şahsiyyât (a.i. c.) 1. kişinin kendine, şahsına ait sözler. 2. birinin şahsına ait münasebetsiz sözler.
şahsiyyet (a.i.) 1. kişilik, kişi hususiyeti (özelliği). 2. kişi, kimse, yüksek kişi.
şahsiyyet-i hükmiyye sosy. tüzelkişilik.
şah-süvâr (f.b.s.) ata iyi binen. (bkz. şeh-süvâr).
şah-tere (f.b.i.) şahtere, lât. fumaria anotolica. (Arapçası "şahterec" dir.].
şah-terîciyye (a.i.) şahteregiller, fr. fumariacees.
şâhûr (f.i.) ekmek fırını, ekmek tandırı. (bkz: tennûr).
şâh-vâr (f.b.s.) 1. şaha, hükümdar yakışacak surette. 2. i. iri ve iyi cins inci.
şâh-zâde (f.b.i.) şah oğlu, hükümdar, pâdişâh oğlu, prens.
şâibe (a.i. şevb'den. c. şevâib) 1. leke, kusur; noksan, nakîsa. (bkz. ayb). 2. kötü eser, iz.
şâibe-i şemsiyye astr. Güneş'in üzerinde bulunan siyah lekeler. 3. şüphe, (bkz. gümân).
şâibe-dâr (a.f.b.s.) şaibeli, lekeli kirli; kusurlu.
şâik, şâika (a.s. şevk'den) 1. şevkli, hevesli, istekli, (bkz. arzû-mend) 2 . i . [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı.
şâik (a.s.) dikenli.
şâik-âne ("ka" uzun okunur, a.f.zf.) isteklice, şevkli olarak.
şâike (a.i. şevk'den) bot. Dikenliler familyası.
şaîr (a.i.) arpa. (bkz: cev).
Hubz-i şaîr arpa ekmeği.
şâir (a.i. şi'r'den. c. şâirân, şuarâ) şâir, ozan.
şâir-i elhân ahenk şâiri.
şâirân (a.i. şi'r'den). (bkz: şuarâ).
şâir-âne (a.f.zf.) 1. şâirce, şâire yakışacak yolda. 2. s. mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey.
şâire (a.i.c. şâirât, şevâir) kadın şâir.
şaîre (a.i.) 1. arpa tanesi, bir tek arpa. 2. (a.i.c. şaâyir) hek. arpacık, f r. orgelet.
şak (a.i.) (bkz: şakk).
şakaik ("ka" uzun okunur, a.i. şakîka'nın c.) şakayık.
Şakaik-ün-nu'mân bot. gelincik, [şakîka Arapçada "yarık, çatlak şey; yarım baş ağrısı" mânâlarına gelir].
Şakâik-i Nu'mâniyye ed. XVI. asır âlimlerinden Taşköprülü Zade Ahmed Şemsettin Efendi'nin Arapça olarak yazmış olduğu meşhur biyografya eseridir. [Mecdi Efendi tarafından tercüme edilmiştir, bu esere yazılmış olan zeyiller arasında Atâî'nin, Şeyhî'nin ve Uşşâkî Zâde'ninkiler meşhurdur].
şakavet ("ka" uzun okunur, a.i.) (bkz: şekavet).
şakayıkıyye (a.i.) bot. deniz şakayıkları, fr. actinaires.
şakıkıyye ("kı" lar uzun okunur, a.i.) bot. "düğünçiçeğigiller, fr. renonculacees.
şakırrâk (a.i.) yeşil, kırmızı ve beyaz renklerle süslü bir kuş. ["şıkırrâk" şekli de kullanılır].
şâkî (a. s. şikâyet'den) şikâyetçi, şikâyet eden. (bkz: müştekî).
şâki'-s-silâh âletleri ve silâhları pek keskin olan kimse.
şakî (a.s. şekavet'den) 1. bahtsız, fena hareketli, haylaz, habîs. 2. haydut, yol kesen.
şakîk (a.s. şakk'dan) 1. ikiye bölünmüş bir şeyin her parçası. 2. i. ana baba bir olan erkek kardeş.
şakîka (a.s.c. şakaik) 1. yarık, çatlak, ortasından yarılmış şey. 2. i. ana baba bir olan kız kardeş. 3. yarım baş ağrısı.
şakîkıyye (a.i.) bot. düğünçiçeğigiller, fr. renonculacees.
şâkile (a.i.c. şevâkil) 1. yol, tarîk, mezhep, meslek. 2. yaradılış, (bkz: tıynet).
şâkir (a.s. şükr'den) 1. şükreden, gördüğü iyiliğe karşı dua eden. (bkz: müteşekkir). 2. i. erkek adı.
şâkird (f.i.c. şâkirdân) 1. talebe (öğrenci). 2. çırak, yamak. 3. stajyer [aslı "şâgird" olduğu halde "şâkird" şekli yaygındır].
şâkirdân (f.i. şâkird'in c.) şakirtler. [aslı "şâgirdân" dır].
şâkirdân-ı ehl-i hiref tar. sarayda ehl-i hiref denilen sanatkârların yanında çırak olarak çalışan kimseler.
şâkire (a.s. şükr'den) ["şâkir" in müen.]. (bkz: şâkir).
şakk (a.i.c. şükuk) 1. yarma, yarılma, çatlama; yırtma, paralama; kırma. 2. yarık, çatlak.
şakk-ı kamer Hz. Muhammed'in, parmak işaretiyle Ay'ı ikiye bölmesi şeklinde gösterdiği
mucize.
şakk-ı galsamî zool. *solungaç yarığı.
şakk-ı silviyüs biy. silviyüs yarığı.
şakk-ı şefe ağız açma, konuşma.
şakk-ı taht-el-cild hek. cild altındaki yarıklar, çatlaklar, yaralar.
şâkk, şâkka (a.s. meşakkat'den) zahmetli, eziyetli.
Hidemât-ı şâkka zahmetli ve kaba işler [toprak kazmak, taş taşımak gibi-].
şâkk-ı asâ değneği yarmak; mec. topluluktan ayrılmak.
şakrak (a.i.) sarı asma nevinden bülbül gibi öter bir kuş.
şâkul ("ku" uzun okunur, a.i.) geo. çekül, fr. fil â plomb.
şâkulî ("ku" uzun okunur, a.s.) mat. 1. şakule mensup, şakul ile ilgili. 2. geo. düşey, fr. vertcial.
şâkuliyye (a.s.) ["şakulî"nin müen.]. (bkz: şâkulî).
şâl (f.i.) şal.
şâlâkî (f.i.) şal taklidi kumaş, ["şâl-i hâkî" den bozma olduğu söylenir].
şâlî (f.s.) 1. şala mensup, şalla ilgili. 2. i. şalın ince ve zarif bir çeşidi.
şâm (a.i. şâme'nin c.) benler [vücuttaki], (bkz: şâmât).
şâm (f.i.) akşam.
şâm-ı garîbân akşamı hüzünlü, gamlı akşam.
şâm-ı isrâ Mi'râc gecesi.
şâm-ı muğber dargın, gamlı akşam.
şâm u seher akşam sabah.
şâmât (a.i. şâme'nin c.) benler [vücuttaki-], (bkz: şâm).
şâme (f.i.) [kadın] başörtüsü, (bkz: burka', lesme).
şâme (a.i.c. şâm, şâmât) ben [vücuttaki-], (bkz: hâl).
şâme-geş (f.b.s.) başına örtü alan.
şâme-güşâ (f.b.s.) başörtüsünü açan kadın.
şâm-gâh (f.b.i.) akşam vakti, (bkz: şâm-geh).
şâm-geh (f.b.i.) akşam vakti, (bkz: şâm-gâh).
şâmî (o.s.) 1. Şamlı. 2. Şam şehri ile ilgili, (bkz: Dimişkî).
şâmih, şâmiha (a.s. şemh1den. c. şevâmih) 1. yüksek, (bkz: âlî, mürtefi').
Cibâl-i şâmiha yüksek dağlar. 2. kibirli, azametli.
şâmiha (a.i.) hek. beyinde, kemikte ve vücudun başka yerlerinde tabiî olarak görülen çıkıntılar.
şâmiha-i ünsiyye anat. içayabudu, fr. hypothenar.
şâmiha-i tenâr anat. dışayabudu, fr. thenar.
şâmil, şâmile (a.s. şeml ve şümûl'den) 1. içine alan, kaplayan, çevreleyen. 2. [birincisi] erkek adı.
Şâmil-ül-Luga (kelimeleri içine alan) değerli bilgin Afyonkarahisarlı Hasan bin Hüseyin İmâdüddîn'in 1505 te düzenlediği Farsçadan Türkçeye sözlük.
şâmm (a.s. şemm'den) koku alan, koku alıcı; koklayan, [müen. "şâmme"].
Kuvve-i şâmme koku alma kuvvet ve hassası.
şamme (a.i.) biy. koklama, fr. odorat.
şân (a.i. şe'n'den) 1. şan, şöhret, ün. 2. hal, keyfiyet.
Azîm-üş-şân sânı, şöhreti, keyfiyeti büyük olan. 3. gösteriş, çalım. 4. âdet, tabîat, huy. (bkz: i'tiyâd).
şân-ı insâf insafın şânı, insafa yakışan şey.
şâne (f.i.) tarak, (bkz: muşt).
şâne-i esb at kaşağısı, kaşağı.
şâne-dân (f.b.i.) tarak kutusu.
şâne-sâz (f.b.s. ve i.) tarak yapan, tarakçı, (bkz: meşşât).
şâne-zede (f.b.s.) tarakla saçları taranmış.
şâne-zen (f.b.s.) 1. baştarayan. (bkz: meşşâta). 2. mec. güçlükleri, zorluklan çözen.
şa'r (a.i.c. eş'âr, şiâr, şuûr) kıl. (bkz: mûy).
şa'r-ı şârib bıyık kılı.
şâr (f.i.) şehir, (bkz: belde).
şarâb (a.i. şurb'dan. c. eşribe) 1. içilecek şey. 2. şarap, (bkz: bâde, hamr, mey, sahpâ).
şarâb-ı bî-gaş hîlesiz ve katkısız şarap.
şarâb-ı engür üzüm şarabı.
şarâb-ı ergavân erguvan rengindeki şarap.
şarâb-ı la'l kırmızı şarap.
şarâb-ı nâb katkısız şarap.
şarâb-ı nûhî bin senelik eski şarap.
şarâb-ı rummânî nar rengindeki şarap.
şarâb-ı tahûr şer'an içilmesine cevaz verilen, müsaade edilen içilecek.
şarâb-âşâm (a.f.b.s.) şarap içen.
şarâb-dâr (a.f.b.i.) kilercibaşı.
şarâbet-ür-râiyye (a.b.i.) bot. çobanpüskülügiller, fr. aquifoliacees.
şarâb-hâne (a.f.b.i.) 1. şarapevi, şarap yapılan veya satılan yer. 2. büyük şarap fıçısı.
şarâb-hâr (a.f.b.s.) şarap içen.
şarâbî (a.i.) 1. şarapçı. 2. s. kırmızı şarap renginde olan.
şarâbiyye (bkz: hamriyye).
şârık, şârıka (a.s. şarkdan) doğan, parlayan, parlayıcı; parlak.
Necm-i şârık parlayan yıldız.
Nücûm-i şârika parlayan, parlak yıldızlar.
şârıka (a.i.c. şevânk) aydınlık, ışık. (bkz. nûr, ziyâ).
şâri' (a.s. şer'den) 1. şeriat koyan, kanun koyan, (bkz: vâzı-ül-kanûn) Allah. 2. Hz. Muhammed.
şa'rî, şa'riyye (a.s.) 1. kıla mensup, kıl ile ilgili. 2. fiz. kılcal.
Cümle-i şa'riyye hek. kırmızı ve siyah kan damarları arasında bulunan saç gibi ince damarlar.
Ev'iye-i şa'riyye kılcal damarlar.
şa'riyyet (a.i.) fiz., kim. anat. kılcallık, fr. capillarite.
şârib (a.s. şürb'den) 1. içen, içici.
şârib-ül-leben süt içen.
şârib-ül-leyli ve-n-nehâr gece gündüz içen, içki düşkünü. 2. (i.c. şevârib) bıyık.
şârid (a.i. şerd'den) tutunmuş, beğenilmiş ve yayılmış şiirler; şiir tarzındaki ata sözleri. 2. s. başıboş, kaçmış [hayvan]. 3. s. sapmış, aykırı.
şârih (a.s. ve i. şerh'den. c. şurrâh) bir kitabı şerh eden, bir kitaba açıklama yazan kimse.
Hz. Şârih Mesnevî'nin şârihi İsmail Resûhi Dede.
Kavl-i şârih mant. tarif.
şa'riyye (o.i.) şehriye, çorbalık makarna, ["şa’r" kıl gibi ince olmasından kinaye].
şa'riyyet (a.i.) fiz. kılcallık, fr. capillarite.
şark (a.i.) 1. Doğu. 2. Avrupa kültürünün dışında kalan Müslüman ülkeleri.
Şark ve Garb (Doğu ile Batı) bütün dünyâ.
şark-ı cenûbî coğr. güneydoğu, ["cenûb-i şarkî" şekli yaygındır].
şark-ı şimâlî coğr. kuzeydoğu, ["şimâl-i şarkî" şekli yaygındır].
şarkan (a.zf.) gün doğusu tarafından; şarkında, doğusunda.
şarkıyyât (a.i. şark'dan) 1. doğu dili, târihi ve edebiyatlarıyla uğraşan ilim kollarına toplu olarak verilen bir ad. 2. müz. dört, beş, altı ve daha çok mısralı şiirlerden terennüm güftesi yapılan ezgilere verilen bir ad.
şarkıyyûn (a.i.c.) şarklılar, doğulular.
şarkî, şarkıyye (a.s.) 1. şarkla, doğu ile ilgili. 2. şark, doğu ülkeleriyle ilgili.
Cenûb-i şarkî coğr. güneydoğu.
Şimâl-i şarkî coğr. kuzeydoğu.
Elsine-i şarkıyye (yaşayan) şark dilleri [Türk, Arap, Fars, Ordu, Çin, Hint, Kore, Tibet, Japon ve sâire gibi Asya'da kullanılan diller].
şart (a.i.c. şürût) 1. şart, *koşul. 2. vaziyet, hal. 3. yemin.
şart-ı arz (arz şartı) jeod. herhangi bir yüksek dereceli nirengi şebekesinde evvelce hesaplanmış bir dıl'a (bâz) dayanan bir nîrengi şebekesi kurulduğu takdirde ölçülerden hareketle bütün şebekeyi dolaşıp tekrar baza dönüldüğünde bazı sınırlayan noktalarda tahassül edecek arz farkını gidermek için muvâzene hesabı sırasında kurulan husûsî muadele (denklem) ve bu muadelenin gösterdiği şart.
şart-ı a'zam huk. mutlaka yerine getirilmesi gerekli olan şart.
şart-ı bâtıl huk. [eskiden] vâkıfın fayda ve maslahattan ârî ve vakfın gayesine muhalif olan arzusu, [hâin mütevellinin azlolunmaması, mevkuf akarın şu miktardan fazlaya kiralanmaması gibi].
şart-ı bâz (baz şartı) jeod., astr. herhangi bir nîrengi şebekesinde birden fazla baz bulunduğu takdirde, birinci bazdan mevcut ölçülere dayanarak ikinci bazın üstüne kadar bütün üçgenler dolaşılarak varıldığında ölçü hatâlarından doğan intibaksızlığı gidermek için kurulan husûsî muadele (denklem) ve bu muadelenin gösterdiği şart.
şart-ı câiz huk. [eskiden] akd-i bey'in muktezâsından olan, yahut akdin muktezâsını te'yîdeden, yahut müteâref, yânî örf ve âdet-i beldede câri ve şart-ı hıyar gibi meşru olan şarttır ki bu şartla beyi' sahih ve muteberdir.
şart-ı dıl' (dılı' şartı) jeod. astr. herhangi bir nîrengi şebekesinde, şebekenin bir dıl'ından kalkıp bütün üçgenleri dolaştıktan sonra aynı dili' üzerine kulak yapmaksızın, yâni dıl'ı sınırlayan noktalar devirden sonra üstüste gelecek şekilde doğru hesaplayabilmek üzere muvâzenede tatbik edilen muadele (denklem) ve bu muadelenin gösterdiği şart.
şart-ı lâğv huk. [eskiden] akd-i bey'in muktezâsından olmayıp ve muktezâ-yi akdi teyîd dahî etmeyip, müteâref olmayan ve akdi yapan taraflardan birine veya ma'kud-ün-aleyhe faydası bulunmayan şarttır ki bu şartla beyi' sahih, lâkin şart lağvolur. [başkasına satmamak, yahut mer'aya salıvermek şartıyla bir hayvanı satmak gibi].
şart-ı müfsid huk. [beyide] akd-i bey'in muktezâsından olmayıp ve akdin muktezâsını teyîd dahî etmeyip, müteâref ve meşru olmayan ve fakat âkitlerden birine faydalı olan şarttır ki bu şart müfsit ve bu şanla beyi' fasittir, [arasıra binmek şanıyla bir atı satmak gibi].
şart-ı müteahhir huk. vakfiyedeki müteârız şartlardan sonraki şart.
şart-ı müteârız huk. [vakıfta] vâkıfın vakfiyesinde yekdiğerine muarız ve muhalif zikrolunan şartlara ıtlak olunur ki hepsini îmâl mümkün olmazsa sonraki şart evvelki şartın hükmünü nesheder.
şart-ı mütekaddim huk. [vakıfta] vakfiyedeki müteârız şartlardan ilk şart olup buna şart-ı evvel de denir.
şart-ı nâsih huk. vakfiyede müteârız şartlardan sonuncusu.
şart-ı sânî huk. vakfiyede müteânz iki şarttan ikinci şart olup önceki şartın hükmünü kaldırmış sayılır.
şart-ı sarîh huk. [vakıfta] yekdiğerine atıf suretiyle kullanılan tâbirleri muttasıl olarak tâkîbedip onlara vuzuh veren kayıt, ["çocuğuma ve çocuğumun çocuğuna ve neslime vakfeyledim" diye sayılan meşrût-ün-leh'leri takiben zikrolunan "erkek" lâfzı gibi ki bütün sayılanlar için muteber bir kayıt addolunur],
şart-ı semt (semt şartı) jeod. astr. evvelce hesaplanmış, binâenaleyh iki ucu arasındaki tul ve semti belli bir dıl'a (baz) dayanan herhangi bir nîrengi şebekesinde ölçülerden hareket suretiyle bütün üçgenler dolaşıldıktan sonra baza varıldığında tahassül edecek semt farkını gidermek üzere muvâzene hesaplan yapılırken kurulan husûsî muadele (denklem) ve bu muadelenin gösterdiği şart.
şart-ı takyîdî huk. [eskiden] akdi takyîdeden şarttır ki "üzere" ve "şartıyla" gibi lâfızlarla ifâde olunur.
şart-ı tûl (tul şartı) jeod. herhangi bir yüksek dereceli nîrengi şebekesinde evvelce hesaplanmış bir dıl'a (baz) dayanan bir nîrengi şebekesi kurulduğu takdirde ölçülerden hareketle bütün şebekeyi dolaşıp tekrar baza dönüldüğünde bazı sınırlayan noktalarda tahassül edecek tul farkını gidermek için muvâzene hesabı sırasında kurulan husûsî muadele (denklem) ve bu muadelenin gösterdiği şart.
şart-ı vâkıf vakfedenin, vakfı yapanın koştuğu şart.
şart-ı zû erbaat-il-adlâ (dörtgen şartı) jeod. herhangi bir nîrengi şebekesinde iç açıları toplamı dörtyüz grat olması gereken dörtgenin ölçü hatâlarından doğan grat farkını gidermek üzere muvâzene hesabı sırasında kurulan husûsî muadele (denklem) ve bu muadelenin gösterdiği şart.
şarteyn (a.i.c.) koz. hamel burcundaki iki yıldızın adı.
şartî, şartiyye (a.s.) şart ile ilgili, şart gibi olan; şartlı.
Sîga-i şartiyye şart sığası (*kipi) ["gelirse söylerim" gibi].
şartiyyet (a.i.) şartlılık, şarta bağlı olmaklık. fr. conditionnalite.
şart-nâme (a.f.b.i.) yerine getirilmesi gerekli olan şartların yazıldığı resmî kâğıt, (bkz: mukavele-nâme).
şast (f.i.) 1. (bkz: şest1'2). 2. s. altmış 60.
şa'şaa (a.i.) 1. parlaklık, parlama. 2. gösteriş, yaldız.
şa'şaa-bahş (a.f.b.s.) parıltı veren.
şa'şaa-dâr (a.f.b.s.) şa'şaalı, gösterişli, parlak.
şa'şaa-pâş (a.f.b.s.) 1. parıltı saçan, parıltılı. 2. geo. bir dairenin kendi yarıçapı uzunluğundaki yay parçasını gören merkez açı, fr. radiant.
şât (a.i.) koyun, (bkz: ganem).
şat (a.i.c. şutût). (bkz: şatt).
şath (a.i.) ed. ciddî bir hissi veya düşünceyi mizahî bir eda ile anlatan şiir.
şathiyyât (a.i.c.) 1. alaylı, eğlenceli hikâyeler, (bkz: hezliyyât). 2. ed. dudaklarda bir tebessüm uyandırmak maksadıyla söylenen manzume. [Dertli'nin "Girdâb-ı mihnette kapandın kaldın / Vermedin bir yandan ses kara bahtım / Anladım gafilsin, uykuya daldın / Deli poyraz gibi es kara bahtım." gibi].
şathiyyât-ı sôfiyâne ed. bâzı meczupların sözlerini taklit suretiyle yazılmış, zahirde saçma görülen, fakat şerh ve tahlîli hâlinde mânîdâr olduğu anlaşılan manzumeler hakkında kullanılan bir deyim. [Kaygusuz Abdal'ın şathiyyâtı, dindarlar nazarında küfriyyattan sayılırdı].
şathiyye (a.i.) âhiret ahvâlini alaylı bir dille anlatan daha çok manzum sözler.
şâtıiyye (a.i.) zool. uzunbacaklılar, fr. echassiers.
şâtır (a.s. şetâret'den. c. şuttâr) 1. neş'eli, keyifli, şen. 2. i. büyük bir kimsenin atı yanında gitmekle vazîfeli ağa.
şâti' (a.s.c. şevâtî) kıyı, kenar.
şâtim (a.s. şetm'den) sövüp sayan, küfür eden.
şatr (a.i.) 1. yarı, yarım. 2. kısım, bölüm, parça. 3. ed. mısra.
şatranç (a.i.) 1. satranç oyunu, (bkz: sad-reng). 2. fildişi ayna ve kakmalarda oyulan satıhla, kakılan parçanın zigzaklı olarak kareler teşkîl etmesi suretiyle meydana gelen motif. 3. ed. Türk halk şiirinde "müfteilün müfteilün" vezniyle murabba' şeklinde yazılan manzume.
şatt (a.i.c. şutût) büyük nehir.
şatt-ül-Arab coğr. Dicle ve Fırat nehirlerinin Korna'da birleşmesinden meydana gelen büyük nehir.
şavt (a.i.) 1. koşma, bir şeyin yöresinde koşma, dolanma. 2. Beyt-i Şerîf ziyaretinde Hacer-i Esved'den başlayıp şartı üzere dolanarak yine Hacer-i Esved'e gelmek üzere yapılan tavaf.
şavt-ı bâtıl fiz. girdiği bir delikten karşıdaki duvara aksederek etrafında dönüyormuş gibi görünen güneş ışığı.
şâyân (f.s.) yakışır, yaraşır, değer, (bkz: ahrâ, çespân, lâyık, münâsib).
şâyân-ı dikkat 1) dikkat edilmesi gereken; dikkate değer. 2) önemli, orijinal, ilginç.
şâyân-ı hayret şaşmaya değer, şaşılacak, hayret edilecek.
şâyân-ı hürmet saygı değer, saygıya lâyık, (bkz: şâyân-ı ihtiram).
şâyân-ı ibret ibret alınması gereken.
şâyân-ı ihtirâm saygı değer, (bkz: şâyân-ı hürmet).
şâyân-ı istiğrab garip bulunacak durumda.
şâyân-ı i'timâd itimat edilmeye değer, itimada lâyık, güvenilir.
şâyân-ı merhamet acınacak, acınır.
şâyân-ı senâ öğmeğe lâyık olan.
şâyân-ı takdîr takdire değer, takdire lâyık, beğenilir.
şâyân-ter (f.b.s.) daha (pek, en) lâyık, (bkz: elyak).
şâyed (f.e.) eğer; olaki, olabilir ki, olur ki.
şâyeste (f.s.) yakışır, yaraşır; uygun, (bkz: ahrâ, cedîr, çespân, lâyık, müstahik, sezâ, şâyân).
şâyeste-i tevfik-i Cenâb-ı müteâl Cenâb-ı Hakk'ın yardımına lâyık olan.
şâyestegî (f.i.) yaraşırlık, uygunluk, (bkz: liyâkat).
şâygân (f.s.) 1. lâyık, yakışır, münâsip, yaraşır, (bkz: çespân, lâyık, seza). 2. ucuz, bol, çok. (bkz: mebzul, vâsi').
Genc-i şâygân Husrev Pervîz'in hazînesi.
Vasl ü şâygân ed. kafiyelerde revî harfinden sonra tekrarlanan zamir veya edat. [meselâ "âbâde, feryâde" kafiyelerinde a lar; "işaretimiz, beşaretimiz" kafiyelerinde "miz"ler vasl ü şâygândır].
şâygân (f.i.) 1. şâyegânlık, ucuzluk, çokluk, bolluk, (bkz: vefret). 2. lâyıklık, münâsiplik, yakışırlık, uygunluk.
şâyi' (a.s. şüyû'dan) 1. duyulmuş, herkesçe bilinmiş. 2. taksim olunmamış müşterek hisse. 3. bir şeyin her noktasıyla ilgili bulunan.
şâyia (a.i.c. şâyiât) şâyi' olmuş, yayılmış haber, yaygın olan söylenti.
Hisse-i şâyia hissedarların, ayrılmamış, bölünmemiş maldaki hisseleri.
şâyian (a.zf.) 1. şayi olarak; herkesçe duyularak. 2. s. müşterek, ortaklaşa, birlikte.
şâyian tasarruf huk. [eskiden] bir mîrî araziyi birçok kimsenin müştereken tasarrufu.
şâyiât (a.i. şâyia'nın c. şayialar.
şâzeliyye (a.h.i.) tas. Eb-ül-Hasan Takiyüddîn-i Ali bin Abdullâh-üş-Şâzelî tarafından kurulmuş olan tarikat. [Ali bin Eb-ül Hasan-üş-Şâzelî, hicrî 593 (Milâdî 1196-1197) yılında Afrika'da Septe civarındaki gamâre nahiyesi köylerinden birinde doğmuştur].
şâziyye (a.i.c. şezâyâ) 1. yay, kavis. 2. anat. incik kemiği. 3. ağaç kıymığı gibi bir şeyden kopmuş parça. 4. hek. incik denilen baldır kemiğinin yanındaki ince uzun kemik. 5. kırılan kemikten meydana gelen parçalar.
şâzz, şâzze (a.s.c. şüzûz) kaide (kural) dışı, kaideye (kurala) uymayan.
Kelimât-ı şâzze kaide (kural) dışı olan kelimeler, (bkz: müstesna).
şeâir (a.i. şâire'nin c.) âdetler; törenler, [müfredi ''saîre alâmet, işaret" manasınadır].
şeâir-i vakf huk. vakfın gayesine uygun olarak yürütülebilmesi için lüzumlu bulunan vasıtalar ve görevliler, [bir mescide lâzım olan halı, kilim, ışık, su, imam, müezzin.. gibi].
şeâmât (a.i. şeâmet'in c.) uğursuzluklar.
şeâmet (a.i.c. şeâmât) uğursuzluk.
şeb (f.i.). (bkz. şebb).
şeb (f.i.c. şebân) gece. (bkz: leyl, şev).
Rûz ü şeb gündüz ve gece.
şeb-i arûs gelin gecesi; Mevlânâ'nın öldüğü gece.
şeb-i aşk aşk gecesi.
şeb-i deycûr karanlık gece.
şeb-i firâk ayrılık gecesi.
şeb-i gamm gam gecesi.
şeb-i hicran hicran gecesi, ayrılıkla geçirilen
şeb-i mâtem matem gecesi.
şeb-i tarîk karanlık gece.
şeb-i yeldâ yılın en uzun gecesi. [22 Aralık].
şeb ü rûz gece gündüz.
şebâat (a.i.) tokluk, tamamlık, dolgunluk, (bkz: şibâ').
şebâb (a.i.) gençlik, tazelik, civanlık.
şebâbet (o.i). (bkz. şebâb).
şebâbîk (a.i. şübbâke'nin c.) 1. kafesler. 2. balıkağları.
şebah (a.i.c. eşbâh) ceset; cüsse, cisim, şahıs.
şebâbet (a.i.) benzeme, benzeyiş. (bkz: müşâbehet).
şebâik (a.i. şebîke'nin c.), (bkz: şebeke).
şebâket (a.i.) ağ ve kafes gibi örülme.
şeb'ân (a.s. şib'den. c. şibâ') tok, doymuş, (bkz: sîr).
Batn-ı şeb'ân tok karın, karnı tok.
şebân (f.i. şeb'in c.) geceler.
şebâne (f.s.) 1. geceye ait, gece ile ilgili, gecelik, gece vakti olan. 2. geceden kalma.
şebân-gâh (f.b.i.) 1. geceleyin, gece vakti. 2. gecelenecek yer.
şebân-geh (f.b.i.). (bkz: şebân-gâh).
şebân-rûz (f.b.s.) "gece gündüz" 24 saatlik zaman.
şeb-ârâ (f.b.s.) geceyi süsleyen.
şeb-âvîz (f.b.i.) ishak kuşu. [ayağından asılarak baş aşağı sarkar ve öter],
şebb (a.i.) şap.
şeb-bâz (f.b.s ve i.) Karagöz oynatan usta. [bkz. hayâl-bâz, hayalî, sûret-bâz).
şeb-bûy (f.b.i.) bot. şebboy, lât. matthiola incana.
şeb-çirâg (f.b.i.) gece parlayan yakut.
şeb-dîz (f.b.s.) "gece renkli" 1. karayağız at. 2. Hüsrev Pervîz'in meşhur atının adı.
şeb-efrûz (f.b.s.) geceyi aydınlatan.
şebeh (a.i.) benzer, benzeyiş.
şebeke (a.i.c. şibâk) 1. avcı; balık ağı. 2. ağ gibi yapılmış, gerilmiş hat ve yolların mecmuu. 3. s. kafes şeklinde olan. 4. ıskara. 5.anat. ağ şeklinde olan nesiçler (dokular).
şebeke-i ankebûtiyye anat. ağ şeklindeki beyin zan. 6. kötü niyetlerle gizli kurulan topluluk. 7. öğrenci pasosu. 8. idare, örgüt.
şebekî (a.s.) 1. şebekeye mensup, şebeke ile ilgili. 2. anat. ağsı, ağımsı.
şeb-engîz (f.b.s.) gece kuşu, yarasa.
şeb-gerd (f.b.i.) 1. gece dolaşan kol, bekçi. 2. Av. (bkz: Kamer. Mâh). 3. hırsız
şeb-gîr (f.b.s.) 1. gece uyumayan. 2. gece giden kervan. 3. sabah vakti. 4. sabah kuşu.
şeb-gîrî (f.b.i.) gece uyuyamama, uykusuzluk, fr. agrypnie.
şeb-gûn (f.b.s.) "gece renkli" kara. (bkz. şeb-reng).
şeb-hân (f.b.s.) gece öten bir cins bülbül.
şeb-hâne (f.b.i.) yoksulların, geceleri parasız olarak kalmaları için hayır ve hasenat sahibi kimselerin yaptırdıkları yerler.
şeb-hengâm (f.b.s.) gece vakti, geceleyin.
şebhîz (f.b.s.) geceleri uyanıp kalkan ve iş gören.
şeb-hûn (f.b.i.) gece baskını. (bkz şebîhûn).
şebîh (f.s. şibh'den) benzeyen, benzeyici (bkz: mânend, mümasil, müşabih, nazîr).
şebîhûn (f.i.) gece baskını. (bkz: şeb-hûn).
şebîke (f.i.) 1. (bkz: şebeke). 2. batı taraflarında Arapların giydikleri hasırdan örülmüş bir başlık.
şeb-istân (f.b.i.) 1. yatak odası. 2. gece ibâdetine mahsus oda. 3. harem dâiresi.
şeb-külâh (f.b.i.) gecelik külah.
şeb-nem (f.b.i.) çiy. (bkz: nedâ).
şeb-pere (f.b.i.) zool. yarasa, (bkz: huffâş).
şeb-reng (f.b.s.) "gece renginde olan" siyah.
şeb-rev (f.b.s.) gece giden, gece yolculuğu eden.
şeb-tâb (f.b.i.) ateş böceği.
şeb-tâ-be-seher (f.a.zf.) geceden sabaha kadar.
şeb-zinde-dâr (f.b.s.) 1. geceleri işle meşgul olan. 2. gece uyumayıp ibâdet eden. 3. gece bekçisi.
Dostları ilə paylaş: |