BARIŞ VE DEMOKRASİ PARTİSİ
2014 MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE YASA TASARISI MUHALEFET ŞERHİ
-
KAPİTALİST DÜNYA SİSTEMİNİN ELEŞTİRİSİ
Kapitalizm uygarlık serüveninin en yıkıcı dönemi olarak tarif edilir. Çünkü bütün zamanların en fazla iktidar üreten ve artık değere el koyan aşaması olmasının yanı sıra bireysel ve toplumsal gelişimin önündeki en büyük engel durumundadır.
Beş yüz yıllık kapitalist modernitenin sermaye ve iktidar birikimi beş bin yıllık merkezi uygarlığın “firavun”, “nemrut” , “sultan”, “imparator”, “kral” olarak nitelendirilmiş bütün sömürü dönemlerinin toplamını aşan bir niteliğe sahiptir.
Artık değer üretimi ve bu üretime el koyma biçiminde gelişen “kapitalist dönem” sömürüsü çeşit, hacim ve derinlik kazanarak, toplumsal alanın her hücresine nüfuz etmiştir.
Kapitalist modernitenin niteliksel ve ahlaki sınırlılığıyla tarif edilerek kullanılan “akıl” bugün insanlığın başına gelebilecek en büyük felaketlerinde yegane dayanağı haline getirilmiştir. Son 500 yıllık zaman dilimine bakıldığında mezkur aklın insanlık tarihini nasıl bir mezbahaneye dönüştürdüğü de görülecektir. İnsan insanın kurdu haline getirilerek, insan eliyle yaratılan felaketlerin toplamının, kendisine ulaşıncaya kadarki kısmı kat be kat aşacak bir sömürü ve felaket dönemi olarak ifade etmek, kapitalist dönem için gerçekçi bir değerlendirme olacaktır.
Kapitalist modernite , Avrupa merkezli aydınlanmanın temsil ettiği uygarlıksal düzey ve içeriği nedeniyle, hegemonik bir nitelik kazanmış ve bu özelliği ile de küresel bir güce kavuşmuştur.
Küresel finans kapital sisteminin içine girdiği krizler, kriz alanları ve etki boyutu göz önüne alındığında, bu sistemin bir ekonomi olmaktan ziyade, tarihsel ekonomik gelişimi ortadan kaldıran, bir ekonominin temel gereksinimlerine tümden uzak bir nitelik arz ettiği görülecektir. Yani kapitalizm bir ekonomi olmaktan ziyade, tekel karını baz alan, meşru toplumsal bir ekonomiyi engelleyici nitelikteki küresel bir düşünce ve faaliyet alanıdır.
İnsanın hayatını idame ettirmek için temel ihtiyacı olan barınma, beslenme ve güvenlik gibi bütün ihtiyaç alanlarının ancak kapitalist ilişkiler içerisinde karşılanabileceğine dair bir yanılsama bugün kapitalizmin hem ayakları üzerinde durabilme yeteneğini üretmekte, hem de içine girdiği krizler itibariyle de sınırlarına işaret etmektedir.
Kapitalizmin bir ekonomi üretme yeteneğinin olmadığına dair verilerin başında, kapitalizmin fazla üretimden kaynaklı olarak içine düştüğü krizler gelmektedir. Bu “ fazla üretim” in bir yanılsama ve manipülasyon olduğu, dünya nüfusunun yarısından fazlasının açlık ve yoksulluk pençesinde olmasıyla açığa çıkmaktadır.
Üretilen bu yapay krizlerin sadece tekel karını arttırmaya dönük olduğu çok açıktır. Bu siyasetin bir diğer adı ise dünya halklarını önce açlığa mahkum etmek, sonra da karnını doyurma vaadiyle teslim olmaya, egemen yapıya boyun eğmeye davet etmektir.
Kapitalizmin ekonomi karşıtlığını destekleyen bir diğer veri ise dünya çapında var olan toplam üretim araçlarıyla dünya nüfusunun iki katını doyuracak bir üretimin mümkün olduğudur. Ancak buna rağmen bir çok yerde doğal afet, hastalık vb. durumları da kullanarak üretimi kısmak ya da tamamen bitirmek suretiyle kıtlığa dayalı yoksunluklar demokratik toplum potansiyellerine karşı bir tehdit olarak sunulmaktadır.
Kapitalizmin belirgin karakterlerinden biri de ekonomi karşıtlığının yanı sıra toplum karşıtlığı niteliğidir. Toplumun bir bütün olarak kapitalistleşmeyeceği ispatlanmış bir tespittir. Saf kapitalist toplumun bilimsel olarak da mümkün olmaması kapitalizmin sınırlarına dair önemli göstergelerden biridir.
İşsizlik önemli bir sorun olarak kapitalizmin meşruluğunun en fazla sorgulandığı ve mahkum edildiği alanlardan biridir. Doğada işsizliğe dair bir veri olmadığı gibi analitik zekanın “sapkın” bir ürünü olarak insanlık tarihine girmiş olan işsizlik, en vahşi kapitalist eylemlerden biri olarak kapitalist ilişkiler içerisinde her gün yeniden üretilmektedir.
Bilimsel ve teknolojik üretimin optimal düzeyde üretiminde, moral değerlere kadar sirayet eden ve engelleyen, bozan, yok eden bir sistem olarak kapitalizm ahlak karşıtıdır. Çevreyi ve doğayı tahakkümü altına alarak tüm canlı yaşamı tehdit eden, yok olma aşamasına getiren şey, kapitalizmin varlığına dair ahlaki bir düzlemin olmayışıdır.
Kapitalizm ekonomiyle içsel ve varoluşsal bir bağın sahibi olan kadını dışlayarak, işsiz bırakarak ve bütün niteliklerinden arındırarak ekonomiye karşı en büyük saldırısını gerçekleştirmiştir. Tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak düzeyde cinsiyetçi toplumu geliştirerek ve erkek egemen toplum iktidarını derinleştirerek kadının şahsında ekonomiye saldırısını doruk noktasına çıkarmıştır.
Günümüzde kapitalist sistemin gelmiş olduğu boyut, emeğin toplamda ürettiği değerin çok üzerinde bir pazar ilişkisi ortaya çıkarmasıdır. Borsa – faiz – kur gibi araçları da kullanarak sadece değerli kağıtlar üzerinden fiyatlarla oynayarak kar elde etmeye çalışan sistem ekonomiye en büyük darbeyi de vurmaktadır. Finans çağı olarak da niteleyebileceğimiz bu çağ emeğin değer üreticiliğinin dışında sahte değer alanları yaratarak değer transferleri gerçekleştirmekte ve gerçeğin ötesinde bir alanı insanlığa dayatmaktadır.
Üretim ve tüketimi kontrol altına alarak toplumların ihtiyaç duydukları besin, giyinme, barınma dışında, anlamı sadece kar etmekle sınırlı bir üretim ve dağıtım politikasıyla yapısal bir ekonomi karşıtlığını da geliştirmektedir. Nükleer silahlanmadan, çevreyi felakete uğratan yatırımlara, karbon salınımdan, genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerine, moda çılgınlığının üretmiş olduğu aynı tür malın yüzlerce versiyonun yaratmış olduğu kaynak tahribatlarına kadar bütün alan kapitalizmin ekonomi nezdinde insan karşıtlığını ve akıl dışılığını ortaya koymaktadır.
Bu akıl dışılığı Immanuel Wallerstein oldukça açık bir biçimde özetlemiştir.
"Tarihsel kapitalizm daha ilk bakışta, bazı savunucularının öne sürdüğü gibi 'doğal' bir sistem olmak şöyle dursun, açıkça saçma bir sistemdir. Daha fazla sermaye üretmek için sermaye üretilmektedir. Kapitalistler ayak değirmeninde daha da hızlı koşmak için gitgide daha hızlı koşan beyaz fareye benziyor. Bu süreç içinde bazı insanlar iyi yaşıyor, ama diğerleri yoksul yaşıyor. Peki, iyi yaşayanlar ne kadar ve nereye kadar iyi yaşayacak? Hepimiz bu tarihsel sistemin moda ettiği haklılığı kendinden menkul ilerleme ideolojisiyle öylesine dolmuşuz ki bu sistemin çok sayıdaki olumsuzluklarını kabul etmekte zorlanıyoruz.”
Günümüz iktisadi düzeni doğal sınırlarına ulaşmıştır
Günümüz egemen iktisadi aklına denk düşen en temel kavramlar, hızla dönüşmekte ve sistem bu kavramlar üzerinden kendi doğal sınırlarına da işaret etmektedir
İktisadi kalkınmanın temel kavramlarını oluşturan sürdürülebilir büyüme, teknolojik ilerleme, sosyal siyasal modernleşmeye paralel olarak yaşam standartlarının yüksek düzeyli iyileşmesi gibi burjuva mantığının üretimine dair kavram kalıpları bugün sadece “ yükselen piyasalar” kavramıyla ifade edilmektedir. Bu sürecin en belirgin özelliği, bölüşüm dinamikleri sermaye lehine geliştirilirken, emeğin bu süreçte yüksek sömürü düzeyine maruz kalması olarak ifadesini bulmaktadır.
İçinde bulunduğumuz süreç kapitalizmin yeni bir evresi olup finans kapital çağın en derin krizidir
Kapitalist sistem artık yeni bir evresini yaşıyor. Bu evrede, ortalama kar oranlarının dünya çapında oluşmasının ve belirlenmesinin önündeki engeller büyük ölçüde aşılmış, bu her türlü sermaye hareketliliği ve akışkanlığı tarihte görülmemiş ölçüde artmıştır. Bunula beraber rekabet ölçeğinin, biçim ve arbitrajlarını değiştirmesi boyutuyla sistem uluslar ötesi bir nitelik kazanmıştır.
Bu evrede sermaye, toplumsal varoluşun bütün doku ve yönlerine nüfuz etmiş, doğayı, yaşamı ve toplumsal ilişkileri yeniden üretme yeteneğiyle biyo-politik karakter kazanmıştır.
Bu evrede emek, üretim ve sermaye birikim rejimi açısından oldukça esnek bir niteliğe kavuşmuş, sermayenin sahipliği ve işlevselliği arasındaki ayrımın arasındaki farkın giderek bir uçuruma dönüşmesiyle belirgin bir finansal karakter arz etmektedir.
Bu kriz, kapitalizmin, dengeleri yeniden kurarak, aşırı birikimi tarihsel deneyim ve iç dinamiklerle dağıtarak, sermayeyi değer cinsinden zor yöntemleriyle küçültebileceği noktaya kadar küçülterek böylece uzun vadede yeni bir büyüme, birikim ve yeni kar oranları aşamasına çıkarılarak aşılabilecek bir kriz değildir. Yeni rekabet ve emperyalistler arası doğrudan savaşların, küresel üretim, ticaret ve finans dolaşımının özelliklerinden kaynaklı olarak ulusal kaleleri geri çekilmesine olanak sunması da beklenmemelidir.
Geldiğimiz noktada kriz;
Birikim krizi, hegemonya krizi ve ekolojik kriz gibi farklı kriz aksları çakışmış ve birbiri içine işlemiştir.
Ulus devletten, çekirdek aileye, modernliğin dayandığı tüm ikiliklerden toplumsal cinsiyet rollerine, özgül bir insan-doğa ilişkisinden zamanın toplumsal yapılandırılmasına, gündelik yaşam pratiklerinden boş zaman etkinliklerine kadar geniş bir yelpazede kendisini gösteren bir krizdir.
Bu kriz bir toplumsal güç ve ilişki olan sermayenin bütün yaşamı kendi etrafında şekillendirmesi nispetinde bizatihi sermaye ilişkilerinin bir bunalımıdır.
2-DÜNYADA VE TÜRKİYE’ DE KRİZ
-
Altıncı yılında kapitalist dünya ekonomisinin ve kapitalist krizin değerlendirilmesi
Geçtiğimiz 40 yıl boyunca dünyada ve Türkiye’de hem iktisadi alt yapıda hem de politik ve ideolojik üst yapıdaki değişim ve dönüşüm dinamikleri bugünün ve geleceğin dünyasını ve Türkiye’sini belirlemektedir.
1945–75 dönemi ABD’de ‘Altın Çağ’, Avrupa’da ‘Sosyal Devlet ya da Sosyal Demokrasi’ ve azgelişmiş dünyada ‘Ulusal Kalkınma’ dönemi olarak adlandırılır. 1980’lerin başlarından itibaren bu dönem sona ermiş ve yerini ‘Geç Kapitalizm’ ya da daha yaygın bir kullanımla ‘Neo liberalizm’ almıştır.
Bu dönemin temel özelliği küreselleşme ve finansallaşmanın hızlanması ve baskın hale gelmesi, tekellerin (ya da oligopollerin) hayatın her alanında yaygınlaşması ve devletin ekonomiye müdahale alanının daraltılarak, uluslararası piyasaların ve bunların aktörleri dev sermaye şirketlerinin tam hegemonyasının tesis edilmesi, kısa dönemli iktisadi krizlerin yanı sıra uzun dönemli durgunlukların (stagnasyon) ve resesyonların ortaya çıkmasıdır.
Aşırı birikimin ve beraberinde ortaya çıkan kâr oranlarında azalmanın neden olduğu durgunluk ve kriz askeri çözümlere ilave olarak sırasıyla;
-
sınaî üretimin dünyanın ucuz ve örgütsüz emeğe sahip bölgelerine kaydırılmasını sağlayarak emek gücü verimliliklerini artıran; ücretleri düşürerek, çalışma saatlerini artırarak artı-değer oranını yükselten küreselleşme ile
-
kâr sıkışması ve aşırı üretim sorunlarının bireysel bankacılık hizmetleri ve türev araç piyasalarıyla giderilmesine imkân veren finansallaşma ile ve
-
sermayeye sınırsız hareket özgürlüğü sağlayan neo-liberal politikalar ve neo liberal ideoloji ile aşılmaya çalışıldı.
Küreselleşme ve finansallaşmanın ulaştığı boyutlar çok çarpıcıdır. 2007 yılı itibarıyla, bir yılda tüm dünyadaki reel mal üretiminin toplam değeri ortalama 55–60 trilyon dolar iken, temel aktörleri ticari bankalar, yatırım fonları, sigorta ve özel emeklilik şirketleri olan finans piyasalarındaki yıllık toplam işlem hacmi bunun 63 katı yani 3,450 trilyon ABD dolarıdır. Bu gerçek, dünyanın en büyük ekonomilerinin ve en güçlü hükümetlerinin dahi finans kapitalin saldırılarına karşı durmalarının ne denli zor olduğunu ortaya koymaktadır.
Küresel düzeyde sermaye ağının oluşum biçimi finans kapitalin kontrol gücünü sergilemektedir. Buna göre dünyada 2007 yılı itibariyle 43,060 çok uluslu şirketten oluşan bir sermaye ağı mevcuttur. Bu ağ küresel kapitalist ekonomik gücün kaynağını oluşturmaktadır. Bu ağın % 40’ı ise tek başına 147 şirket tarafından kontrol edilmektedir. Özellikle en tepedeki 50 şirketten biri hariç kalan tamamı finans şirketlerinden oluşmaktadır.
Küresel reel piyasalarda da benzer bir oligopolleşme eğilimi söz konusudur. Yani dünya üretimi ve ticareti az sayıda çok uluslu şirket tarafından doğrudan ve dolaylı yollarla kontrol edilmektedir. UNCTAD’ın 2010 World Investment Raporu’na göre dünyanın en büyük 100 çok uluslu şirketi ABD, AB ve Japonya’da yerleşiktir (Triad). Bu şirketlerin aralarındaki ilişki klasik anlamdaki rekabetten farklı olup daha ziyade bir rakiplik ve işbirliği diyalektiği biçimindedir. Özellikle de fiyat rekabeti çok tehlikeli bir şey olarak kabul edildiğinden genelde bundan sakınılır. Bunun yerine firmalar büyük ölçüde düşük emek gücü maliyetli durumlara, kaynak rekabetine ve ürün farklılaşmasına yönelirler.
Uluslararası tekelci sermayenin iktisadi gücünün yoğunlaşması ve kontrol gücünün artması aynı zamanda dolaylı bir biçimde, taşeronluk ve yönetim sözleşmeleri, anahtar teslimi anlaşmalar, franchising, lisanslama ve ürün paylaşımı gibi uluslararası stratejik ittifaklarla da sağlanmaktadır.
Küreselleşme, diğer bir boyutuyla;
Dünya ekonomisini oluşturan bütün iktisadi ve sosyal parçaların giderek birbirine eklemlenmesi ve bu eklemlenmenin beslediği üst aklın dünyaya kendi ihtiyaçları doğrultusunda konum ve işlerlik kazandırdığı bir faaliyetler alanı olarak tanımlandığında, bugün yerel hükümetlerin genel iktisadi ve siyasal akıllarının oluşum ve fiili çabalarının da kodları ortaya çıkmaktadır.
Bu süreç, piyasa aklını aksatan her türlü iradi ve gayriiradi yapının ortadan kaldırılması gerektiğini, ekonomik verimlilik olarak sunulan mantığın “rasyonelliğin” biricik tezahürü olduğunu, sermaye karlılığına karşı çıkmanın “akıl dışılığını” her defasında toplumların önüne koyan bir süreçtir.
Bu sürece damgasını vuran temel dinamikler, sanayi devriminden bu yana süregelen yüksek birikim temposunun yarattığı aşırı üretim krizi, sermaye – emek çelişkisini besleyen endüstriyel ilişkilerin sonucu ortaya çıkan kâr krizi, finans kapital sistemin önündeki tüm ulusal ve uluslararası engellerinin bir bir kaldırılarak, spekülasyona dayalı birikim tercihlerinin reel üretimin önüne geçmesidir. Sistemin temel niteliğinin bu belirlemeler üzerinden ilerlediği göz önüne alındığında bugün işleyen bu mantığın yerellerdeki etkileri ve yerel hükümetler eliyle yapılan her türlü yasal çalışmaların da bu süreci birebir gözettiği ve tüm karar süreçlerinde küresel finans sisteminin çarkına hizmet ettiği görülmektedir.
Küresel finans - kapital sisteminin içinde bulunduğu yüksek dolaşım hızı bugün kendi yüksek kârlılığı için tarihsel zirvelerini yaşarken, yerellerin ve özellikle emeğin sermayeyle olan antagonik ilişkisi daha da derinleşerek sürmektedir. Sermaye dünyanın bir ucundan diğer ucuna adeta sınırsızca hareket ederken, emeğin sahibi geniş kitlelerle karşılaşma, hesaplaşma, yasal veya meşru direniş alanlarında karşı karşıya gelme olanakları da oldukça sınırlanmakta, bu süreçte emek kendi yerel sınırlarında, düşük ücret, güvencesiz iş gibi yüksek sömürü mekanizmasına maruz kalmaktadır.
Yerellere hapis olan emeğin sermaye karşısında yerel direnişleri yeterince etkili sonuçlar doğuramadığı gibi, emeğin mobilitesinin sınırlarının küresel düzeyde kısıtlı oluşu, antagonizmanın kendisini icra etmesini olanaksız bırakmaktadır. Bunu aşmaya dönük her türlü toplumsal girişim ise sermayeye bağımlı yereldeki hükümetler tarafından terörize edilerek, devlet olanaklarıyla bastırılmakta, bu yereller, toplumlar için adeta bir işkence merkezine dönüştürülmektedir. Bugün bu uygulamaları başta Türkiye olmak üzere birçok yerelde görmek mümkündür. “Devletin ideolojik aygıtları” nın bugün, bütün dönemlerden daha fazla işbaşında olması tesadüf değil, çelişkilerin derinleşmesi ve sömürünün, kapitalist sistemin karakterinden kaynaklı olarak her türlü toplumsal ve siyasal alana sirayet etmesi ve bunun karşı tepkisini doğal olarak örgütleme potansiyelini yükseltmesiyle ilgilidir.
Bu verilerden hareketle;
Günümüz kapitalizminin en çarpıcı özelliğinden birinin küresel düzeyde tekelleşme (ya da oligopolleşme) olduğu, bunun giderek genel bir eğilim halini almakta olduğu ve dünyada bu yapıdan özerk hiçbir ekonomik faaliyetten söz etmenin mümkün olamayacağı ve hatta kapitalist ilişki ağının ihtiva ettiği niteliklerden kaynaklı olarak bir ekonominin mümkün olmayacağı ileri sürülebilir.
Bu eğilimin çok önemli politik ve ekonomik sonuçları mevcuttur: Sırasıyla;
-
Burjuva demokrasileri giderek geçerliliğini yitirmektedir. Nitekim İtalya ve Yunanistan’daki teknokrat hükümet örneklerinden de görüleceği üzere gelişmiş kapitalist ülkelerde üst yapıda burjuva demokratik devletlerden vazgeçilerek finansal oligarşik yapılara ve yarı Bonapartist devlet biçimlerine, azgelişmişlerde ise giderek artan biçiminde neo liberal - yeni muhafazakâr yapılara ve ardından da totaliter devlet biçimlerine yönelim söz konusudur. Ayrıca burjuva iktidar ve muhalefet partileri arasındaki fark giderek kaybolmaktadır.
-
Uzun dönemde “emperyalistler arası savaş” olasılığı geçerliliğini korusa da, kısa vadede ABD, AB ve Japonya üçlüsünden oluşan bir “kolektif emperyalist işbirliği” mevcuttur. Irak ve Libya’nın işgali bunun somut örnekleridir.
-
Triad’ın emperyalist bloku azgelişmiş ülkelerdeki gerici hegemonik bloklar ile stratejik ittifakını sağlamış durumdadır. Böylece azgelişmiş ülkelerdeki gerici hegemonik blokları da içine alan bir küresel gerici hegemonyadan söz etmek mümkündür.
-
Mevcut iktisadi kriz sadece bir kriz olmaktan öte özellikler göstererek, sistemin kendi kendini yeniden üretmekte zorlanmasından dolayı, içe doğru patlamalar yaşamaktadır (Bolivya, Venezüella ve Ekvator).
İkinci önemli dinamik iktisadi yapıdaki dönüşümün yarattığı yansımalardır. Bunun en belirgin örneği egemen burjuva ideolojisindeki dönüşümdür (neo liberalizm). Bu, günün koşullarına göre geliştirilmiş burjuva ideolojisinin din ve muhafazakârlık gibi en temel kurumlarla yaptığı işbirliği sonucunda, adeta yeni bir din gibi hiçbir şeklide tartışılamayan, kesin biat edilen bir ideolojiye dönüşmesi geniş yığınların hayatı üzerinde çok ciddi etkiler yaratmıştır. Bir başka anlatımla sermaye toplumsal varoluşun bütün doku ve yönlerine nüfuz etmiş, doğayı, yaşamı ve toplumsal ilişkileri yeniden üretme yeteneğiyle biyo-politik karakter kazanmıştır.
Neo liberalizm kökü “Büyük Bunalım” (1929) yıllarına kadar uzanan ve Büyük Depresyon ve yükselen sosyalizmi önleme konusunda yetersizliği iyice açığa çıkan klasik liberalizm eleştirisi ile ortaya çıkan, bu bağlamda sosyal değişimi yönlendirecek inisiyatifi ele geçirmek isteyen bir burjuva ideolojisidir. Dolayısıyla da sadece iktisadi ya da politik bir hareket değil, aynı zamanda entellektüel bir oluşumdur ve ideolojik aygıtın aktörleri üzerindeki gücü de buradan gelmektedir.
Neo liberalizm aşırı birikim sonucu ortaya çıkan kapitalist krize ve yükselen toplumsal-sınıfsal mücadelelere karşı sistemin sarıldığı bir çözüm gibi görünse de aşırı birikim sorununu (sistemik bir sorun olduğundan) çözememiştir. Ancak sınıflar arası güç ilişkisini çok küçük bir azınlıktan yana pekiştirdiğinden sermaye birikimi ile ilgili olduğu kadar aynı zamanda bir sınıf-hegemonya projesidir. Öyle ki küresel çapta politik ekonomiyi egemen sınıf ve ulusların emrine sokarak şekillendiren “bir ideoloji olarak hizmet görmüştür. Zira dünya çapında emekçilere yönelik top yekün bir saldırıyı örgütlemiş ve dünyayı yeni baştan yapılandırmıştır.
Neo liberalizmin dört önemli veçhesinden söz edilebilir:
-
Kamusal mal ve hizmetlerin metalaştırılması ve en geniş anlamda özelleştirmeler aracılığıyla kamunun küçültülmesi.
-
Her türlü metayı bir spekülasyon aracına dönüştüren bir hızlı finansallaşma.
-
Her türlü doğal, sosyal ve reel felaketin ve krizin kapitalist sınıf için ve onun tarafından manipülasyonu.
-
Servetin üst sınıflar lehine ve bölüştürülmesinde devletin açık ve pervasız bir biçimde bir araç olarak kullanılması. Nitekim neo liberalizm ile birlikte geleneksel sermaye birikimi yöntemlerine ilave olarak, sağlık ve eğitim gibi kamusal hizmetlere ve diğer yaşam alanlarına, ve doğal kaynaklara el koyma biçiminde çağdaş bir “ilkel birikim modeli” de yoğun bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bugün özellikle de son beş yıldır yapılan düzenlemelerin ardındaki temel felsefe budur.
Türkiye ekonomisinin bu süreçte dönüştürülmesi ve büyük şirketler ve sermayenin hegemonyasının tam tesisi şöyle bir kronoloji izlemiştir:
-
24 Ocak 1980 Kararları;
-
Haziran 1980’de faiz oranlarının serbest bırakılması;
-
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi;
-
1982 anayasası ile HSYK, YÖK benzeri kurumların oluşturulması;
-
1982’den itibaren Sermaye Piyasası Kurulu ve İMKB’nin kurularak uluslararası finans piyasalarıyla bütünleşmenin adımlarının atılması;
-
1984 yılından itibaren vergilemeden giderek vazgeçilerek kamu finansmanının asıl olarak iç ve dış borçlanmayla karşılanması;
-
1986 yılından itibaren hız kazanan özelleştirmeler ile halka ait her şeye yerli ve yabancı sermaye tarafından el konulması;
-
1989 yılında döviz giriş ve çıkışının serbest bırakılarak küresel piyasalara entegrasyonun sağlanması.
2001 yılında Ecevit başbakanlığındaki Koalisyon Hükümeti’ne dışarıdan bakan olarak atanmış olan K. Derviş’in uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda hazırlamış olduğu “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ekonomik dönüşümün belki de en önemli yapı taşıdır. Zira sonrasında iktidar olan yeni liberal - yeni muhafazakâr AKP Hükümeti bu programı hiç sorgulamak gereği duymamış, uluslararası sermayenin taleplerini aynen ve büyük bir gayretkeşlik içinde yerine getirmiş, buna sadece yoksullara yardım programı biçimindeki muhafazakâr soslu “yeni popülist” bir uygulamayı ilave etmiştir.
Kapitalizm 1929 Büyük Bunalımından bu yana en derin krizini yaşamaktadır.
Altıncı yılının içine giren küresel kapitalist krizin nedeni burjuva iktisatçılarının ileri sürdüğü gibi ABD’deki Merkez Bankası (Fed) başkanının ve burjuva iktisatçılarının öngörüsüzlüğü, politikacıların zamanında önlem almaması, büyük yatırım bankaları ve yatırım fonlarının aç gözlülüğü ve pervasızlığı ya da Yunanistan örneğinde olduğu gibi kamu çalışanlarının yüksek maaşları ya da sosyal kazanımları değildir. Krizlerde bireysel tutum ve davranışların, ekonomi politikalarının ve ideolojilerin hatta bazen de tesadüflerin ihmal edilemez rolü olsa da bunlar gerçeğin tamamını açıklayamazlar.
Olayları ve olguları, var oldukları tarihsel koşullar içinde ve mevcut ekonomik-toplumsal sistemin dinamikleri ve mücadeleleri ile açıklamak ve genel olarak toplum ve yaşama ilişkin, daha zengin, daha kapsayıcı ve açıklayıcı bir bakış açısı sunar. Toplumsal gelişimin doğru anlaşılmasını önleyen karartmaları ya da perdelemeleri de ortadan kaldırır ve olayları netleştirir. Bu bakış altında doğal ya da toplumsal olaylar derindeki ihtiyaçların bir sonucu olarak ortaya çıkarlar.
Böyle bir bilimsel bakış açısı, toplumun üretici güçlerini geliştirme konusundaki tarihsel rolünü tamamlamış, tüketmiş, sınırlarına ulaşmış ve artık gelişmenin önünde engel oluşturan bir niteliğe bürünmüş olan kapitalizmin çöküş ve depresyonla sonuçlanan çelişkilerini bilimsel olarak açıklayabilir. Bu yöntem aracılığıyla son kapitalist krizi çözümlemeye çalışıldığında krizin asıl nedeninin “insan davranışları” ya da “yanlış ekonomi politikaları” olmadığını, asıl nedenin genetiği defolu bir sistem olan kapitalizmin uzlaşmaz çatışmaları ve bunun üzerinden yükselen toplumsal mücadeleler olduğunu görmek mümkündür.
Bu durum şöyle açıklanabilir: 1970’li yılların başından bu yana üretim anarşisi ve yıkıcı rekabetten kaynaklanan aşırı birikim sorunu ve kâr oranlarının azalma eğilimine girmesi nedeniyle uzun süreli bir durgunluğa itilen ABD kapitalizmi, bölgesel savaşlar aracılığıyla bu durgunluktan çıkamamış ve bir çözüm olarak küreselleşme ve finansallaşmanın hızlandırılmasına yönelmiştir. Bu dönemde, aslında 1930’lardan beri olgunlaştırılan neo liberal burjuva ideolojisi arka plan olarak devreye sokularak, durgunluk ortadan kaldırılmaya ve sermaye birikiminin tatmin edici bir hızda büyümesi sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak durgunluğa karşı bir çözüm olarak getirilen finansallaşma durgunluğu ortadan kaldıramadığı gibi, 2008 krizinin tetikleyicisi olmuştur. İpotekli konut sektörü ile başlayan ve yüzeyde kendisini “borç-menkul kıymetlendirme krizi” olarak gösteren ve “Büyük Resesyon” olarak da adlandırılan bu kriz bugün artık küresel bir organik, kapitalist krize dönüşmüştür.
Öyle ki ABD kaynaklı bu kriz sadece üç hafta içinde Avrupa’ya yayılmış ve 2010 yılından bu yana da sadece iktisadi bir kriz olmakla kalmayıp, sosyal ve politik bir krize dönüşmüştür. Kriz sonrasında Avrupa’da bir yandan büyük özel bankaların borçları kapitalist devletler tarafından üstlenilirken, diğer yandan krizi aşmak için büyük çapta genişletici maliye ve para politikaları uygulanmıştır. Bu durum bütçe açıklarını % 10’lara ve akabinde de kamu borç stoklarını % 100’lerin üstüne fırlatmıştır. Buna bir de “kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasası” doğrultusunda Yunanistan, Portekiz, İspanya hatta İtalya’nın bile büyümesini Merkez ülke konumundaki başta Almanya olmak üzere Kuzey ülkelerinden gelen sıcak paraya bağlı olarak sürdürmesi ve bu yolun 2010 yılından itibaren tıkanması da eklenince, kriz içinden çıkılamaz bir hal almıştır. Toplumsal muhalefet hızla artarak, grevler, boykot ve direnişler ve sokak gösterileri Avrupa’da günlük yaşamın bir pratiğine dönüşmüştür.
Bu gelişmeler özellikle Avrupa’nın hemen her yerinde emekçilerin, işsizlerin, gençlerin ve üniversite öğrencilerinin kemer sıkmaya karşı sokaklara çıkmalarına, kitlesel protesto eylemlerine, genel grevlere, yürüyüşlere ve işyeri ve okul işgallerine yönelmelerine neden olarak iktisadi krizi “sosyal bir kriz”e dönüştürmüştür. Ayrıca Avrupa krizi kendilerine uluslararası sermaye çevrelerince “kestaneleri ateşten alma” görevi yüklenen İspanyol, Portekizli ve Yunan sosyal demokrat hükümetlerinin de devrilmesine yol açmıştır. Çünkü bu hükümetler ve onların reformist liderleri uyguladıkları kemer sıkma politikaları nedeniyle kendi halklarının gözünde itibar kaybetmiş, hatta Papandreou örneğinde görüldüğü gibi, artık işe yaramadıkları anlaşılınca iktidardan düşürülmüştür. Bu olgu da bir kez daha sosyal demokrat ya da reformist iktidarların ya da anlayışların normal zamanlardaki işlevi ile kriz zamanlarındaki işlevinin farklılaştığını ve kriz zamanlarında reformistlerin sistemi kurtarmak adına karşı reformları desteklemekten başka bir şey yapmadıklarını ortaya koymuştur.
Krizde son perde: Yükselen ekonomilerin hızlı inişi ve krizin azgelişmiş dünyaya yıkılması
2013 yılının ortalarında metropol ekonomilerin bazılarında açıklanan büyüme rakamları, yeni bir toparlanmanın işaretleri olarak, büyük bir iyimserlik ile yorumlandı. Ancak 2009 yılındaki “Yeşil Filizler” olarak da adlandırılan geçici toparlanma deneyimi ve bu yılın Temmuz- Eylül aylarında uluslararası örgütlerin açıkladığı beklenti raporları ve büyüme, istihdam /işsizlik ve dünya ticaretine ilişkin açıklanan veriler bu iyimserliğin abartılı ve çok erken bir değerlendirme olduğu kanısını güçlendirmektedir.
Yayınlanma tarihi itibariyle ilk rapor olan Dünya Bankası’nın Haziran 2013 tarihli “Küresel Ekonomik Görünüm Raporu” göreli olarak iyimser bir bakış açısı ile küresel ekonominin hassasiyetlerinin azaldığı bir döneme girildiğini ileri sürmektedir. Yüksek gelirli ülkelerin büyüme hızının bu yıl ortalama % 1,2’den 2105’e kadar % 2,3’e çıkacağının beklendiği bu rapora göre küresel ekonomik büyüme hala çok yavaş, Güney Avrupa ülkelerindeki toparlanma çok cılız ve azgelişmiş ülkelerde aşırı ısınma riskleri mevcut olsa da, Haziran 2012’den bu yana finansal piyasalardaki durum iyileşmeye başladı ve dünya ekonomisinde temel bir krizin çıkma ihtimali azaldı. Rapor, diğer taraftan önümüzdeki dönemde ABD’nin miktarsal kolaylaştırmadan vazgeçmesi olasılığının, düşük düzeyli meta fiyatlarının ve Asya ülkelerindeki aşırı değerli varlık fiyatlarının ve yüksek kaldıraç oranlarının (yüksek borçluluk) yeni riskleri oluşturduğunun da altını çizmektedir.
Dostları ilə paylaş: |