Bariş ve demokrasi partiSİ 2014 merkezi YÖnetim büTÇe yasa tasarisi muhalefet şerhi


TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU İŞLEVİNİ YERİNE GETİRME YETERLİLİĞİ VE STANDARTLARINDAN UZAKTIR



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə10/19
tarix28.07.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#61441
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   19

TÜRKİYE İNSAN HAKLARI KURUMU İŞLEVİNİ YERİNE GETİRME YETERLİLİĞİ VE STANDARTLARINDAN UZAKTIR.

1. TİHK’nın bağımsızlığı güvence altında değildir: İnsan hakları ihlallerinin temel sorumlusunun devletler ve hükümetler olması, ihlalleri önlemeye, hakları korumaya yönelik olarak oluşturulacak bir kurumun da mutlak surette devletin yönetim hiyerarşisinden bağımsız, onu dışarıdan gözlemleyebilen ve denetleyebilen bir örgütlenme modeline sahip olmasını gerekir.

Ancak mevcut Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, TİHK olarak yapılandırılmıştır.

AB uzmanları İnsan Hakları Başkanlığı ve TİHK arasında kurulan ilişkiyi net biçimde eleştirmektedir; “Özellikle bağımsızlık ve kamuoyu güveni nedeniyle, mevcut Devlet yapıları ile UİHK(uluslararası insan hakları kurumu) arasında net bir ayrım olması gerektiği kanaatindeyiz. Özellikle, İnsan Hakları Başkanlığı UİHK ile hiç bir şekilde ilişkilendirilemez. Aksi takdirde, UİHK’nın fiili ve görünürdeki bağımsızlığına, dolayısıyla da Paris İlkeleri ile uyumuna ciddi bir şekilde gölge düşürür.

2. Kurumun atama prosedürü bağımsızlık ilkesine aykırıdır: TİHK, Başbakanlığın yani Hükümetin sorumluluğu altında düzenlemektedir. Herhangi bir kurum ancak onu oluşturan bireyler kadar özgür olabilir. Dolayısıyla atamanın hangi organ tarafından yapılacağı ve seçim süreçlerinin nasıl işletileceği konusu son derece önemlidir. Kurul üyelerinin adaylıklarının Başbakanlık üzerinden Bakanlar Kurulu'na sunulacağını düzenlemektedir. Bu uygulamada adaylar öncelikle Başbakanlığın denetiminden geçmektedir. Yanı sıra başkanın, ikinci başkanın ve üyelerin seçimi Bakanlar Kurulu'na bırakılmış durumdadır. Başbakanın yanı sıra Bakanlar Kurulu, hükümet politikalarını uygulayan bir yürütme organı olmasına karşın, bu kişilerin ve kurul üyelerinin seçiminde, onların bağımsızlıklarını güvence altına almak üzere hiçbir kriter öngörülmüş değildir. Adaylar, Bakanlar Kuruluna gönderilmek üzere başvurularını Kuruma (ya da ilk üyeler için Başbakanlığa) vereceklerdir. Ancak Bakanlar Kurulu’na gönderilmeden önce Başbakanlığın ya da Kurulun listeye bir filtre uygulayıp uygulamayacağı net olmadığı gibi Bakanlar Kurulu tarafından uygulanacak seçim kriterleri de belirlenmiş değildir. Bu da aslında Hükümetin elinde, istediği zaman istediği üyeleri atama yolu ile kurumu denetim altında tutma olanağı tanımaktadır.

3. Kurumda görevden alma prosedürü bağımsızlık ilkesine aykırıdır: Görevden alma yetkisi bir ulusal kurumun bağımsızlığı ile yakından ilgilidir. Bağımsızlıktan ödün vermemek için ulusal insan hakları kurumu üyeleri kadro güvencesi altına alınmış olmalıdır. Başkanın ya da Kurul üyelerinin görevlerine keyfi biçimde son verilmesi olasılığının önüne geçilebilmesi için hangi koşullarda görevden alınabileceğini belirten objektif kriterler yasada açıkça ifade edilmelidir.

Keza, insan hakları ihlallerine dair şikayet alan ve ihlalleri tespit edip, sorumluları açığa çıkararak önlemeye çalışan kurumlar için “dokunulmazlık güvencesi” bağımsızlığın olmazsa olmazıdır. Dokunulmazlık güvencesi, görev sırasında ya da nedeniyle yapılmış olan eylemler ve işlemler nedeniyle başkan, üyeler ve çalışanlar hakkında soruşturma ve dava açılmasına karşı yargı bağışıklığı tanınması anlamındadır. Bu koruma pek çok ülkede yargıçlara tanınana benzerdir.

TİHK Kanununda başkan, başkan yardımcısı ve üyeleri kapsayan bir “üyelik teminatı” maddesi bulunmakta ise de bu madde, yukarıda değinilen kapsamda bir teminat sağlamaktan son derece uzaktır. Öncelikle, bir “yargı bağışıklığı” değil, sadece “yakalanmama, üzerlerinin ve konutların aranmaması, sorgulanmama” güvencesi getirmekte ve görevleri nedeniyle yargılanmayacaklarına ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla, görevleri süresinde dahi yargılanıp haklarında mahkûmiyet hükmü verilebilecektir. Kaldı ki ilgili maddede “görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlardan dolayı haklarında verilen mahkûmiyet kararı kesinleşen” başkan, yardımcısı ve üyeler hakkında üyelikten çıkarma kararı verilebilecektir.

4. Kurumun mali yapısı bağımsızlık ilkesine aykırıdır: Paris İlkeleri’ne göre oluşturulan ulusal kurumun mali bağımsızlığı ile işlevsel bağımsızlığı arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.

TİHK’nın gelirleri, diğer gelirlerin yanı sıra “genel bütçeden ayrılacak yardımlar” olarak belirtilmiş durumdadır. Kurumun sahip olacağı finansal özerkliğin hangi düzeyde olacağı açık değildir. Bu da uygulamada, Kurumun uygun ve bağımsız bir bütçeye sahip olmasını güvenceye almamaktadır.

Nitekim bütçeye ilişkin bu güvencesiz durum başkana verilen münhasır yetkiyle daha da belirginleştirilmiştir. Başkan, yıllık bütçenin ve mali tabloların hazırlanmasında olduğu gibi kullanımında da münhasıran yetkilidir. Gider kalemlerinin belirlenmesinde, örneğin, “amaca özel” ziyaretlerin yapılması başkanın “gerekli görmesi”ne bağlı olduğu gibi bu ziyaretler için bütçe ayırması için de “gerekli görmesi” gerekli ve yeterli olacaktır. Bütçenin belirlenmesinin ve bütçe üzerine yapılacak tasarrufun tek bir kişiye devredilmesi katılımcılık ve çoğulculuk anlayışına tamamen aykırı olduğu gibi keyfi uygulamalar için de uygun bir zemin sunmaktadır. Kurul üyelerinin bütçe sürecine katılımı sağlanmalı ve kurumun bütçesi ile harcanma şekli ana hatları ile internet sitesi üzerinden de kamuoyu ile paylaşılmalıdır.

Ayrıca “Kurumun gelirlerinden elde edilecek gelirler” düzenlemesi, kurumun, gelir elde etmek üzere bütçeyi yatırım aracına dönüştürme riski taşımaktadır.

Üst kurullardan farklı olarak kendine mahsus bir geliri olmayan kurumunun bağımsızlığını koruyabilmesi için bir vergi kaleminin (dolaylı vergiler insan hakları konusunda uygun olmayacağından tercihan gelir vergisinin) belirli bir bindelik oranının yasayla kuruma tahsis edilmesi gerekmektedir.

Ayrıca kurumun bütçesini doğrudan TBMM’ne sunabilmesi gerekir. Kurum uluslararası kaynaklar gibi diğer kaynaklardan fon sağlama konusunda özgür olmalı ancak bu durum, ulusal mekanizmanın kamu kaynaklarından sağlanan diğer fonlara başvurusunu engellememelidir. Tam tersine, hükümetler böylesi kaynakları yaratma sorumluluğu altındadır.



5. TİHK, önceki tüm insan hakları kurumları gibi bir başkanlık mekanizması olarak tasarlanmıştır: Başkanın istememesi durumunda kurumun çalışma imkânı neredeyse yoktur.

TİHK için ikili bir kurumsal yapı öngörülmüştür. Başkanlık sistemi ve İnsan Hakları Kurulu. Kurul ile Başkanlık arasındaki yetki gücü bakımından oldukça büyük bir fark görülmektedir. Bu durum Kurulun şekli bir işlevi olacağı kaygısına yol açmaktadır. Toplanma usulleri, TİHK’nın işlevlerine katılım, alınacak kararlara katılım gibi konularda Kurul’un işlevsiz kalacağı kaygısını güçlendirmektedir.

İşbölümünün baştan yapılması son derece yanlıştır. Ayrıca Kurul Başkanı olmak için hiç bir koşul getirilmediği gözlenmiştir. Atama usulü de dikkate alındığında olumsuz sonuçlarla karşılaşmak kaçınılmaz olacaktır.

Kurula üye olarak atadığımız kişilere adeta güvensizliğin göstergesi olan başkanın doğrudan atanması insan hakları nosyonu ile de uyarlık göstermemektedir. Kurul, başkanını kendi seçmelidir. Yetki ve görevlerini belirlemede de söz sahibi olmalıdır.



6. Kurum üyelerinin seçim kriterlerini Paris İlkeleri’ne ve TİHK’nın işlevlerine göre belirlenmemiştir. İnsan hakları alanında çalışmak ve mücadele etmek, doğası gereği farklı mesleki arka planlara ve disiplinlere sahip uzmanların birlikte çalışmasını gerektirir. Bu gerekliliğe karşın Başkanlık ve üyelik için sadece üç koşul sayılmıştır;

- Devlet Memurları Kanunu’nda gerekli bazı özellikleri taşımak,

-Üyelik başvurusu yapıldığı tarihte herhangi bir siyasi partinin organlarında görevli/yetkili olmamak,

-En az lisans düzeyinde eğitim almış olmak.

Bunların dışında uzmanlık/deneyim, yeterlilik, yetkinlik, ulusal/uluslararası ölçekte tanınırlık gibi kriterler aranmamaktadır

7. TasParis İlkeleri’nin öngördüğü çoğulculuğu güvence altına alınmamıştır. Paris İlkeleri’nde de belirtildiği gibi, ulusal kurumun bağımsızlığını güvence altına alacak unsurlardan birisi de böylesi bir kurumun karar verme organı içinde yer alanların çoğulculuk ilkesine uygun bir biçimde oluşturulmasıdır. Yanı sıra, karar verme organının farklılıklara saygı gösterme yeteneği ile donatılması gerekir. Bu nedenle ulusal kurumun, bulunduğu ülkenin toplumsal profilini olabildiğince geniş bir şekilde yansıtması sağlanmalıdır. Belli bir etnik, dinsel, kültürel ya da mesleki grubun üyelerinden oluşan bir ulusal kurum, toplumdaki çeşitliliği yansıtmaktan uzaktır ve bundan ötürü de içinden geldiği toplumu tam olarak temsil edemez.

8. TİHK’nın insan hakları ihlallerini önleme imkanı yeterince yoktur. TİHK’na geniş bir yetki alanı sunulmuş olmakla birlikte bu yetki alanı Paris İlkeleri’nde öngörülenin aksine spesifik ve ayrıntılı olarak belirlenmemiştir. Bu yetkiler arasında en azından aşağıda sayılan konular yer almalıdır;

• Kadına yönelik şiddet de dahil olmak üzere kadının insan hakları ve ayrımcılık.

• Düşünce özgürlüğü ve Bilgi (edinme) Özgürlüğü.

• Ordu ve güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği ihlaller.

• Mahpusların insan hakları.

• Çocuk hakları.

• LGBTT hakları

• Azınlıklara ya da dezavantajlı gruplara yönelik ayrımcılık

• Irkçılık ve nefret suçları ile mücadele

9. TİHK, BM İşkenceye Karşı Sözleşmeye Ek Protokolü’nün (Seçmeli Protokol) öngördüğü nitelikte bağımsız, işlevli ve etkin bir önleme mekanizmanın oluşturulmasına izin vermemektedir. Çünkü Seçmeli Protokol’ün öngördüğü bağımsızlığı güvence altına alınmış “ulusal önleme mekanizması” Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nu bir alt birim haline getirilmektedir. Bu, “ulusal önleme mekanizması”nın oluşturulması sürecinin de kapsayıcı ve şeffaf olmadığı anlamına gelmektedir.

Seçmeli Protokol’ün en temel özelliği, işkenceye karşı diğer uluslararası belgelerin aksine, ihlal olduktan sonra alınacak tedbirleri değil ihlalin gerçekleşmesini engelleyici önlemleri öncelemesidir. Bu nedenle de önleyici bir karaktere sahiptir. Ancak, TİHK’de önleyici karaktere ilişkin herhangi bir perspektif yer almamakta, önleyici ziyaretlere nasıl karar verileceği belirtilmemekte ve ziyaretlere ilişkin Seçmeli Protokol'de sayılan güvencelere de yer verilmemektedir.



Bunların yanı sıra TİHK Kanuna göre sınırlı sayıda kişiyle görev yapacak olan Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun, öngörülen yapısıyla işkenceyi önleme fonksiyonunu etkin bir şekilde yerine getirebilmesi fiziki olarak mümkün değildir. Zira işkence ve kötü muameleyi önlemek üzere oluşturulacak bağımsız “önleme mekanizması” bu kapsamda sadece emniyet ve jandarma birimlerini değil aynı zamanda sivil cezaevleri, askeri cezaevleri, askeri disiplin koğuşları, askeri üslerde bulunan güvenlik birimleri, sığınmacı ve mültecilerin tutulduğu birimler, hastanelerin kapalı tedavi birimleri, yatılı okullar, yetiştirme yurtları gibi kişilerin kendi iradeleri ile ya da iradeleri olmasa da konuldukları ancak kendi iradeleriyle ayrılmalarına izin verilmeyen her türlü mekân ve koşulları denetlenmek durumundadır. Oysa ülkemizde halen sadece Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı 3.220 hizmet birimi, Adalet Bakanlığı’na bağlı içinde 31.01.2012 tarihi itibariyle, 131.317 mahkûmun yaşadığı 377 adet cezaevi bulunmaktadır. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2010 yılı Faaliyet Raporu’na göre yıl içinde 440.959 kişi hakkında, suç soruşturmaları kapsamında bir özgürlüğün kısıtlanması biçimi olan “yakalama” işlemi uygulanmıştır. 2011 yılı sonu itibariyle Jandarma Genel Komutanlığı'nda 211.950, Emniyet Genel Müdürlüğü'nde 240.357 ve Sahil Güvenlik Komutanlığı'nda 5.498 personel görev yapmaktadır. Tüm bu sayılar ziyaret edilecek mekân ve görüşme yapılacak kişi bakımından iş yükü ve sorumluluğun ne denli büyük olduğunu açıkça göstermektedir. Dolayısıyla Tasarının öngördüğü gibi toplam 11 kişiden oluşacak TİHK’nın alt birimi olarak daha az sayıda kişiyle görev yapacak bir “önleme mekanizması”nın bu iş yükünün altından kalkabilmesi mümkün değildir.

ADALET BAKANLIĞI

  • Tutuklu vekiller

2011 yılı Mart ayından itibaren Partimiz % 10 Seçim barajının kaldırılması, Askeri operasyonların durdurulması, KCK adı altında yapılan siyasi operasyonların bitirilmesi, bu kapsamda tutuklananların serbest bırakılması ve anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması amacıyla demokratik sivil itaatsizlik eylemlerini başlatarak hükümete, bu meseleyi meselenin muhatapları ile birlikte barış, eşitlik ve özgürlük temelinde çözmesi mesajını vermiştir. Ancak hükümet başta polis güçlerini, askerleri, yargı kurumlarını ve elindeki tüm mekanizmaları kullanarak bu eylemleri bastırma yolunu seçmiştir. Kullandığı yöntemlerle talepleri bastırılamayınca farklı kurumlar devreye sokulmuştur. 12 Haziran seçimlerine ilişkin aday belirleme sürecinde AKP hükümeti, başta sayın Hatip Dicle olmak üzere Gültan Kışanak, Leyla Zana, Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü’nün de olduğu BDP’nin bileşeni olduğu Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu adaylarını YSK üzerinden veto etmiştir. Ancak başta Kürt halkı ve tüm Türkiye demokratik kamuoyunun tepkileri ve demokratik eylemleri neticesinde YSK vetosunu hiçbir değişiklik olmadığı halde geri çekmek durumunda kalmıştır. YSK vetolarının protesto edilmesi gösterilerinde Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde İbrahim Halil ORUÇ isimli gencimiz yaşamını güvenlik güçlerinin silahından çıkan kurşunlarla yitirmiştir. Benzer tüm olaylarda olduğu gibi İbrahim Halil ORUÇ’u öldürenler hakkında da hala yasal işlem yapılmamıştır.

Böylesi hareketli ve gergin bir şekilde 12 Haziran Genel seçimlerine doğru gidilirken Kürt Halkının ve BDP’nin önünü kesebilmek ve sindirebilmek adına tüm ülkede her türlü saldırı sıradanlaşmış bunun en büyük aracı da KCK adı altında yapılan operasyonlar olmuştur. Gözaltı ve tutuklamalar seçimden önce de sonrasında hep devam ettirilmiştir. Bu duruma ve her türlü baskıya rağmen, 12 Haziran seçimleri sonrasında BDP’nin öncüsü olduğu Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloğu 36 vekil ile seçimin açık bir şekilde en başarılı siyasi aktörü olurken, bu sefer de sayın Hatip Dicle’nin vekilliği gasp edilip AKP’li Oya Eronat’a verilirken, sayın vekillerimiz Faysal Sarıyıldız, Kemal Aktaş, Gülser Yıldırım, Selma Irmak ve İbrahim Ayhan cezaevinde tutulmaya devam etmektedir. Şu gün yasama faaliyetlerini yerine getiren meclis, eksik irade ile çalışmakta, halkın seçtiği kişilerin iradelerine zincir vurulmaktadır. Üstelik uzun tutukluluk hallerinin çözümü için geliştirilen ve hayata geçirilen 3. , 4. Yargı Paketi uygulamaları vekillerimiz için söz konusu olmamış, hukuk yine adaletin tecellisinde bir aktör olamamıştır.



  • Uzun Tutukluluk

Son yıllarda sürekli gündemi meşgul eden tutukluluk sürelerinin uzunluğu ile ilgili olarak yargının hızlanması gerekmekte ve mağduriyet oluşmaması için yargı organlarına büyük iş düşmektedir. HSYK’nın Haziran 2012 verilerine göre, Türkiye genelinde 5 bin 147’si hakim, 4 bin 34’ü savcı olmak üzere toplam 9 bin 181 hakim ve savcı görev yapmakta olup AB üyesi ülkelerde her 100 bin kişiye düşen hakim sayısı 18-20 iken Türkiye’de bu sayı 10.5 olarak hesaplanmıştır. Yine AB ülkelerinde her 10 bin kişiye 10 savcı düşerken Türkiye’de her 100 bin kişiye 5.3 düşmektedir. Bu veriler ışığından yargılamanın uzun sürmesinde Avrupa standartlarına göre Hakim ve Savcı sayısının az olmasının etkisi büyük oranda kendini hissettirmektedir.

Dünya standartlarında Sanıkların 1/3 ü tutuklu iken bu sayı Türkiye’de ortalama olarak 1/2 dir. Dünya standardına göre Türkiye’de tutuklu sayısının yüksekliği dikkat çekmektedir. Bu oranın düşürülmesine yönelik olarak çalışmaların yürütülmüş ise de Yargı Paketlerinin de bu soruna ilaç olmadığı açıktır.

Yapılan bir araştırmaya göre Tutuklu sanıkların mahkum olma oranlarının ülkeler göre çok büyük farklılıklar gösterdiği anlaşılmıştır. Ülkelerin Ceza Hukukundaki farklılıklar, dini, milli, siyasi ve coğrafi özellikleri suçların cezalarının değerlendirilmesi hususunda büyük farklılıklara neden olmuştur. Tutuklu sanıkların mahkum olma oranlarında Japonya %99,9 ile başı çekmektedir. Çin ve Kore %99,6 ile çok yüksek bir orana sahiptir. Almanyanın %96,5 olduğu listede Türkiye %50-60 civarında olması bazı sanıkların haksız yere de olsa hapishanede yattığını göstermektedir. 

Türkiye tutukluluk süresinin uzunluğu ile alakalı olarak AİHM ve AİHS hükümlerini ihlal ettiği AİHM in tutukluluk süreleri ile alakalı Türkiye Aleyhine vermiş olduğu 500 den fazla kararla sabit olmuştur. AİHM' e üye olan 47 devletten tutukluluk süreleri ile alakalı olarak sicili en bozuk olan Türkiye olmuştur. 



  • Yargı Paketleri Eleştirisi

Uzunca bir süredir gündemde olan 4. Yargı Paketi ile yapılacak mevzuata dair değişiklikler bilindiği üzere ceza yasasında “düşünce-ifade özgürlüğü” önündeki engellerin kaldırılması ve bu kapsamda birey ve grupların hukuk güvenliğinin sağlanması doğrultusunda toplumdaki beklentileri de yükseltmiştir. Ancak ne yazık ki, AKP “-mış gibi” yaptığı düzenlemeler ile insan haklarına yönelik yaklaşımı burada da ifadesini bulmuştur. Nitekim “Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi” adı altındaki 3. Yargı Paketi neredeyse Rahşan Affına dönüşmüş, demokratikleşme, uzun tutukluluk gibi sorunsallara ilaç olamamış, “insan hakları ve ifade özgürlüğü” adı altında getirdiği 4. Yargı paketinin de içinin bomboş olduğu, insan hak ve özgürlüklerinin gerçekleşmesine yönelik hiçbir iyileştirme içermediği kamuoyunun da gündemindedir. İşin özü AKP’nin siyaseti aslında hiçbir şey yapmamak, ama yapıyormuş gibi bir görüntü çizmek üzerine kuruludur.

Geçtiğimiz yasama döneminde kamuoyunun gündemini meşgul eden Anadilde Savunma Hakkını düzenleyen bir dizi yasal düzenleme de derde deva bir çözüm olmamış dertleri derinleştirmekten öteye gidememiştir. Anadilde savunma hakkını sınırlı kullanıma indirgeyen o paket içerisinde yer alan hasta tutuklulara ilişkin düzenleme dahi hayat bulamamış, yüzlerce hasta tutuklu zindanlara mahkûm edilmiştir. Nitekim AKP’nin bu mini paketleri bizlere Rahşan Affı diye bilinen ve toplumda korku yaratan yüzlerce adi suçluya hizmet etmiş olan hukuk garabeti düzenlemeyi çağrıştırmaktadır. Nitekim 3. Yargı paketi mahkûmların salıverilmesine dair takdir hakkını hâkimlere, anadilde savunma hakkını düzenleyen paket takdir hakkını savcılara bırakırken, 4. Yargı Paketi ise takdir hakkını iyice genişletmiş; hâlihazırda cezaevinde bulunmayan bizlere cezaevi yolunu göstermektedir.

Adalet Bakanlığı verilerine göre 3. Yargı paketinin yürürlüğe girdiği 2 Temmuz 2012 itibariyle 34.254 olan tutuklu sayısı 31 Temmuz 2012 tarihi itibariyle 31.561’e gerilemiştir. 31 Ekim 2012 tarihi itibariyle de denetimli serbestliğe ilişkin düzenlemeden yararlanan kişi sayısı 8.769 olmuştur. Yine Bakanlık verilerine göre; 3. Yargı Paketinden yararlanan suç profili; ADAM ÖLDÜRME – 283 kişi; UYUŞTURUCU – 1.918 KİŞİ; YAĞMA-GASP – 690 KİŞİ; HIRSIZLIK – 2.198 KİŞİ; YARALAMA – 1.879 KİŞİ; CİNSEL SUÇLAR – 253 KİŞİ; SAHTECİLİK – 665 KİŞİ; DOLANDIRICILIK – 308 KİŞİ; ADAM ÖLDÜRMEYE TEŞEBBÜS – 42 KİŞİ; FUHUŞA TEŞVİK – 42 KİŞİ olarak belirtilmiştir. Bunun içinde TUTUKLU MİLLETVEKİLLERİ yok, gazeteciler, avukatlar, seçilmişler, belediye başkanları, öğrenciler yok. Yani düşünceleri nedeniyle tutuklananlar yok, ancak eylemleri nedeniyle tutuklananlar var. İşte bu tablo mevcut hukuk sisteminin hak ve özgürlüklere bakış açısını göstermesi bakımından önemlidir.

Belirtmekte fayda var ki; 4. Yargı Paketinin yarım sayfalık genel gerekçesinde değişik tabirlerle üç defa tasarının getirilme amacının ‘ülkemizin uluslararası toplumdaki olumsuz görünümünü düzeltmek’ olduğu ifade edilmiştir. Adalet Bakanı Sayın Sadullah ERGİN de paketin amacının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önündeki mahkumiyetleri indirmek olduğunu ısrarla belirtmiş, Tasarının düşünce ve ifade hürriyeti ile örgütlenme haklarının gereğini yerine getirdikleri için yıllarca hapiste tutulan siyasi tutsaklar durumu nedeniyle çıkarılmadığını dile getirmiştir. Ayrıca Hükümetin diğer üyeleri gibi bu Tasarının mevcut ‘çözüm süreci’yle bir ilgisi olmadığını da vurgulamıştır.

Yine Adalet Bakanı;“4. YARGI PAKETİ; AVRUPA KONSEYI ILE ADALET BAKANLIĞI ' NIN YÜRÜTTÜĞÜ BIR ÇALIŞMADIR VE TÜRKIYE ' NIN AİHM ' DE KARŞI KARŞIYA KALDIĞI TABLOYU TEDAVI ETMEYE YÖNELIK BIR ÇALIŞMADIR. BUNUN DIŞINDA HIÇBIR ŞEY SÖYLEMEDIK " …." ŞIMDI YORUMLARA BAKIYORUZ , ' DAĞ FARE DOĞURDU, BIZ BAŞKA ŞEY BEKLIYORDUK ' DIYORLAR. BEKLIYORSAN SEN BEKLIYORSUN. BIZ NE IÇIN YOLA ÇIKTIĞIMIZI YAKLAŞIK 2 YIL ÖNCEDEN ILAN ETMIŞIZ " şeklinde paketin içeriğini ifade etmiştir.

Peki bu mudur Avrupa Konseyinin dikte ettiği çalışma? Bu mudur AİHM’in kriterleri? AİHM’e göre şiddet ve şiddeti teşvik tek kriterdir. Mahkeme, şiddete teşvik unsuru içermeyen bildiri ve açıklamalarının yayınlanmasında sakınca görmezken bu paket her türlü etkinliği sakınca kapsamında görmeye devam etmektedir. AİHM, ifade özgürlüğünün ihlal edilip edilmediği konusunda inceleme yaparken uyguladığı ana kıstaslar, bir ifadenin, şiddet ve nefrete çağrı veya teşvik olmadığı sürece serbestçe dile getirilebileceği ve genel eğilime aykırı, toplumu şok eden, rahatsız eden ifadelerin de ifade özgürlüğünden yararlanacağıdır. Burada son derece önemli olan husus, Mahkemenin, her bir somut olayda inceleme yaparken, Sözleşmenin, hakları teorik veya hayali olarak değil, pratik ve etkili bir biçimde garanti altına almayı amaçladığı şeklindeki belirlemesidir.

Bakanın; hem halkın kendi kendini beklentiye soktuğuna ilişkin tavrı hem de bu pakette AİHM kriterlerinin esas alındığı yönündeki değerlendirmeleri meseleye ne denli samimiyetsiz yaklaştıklarının kanıtıdır. Zira tasarının bu halinden mevcut müzakere sürecine katkıda bulunmak bir yana, demokratikleşme ve devam eden insan hakları ihlallerinin önlenmesi anlamında olumlu bir etki beklemek mümkün değildir. Fakat asıl önemlisi Hükümetin ısrarla AİHM için çıkarıldığını söylediği bu Tasarının bu hak ihlallerini önlemeyeceği gerçeğidir. Tasarı bu haliyle yasalaşırsa AİHM’in önündeki hak ihlalleri dosyalarının düşmesi bir yana yeni ihlallere kapı aralanacaktır. Zira AİHM’in örgüt üyeliği, örgüt propagandası gibi suçlar bakımından getirdiği kriterler açıktır. ‘Yaşasın ÖCALAN’ demeyi meşru gören AİHM’in sadece Türkiye hakkında verdiği mahkumiyet kararları bile bu Tasarıda gözetilmemiş içi boş, muğlak bir şiddet kriteri getirilmiştir.

Nitekim 4. Yargı Paketi; KCK adıyla yürütülen mevcut davaları etkilememiş, binlerce kişinin nedensiz yere cezaevinde bulunmasını engelleyememiştir. Çünkü o davalarda TCK 314/1 veya 2. maddeler (silahlı örgüt kurma/yöneticilik veya üyelikten) söz konusu. “TCK 314/2’de ‘silahlı örgüt’ deniliyor. Ama silahsız binlerce insan bu maddeden tutuklu yargılanıyor. BDP olarak önerimiz, 314. Maddede ‘Şiddetle doğrudan bağı tespit edilmeyenler örgüt üyeliğinden veya yöneticiliğinden cezalandırılamaz’ şeklinde bir düzenlemeye gidilmesidir. Keza “Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyenler ayrıca örgüt üyesi olarak cezalandırılır hükmü”nün yer aldığı TCK’nın 220 inci maddesi de suç ve ceza arasındaki dengeyi ortadan kaldıran bir maddedir.

Terörle Mücadele Yasa’da yapılan değişiklikler de demokratik anayasa sürecinde yol temizliği açısından tüm eleştiri ve tartışmaları tek maddeye indirgemiştir. Adeta göz boyama ve tüm tartışma ve beklentileri bıçakla kesme niyetini açık eden bu madde ile mevcut yasa maddesinin özüne dokunulmamıştır.

Terörle mücadele yasasında düzenlenen “propaganda suçu” açısından yalnızca yasanın mevcut sınırlarına dair bir çerçeve çizilmiş, bu anlamda yargının – özellikle de Yargıtay içtihatları bakımından- uygulamasına bir sınır çizmiştir. Yani yeni ve özgürlükçü bir yasa metni getirilmemiştir. Şöyle ki bir giysiyi taşımak, bir rengi üzerinde bulundurmak, müzik yayını yapmak halen suç olmaya devam edecektir. Yöresel bir kıyafet, bir poşu, bir marş veya şarkı halen propaganda fiilleri olarak karşımızda durmaktadır. Tasarının getirdiği düzenleme 2006 yılından sonra tehlikeli boyuta varan uygulamasına dair (her eyleme katılan örgüt üyesi yapılmıştır) - sadece yasanın nasıl anlaşılacağına dair adeta bir açıklama metni düzenlenmiştir. Yoksa tasarı ile ne yeni bir düzenleme getirilmiş ne de cezasızlık anlamında bir özgürlük alanı çizilmiş değildir.

Propaganda suçu açısından her ne kadar cebir ve şiddet unsuru ön plana çıkarılmışsa da bu konuda yorumla genişletilecek, dolaylı olarak şiddeti meşru gösterecek her türlü fiil konusunda da mahkemelere geniş takdir bırakıldığı ortadadır.

Velhasıl düşünce ve özgürlükler yine özgür kılınmamış; sadece yeni bir makyaj yapılarak ortaçağdan kalma uygulama ve yöntemler topluma sunulmuştur.


1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin