlerine sadakat yemini yapmıştı.104
Anadolu, Müslüman ve Hıristiyan kesimleri arasında bir köprü vazifesi görerek, dünya ticaret yollarına açılmasını, ileri ve zengin bir ülke olmasını sağlamıştır.
Selçukluların geniş bir dini hoşgörü ve hürriyet sağlaması, bir kısım gayrimüslimleri kendilerine bağlamış ve Bizans’a karşı da nefretlerini artırmıştır. II. Kılıçarslan dostu II. Malatya Patriği Süryani Mihael’e yazdığı mektubunda duaları sayesinde Bizans’a karşı zaferler kazandığını belirtmiştir.105
Bu devirde Müslüman-Türkler ile Hıristiyan yerliler arasında müşterek ziyaretgahlar ve müşterek kültür husule gelmişti. Halen onların torunları olan yerli azınlıklar birçok bölgelerde sakin bir hayat sürmektedirler. Atina’da paskalya şenlikleri süresince hiçbir Yahudi sokağa çıkmaya cesaret edememektedir.106 Daha sonraki devirlerde de Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş ülkesinde yalnız değişik dinlere değil, değişik milletlere mensup kişiler barış ve hoşgörü içinde yanyana yaşamışlardır.
Jean Henzi Abdolonyme Ubicini (1818-1884) Hıristiyanların din hürriyetini şöyle belirtir: “Katoliklik İstanbul ve İzmir’de, Paris ve Lyon’dakinden daha hürdür. Ayinleri ve töreleri kısıtlayan hiçbir kanun yoktur.107
Yine aynı yazar Ubicini eserine enteresan gördüğü şu olayı da kayıt eder: “Bir Yahudi, Peygamber’e (Hz.
Muhammed’e) hakaret ettiği iddiasıyla Musul valisinin huzuruna çıkarılır, vali “bu sözleri söyleyen kişinin o anda çarpılmaması imkansızdır!” diye haykırır. Ben bu adamın suçlu olduğuna inanmıyorum. Allah’ın cezalandırmadığı kişiye ben el süremem”108 der. Yazar bu olayı en güzel hoşgörü örneği olarak gösterir.
Mevlânâ’nın yerli gayrimüslim halk üzerinde etkisini anlamak için, O’nun cenaze törenine iştirak edenlerin ifadelerine bakmak yeterlidir. Cenaze törenine katılan gayrimüslimleri, Müslüman cemaat katılmalarını engellemek istediği zaman, onların karşı cevapları söyle olur: “Siz Müslümanlar Mevlânâ’yı bu devirde Hz. Muhammed’in (s. a. v.) temsilcisi kabul ediyorsanız biz de O’nu Hz. Musa’nın (a. s.)’, Hz. İsa’nın (a. s.) temsilcisi olarak biliyoruz”109 diyerek törene sonuna kadar iştirak etmişlerdi.
Ubicini, “Hiçbir şey dine üstün gelemez… Osmanlı’yı hiçbir şey dininden ayıramayacağından, kimseyi de kendi dininden etmeyi düşünmez”.110 Yukardaki bu ifade Müslüman-Türk halkının dinlere ne kadar hoşgörü ile baktığının en büyük delilidir.
Türkler bir gayrimüslimi beğenir ve hoşuna giderse “Allah sonunu hayırlı etsin”, “Yani Allah sana Müslüman olma lütfünü bahşetsin anlamına gelen bir temennide bulunabilirler. Fakat bu kadarla yetinir; daha ileriye gitmek İslam âdetlerine aykırıdır”.111
Ubicini eserinde “Tarihe Bir göz atın. On beşinci yüzyılda İspanya ve Portekiz’den atılan binlerce Yahudi Türkiye’ye sığınmıştı”. İşte bu atılan milletlerin torunları beş yüz yıldan beridir bu ülkede sakin ve refah içerisinde bir hayat sürmektedirler.
Hıristiyanların Haçlı seferlerinde Müslümanlara, hatta kendi dinlerinden olanlara bile hunharca davrandıkları halde Hz. Muhammed (s. a. v.), kumandanlarına, din adamlarını öldürmeyi yasakladı. Hz. Ömer (r.a.) Kudüs’ü aldığında Hıristiyanlara hiç fena davranmadı. Ama Haçlılar bu mukaddes şehre hakim olunca bütün Müslümanları öldürdükleri gibi, Yahudileri de ateşte yaktılar.112
1096-1270 yılları arasında, Müslümanlara karşı devam eden Haçlı seferleri sonucu pek çok kan döküldü ve milyonlarca insanın canına kıyıldı. Nice ülkeler yakıldı ve yıkıldı. Dinî, siyasî, sosyal, kültürel, iktisâdi birçok olaylara neden oldu. Bu seferler sırasında Hıristiyanlar, Müslümanları yakından tanıdılar ve savaşan Müslümanları, merhametli, iyiliksever, misafirperver olduklarını gördüler. Müslümanların, papazların bahsettikleri gibi kan dökücü, merhametsiz kimseler olmadıklarını müşahede ettiler. Fakat Haçlı seferleri neticesinde, Müslüman Türkler, Bizanslılar ve Yahudiler büyük zarar gördüler. Yüz binlerce Müslüman, Anadolu, Mısır, Suriye ve özellikle Kudüs’te kılıçtan geçirilip, birçok şehir ve kasabalar yağmalanarak, yakılıp yıkıldı. Kadınlar ve çocuklar bile hunharca öldürüldü. İstanbul’un zenginliğine hayran kalan Haçlı sürüleri şehri yağmalayıp, bilhassa Ortodoks ahaliye pek fazla ziyan verdiler. Haçlı zulmü İstanbul’da o kadar arttı ki, Bizans, İmparatorluk tahtını İznik’e taşıdı.113 Haçlı Seferleri neticesinde Hıristiyanlar, Müslümanlardan sanat, teknik alanda birçok yenilikler ve keşifler öğrendiler. Bu sayede Avrupa’da Rönesans’ın temelleri atıldı.
Batılıların geçen asırlardan beri, günümüze kadar İslam ülkelerine uyguladıkları yayılmacılık ve sömürgecilik hareketleri devam etmektedir. İslam dinine saldırmaları ve Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için yaptıkları misyonerlik faaliyetleri halen İslam ülkelerinde sürmektedir.
DİPNOTLAR
1 Kamus tercümesi, İstanbul, 1304, I, 904; İsmail b. Hammad el-Cevheri, el-Sıhah, Kahire, 1956, I, 376; İbn Mensur, Lisân el Arab, Beyrut, 1968, II, 490.
2 Nihat Keklik, Filozofların Özellikleri (Felsefeye Giriş,) İstanbul, 1983, s. 146-147.
3 Serdar Mutçalı, Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul, 1995, s. 405.
4 Vecihi Timuroğlu, Nasreddin Hoca’nın İnsanlaşmış Hoşgörüsü (Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü, Haz. Şevket Özdemir, Ankara, 1995) s. 136.
5 Seyfullah Korkmaz, Hoşgörü, İslam ve Türkler (Türk Kültürü Aylık Dergi, Ankara, Şubat 2000, Sayı 442), s. 103.
6 Vecihi Timuroğlu, a.g.e, s. 136-137.
7 Talat Tekin, Bir Hoşgörü Havarisi; Yunus Emre (Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü,), s. 40.
8 Mehmet Fuat, Yunus Emre’ de Hoşgörü (Yunus Emre, N. Hacı, H. B. Veli Düşüncesinde Hoşgörü), s. 68-69.
9 Vecihi Timuroğlu, Nasreddin Hocanın İnsanlaşmış Hoşgörüsü, a.g.e, s. 135.
10 Nihat Keklik, Türklerde Ahlak ve Dünya Görüşü, İstanbul, 2001, s. 111-112 (belgeler için bk. no: 318-376, s. 112-126).
11 Necati Öner, İnsan Hürriyeti, İstanbul. 1982, s. 119-122.
12 Abdürrahmân Şarânî, Tenbihül-Mu’ğterrin, trc. Ömer Temizel, İslam Büyüklerinin Örnek Ahlakı ve Hikmetli Sözleri, İstanbul, 1970, s. 339.
13 İbn Bibi, Anadolu Selçuklu Devleti Tarihi (Muhtasar Selçuknâme) trc. M. Nuri Gençosman, Ankara, 1941, s. 186; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1971, s. 382-402.
14 İbn Bibi, ayn. esr. s. 214-219; M. Fuat Köprülü “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Ankara, 1972, s. 74-75; Ahmet b. Mahmüd, Selçuk-nâme, nşr. Erdoğan Merçil, İstanbul, 1977, II, 154.
15 Abd el-Rahmân Câmi, Netahât el-Uns, trc. Kamil Candoğan-Sefer Malak, İstanbul, 1971, s. 499; H. Ahmet Sevgi, Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî, Kayseri, s. 8-11.
16 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, istanbul, 1969, s. 220.
17 Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Divanı, İstanbul, 1943, s. 301.
18 Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Divanı, s. 288.
19 Fürüzanfer, Mevlânâ Celâleddin, trc. Feridun Nafiz Uzluk, İstanbul, 1963, s. 191.
20 Fürüzanfer, a.g.e., 1963, s. IV (önsöz).
21 Seyfettin Erşahin, Mevlânâ’nın İslamlaştırma Faaliyetleri, (Mevlânâ ile İlgili Yazılardan Seçmeler. Haz. Vedat Genç, İstanbul. MEB. 1997), s. 152-153.
22 Osman Turan, T. C. Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, a.g.e., s. 115.
23 Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul, 1971, s. 62-65; Hacı Ahmet Sevgi, Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde Devrin Örf ve Adetleriyle İlgili Bilgiler, Ankara, 1994, s. 17-25.
24 Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, İstanbul, 1928-1948, IV, 303-304.
25 K. Bakara 2/59 62-64.
26 K. Maide 5/48.
27 K. Ra’d 13/31.
28 Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâil Bûhâri, Câmiu’s-Sahîh, İstanbul, h. 1315, VII, 82.
29 İsmâil b. Muhammed Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, Beyrut, h. 1351, I, 211.
30 K. Yusuf Suresi 12/19.
31 el-Buhârî, Câmiu’s-Sahih, . IV, 97; VIII, 33.
32 Tecrid-i Sarih Tercemesi, . I, 26.
33 el-Buhârî, Câmiu’s-Sahih, . I, 26.
34 K. Kalem Suresi 68/4.
35 Ebû’l-Huseyn Müslim b. El-Haccâc, el-Camiu’s-Sahih (nşr. M. Fuad Abdülbaki), Kahire, 1954-1955, I, 514.
36 K. Ahzâb Suresi 33/2.
37 K. Al-i İmrân Suresi 3/21.
38 İrfan Yücel, Peygamberimizin Hayatı, Ankara, 1996 (7. baskı), s. 265.
39 M. Ebû Zehra, İslam’da Beşeri Münasebetler, trc. Hüseyin Algül-Osman Şekerci, İstanbul thz. S. 67-68.
40 Osman Çetin, Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslamiyet’in Yayılışı, İstanbul, 1981, s. 75-81.
41 Celâleddin Suyûti, Camiu’s-Sağir, Kahire, thz. I. 148.
42 Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi İslamlaşması, İstanbul, 1973, s. 134-149.
43 M. Ebû Zehra, İslam’da Beşeri Münasebetler, S. 57.
44 K. Bakara Suresi 2/190-194.
45 K. Fussilat Suresi 41/34.
46 K. Bakara Suresi 2/256.
47 K. Bakara Suresi 2/217.
48 K. Al-i İmrân Suresi 3/134.
49 K. Furkân Suresi 25/63.
50 K. A’lâ Suresi 88/21-22.
51 K. Mâide Suresi 5/8.
52 Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ankara, ths. s. 386.
53 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1971, s. 141.
54 Steven Runcıman, Haçlı Seferleri Tarihi, trc. F. Işıltan, Ankara, 1986, I, 58; Süleyman Kocabaş, Tarihte Âdil Türk İdaresi, İstanbul, 1944, s 30-37.
55 Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, trc. Yıldız Moran, İstanbul, 1979, s. 203-214.
56 Memet Fuat, Yunus Emre’de Hoşgörü (Yunus Emre, Nasreddin Hoca ve Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü, Haz. Şevket Özdemir, Ankara, 1955) s. 69.
57 Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Divanı, s. 213.
58 Abdülbaki Gölpınarlı, ayn. eser. s. 298.
59 Abdülbaki Gölpınarlı, ayn. eser. s. 321.
60 Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, Ankara, 1967, s. 189-190; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 231-232.
61 Nihat Keklik, Sadreddin Konevi’nin Felsefesinde Allah Kâinat ve İnsan, İstanbul, 1967 (önsöz), XIV-XIX.
62 Nihat Keklik, Muhyiddin Arabi Hayatı ve Çevresi, İstanbul, 1966, s. 13-15.
Dostları ilə paylaş: |