Bariş ve demokrasi partiSİ 2014 merkezi YÖnetim büTÇe yasa tasarisi muhalefet şerhi



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə7/19
tarix28.07.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#61441
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   19

Çözüm Süreci ve Gezi

Gezi Direnişi ile çözüm süreci birden fazla şekilde birbiri ile ilintilidir. Her şeyden önce Türkiye’de böylesi bir halk ayaklanmasının Kürdistan’da savaş ve çatışma sürerken gerçekleşmesinin imkansız olacağını belirtmek gerekir. Gezi ancak ve ancak Türkiye’nin en önemli gündemi ölüm kalım olmaktan çıktığında ve çatışma gerginliği nispeten aşıldığında gerçekleşebilirdi. Aksi takdirde ne Gezi’de yan yana duranların yan yana durması, ne de hakiki anlamda sivilleşmiş bir protesto alanının siyasal oluşumu mümkün olamazdı. İktidarların propagandaları nedeniyle tedirginlik, düşmanlık, şüphe, ayrımcılık ve militarizmle yaşamaya alışmış Türkiye halkları için çözüm süreci ilk kez “başka” bir sözün, hissiyatın, duyarlılığın ve önceliğin yeşerebileceği bir ortam yarattı. Tamamıyla savaşla ve çatışmayla kolonize ve terörize edilmiş bir gündeliğin yeni gündemlere açılmasına olanak tanıdı. Belki de tam da bu sebeple Gezi sürecine katılmış ya da bu sürece dair ilgi göstermiş tüm kesimler için barış fikri (ideolojik iknanın bugüne kadar başaramadığı ölçüde bir) aceleyle hegemonyalaştı.

Daha açık söylemek gerekirse, Gezi Direnişi’ne katılan ve destekleyenlerin çoğunluğunun AK Partili olmadığını söylemek gerekir. Bunların bir kısmı için çözüm süreci Ak Parti’nin Türkiye’yi “satan” siyaset dizgesinin yeni bir halkasından ibaretti. Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) başta olmak üzere bu kesimler Çözüm Sürecine sürekli olarak soğuk ve mesafeli yaklaşmıştı. Ancak Gezi bu aktörlere siyaset yapmanın ve Türkiye’de yerleşmiş ikilikleri, kemikleşmiş oy oranlarını aşabilecek söz ve eylem üretmenin ancak ve ancak “barış” sürdüğü sürece mümkün olabileceğini gösterdi. Çözüm süreci ve müzakerelerin içerik ve biçim olarak nasıl olması gerektiğine dair görüşler kişinin ait olduğu parti siyasetine göre farklılık gösteredursun, Türkiye halklarının çoğunluğu böylelikle kendi çıkarının barışta olduğunu anlamış oldu. KISACA GEZİ NESNEL ANLAMDA BARIŞIN TARAFI OLDU.

Gezi ve Çözüm Süreçlerinin Ortak Talepleri

Gezi direnişinin ilerleyen günlerinde BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, BDP İstanbul milletvekilleri Sabahat Tuncel ve Sırrı Süreyya Önder, Gezi direnişinin çözüm süreci ile olan ilgisini içerik açısından da ayrıntılandırdılar.

Hem Gezi Direnişi hem de çözüm sürecinde ortaya çıkan taleplerin başında devletin muhalefete uyguladığı baskıcı ve hukuksuz yöntemlerden vazgeçmesi geliyor. İkinci ve bunla bağlantılı olarak geçmişte devlet otoritelerince işlenmiş suçların ortaya çıkarılması, yargılanması, tazmin ve telafisi bulunmaktadır. Nitekim şu an İstanbul valiliği yapan Hüseyin Avni Mutlu 1990’larda Silopi’de kaymakamlık, Şırnak’ta vali yardımcılığı yaparken, onlarca zorla kaybedilme olayının gerçekleştiği kamuoyunca bilinip ifade edilmektedir. Mutlu Diyarbakır’da vali iken ise Ceylan Önkol isimli bir çocuk karakoldan atılan havan topu ile öldürüldü ancak, suçlular hakkında takipsizlik kararı verildi. Benzer bir biçimde Gezi Parkı’nda yaşanan cinayetlerde de devletin suçluları ortaya çıkarmak ve yargılamak konusunda gönülsüzlük gösterdiğini defalarca gözlemledik.

Gezi Direnişi ile çözüm sürecini ortaklaştıran bir başka konu, ikisinin de yerinden yönetime, katılımcı ve doğrudan demokrasiye yaptığı vurgudur. Gezi Direnişine kadar Kürtlerin demokratik özerklik talepleri öncelikli olarak tam bağımsızlık ve bölünme yolunda bir manevra olarak algılanıyorken, direnişle birlikte bu talebin sadece Kürdistan için değil tüm Türkiye için seçimden öte bir ihtiyaç olduğu ortaya çıktı. Kürtlerin bulundukları bölgelerde çoğunluk olmalarına rağmen merkezileşme ve demokrasinin genel seçime indirgenmesi sebebiyle kendi kaderleri hakkında hak sahibi olamamalarının trajedisi İstanbullular için empati kurulması gereken bir hal olmaktan çıkarak, gündelik yaşamın somutluğuna kavuştu. Son olarak Gezi Drienişi’ne katılanların büyük bir çoğunluğunu kadınların oluşturması da direnişi çözüm süreci ile bağlantılandırdı. Kürt Özgürlük Hareketi uzun yıllardır kendini ekolojik bir kadın hareketi olarak tanımlıyor ve günümüz küresele dünyasının temel çelişkisini cinsiyet ve ekoloji sorunları olarak görüyor. Gezi Direnişi bu anlamıyla da Kürt Özgürlük Hareketi’nin çözüm süreci perspektifi ile benzeşmektedir.



Halkların kardeşliği

Gezi Direnişi’nin barışı toplumsallaştırmaya yaptığı en büyük katkı ne çıkarların ne de taleplerin ortaklaşmasından geçiyor. Direnişin belki de en büyük başarısı çoğul ama ortak bir kimliği yaratması; duygudaşlığı sağlamasıdır. Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nda geçen devletsiz günlerde yukarıda da bahsettiğimiz gibi Kürtler ve Türkler farklı sembollerle aynı alanda bulundular. Bu birliktelik çoğu zaman kavgalı, sataşmalı, kimi zamansa halaylı ve kol kola geçti. Ancak devletsiz alanda insanlar birbirlerinin yüzlerine bakarak ve devletin ideolojik ve maddi otoritesini varsayma refleksleri örselenmiş olarak iletişime geçti. 30 yılı aşkın bir ayrılıktan sonra, iki tarafın da tanışığı (solcu) aracılarla bakan iki millet birbirinde ezilmişliğin ortaklığını gördü. Karşılıklı olarak dönüşme eğilimi daha da güçlendi.



Sonuç olarak…

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Gezi Direnişi’nin barışın toplumsallaşmasına ciddi katkıları bulundu. Öncelikle direniş sayesinde barış sürecinin Türkiye için bir ihtiyaç olduğu ve süreçten “çıkar” sağlayacak kesimlerin sadece Kürtler değil tüm Türkiye halkları olacağı, sivilleşmenin her alanda demokratik taleplerin gündeme gelmesini sağlayacağı kavrandı. Ayrıca Kürtlerin ve Türkiye’nin diğer halklarının talepleri ortaklaştı. Kürtlerin özgürlük mücadelelerinde ve çözüm sürecinde gündemde tuttukları konuların ayrıcalık kurma veya ayrılma yolunda talepler değil, tüm halkların kendilerini yeniden üretmek, özgür ve onurlu yaşamak için ihtiyaçları olduğu ortaya çıktı. Öte yandan şimdiye kadar konuşamadığımız ve “hassasiyetler” diyerek çeperlere ittiğimiz bir dolu fikir, duygu, hakikat kamusal alana üşüştü.

AKP barış sürecini Türkiye’ye bir emperyalist proje olarak pazarlıyor. Siyasi ölçekte Türkiye’nin Kürtlerle barışması Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada bir büyük güç olarak tesis edecek, ekonomik ölçekte Kürdistan’ı yatırıma ve elbette doğa yağmasına açacak, kültürel anlamda ise Türkiye’nin Osmanlıcı mozaik kimliğini garanti altına alacak. Kürt özgürlük hareketiyle de karşılıklı temas eden Gezi direnişi ve ortak perspektif kendi açsından süreçle başka bir tür barışa işaret ediyor: özgürlükçü bir barışı, halkların ihtiyaç olarak hissettiği ve tüm ezilenlerin evrensel mücadelesini yükseltecek bir barışı...

6-BAKANLIK BÜTÇELERİ VEYA SÜREKLİ ADALETSİZLİK ÜRETİMİ

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI BÜTÇESİ ÜZERİNE

2014 Bütçe tasarısı, AKP Hükümetinin bütçeyi oluştururken tercihini bir kez daha sermaye sınıfından yana yaptığını göstermektedir. Bütçe gelirlerinde en fazla pay sahibi olan emekçilerin ekonomik ve sosyal taleplerini karşılamak bir tarafa, 2014 bütçesinden halkın temel ihtiyaçlarına ayrılan paylarda herhangi bir somut artış söz konusu değildir.

2014 bütçesinin ilk dikkat çeken özelliği, kamu istihdamında belirgin bir daralmaya gidilmesidir. 2013 yılı içinde bugüne kadar 134 bin yeni kamu personeli alan hükümet, önümüzdeki yıl alacağı memur sayısını yaklaşık yarı yarıya azaltarak 74 bine düşürmeyi ve personel dışındaki kamu harcamalarında kısıntıya gitmeyi planlamaktadır. Kamuda esnek çalışma ve performans değerlendirme uygulamalarının yaygınlaşmasının bir sonucu olarak alınan bu kararın, 2014 yılında kamu emekçilerini angarya işlerde ve daha yoğun çalıştırmayı hedeflediği anlaşılmaktadır.

Hükümetin mal ve hizmet alım giderlerini 2014 yılı için sadece 1,9 oranında artırmış olması, kamu kurumlarının kamu hizmetlerinden “tasarruf” etmeye zorlanması anlamına gelmektedir. Belediyelerin personel giderlerinin, belediye bütçesinin yüzde 30’unu aşmaması uygulamasının, 2014 yılında tüm kamu kurumları için fiilen uygulanacağını göstermektedir.

2014 bütçe tasarısı, yıllardır benimsenen ve ağırlıklı olarak ücretli emekçileri ezen vergi rejimini sürdürmeyi hedeflemektedir. Geniş halk kesimleri özellikle dolaylı vergilerin ağır yükü altında ezilirken, gelir vergisi ve Özel Tüketim Vergisi gelirlerinin arttırılacak olması, 2014 yılında da geniş halk kesimleri ağır vergi yükü altına girecektir. Söz konusu vergi rejiminin en temel özelliği, vergi ve zamlar altında sürekli ezilen işçi ve emekçilerin kanını emen bir “vampir” haline gelmiş olmasıdır.

Bakanlık Bütçe Kalemleri:

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesi 2011 yılında 35 milyar TL iken, 2014 yılı için öngörülen bütçe payı 32 milyar 725.545. milyon TL’dir. Çalışma yaşamında yaşanan onca sorun ve hak ihlallerine rağmen Çalışma bakanlığı bütçesinin ihtiyacı karşılayacak düzeyde artmadığı açıktır. Bu bütçe, Hükümetin çalışma yaşamına, işçi ve emekçilere, yaşamını alın teriyle geçirenlere hiç kıymet vermediğinin açık göstergesidir.

Çalışma Bakanlığının 2013 bütçe ödeneklerine baktığımızda 32 milyar 725.545. milyon TL’lik Bakanlık bütçesinin yüzde 99’unun (32 milyar 417 milyon 994.bin TL) cari transferlere ayrılması dikkat çekmektedir. Cari transferlerin tamamına yakınını Sosyal Güvenlik ve Sosyal Yardım Hizmetleri oluşturulduğu dikkate alındığında, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, “çalışma” kısmının, bakanlığın 2013 bütçesi içinde kayda değer bir payı olduğunu söylemek mümkün değildir.

Bakanlık bütçesinin yüzde 99’u cari transferlere ayrılırken geride kalan yüzde 1’lik pay içinde personel giderleri 134. milyon 462 bin TL; Sosyal Güvenlik devlet pirimi giderleri 17 milyon 498bin TL; Mal ve hizmet alım giderleri 34 milyon 119 bin TL; sermaye gideri 29 milyon 500 bin TL Sermaye transferi ise 91 milyon 742 bin TL olarak belirlenmiştir.

Çalışma Bakanlığı bütçesinde son yıllarda yaşanan belirgin azalmanın en somut sonucu denetimsizliğin artması ve kayıt dışı istihdamın yaygınlaşması olarak kendisini göstermektedir. Özellikle son yıllarda bakanlık bütçesinden işyeri denetimlerine yeterince pay ayrılmaması nedeniyle çok sayıda işçinin iş cinayetlerine kurban gittiği bilinmektedir. İşçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin yasal düzenlemeler yapılmasına karşın, bu alanda denetimlerin sağlıklı yapılmaması nedeniyle önümüzdeki dönemde yeni iş cinayetlerinin yaşanması kaçınılmaz görünmektedir.

İŞÇİ SAĞLIĞI VE İŞ GÜVENLİĞİ

Fabrikalarda, atölyelerde, inşaatlarda, madenlerde, tarlalarda… Kısacası her yerde işçi cinayetleri sürüyor. Son 10 yılda 10 bin 723 işçinin öldüğü Türkiye’de her yıl ortalama bin 72 işçi hayatını kaybediyor. 

Sermaye ve devlet işçilerin sağlıklı ve güvenli çalışma koşullarını hiçe saymaktadır. Ülkemizde ekonomik kalkınma ve büyüme söylemlerini AKP iktidarı dilinden düşmüyor. Ancak ekonomi işçilerin güvencesiz koşullarda çalıştırılması üzerinden yükseliyor. Güvencesizliğin en çıplak görüntüsü ise işçi ölümlerinin her geçen yıl artarak devam etmesidir. SGK verilerine göre 2008’de 865, 2009’da 1171, 2010’da 1444, 2011’de 1563,  2012 yılında 867 işçi hayatını kaybetti.  İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisinin aylık raporlarına göre, 2013 yılının ilk on ayında 1017 işçi yaşamını yitirmiştir. Gerçek rakamları bilemiyoruz, çünkü Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre 25 milyonu aşkın çalışanın sadece 11 milyonu sigortalı. Sigortalıların geçirdiği iş kazalarının birçoğu da kayıtlara yansımıyor.

Meslek hastalıkları ile ilgili bir çalışma ise mevcut değildir. SGK her yıl 400-500 civarı işçinin meslek hastalığına yakalandığını belirtirken bazı yıllar meslek hastalığı kaynaklı hiç ölüm olmadığı açıklanıyor. Oysa kot kumlama işçilerini, diş teknisyenlerini, mesleki asbest ölümlerini vb. hepimiz biliyoruz…Kot kumlama işçilerinden slikosis hastası olanlardan her gün biri yaşamını yitiriyor. Diş teknisyenlerinde slikozis kaynaklı 4 ölüm var ancak, SGK verilerinde bu durum kayıtlı değildir.

Türkiye genelinde sadece üç adet Meslek Hastalığı Hastanesi bulunmaktadır. 1 milyon 820 bin işyerinin ve 30 milyona yakın işçinin bulunduğu Türkiye’de 3 meslek hastalıkları hastanesi, Bakanlığın, Hükümetin işçiyi meslek hastalıklarına ve iş kazalarına karşı koruma amacını taşımadığını göstermektedir.

Çalışma Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de 1milyon 500 bin özel iş yeri, 320 bin civarında kamu işyeri, bulunmaktadır. Çalışma Bakanının beyanlarına göre, 25.5 milyon istihdam var, ancak bunun sadece 18.5 milyonu sigortalı kayıtlı çalışırken, 6.7 milyon kişi ise kayıt dışı olarak ev temizlik işlerinde, çocuk, hasta, yaşlı bakımın hizmetlerinde, tarım, inşaat vb. işlerinde kayıt dışı çalışmaktadır. Bu işçilerin işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmadığı gibi, meslek hastalıklarına karşı da korunmasız durumdadır.



Sosyal Güvenlik Sisteminde Açık Artıyor!

“Sosyal güvenlik sisteminde açıklar var” denilerek yapılan SSGSS düzenlemesinin üzerinden henüz 4 yıl geçmiş olmasına rağmen yeni düzenlemeler gündeme getirilmektedir. Dünyanın her yerinde sosyal güvenlik sistemi ne kadar çok açık verirse o kadar “sosyal devlet”, açık vermezse veya az açık verirse o kadar “kapitalist devlet” sayılmaktadır.

Türkiye’ye bu açıdan bakıldığında bir sosyal devlet olmaktan çok, her yönüyle kapitalist bir devletle karşı karşıya kaldığımız görülmektedir. Türkiye’nin sosyal güvenlik açığı, 2014 yılı bütçe beklentisine göre yıllık sadece ve sadece 21.6 milyar lira. Bu rakam da milli geliri yüzde 1’inden biraz fazla.

Avrupa Birliği ülkeleri ortalamasında sosyal güvenlik açıkları ulusal gelirin yüzde 16’sı kadardır. İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerde ise bu oran ulusal gelirin yüzde 19u’na kadar çıkıyor.

Sosyal güvenlik sistemindeki açığı azaltmanın iki yolu var. Birincisi gelirleri artırmak, yani işverenlerden daha çok prim almak, ikincisi de giderleri kısmak, yani emekli aylıklarını azaltmak, emekliliği bekleyenleri de ötelemek.

AKP Hükümeti devamlı yaptığı yasa değişiklikleriyle giderlerden emekliye ve hak sahiplerine ödenenleri azaltmaya çalışırken, sağlık sistemini piyasalaştırarak sermayeye para aktarmayı ihmal etmiyor.

Bir taraftan sosyal güvenlik sisteminde açık var deyip, diğer taraftan yapılan yasal değişiklikler ve teşvik uygulamalarıyla işverenlerin ödediği primlerden yüzde 25 oranında indirim yapmak ne anlama geliyor?

İşçiye, emekçiye gelince “Açık var, emekli maaşını azaltacağız” diyen Hükümet, sıra patronlara kaynak aktarmaya gelince, “Açık var ama senden daha az prim alacağız” diyor.

Hükümetin bir taraftan sosyal güvenlik açıklarını gündeme getirirken, diğer taraftan Bireysel Emeklilik Sistemini teşvik için primin %20sini hazineden ödemesi, patronlara “İşçi başına 100 lira prim ödeme, 75 lira öde” demesine söylenecek tek söz: “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu!”

Özel hastaneleri SGK’lılara açanlar, 2008 yılında vatandaştan yüzde 30 oranlı katkı payı aldırmaya başladılar. 2010’da ise bu oran yüzde 90’a çıkarılmış, şimdi ise yüzde 200 olmuştur.



Vatandaşın cebinden özel hastaneye verilen fark parası sadece 5 yıl içinde yüzde 700 artmıştır.

Bununla da yetinmeyen Hükümet; 2014 yılından itibaren göz, diş tedavilerinde sınırlama getirerek, elini yine halkın cebine uzatmayı planlamaktadır.. SGK tarafından karşılanan bazı ilaçlar da liste dışına çıkarılarak halka kendi cebinde karşıla denilecektir. Hükümetin 2014 yılı programına göre, “sağlıkta sıkılaştırma tedbirleri” yürürlüğe konulması hedeflenmektedir.

Sosyal Güvenlik Kurumu, Maliye Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı ve Hazine Müsteşarlığı kapsamlı bir çalışmayla tıpkı araba kaskoları gibi sadece beli hastalıkların kapsam içinde olduğu “sağlıkta temel teminat paketi” oluşturulacaktır. Temel teminat paketi kapsamı dışında kalan hizmetlerde ise özel tamamlayıcı sağlık sigortaları devreye girecektir. Geniş halk kesimlerinin SGK’lı olması yetmeyecek, bir de özel sağlık sigortasından para verip sağlık paketi satın almak zorunda bırakılacaktır.

TAŞERONLAŞMA

Çalışma Bakanlığı’nın öncelikli gündemi olması gereken çalışma yaşamına ilişkin sorunların geçmişte olduğu gibi, 2014 yılında da gündem olmayacağını 2014 bütçesine bakarak görmek mümkündür. 2002 yılında 387 bin olan taşeron işçi sayısı, 2014 yılında 2 milyonu aşmış durumdadır. Taşeron işçi sayısındaki dikkat çekici artışın en önemli sebebi, hizmet alım yönteminin doğrudan istihdam sağlamaya göre çok daha ucuza gelmesidir. Bu sebeple, Meclis dahil birçok kamu kurumu, ulaştırma, güvenlik, temizlik, arşiv, bilgisayar hizmetleri gibi birçok hizmeti taşeron firmalar aracılığıyla yürütmektedir.

Birçok kamu kurumunda daha önce memurların yaptığı işler artık taşeron firmaların elemanları eliyle yürütülmektedir. İçinde Çalışma Bakanlığı’nın da bulunduğu bütün bakanlıklar ve belediyeler de hizmet alımına yoğun ilgi gösteren kurumlar arasındadır. Kamu, “daha ucuza geldiği için” hizmet alımı yöntemiyle taşeron işçi çalıştırma yoluna gitmektedir. Özellikle hastanelerde geçmiş yıllarda memurlar tarafından yapılan evrak kaydı ve sekreterlik gibi birçok hizmeti taşeron firmalarının elemanları sunmaya başlamıştır. 2002 yılında Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde çalışan taşeron işçi sayısı sadece 11 bin iken, bugün bu rakamın 160 bini bulmuş olması, çalışma yaşamının nasıl bir bütün olarak taşeronlaştırıldığının en somut ifadesidir.

Taşeron firmalar, daha çok kâr elde edebilmek için örneğin 10 işçi ile yapılması gereken işi 7 işçi ile yapmaktadır. İşçiler 8 saatten fazla çalıştırılmakta, çoğu zaman haftalık izin kullandırılmamakta, ücretleri düzenli verilmemekte, devletten alacağını hemen alan firmalar, işçilere geç ödeme yapmaktadır. Tazminata hak kazanmasın diye 11 aylık olan işçi, işten çıkmış gibi gösterilip bir iki gün sonra tekrar işe alınmış gibi gösterilmektedir. Bu yöntemle 10 yıl boyunca aynı taşeron firmada çalışan işçinin bile tek kuruş kıdem tazminatı birikmemektedir. Mesai sınırlaması olmaksızın çalıştırılan bu işçiler, fazla mesai durumunda mesai ücreti alamamaktadır. Yıllarca çalışmalarına rağmen ücretleri hep asgari ücret düzeyinde kalan taşeron işçilerin sorunlarının çözülmesi için adım atması gereken merci Çalışma Bakanlığı olmasına karşın, bugüne kadar taşeron işçilerin sorunlarını çözmek adına somut adımlar atılmamış olması dikkat çekicidir.

Çalışma Bakanlığı, taşeron işçilerin sorunlarını çözmek bir yana, asıl işlerde de taşeron çalıştırmanın önünü açarak, çalışma yaşamını bir bütün olarak taşeronlaştırmayı hedeflemektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2014 bütçesi, hükümetin çalışma hayatına verdiği önemi bütün boyutlarıyla göstermekte, işçi sınıfı ve emekçiler bir kez daha kendi kaderi ile baş başa bırakılmaktadır.

İSTİHDAM

Türkiye’de istihdamın korunması, geliştirilmesi ve işsizliğin önlenmesi faaliyetlerine yardımcı olmak ve işsizlik sigortası hizmetlerini yürütmek üzere İŞKUR kurulmuştur. Ancak gerek iş bulma, gerekse işsizlik sigortası fonundan işsizlere sağlanan hizmetler son derece yetersizdir. Fon yönetiminin çoğunluğunun siyasi iktidarın etkisindeki kamu görevlilerinden oluştuğu için özerk değildir. Diğer taraftan yasada yapılan değişikliklerle idare tarafından fon kuruluş amacı dışında kullanılmaktadır.

Çalışabilir nüfusun %10’nu işsizdir; tarım dışı işsizlik oranı %14 iken, gençlerde işsizlik oranı %25’e kadar çıkmaktadır. Çalışabilir nüfusun iş gücüne katılma oranı %48.2’dir. Sektörlere göre istihdam oranları Ocak 2012 verilerine göre, tarımda, %23.1, hizmetlerde 50.9, sanayide %20, inşaat ise %6.1’dir. Kayıt dışı istihdam ise %40’lar civarındadır.

Bu veriler göstermektedir ki, çalışabilir nüfusun çoğunluğu çalışma hayatı dışındadır. Önemli bir bölümü de kayıt dışı çalışmaktadır. Gerek çalışabilir nüfusun işgücüne katılması gerek se kayıt dışı çalışmanın önlenmesi bakımından, çalışabilir nüfus ile çalışanlar ve işsizler, özel/kamu, işçi/memur, geçici, sözleşmeli, mevsimlik vb. şeklinde İŞKUR tarafından kayıt altına alınması ve düzenli olarak takip edilmesi gerekir.



Ulusal istihdam stratejisi (2012-2013) belgesinde yer alan aşağıdaki tespitler, Hükümetin yürüteceği istihdam politikalarının gerekçelerini ve vehametini ortaya koyması bakımından önemlidir.

  • İşgücü piyasasının katılıkları ve ücret dışı işgücü maliyetlerinin yüksekliği, ekonomik büyümenin istihdam yaratması önündeki engellerdir. (Ulusal İstihdam Stratejisi(2012-2023),Şubat 2012,syf 8)



  • İstihdam yaratan bir büyüme için işverenlerin ve çalışanların rollerinin yeniden tanımlanmasına ve esnek çalışma modellerinin aktif olarak hayata geçirilmesine zemin oluşturacak yasal düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.



  • İşin korunmasını ve aynı işte kalabilme güvencesini ifade eden “iş güvencesi” yerine, istihdamın korunmasını ve tek bir işverene bağlı olmadan çalışmanın sürdürülmesini ifade eden “istihdam güvencesi” önem kazanmıştır.(Ulusal İstihdam Stratejisi(2012-2023),Şubat 2012,syf 19)



  • Bu tespitlerin anlamı; bütün işçilerin ücretlerini ve çalışma koşullarını kayıt dışı ve taşeron işçilerinin düzeyine indirerek birbirine benzetmektir.

Hükümet, özel istihdam bürolarına, geçici iş ilişkisi kurma yetkisi vermeyi hedeflemektedir. Böylelikle, İŞKUR devreden çıkacak, kamu görevi olan istihdam, şirketlere devredilecek, 18. yüzyılın köle pazarları kurulmuş olacaktır. Özel İstihdam bürolarının amacı;

  • İşçilerin iş bulmasını değil, patronlar için köle bulmayı kolaylaştırmak,

  • Çağdaş insan ticareti pazarları’ kurmak,

  • Güvencesiz istihdamı yaygınlaştırmak,

  • İşçileri ağır, sağlıksız, kötü çalışma koşulları ve düşük ücrete mahkum etmek,

  • Sendikal örgütlenmeyi yok etmektir.

ÇALIŞMA SÜRELERİ

Türkiye’de yasal çalışma süresi haftalık işçilerde 45, memurlarda 40 saat olmasına rağmen; özellikle özel işyerlerinde fiili çalışma süresi 55 ile 59 saat arasında değişmekte, istihdamın yaklaşık 4’te 1’inden fazlası 60 saatin üzerinde çalışmaktadır. TÜİK verilerine göre, 1 milyon 225 bin işçi 72 saatten fazla çalışmaktadır. 2 milyon 985 bin kişi 60-71 saat arasında, 2 milyon 659 bin işçi ise ortalama 50-59 saat çalışmaktadır.



Çalışma sürelerinin uzaması ve esnekleşmesi ile ölümlü iş kazalarındaki artış arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Yine, uzun sürelerle çalışma, meslek hastalığı riskini de tetiklemektedir.



OECD’nin, çevre, ekonomi ve sosyal alanlara ilişkin istatistiklerin yer aldığı “Factbook 2013” başlıklı çalışmasına göre; çalışanlar Türkiye’de, Almanya’dan yılda 464, Fransa’dan 401, İngiltere’den 252, İspanya’dan 187, Japonya’dan 149, İtalya’dan 103 saat fazla çalışmaktadır.

Ortalama Çalışma Süreleri

OECD Ortalaması 42,5 saat

AB Ortalaması 41,8 saat

Türkiye Ortalaması 52,9 saat



Günlük ve haftalık çalışma saatlerinin çok uzun olması, istihdamı doğrudan etkilemektedir. Sorun gerçekten istihdam yaratmak, emekçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş kazalarının azaltılması ise, öncelikle yasal çalışma sürelerine uyulmasını sağlamakla başlamak gerekir. İkinci olarak, çalışma sürelerinin düşürülmesini öngörmek gerekir.





ÇOCUK EMEĞİ SÖMÜRÜSÜ ARTIYOR

2006 TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 06-17 yaş grubundaki çocuk sayısı 16 milyon 264 bindir. Bunların % 5,9’u (958 bin kişi) çalışmaktadır. Türkiye genelinde 6-17 yaş grubunda çalışan çocukların % 47,7’si kentsel, % 52,4’ü kırsal yerlerde yaşamaktadır. Çocuk işçilerin % 66’sını erkek, % 34’ünü kız çocukları oluşturmakta ve % 68,5’i öğrenimine devam etmemektedir. Çalışan çocukların çoğuna maaş veya yevmiye dahi verilmemektedir.

Sözü edilen rakamlar bile başlı başına dehşet vericidir. Fakat daha da kötü olanı, gerçek rakamların araştırmada geçen rakamlardan daha yüksek olmasıdır. Çocuk işçilerin birçoğu tezgahtarlık, işportacılık, ayakkabı boyacılığı, çöp-kağıt toplayıcılığı, inşaat vb. işlerde ve sanayi sitelerinde çalıştırılmaktadır. Denetimsizlik nedeniyle gerçek rakamların verili rakamların çok üzerinde olduğu başka bir gerçektir. Yakın bir tarihte, Adana’da çalıştığı plastik fabrikasında pres makinesinin arasına sıkışarak can veren 13 yaşındaki Ahmet Yıldız’ın, işvereni tarafından hastane kayıtlarına trafik kazası olarak geçirilmesi, gizlenen iş cinayetlerinin ve kaçak çocuk işçiliğinin boyutlarını göstermektedir.

Türkiye’nin imzaladığı Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1. Maddesine göre, 18 yaşından küçük herkes çocuk olarak tanımlanmaktadır. Aynı Sözleşmenin 32. maddesinde ise “Taraf devletler, çocuğun ekonomik sömürüye ve her türlü tehlikeli işte ya da eğitimine zarar verecek ya da sağlığı veya bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaksal ya da toplumsal gelişmesi için zararlı olabilecek nitelikte çalıştırılmasına karşı korunma hakkını kabul eder.” denilmektedir.

Buna rağmen, Türkiye’de İş Yasası’nın 71. maddesinde çalışma yaşı 15 olarak belirlenmiş olup, 15 yaşın altındaki çocukların çalıştırılması yasaktır. Ancak aynı yasada 14 yaşındaki çocukların çalıştırılabileceklerinden söz edilmektedir. İş yasasına bağlı olmayan işyerlerinde geçerli olan Umumi Hıfzıssıhha Yasası ise, çalışma yaşını 12 olarak belirlemiştir. Buna göre, ülkemizde çocukların çalışma yaşı 12’ye kadar inmektedir. AKP Hükümetinin 2012-2013 öğretim yılında uygulamaya koyduğu 4+4+4 kademeli eğitim sistemiyle birlikte 9-10 yaşında ilköğretimi tamamlayan çocukların emek sömürüsüyle karşı karşıya kalacaktır. Sokaklarda mendil, kalem satan, ayakkabı boyayan 5-6 yaşındaki çocuklar da, çocuk işçiliğin vahim boyutunu ortaya koymaktadır.

Çocuk emeği sömürüsünün önlenmesi ve tehlikelerden korunması bir yana, AKP Hükümeti, çıraklık yasası, çıraklık eğitimi, çırak öğrenci uygulamaları ile çocuk işçiliğini yasal güvenceye alırken, 16 yaşından küçük çocukların tehlikeli işlerde çalıştırılması yasağını kaldırma çabası içindedir.



Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin