küremâ L (a.s. kerîm'in c.) 1. kerîm, asîl, necip, iyiliksever, hayır sahibi, cömert, eliaçık kimseler. 2. ulular, büyükler, (bkz: kiram1'2).
kürend, küreng (f.i.) al at. (bkz. kuran).
kürevî (a.s.) yuvarlak; mat. küresel.
Hendese-i küreviyye geo. küresel geometri, ["küriyy" de denir].
küreviyy-üş-şekl geo. yuvarlak şekil.
küreviyy-üş-şekl cümle-i kevkebiyye astr. küremsi yıldız yığınları.
küreybe (a.i.) biy. tulumcuk, fr. utricule.
küreyvât (a.i. küreyve'nin c.) küçük kürecikler, yuvarlaklar, yuvarlar.
küreyvât-ı beyzâ anat. akyuvarlar, kan ve lenf gibi vücut sıvı (mayi) lannda bulunan çekirdekli ve yuvarlak hücreler.
küreyvât-ı hamrâ anat. alyuvarlar, kana al rengini veren çekirdeksiz yuvarlak küçük hücre olup, kanın her milimetre kübünde beş milyon kadar bulunur.
küreyvât-ı meneviyye anat. menîdeki cinsiyyet zerrecikleri.
küreyvât-ı yâbise hek. kanın terkibinde yüzde on dört nispetine bulunan demir bileşiği, [kelimenin doğrusu "küreyyât" dır].
küreyve (a.i.c. küreyvât) 1. küçük yuvarlak, yuvar. 2. fiz. molekül, elektron.
küreyve-i beyzâ anat. akyuvar, (bkz: kureyvât-ı beyzâ).
küreyve-i hamrâ anat. alyuvar, (bkz: küreyvât-ı hamrâ).
küreyve-i şahmiyye biy. yağ yuvarı.
küreyvî (a.s.) 'küresel.
küreyvîn (a.i.c.) fizy. alyuvarlara kırmızı rengi veren duru suya benzer bir madde, yuvarcıklar, fr. globules.
kürîz (f.i.) hizmetkâr.
kürîzî (f.s.) düşkün, beli bükük ihtiyar.
kürrâs (a.i.) bot. pırasa.
kürrâse (a.i.c. kerârîs) el yazması kitapların sekiz sahifeden ibaret olan forması.
kürre (f.i.) 1. sıpa. 2. tay.
kürre-i har sıpa.
kürsî (a.i.c. kürâsî) 1. oturulacak yüksekçe yer. 2. taht. (bkz: serîr). 3. makam, vazîfe. 4. hükümet merkezi, başkent, (bkz: makarr, merkez). 5. kaide, ayaklık, mesnet. 6. arş-ı a'zam'ın altında bir düzlükte olan, levh-i mahfûz'un bulunduğu yer.
kürsî-i hâk kâinatın dayanağı, dünyâ.
kürsî-i hatt kurallara uygun olarak yazılmış elyazısı.
kürsî-i hükümet parlamento.
kürsî-i memleket başkent.
kürsî-i ses-kûşe (bu-) dünya.
kürsî-i zer Güneş.
kürsî-dâr (a.f.b.i.) kürsüdar, kırmızı çuha veya kadife kaplı olan kürsî-i hümâyûna bakan görevli.
kürsî-nişîn (a.f.b.i.) 1) tahtta oturan pâdişâh; 2) vali; 3) camide, kürsüde oturan, vaaz eden.
kürûb (a.i. kerb'in c.) tasalar, kaygılar, kederler, gamlar.
kürüm (a.i. kerm'in c.) üzüm, bağ kütükleri.
Fasîle-i kürûmiyye "üzümgiller.
kurur (a.i.) bir şeyin tekrarı.
kürûr-i a'vâm senelerin birbirini tâkibet-mesi.
kürûr-i edvar devirlerin tekrarı.
kuruş (a.i. kerîş'in c.) işkenbeler.
kürük (f.b.i.) deve yavrusu, (bkz: şü-tür-peçe).
küs (f.i.) kadın tenasül âleti, (bkz: fere).
küsa (a.i. kisve'nin c.), (bkz. kisve).
küsâhat (a.i.) sıskalık, kemik hastalığı, fr. rachitisme.
küsbe (a.i.) yağ posası; yağı, suyu çıkarılmış her türlü "bitki maddelerinin kuru kalıntısı.
küsbere (f.i.) bot. karakimyon, kişniş.
küstah (f.s.) aslı "güstâh"dır. (bkz: güstâh).
küstâh-âne (f.zf.) aslı "güstâh-âne" dir. (bkz: güstâh-âne).
küstahı (f.i.) küstahlık, edepsizlik.
küstel (f.i.) zool. bokböceği, (bkz: hunfesâ').
küsûd (a.i.) kesad.
küsü (a.i.) çekilme, maksada varmadan geri dönme, (bkz: ric'at).
küsûf (a.i.) astr. Güneş'in tutulması, Ay'ın, Dünyâ'mız ile Güneş arasına girerek gölgesiyle Güneş'i kısmen veya tamamen örtmesi.
küsûf-i cüz'î astr. Güneş'in bir kısmının tutulması.
küsûf-ı halkavî astr. halkalı gün tutulması.
küsûf-i küllî astr. Güneş'in tam tutulması.
küsül (a.s.) tenbel, üşenici.
küsur (a.i. keser'in c.) 1. parçalar, artan parçalar, artıklar. 2. mat. kesirler.
küsurat (a.i. kesr'in c. olan küsûr'un c.) artıklar, anan kısımlar.
küsûrât-ı aşeriyye mat. ondalık kesirler.
-kuş (f.s.) öldüren, öldürücü.
Düşman-küş düşman öldüren.
Merdüm-küş adam öldüren.
Zebûn-küş düşkün öldüren; fırsat düşkünü.
kuşende (f.s.) öldüren, öldürücü. (bkz. katil).
küşkûye (f.i.) muz. Türk müziğinin eski mürekkep makamlarından olup, zamanımıza kalmış bir numunesi yoktur.
küştar (f.s.) 1. kesilmiş, kurban edilmiş [koyun]. 2. mec. et.
küşte (f.s.c. küşte-gân) öldürülmüş.
küşte-gân-ı zinde Şehitler (bkz. Şüheda)
küştenî Öldürülmeye lâyık.
küştî-câ (f.b.i.) güreş yapılan yer.
küştî-gâh (f.b.i.) güreşe çalışılan yer.
küştî-gîr (f.b.i.) güreş tutan, güküştî-gîr reşçi, pehlivan.
küştî-gir-i cehân cihan pehlivanı.
küştî-girî (f.b.i.) pehlivanlık.
kütle (a.i.) yığın, küme, toplu şey.
küttâb (a.i. kâtib'in c.) kâtipler, yazıcılar, (bkz: ketebe).
Menşe-i küttâb kâtip yetiştiren okul.
Reîsü’l-küttâb divan kâtiplerinin başı olup Tanzimat'tan önce "hâriciye nâzın" na verilen bir ad idi. küttâb-ı dîvân-ı hümâyun tar. Dîvan-ı Hümâyûnun yazı işlerini görenler.
Dârü’l-kütüb okuma salonu.
kütüb-i mukaddese mukaddes kitaplar [Tevrat, Zebur, incil, Kur'an]. (bkz: kütüb-i semâviyye).
kütüb-i münzele inzal olunmuş, indirilmiş kutsal kitaplar: [Tevrat, Zebur, incil, Kur'an].
kütüb-i sitte Hanefî fıkhı üzerine yazılmış 6 kitap, [Mebsûta, Ziyâdât, Câmi-i Sagîr, Câmi-i Kebîr, Siyer-i Sagîr, Siyer-i Kebîr].
kütüb-i tefasîr tefsir kitapları.
kütüb-i tevârîh târih kitapları.
kütüb-hâne * (a.f.b.i.) 1. kitaplık. 2. kitapsaray.
küûb, küûbet kız memesinin büyümesi, kabarması.
küûl (a.i.) alkol, ispirto.
Dâü’l-küûl alkol düşkünlüğü, alkolizm, fr. alcoolisme.
küûl-i muattar kim. alkolat.
küûl-i mutlak kim. an ispirto.
küûlî, küûliyye (a.s.) alkol ile, ispirto ile ilgili, onun gibi olan.
Mevâdd-i küûliyye alkol, alkollü maddeler.
Meşrûbât-ı küûliyye alkollü, ispirtolu içkiler.
küûl-perest (a.f.b.s.) alkolik, alkole düşkün kimse.
küûs (a.i. ke's'in c.) 1. içi dolu kaplar, çanaklar. 2. kadehler, bardaklar. 3. şarap dolu bardaklar; bardaklarla şaraplar. 4. bot. çanaklar.
küvâre (a.i.) petek, (bkz: kivâre).
küvern (a.i. kûme'nin c.) kümeler, (bkz: ekvâm).
küveys (a.i.) 1. bot. kadehçik. 2. biy. kesecik, fr. saccule.
küzâz (a.i.) hek. sinir gerilmesi, tetanos.
küzâz-ı fizyoloji fizyolojik tetanos.
küzbere (a. i. c. kezâbir) bot. asmacık, lât. coriandrum sativum.
küzberetü’l-bi'r bot. tere.
küzberet-ül -kanat bot. baldınkara denilen nebat (* bitki).
lâ (a.e.) menfî ('olumsuzluk) edatıdır. la havle ve lâ kuvvete illâ b'illâh kuvvet ve kudret Allah'tadır. lâ ilahe ill-Allah "yoktur tapacak; Allah'tır ancak".
lâ ahlâkî (a.s.) ahlakdışı, fr. amoral.
lâ-ahlâkıyye (a.i.) 1. ahlâk dışıcılık, f r. amoralisme. 2. ahlâk dışıcılığı şiar edinmiş zümre.
lâ-akall (a.s.) en azından, daha aşağı olmaz.
lâ-ale-t-ta'yîn (a.zf.) ayırdetmeksizin, rastgele, gelişigüzel.
lâ-ale-t-teşbîh (a.zf.) teşbih yoluyla olmayan, benzetilmeksizin.
laalle (a.e.) belki, umulur ki, ola ki. (bkz: leyte). [olması mümkün şeyler için kullanılır].
laane (a.n.) lanet etti.
laan-Allah Allah lanet etsin!
lâ-an-şey (a.zf.) boş yere, boşuna.
lâbe (f.i.) 1. yaltaklanma, yalvarma, acz gösterme. 2 . bu yolda söylenen söz.
lâ-be's (a.s.) sakınca yok.
lâbis (a.s.) giyen, giymiş.
lâ-bi-şartın (a.s.) şarta dayanmaksızın.
lâc (f.s.) çıplak, (bkz: üryan).
lâc (a.s.) dar şey.
Mekân-ı lâc dar yer. (bkz: dayyık, mazîk).
lâ-cerem (a.s.zf.) şüphesiz; besbelli, elbette, [aslında "lâ-cereme inkıta' yok" demektir].
lâ-cevâb (a.s.) cevap dışı.
lâceverd (a.s.) 1. lâcivert. 2. koyu mavi, değerli bir süs taşı. [Farsçası "lâjverd" dir].
lâceverd-hûn (f.b.i.) gökyüzü.
lâceverdî (f.s.) lâcivert renkte.
Kubbe-i lâceverdi gök kubbe, semâ.
lâ-cezrî (a.s.) köksüz ve tohumsuz ot.
lâç (f.i.) aldatma, oyun etme. (bkz: âl, firîb, hud'a, mekr).
lâd (f.i.) duvar, (bkz: cidar).
Bün-i lâd duvarın dibi.
Ser-i lâd duvarın üstü.
lâde (f.s.) akılsız, ahmak, (bkz: ebleh, gevden).
laden (f.i.) 1. bir cins çalı. lât. cistus. 2. bu çalının zamkı. 3. [eskiden] kadınların yüzlerine ben taklidi yaptıkları madde.
lâ-des sözünün farsça "yâd-dâşten = akılda tutmak" dan geldiği söyleniyor!
lâdine (f.i.) kendir, kenevir.
lâ-dînî (a.s.) dindışı, fr. laique.
lâ-edrî (a.s.) bilmem, [söyleyeni belli olmayan şiirlerin sonuna konulur].
lâ-edriyye (a.i.) fels. bilinemezcilik, fr. agnosticisme.
lâ-ene (a.s.) fels. bendeğil, fr. non-moi.
lâf (f.i.) 1. lâkırdı, söz. 2. konuşma.
lâf ü güzâf boş lâkırdı, (bkz: jâj, lağv).
lafk (a.i.) iki şeyi birbirine çarpma.
lâfz (a.i.c. elfâz) söz. [manâlı olursa "kelime", mânâsı, edatlarda olduğu gibi, başkalarıyla meydana gelirse "harf" kısmına ayrılır].
lâfz be lafz kelime kelime.
lâfz-ı külli mant. mânâsı herkesçe müşterek olmayan lâfız "zeyd" gibi.
lâfz-ı külli mant. mânâsı herkesçe müşterek olan lâfız "insan" gibi.
lâfz-ı muhtemel huk. iki veya daha ziyâde mânâya hamli mümkün bulunan sözdür ki, hangisinin kasdolunduğu mücerret rey ile değil, deliller, karineler ile tâyin olunur.
lâfz-ı mu'teber ed. manâlı (anlamlı) söz.
lâfz-ı müfesser huk. tahsis ve te'vîle ihtimal bırakmayacak derecede açık olan sözdür ki, onunla amel vacip olur.
lâfz-ı mürekkeb mant. cüzülerinden biri; mânâsının cüzü'lerinden birine delâlet eden lâfız.
lâfz-ı müşterek huk. birçok müsemmâsı bulunan lâfızdır ki, hangi mânâ kasdolunduğu taayyün etmediği surette mânâsız addolunur, onunla amel olunmaz.
lâfz-ı vâhid tek söz.
lâfzı zahir huk. teemmül ve tefekküre muhtaç olmaksızın dinleyenin derhal mânâsını anladığı sözdür ki, bunun zıddına "hafi" denir.
lafza (a.i.) bir tek söz veya kelime.
lâfza-i celâl Allah kelimesi.
lâf-zen (f.b.s.) 1. lâfazan, geveze. 2. övünen, övüngen.
lâfzen (a.zf.) lâfızîtibâriyle, kelimenin söylenişine, yapısına göre, yazılı olmayarak.
lâfzî murâd (a.b.i.) mânâsı bir yana bırakılarak, lâfzı itibariyle söylenen söz.
lafzî (a.s.) gr. kelimenin söylenişine ve yapısına ait, onlarla ilgili.
Tezyînât-ı lâfziyye sözde ve yazıda görülen ve çok defa tasannua kaçan kelime süsleri.
lâfzıyye (a.i.) fels. 1. boşsözcülük. 2. ezbercilik.
lâfziyye (a.s.) ["lâfzî" kelimesinin mü-ennesi]. (bkz: lâfzî).
lâg (f.i.) 1. şaka, lâtife. 2. oyun. (bkz: lû'b).
lagar (f.s.) 1. arık, zayıf, cılız [hayvan]. 2. meç. ağır, yavaş hareketli [kimse].
Esb-i lagar zayıf beygir.
Gâv-ı lagar arık öküz.
lâgarî (f.i.) arıklık, zayıflık, cılızlık.
lâgt (a.i.) mırıldanma, ses çıkarma.
lâğv (a.i.) 1. faydasız, beyhude, boş. 2. yanılma, atlama. 3. kaldırma, hükümsüz bırakma.
Yemîn-i lağv alışkanlıkla edilen ve şer'an kefaret lâzımgelmeyen yemin.
lâğvî, lâğviyye (a.s.) lağva mensup, lâğv ile ilgili.
Eymân-ı lâğviyye alışkanlıkla edilen ve şer'an kefaret lâzımgelmeyen yeminler.
lâğviyyât (a.i. lâğviyye'nin c.) beyhude, boş sözler, işler.
lâğz (a.i.) sürçme, kayma.
lâgzân (f.s.) sürçen, kayan, (bkz: zâlik).
lagzîde (f.s.) sürçmüş, kaymış.
lâgzîde-pâ, lâgzîde-pây (f.b.s.) ayağı sürçmüş, ayağı kaymış.
lâgziş (f.i.) sürçüş, kayış, sürçme, kayma.
-lâh (f.e.) kelimenin sonuna gelerek "yer" mânâsını verir.
Div-lâh cinin, perinin bulunduğu yer.
Rud-lâh akar suyu bol yer.
Seng-lâh taşlık [yer].
lâ-halâ (a.i.) gökkubbenin arkası.
lâhâmet (a.i.) ellilik, semizlik.
la havle (a.i.) bir sıkıntı, bir belâ vukuunda sabrın tükendiğini göstermek için söylenir, (bkz: la).
lâ-havle ve-lâ-kuvvete illâ bi’llah yetki ve kuvvet yalnız Allah'ındır.
lâ-havle-gûyân (a.f.b.i.) lâ-havle okuyanlar, bir sıkıntı, bir belâ vukuunda sabrın tükendiğini göstermek için lahavle çekenler.
lâ-hayr (a.s.) hayırsız, uğursuz.
lâ-hayre fîh (a.cü.) bu işte hayır yok.
lâhd (a.i.c. elhâd, lühûd) çukur, mezar, kabir.
lâhe (f.i.) yama.
lâhib (a.i.) açık yol.
lâhif (a.s.) zulüm görmüş, kalbi yanık.
lâhik (a.s.) 1. lühûk eden, yetişen, ulaşan. 2. eklenen. 3. sonradan tâyîn edilen, yenisi. Sabık ve
lâhik eskisi ve yenisi, önceki ve şimdiki.
lâhike (a.i.c. levâhik) gr. ek.
lâhika-i müteahhire gr. son ek, fr. suffixe.
lâhika-i mütekaddime gr. önek, fr. prefixe.
lâhika-i tasrîfiyye gr. tasrif, çekim eki.
lâhîm (a.s.) etli, semiz.
lâhim (a.s.) 1. dâima et yiyen. 2. et yediren.
lâhime (a.i.s.) 1. etçil, et yiyen hayvan. 2. zool. etoburlar.
lâhin (a.s.) bilhassa Kur'ân-ı Kerîm'i okurken talâffıızda yanlışlık yapan [kimse], (bkz: lehhân).
lâhis (a.s.) sıcaktan veya susuzluktan dilini çıkararak soluyan [köpek].
lâhîz (f.i.) sel suyu, seylâb.
lâhîz (a.i.) benzer, (bkz: manend, mesel, nazîr, şebîh, veş).
lâhk (a.i.) jeol. lığ, alüvyon, fr. alluvion.
lâhkî (a.s.) coğr. lığlı, alüvyonlu.
lâhlâh (a.i.) bot. çiğdem.
lâhlaha (f.i.) 1. güzel kokulardan meydana gelen koku. 2. anber, misk, kâfur, laden gibi şeylerden meydana gelen şamama.
lâhlâhiyye (a.i.) çiğdemgiller, fr. colchicacees.
lâhm (a.i.c. lühûm) 1. et. 2. meyvenin çekirdekle kabuk arasında bulunan kısmı.
Akilü’l-lâhm et yiyen hayvan], (bkz: gûşt).
lahm-i zâid anat. vücutta hastalık neticesinde çıkan fazla et.
lâhm ü şahm et ve yağ.
lâhme (a.i.) et parçası.
lahn (a.i.c. elhân) 1. kaideye uygun ve güzel ses, nağme, ezgi, birden ziyâde sesin yanyana gelerek meydana getirdiği müzik cümlesi, fr. melodie. 2. ahenk. 3. lügat; dil. 4. okurken yanlışlık yapma.
lâhn-i davudi tok ses, kalın ses.
lâhn-i inkisar kırılma sesi, kırgınlık nağmesi.
lâhnî (a.s.) sesle ilgili, ahenkle ilgili.
lâhs (a.i.) yalama[k].
lâht (f.i.) bir şeyin parçası, cüzü.
lâht-ı ciğer ciğerden kopma.
lâhûrî (f.i.) Hindistan'ın Lâhur şehrinde dokunan bir çeşit şal.
lâhûs (a.s.) uğursuz, (bkz: meş'ûm, nahîs).
lâhut (a.i.) ulûhiyyet âlemi.
lâhûtî (a.s.) lâhûta mensup, lâhut ile ilgili, (bkz: ilâhî).
lâhûtiyân (a.f.c.) lâhûtîler, ulûhiyet âlemine girebilen melekler.
lâhût-nişân (a.f.b.s.) lâhut'a benzer.
lâhût-pâye (a.f.b.s.) lâhut derecesinde [yüksek].
lâhz, lâhzan (a.i.) göz ucu ile bakma.
lâhze (a.i.) 1. göz ucu ile bakış. 2. göz ucu ile bir kere bakıncaya kadar geçen zaman.
lâ-îcâbiyye (a.i.) fels. yadgerekircilik, fr. indeterminisme.
lâic, lâice (a.s.c. levâic) aşk ateşi kalbini saran [kimse].
lâ-ilâc (a.s.) çaresiz, imkânsız.
lâim (a.s.) levm eden, yüze karşı çekiştiren, (bkz: levvâm).
lâime (a.i.c. levâim) çekiştirme, (bkz: serzeniş).
lâîn (a.s.) kovulmuş; nefret kazanmış; istenilmeyen.
Şeytân-ı lâîn Allah'ın rahmetinden (yarlıgamasından) mahrum olan şeytan.
lâjverd (f.s.) lâcivert.
lâjverdî (f.s.) lâcivertle ilgili.
lâk (f.i.) 1. tahta kadeh. 2. s. aşağı, hakir.
lâkab (a.i.c. elkab) lâğap, bir kimseye, kendi asıl adından başka takılan ad.
lâkah (a.i.) hurma, incir gibi bâzı ağaçların erkeğinden dişisine vurulan aşı.
lâkat (a.i.). (bkz. lükate).
lâ-kayd (a.s.) kayıtsız, ilgisiz.
lâ-kaydâne (a.f.zf.) kayıtsızca, ilgisizlikle.
lâ-kaydî (a.i.) kayıtsızlık, ilgisizlik.
lâ-kaydiyye (a.i.) fels. sekincilik, kiyetizm, fr. quietisme.
lâ-kaydiyyûn (a.s.c.) lakayt bulunan kimseler.
lâ-kelâm (a.s.) hiç bir diyecek yok; gayet kesin.
lâkî (a.s.) itibarsız, değersiz [kimse].
lâkîm (a.s.) yontulmuş, yonulmuş.
lâkin (a.e.) ama, fakat, ancak, şu kadar var ki. [Arapçada bu "lâkin" den başka bir de "lâkinne" şekli vardır].
lâkît, lâkîta (a.s.) 1. yerden kaldırılıp alınan şey. 2. sokağa bırakılmış yeni doğma çocuk, (bkz: lükata).
lâklâk (a.i.c. lekalik) leylek.
Âme-den-i lâklâk leyleklerin gelme zamanı.
lâklâka (a.i.c. lâklâkıyyât) boş, mânâsız, faydasız lâkırdı.
lâklâkıyyât (a.i. lâklâka'nın c.) mânâsız, faydasız, boş lâkırdılar.
lâkt (a.i.) yerden toplama.
lâktü’l-izâm ve-l-mismâr vet. atın ayasını, yerde bulunan çivi, kemik, şişe kmğı gibi şeylerden birinin yaralaması.
lâkve (a.i.) ağız çarpılması.
la‘l (a.i.) 1. kırmızı, al.
Şarâb-ı la'l kırmızı şarap. 2. kırmızı ve değerli bir süs taşı. 3. dudak.
la'l-i âb-dâr güzelin dudağı.
lâ'l-i Bedahşân Bedahşân yakutu.
lâ’1-i dürr-efşân inci saçan, arasından inci gibi dişler görünen dudak.
lâ'l-gül-feşân gül saçan dudak.
lâ'l-i kehrubâ sevgilinin dudağı.
lâ'l-i mey-gûn kırmızı dudak.
lâ'l-i mûzab 1) şarap; 2) kan.
lâ'l-i nâb saf dudak, kıpkırmızı dudak.
lâ'l-i nâ sûhte işlenmemiş lal.
lâ'l-i revân şarap.
lâ'l-i sâkî sâkî'nin dudağı.
lâ'l-i şeker-bâr şeker saçan, şeker döken dudak; sevgilinin dudağı.
lâ'l-i yakut 1) kıymetli bir taş, grena taşı. 2) seylan taşı.
lal (a.s.) dilsiz, (bkz: ebkem).
lal ü ebkem şaşa kalmış, dona kalmış.
lala (f.i.) 1. bir çocuğu gezdiren, oyalayan uşak. 2. saray haremağası. 3. pâdişâhların sadrâzamlara hitâbederken kullandıkları unvan.
lala-dâş (f.t.i.) tar. Osmanlı sarayındaki acemilerin "kardeş" mânâsına gelen birbirlerine söyledikleri söz.
lala destur (f.b.i.) tar. sarayda bulunanların dar yerlerden geçerken birbirlerinden izin isteme sözü.
lâle (f.i.) bot. 1. lâle. 2. [eskiden] esirlerin ve cezalıların boyunlarına taktıkları demir halka. 3. kadın adı. 4. ağaçtan meyve toplamak üzere kulanılan ucu üç veya dört çatallı uzun bir ağaç.
lâle-gül muz. Hüseyin Sadettin Arel'in bulduğu hüzzam makamı gibi başlayıp sonradan şedarabân makamı gibi yegâhda karar kılan makam.
lâle-i hamrâ kırmızı lâle.
lâle-i nu'mân bot. bir çeşit lâle, dağ şakayığı.
lâ-lebenî (a.s.) 1. sütü yetersiz, sütü kıt olan [kadın]. 2. henüz süt emmeyen [çocuk].
lâle-fâm (f.b.s.). (bkz. lâle-gûn, lâle-reng).
lâle-gûn (f.b.s.). (bkz: lâle-fâm, lâle-reng).
lâle-gül (f.b.i.) muz. Türk müziğinde kullanılan mürekkep bir makam.
lâle-hadd (f.b.s.) lâle yanaklı.
lâlek, lâlekâ (f.i.) 1. pabuç. 2. taç. 3. horoz ibiği, fr. crete.
lâle-nâme (f.b.i.) eski edebiyatımızda lâle çeşitleri yetiştirilmesi, fiyatları ve şâire üzerine yazılmış mensur ve manzum eser.
lâle-reng (f.b.s.) lâle renkli, lâle renginde olan. (bkz: lâle-fâm, lâle-gûn).
lâle-ruh (f.b.s.) 1. lâle yanaklı, yanağı lâle gibi kırmızı olan. (bkz: lâle-ruh-sâr). 2 . muz. Türk müziğinin en az iki asırlık bir mürekkep makamıdır. Zamanımıza kadar gelmiş bir numunesi yoktur.
lâle-ruh-sâr (f.b.s.). (bkz. lâle-ruh).
lâlesar (f.b.i.) 1. sığırcık kuşu. 2. lalelik, (bkz. lâle-zâr).
lâle-veş (f.s.) lâle gibi, lâleye benzeyen.
lâle-zâr (f.b.i.) lalelik, lâle yetişen yer, lâle bahçesi.
lâle-zâr-ı cemâl güzellik laleliği.
lâ'l-fâm (a.f.b.s.) kırmızı renkli, al. (bkz. lâ'l-gûn, lâ'1-reng).
lâ'l-gûn (a.f.b.s.) kırmızı renkli, al. (bkz. lâ'l-fâm, lâ'1-reng).
lâ'1în (a.s.) kırmızı renkli.
lâ'1-istan (a.f.b.i.) yakutu çok olan ülke.
lâ'1-reng (a.f.b.s.) kırmızı renkli, al. (bkz: lâ'l-fâm, lâ'l-gûn).
lâ'l-veş (a.f.b.s.) yakut gibi.
lam (a.ha.) 1. Osmanlı alfabesinin yirmi altıncı harfi olup "ebced" hesabında otuz sayısının karşılığıdır; "i" sesini verir. 2. Şevval [kamerî aylardan].
lâ-maddiyye (a.i.) eşyanın maddîliğini inkâr edenlerin mesleği, fr. inıma-terialisme.
lâ-mahall (a. s.) yersiz, yeri olmayan. (bkz. lâ-mekân).
lâ-mantıkî (a.s.) fels. mannkdışı, fr. alogique.
lâme, lâmek (f.i.) 1. Hintlilerin sarık üzerine sardıkları bir çeşit tülbent. 2. baştan ayağa kadar bütün vücudu örten örtü.
lâ-mehâle (a.s. ve zf.) çaresiz, ister istemez, [asıl mânâsı "hilesiz" dir].
lâ-mekân (a.s.) mekânsız, yersiz, yere ihtiyâcı olmayan; Allah.
lâm-elif (a.ha.) 1. Osmanlı alfabesinde "lam" ile "elif harflerinin bir arada yazılmış şekli. 2. s. eğri, dolambaç.
lâmi' (a.s. lemeân'dan) lemeân eden, parlayan, parıldayan; parlak.
Berk-i lâmi' parıldayan şimşek.
lâmi'ü’n-nûr nur saçarak parlayan.
lâmî, lâmiyye (a.s.) 1. lam harfi şeklinde olan. 2. i. lam kafiyesi ile düzenlenmiş olan kaside. 3. i. a. gr. lam harfi ile yapılmış izafet terkibi (isim tamlaması), (bkz: izâfet-i lâmiyye).
lâmia (a.s. lemeân'dan. c. levâmi') 1. parlayan, paraldayan [şey].
Karniyye-i lâmia hek. gözün ön tarafında bulunan cam gibi şeffaf (saydam) tabaka, f r. cornee. 2. i. kadın adı.
lâmih (a.h.i.) Hz. Nuh'un erkek kardeşi.
lâmih, lâmiha (a.s. lemh'den) 1. parlayan, panldayan, parlak, (bkz: dirah-şende). 2. i. [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı.
lâmis (a.s. lems'den) lemseden, el ile tutan, dokunan.
lâmise (a.i.) 1. dokunmakla olan duyma duygusu. 2. biy. dokunum. 3. psik. dokunma.
lâmişger (f.i.) bot. karaağaç.
lâ-mııhâle (a.zf.) mutlaka, kesinlikle.
lâmü’l-fi'l (a.b.i.) Arapçada üçlü kökten gelen bir kelimenin son harfi.
lâ-müsellim (a.n.) hiç teslim etmem; hayır!
lan (f.i.) vefasızlık, hakikatsizlik.
lâ'n (a.i.) lâ'netleme; ilenç. (bkz: bed-duâ).
lâ-nazîr (a.s.) eşsiz, benzersiz.
lâ-nâzıre-leh (a.b.s.) eşsiz, -benzersiz.
lâne (f.i.) yuva. (bkz: âşiyân).
lâne-i harâb bozulmuş yuva.
lâne-i mürg kuş yuvası.
lâne-i nermîn yumuşak, sıcak yuva.
lâne-i peder baba yuvası.
lâne-gîr (f.b.s.) yuva tutan.
lâ'n (a.i.) 1. Allah'ın mağfiretinden (yarhgamasından) mahrumluk; beddua, ilenç. 2. fena, kötü, uğursuz [yer, kimse].
lâ'net-ullah (a.b.i.) "Allah'ın laneti" Allah lanet etsin, mağfiretinden (yarhgamasından) mahrum kalsın.
lâ'net-ullahi aleyh Allah'ın laneti onun üzerine olsun!
lâ'net-ullâhâne (a.zf.) Allah'ın lâ'netine uğramışçasına, uğramış gibi.
lâ-râhate fi-d-dünyâ (dünyâda rahat yoktur), (zf.) durup dinlenmeden daima çalışılması gerektiğini anlatır.
lâ-reybe-fîh (a.b.s.) onda hiç şüphe yok; kitabullah.
lâ-reybî (a.s.) şüphesiz.
lârkî (a.i.) bot. keçiboynuzu, (bkz: harnûb).
lâs (f.i.) 1. adî ipek. 2. dişi hayvan. 3. köpek.
lâ-sânî (a.s.) ikincisi olmayan, tek. (bkz. vahîd, yekta).
lâsık (a.s.) yapışıcı, yapışkan; yapışmış olan. (bkz. lâzık).
lâsîf (a.s.) parlayan, parlayıcı, (bkz: taban).
lâ-siyemmâ (a.zf.) hele, en çok; bahusus.
lâsk (a.i.) yakı.
lâskî (a.s.) yakıya ait, yakı ile ilgili.
lâss (a.i.c. lüsûs, elsâs) hırsız, (bkz: düzd, sarık).
lâş (f.i.) 1. yağma, çapul. 2. s. alçak, aşağılık, itibarsız [kimse].
laşe (f.i.) 1. leş. (bkz: cîfe). 2. zayıf, arık hayvan. 3. meç. kıyıda kalmış kayık, gemi teknesi.
lâ-şebîhe-leh (a.s.) eşi, benzeri olmayan.
lâşe-hâr (f.b.s.) leş yiyen.
lâ-şekk (a.zf.) şüphesiz, tabîî, elbette. (bkz: bî-gümân).
la şerike lehu (a.sû.) Allah'ın şeriki, nazîri yoktur. O, eşsizdir, tektir.
lâ-şey' (a.s.) bir şey değil, pek değersiz iş.
lât (a.i.) islâm'dan önce, Arapların Kabe'de bulunan putlarından biri.
lâ-tâil (a.s.) faydasız, boş, mânâsız, abes.
lâ-tenâhî (a.s.) bitip tükenmez.
lâ-teşbîh (a.b.s.) benzetmek gibi olmasın!
lâtha (a.i.) leke.
lâtha-i safra lât. macula lutea.
lâtif (a.s.) 1. Allah adlarındandır. 2. yumuşak, hoş, güzel; nâzik. 3. i. [abdüllâtiften kısaltılarak erkek adı].
lâtife (a.i.c. letâif) 1. güldürecek tuhaf ve güzel söz ve hikâye, şaka. 2. kadın adı.
lâtîfe-gû (a.f.b.s.) lâtifeci, şakacı. (bkz. lâtîfe-perdâz).
Dostları ilə paylaş: |