1960-80 dönemi; iç tüketime yönelik sanayileşme dönemi olduğu için sanayi yatırımlarının gerektirdiği petrol, elektrik ve enerji ihtiyacı açışından bölgenin net sömürüye uğratıldığı bir dönemdir. Bu kaynaklar çok büyük değerlerde olmalarına rağmen bölgede istihdam ve diğer bağlantılar açısından ciddi katkısı olmayan yatırımlardır. Petrol üretimi olarak örneğin Keban barajı ülke enerjisinin ilk kurulduğunda %15 ini üretirken çalışan sayısı 60 kişiyi geçmemektedir. Petrol sahaları için de benzer bir durum söz konusudur. 1966-1970 arası Türkiye’de kullanılan petrolün %50 si bölgeden üretilmiştir. 1963-1980 arası 17 yılda bu oran %30 olarak gerçekleşmiştir. Petrol fiyatına bağlı olarak yıllık ham 1- 1.2 milyar doları asan bir üretim yapılırken, bölgeden elde edilen bu sanayi girdisi bölgeye ciddi bir istihdam getirmeden, çıkarılıp bölgeye yönelik yapısal gelişme politikalarında ve yatırımlarda değerlendirilmemiştir. Emek gücü sömürüsü ve tarımsal eşitsiz değişim göz önüne alındığında, veriler bu dönemde bölgenin bağımlılık ve sömürüsünün had safhada olduğu ve bu dönemde bölgede gerçekleştirilebilecek gelişme stratejilerini bölgenin kaderini belirgin bir bicimde değiştirebileceği görülür. Türkiye’nin toplam tarım ve sanayi ihracatı 1970’ler boyunca yılda 2 milyar dolar olduğu düşünülürse, ham olarak 1 milyar dolarlık petrol (piyasa satış fiyatı ve ekonomiye katkısının büyüklüğü çok daha fazladır) üretiminin ne anlama geldiği ortaya çıkar. Bu rakam o dönemki ekonomi açışından çok büyük bir rakamdır. Türkiye döviz açığının kapatılmasında “isçi dövizleri” önemli bir etken olarak sunulurken, Türkiye iktisat tarihi kitapları bölgenin bu kaynaklarının daha büyük döviz katkısından bahsetmezler. Kürt halkı kabul edilmeyince, coğrafya da Türkiye ekonomisine hizmet edecek doğal bir kaynak olarak kabul edilir, bölge insanına dönmeyen yerel bağlantıları olmayan yatırımlar Türkiye için hayati önemde olmasına rağmen kitaplara girmez.
1980-2000 arası, Türkiye sermayesinin dışa açık büyüme ya da üretken sermayenin uluslararasılaşması ve dış satım politikaları dönemidir. Bu süreçte 1988-2000 arası bölge petrolleri üretimi tekrar yüksek seviyelere çıkar, yeni barajlar ve termik santraller devreye girer (Atatürk, Karakaya, Afşin –Elbistan, Kıralkızı) ve ihracatın gerektirdiği ucuz iş gücü ve enerji açışından bölge yine Türk sermayesinin ihtiyaçlarına koşulur. 1995 yılında Türkiye’de elektrik üretim kapasitesi 20 bin MW iken bölgede yaklaşık 7000 MW üretim kapasitesi bulunmaktadır ve oranlarsak %35 gibi çok yüksek bir değerdir. Türkiye ekonomisinin yine çok önemli bir kaynağı olarak kullanılmaya devam eder. Zorunlu göç, köy yakmalar ile birlikte dış satımın gerektirdiği ucuz emek ihtiyacı ve tekstil patlamasının temel gücü bölgeden giden işgücüdür. Tarımsal desteklemelerin azaltılması ve bölgedeki yem fabrikası, süt fabrikaları, çimento fabrikalarının özelleştirilmeleri emeğin ve tarım ürünlerinin değer kaybını ve bölgedeki istihdam olanaklarını sınırlar. GAP yatırımları 2005 yılına gelindiğinde bile sulama değil enerji yatırımları olarak gerçekleştirilmiştir. 2005 yılında bile enerji yatırımlarının gerçekleştirilme oranı %75 iken sulama yatırımlarının %15 olduğu görülür. Bu anlamda GAP zaten yapılan yatırımı fazlasıyla enerji olarak ödeyecek ve bölgeye yapılan yatırım harcamaları yanında çok daha fazla kaynağı bölgeden götürecektir. Bu dönem çeşitli çalışmalarda gösterildiği gibi bölgedeki Kürt hareketinin etkisi ile devletin bölgeye yönelik sosyal harcamalarında artış görüldüğü bir dönemdir. Bu harcamaların bölgesel eşitsizlikleri aşacak kalıcı sonuçlara ve gelişmelere yol açacak değil, eşitsizliği sürdürecek ve bölgenin gelişen sermayenin tüketim alanı olarak da yer almasına yol açacaktır. Dönem ayrıca Türkiye çapındaki ihracat politikalarının bir adımı, parçası olarak Tarım ve Hayvancılığın ciddi zarar gördüğü bir dönemdir.
2000-2013 arası dönem: Türkiye ekonomisinin temel sorunlarından biri cari açık haline gelir. Küresel kırılganlıklar ve krizler döneminde dış ticaret açığı ekonominin gücünü ve yatırım çekme kapasitesini sınırladığı için sermaye açışından önemsenmektedir. Hızla bitirilen yeni barajlar ve termik santraller bu donemde devreye girerken ( Birecik, Berke, Batman, ...) artan ve kimi yıllar 100 doların çok üstünde seyreden petrol fiyatları bölgede yıllık 2.5 milyon ton olan üretimin önemini arttırır. Kamusal yatırım yapmaktan tamamen çekilen hükümetin, özelleştirmelere hız kazandırdığı, arazi temelli rantı vergilendiremediği, teşvik politikalarının ise gerekli etkiyi yapamadığı görülür. Cari açık sorunu ve yükselen petrol fiyatları ile bir kez daha bölge kaynakları sermaye açışından kritik kaynaklar haline gelirken, Türkiye ekonomisinin kritik ihtiyaçları bölgenin eşitsiz konumu üzerinden karşılanır. Bölgeye gelen devlet harcamaları yatırıma dönüşmese de bölgeyi Pazar olarak gören sermayedarlar için bir avantajdır. 2002-2007 arası %5 ten fazla ortalamayla büyüyen ekonomi bölgeye yönelik sosyal harcama ve üretken olmayan yatırımların arttığı bir donemdir ancak bölgeye yönelik teşvikler ucuz işgücünü işlevlendirmeye yönelik neoliberal rekabetçi politikaların uzantısı olarak gerçekleştirilmeye çalışılır. Verilen ciddi teşvikler sermaye adına eşitsizlik yaratırken bölgeye ciddi bir katkı yapmaz.
TEMEL TABLO:
-
Türkiye’de toplam petrol üretimi 40 yılda: Net 100 milyar dolar
-
Bölgede Petrol Üretimi: 2.5 milyon ton / yıl, piyasa değeri 4.5 milyar dolar, net katkı 2.5 milyar dolar.
Bölgede elektrik üretimi:
Kurulu Güç: 10000 MegaWat (MW), Türkiye Kurulu gücünün %19 u, maliyeti en düşük enerji bölgeden üretiliyor. Rusların yapacağı nükleer santral kwh başına 12.5 cent, bölgede elektrik maliyeti 1-2 cent.
Bölgenin:
Yıllık: 30.000 GwH(Gigavatt saat), kullanımı 15.000 GwH, Net 15000 GwH, net katkı 2 milyar dolar
Bölgenin enerji katkısı yılda 4.5-5 milyar dolar. Bu miktarın bölgede yapılan yatırım harcamalarına göre çok daha fazla olduğu görülüyor. Bu üretimin bölge işgücüne katkısı oldukça az. En büyük barajlarda 3 vardiya 50-60 kişi çalışır. Madenleri de katmak gerekir.
Bölgenin enerji katkısı böyle iken devletin zaten kendi yatırımını geri döndüren enerji ve madencilik dışındaki yatırımları 2012 yılında 1 milyar dolar civarında. Demek ki enerji katkısının çok az bir kısmı bölgeye yatırım olarak donuyor.
Bölgeye yapılan yıllık net vergi transferi: 30 milyar TL, %30 güvenlik harcaması, geriye kalıyor NET: 20 milyar TL / yıl. Bölgenin enerji katkısını çıkarsak bile en az 10-12 milyar TL net bütçe geliri var. Bu rakam her şeyin üzerinde, tabi temelde personel gideri (bunun yarısından çoğu) ve yüksek memurlar bu gelirin önemli kısmını alıyor ama sonuçta bölgeye gelen net bütçe harcaması bu, bölgenin enerji katkısını çıkarsak bile açık ara fazla, bunların tabi çoğu cari harcamalar, yatırım değil.
Bölgeye yapılan net yatırım harcaması bölgenin enerji katkısının net olarak altında. Demek ki bölge üretkenliğini uzun vadede arttıracak bir devlet politikası yok
Bu durumda öne çıkartılabilecekler:
-
Bölge Türkiye sermayesinin pazarı konumunda burada bir sömürü var, bağımlılık ilişkisi var, eşitsizlik var. Yani bölgeye gelen para batı şirketlerine kar olarak dönüyor.
-
Bölge şirketleri Türkiye ortalamasının altında maaş veriyor burada ikinci bir sömürü var.
-
Tarımsal ürün üreticilerinin zaten prodüktivite (üretkenlik) sorunları nedeniyle diğer sektörlere kaynak aktarımı var.
-
Bölgeden giden işgücü ve tarım isçileri doğrudan bati illerinde sömürülüyor.
-
Bölgede faaliyet gösteren çoğu şirketin merkezi İstanbul’da, mesela Limak’ın 4 çimento fabrikası İstanbul’da vergi ödüyor. Rafineriler, özel elektrik santralleri vesaire hepsi başka bölgelerde vergi ödüyor. Ayrıca bazı tüketim vergileri bölgesel toplanmıyor. Dolayısıyla bölge vergi gelirlerinin azlığı Türkiye’deki pek çok bölge gibi İstanbul, Ankara gibi şehirlerde ödenen vergilerin bir kısmının aslında buradaki üretim ve satıştan kaynaklanmasından.
-
Bölgeye yapılan sosyal harcamalarda ve yatırımlarda artış Kürt Hareketinin etkisiyle oldu.
-
Bölgeye verilen teşvikler işe yaramıyor, doğrudan halkın katıldığı kooperatifler ve belediyelerin üstlenebileceği kamusal yatırımlar öne çıkarılabilir. Bölgedeki küçük işletmelerin üretkenliklerini ve bölgesel geri bağlantılarını arttıracak uygulamalar ile tarım ve hayvancılık yatırımları gündeme getirilebilir.
GAP
Bugüne kadar GAP için yapılan harcamalar 32 milyar lirayı aştı. Toplam hedeflenenler 40 küsur milyar liraya mal olacak. Master planının yüzde 80 nakdi gerçekleşmesi tamamlandı. Fiziki gerçekleşmeye bakınca, enerjide yüzde 75'lik, sulamada yüzde 17'lik bir gerçekleşme söz konusu. GAP kendi maliyetini zaten enerji ile fazlasıyla çıkaracak. Devletin net bir yatırımı yok. Batıya kaynak transferi var.
AKP rejimi barış konusunda samimi ise yeni bir bütçe kanunu ile Güneydoğu illerine merkezi bütçeden ve diğer örtülü fonlardan harcanan kaynakları, bu illerin sivil kullanımı için illerin belediye bütçelerine aktarılmasına ön ayak olur. İktidar, GAP sulama yatırımları için İşsizlik Fonu’nu tırtıklamaktan da vazgeçmeli. İşsizlerin parasıyla oluşturulan Fon’dan, GAP için 4 yılda 12 milyar TL’ye yakın para kullanıldı. Bir taraftan Kürt illeri sömürülürken, diğer yandan emekçinin parası bu sömürüde araç olarak kullanıldı. Katmerli bir sömürü. Asker-polis harcamasını azaltamayanlar, işsizin parasını hortumlamakta beis görmediler. ASKER-POLIS harcaması yatırıma yönlendirilmeli.
Gerçek asker polis harcamaları, bütçede gösterilenin çok üstünde. Bunun farkında olarak, bütçenin görünen harcama kalemlerine bakıldığında bile Güneydoğu illerine, ayrılmış gösterilen (örtülü olmayan) kaynakların bile yüzde 30’undan fazlasını asker-polis harcaması oluşturuyor. Bu oran bazı illerde çok daha yüksek. Örneğin Tunceli’de il bütçesinin yüzde 60’ı, Hakkari’de yüzde 56’sı, Şırnak’ta yüzde 46’sı, Siirt’te yüzde 37,5’u. En yüksek bütçeli Diyarbakır’da bile yüzde 30’u…
5-TEMEL SİYASAL GELİŞMELER VE HÜKÜMETİN TUTUMU
“Çözüm Süreci”
Türkiye’de Kürt sorunu 2013 Ocak ayından itibaren yepyeni bir aşamaya geçti. 2009’da Oslo’da Kürdistan İşçi Partisi (PKK) üst düzey yöneticileri ve Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) arasında süren barış görüşmelerinin kesintiye uğramasıyla birlikte, Türkiye’de PKK ve ordu arasında 30 yılı aşkın bir zamandır süren düşük yoğunluklu savaş yeniden alevlenmişti.
2011 yılı Aralık ayında Roboski’de kaçaktan dönen 34 çocuk ve gencin İnsansız Hava Uçakları ile tespit edilip bombalanması ve konuyla ilgili hiç bir askeri ve sivil otoritenin hesap vermemesi üzerine ipler iyice gerilmiş, Türk halkının bu ölümlere tepkisizliği ise Kürtlerin sadece devlete değil Türk vatandaşlara dair de tüm umutlarını yitirmesine sebep olmuştu.
İki tarafın da büyük kayıplar verdiği 2012 yazının ardından Ekim ile Kasım aylarında 10bini bulmuş Kürt siyasi tutsak Kürt Halk Önderi Abdullah ÖCALAN üzerindeki tecritin kaldırılması ve barış görüşmelerinin tekrar başlaması talebiyle açlık grevine girince, Türkiye ve Kürdistan’ın dört bir yanında halk isyanları başlamış, bunlar yoğun gaz bombalamaları ve polis baskısıyla kontrol altına alınmaya çalışılmıştı. Açlık Grevleri İmralı adasında iki yıldır tecritte tutulan ve avukatları ile dahi görüşmesine izin verilmeyen Kürt Halk Önderi ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ın telkini ile sona erdi.
Ocak ayında ise MİT’in İmralı’da barış görüşmelerine başladığı duyuldu. Görüşmeler yine Ocak ayında Paris’te üç Kürt kadın siyasetçinin şaibeli bir biçimde suikaste uğramasına rağmen devam etti. Kürtlerin her yıl kutladıkları bahar ve direniş bayramı Newroz’da Diyarbakır/Amed’de 2 milyona yakın kişinin katıldığı mitingde, Abdullah Öcalan’la görüşmüş Barış ve Demokrasi Partisi milletvekilleri Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın “bahar” mesajını okudu. Öcalan mesajda gerillayı ateşkese ve Kürdistan Federal Bölgesi’nde bulunan Kandil dağlarına çekilmeye davet ediyor, tüm ezilenlere ise silahsız bir mücadelenin başlangıcını müjdeliyordu. O günden Gezi Direnişine kadar geçen süre zarfında ve 30 yıl sonra ilk kez Türkiye’de barış yeniyor, barış içiliyor, barış konuşuluyordu.
İmralı’ da Kürt Halk Önderi ve PKK lideri Abdullah ÖCALAN ile devlet yetkililerinin başlatmış oldukları çözüm ve barış görüşmeleri aşamalı olarak hayata geçirilecek ve süreç yasal bir zemine oturtulurken PKK gerillaları da Türkiye Kürdistan’ ının sınırlarının dışına çekilecekti. Bu iki durumun eş zamanlı olması beklenirken, PKK güçlerini sınırın dışına çekmeye başladı. Bunu takiben hükümet kanadından bu geri çekilmeleri ve süreci yasal garantiye alıcı bir çalışma gerçekleşmeyince PKK, gerillalarının sınır dışına çekilmesini durdurduğunu açıkladı.
Sürecin derin bir müzakereye dönüşmesine yönelik olarak hükümet kanadından herhangi bir adım atılmamışken, barış yaklaşımının stratejik olduğu ve bunu hükümete rağmen sürdürme iradesini ve kararlılığını Kürt Halk Önderi ve PKK Lideri Abdullah ÖCALAN yaptığı açıklamalarla kamuoyuna defalarca deklere etti. Bunu takiben hükümetin atması gereken adımları, toplumsal bir barışı kurup derinleştirmenin yol yöntem ve esaslarını da sürekli olarak devlet yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde sundu. Ancak bütün bunlara rağmen hükümet, adım atmaya niyetli olmadığını, oyalama sürecini devreye koyduğunu sonraki pratiklerinde de ortaya koydu.
Hükümetin türkiye kamuoyuna vadettiği demokratikleşme paketi de uzun bir oyalamadan sonra açıklandı. Ancak paketten demokrasi değil, adeta halklar ve inançlarla alay eden bir takım düzenlemeler çıktı.
Kürt halkının en temel taleplerinden biri olan anadilde eğitim sadece özel okullarda serbest bırakıldı. Büyük bir çoğunluğu yoksul olan Kürt halkına “dilini parayla öğren” demenin diğer bir adı olan bu düzenleme AKP iktidarının özel kurslarda Kürtçe öğretilmesini düzenlemesinden bugüne bir değişim ve gelişim yaşamadığını bir kez daha göstermiş oldu.
Alevilerin tarihsel sorun ve taleplerine yanıt vermek bir yana sürekli hakaret edildi, kültür ve inanç asimilasyonu hız kesmedi. Açıklanan pakette Alevilerin sorunlarının çözümüne dair bir takım beklentiler de hüsranla sonuçlandı. Paketten çıkan, Nevşehir üniversitesinin adının hacı Bektaş-ı veli olarak değiştirilmesi düzenlemesi ise 3. Köprünün adının yavuz sultan selim olmasına alevi ve demokrat kesimlerin karşı çıkmasını dengeleyecek bir yol-yöntem olarak devreye konuldu. Oysa adı alevi katliamlarıyla anılan bir padişahın adı ile hoş görü sembolü olan başka bir tarihsel ve inançsal kişiliğin adlarını bu şekilde eşitlemeye çalışan hükümet bu yolla Alevilere bir kez daha hakaret etmeyi ihmal etmedi.
Yıllarca türbanın kamusal alanda kullanılması için mücadele yürüten türkiye demokratlarının, kadınların, gençlerin, inanan inanmayan her kesimin talebi karşılanmış gibi gösterildi. Ancak AKP nin yaklaşık 12 yıllık iktidarında bu sorunu sürüncemede bıraktığı türban düzenlenmesini ise sadece, AKP’nin sarsılsan itibarını takviye etmek için muhafazakâr kesime yönelik bir reklam aracı olarak kullanıldığı kamuoyunun büyük bir çoğunluğunun malumudur.
Yıllarca BDP ve geleneğinin yasal olmamasına karşın uygulamaktan imtina etmediği eş başkanlık sistemi de pakete eklenmişti. Ancak AKP’ nin Eş Başkanlıktan anladığı kadın erkek eşitliğini baz alan bir perspektif olmadığı kısa yapılan açıklamalarla anlaşıldı.
Bu pakette en olumlu bir düzenleme olarak görülebilecek en belirgin madde okullarda okutulan andımızın kaldırılmasıydı. Ancak bu bile artık uygulanmaktan vazgeçilmeye başlanmış, kimsenin rağbet göstermediği bir düzenlemeydi. AKP’ nin paket ile kadük kalmış yasaların değiştirme girişimini demokratikleşme olarak sunması bir nevi siyasal istismar olarak tarihteki yerini almıştır.
Hükümetin bütün bu olumsuz tutumlarına karşı Türkiye halkları iktidarlara rağmen özgürlük ve demokrasi talebini en yüksek perdeden haykırarak halkların ortak geleceğini inşa etme kararlılığını da bu süreçte gösterebilmiştir.
Gezi Parkı Direnişi
AKP iktidar, toplumun büyük bir kesimini karşısına alıp geri kalanına da dezenformasyon ve manipülasyon uygulayarak iktidarını sürdürme telaşındadır.
31 Mayıs 2012 tarihinde başlayan Gezi Parkı direnişi Türkiye’ nin batısında toplumsal muhalefet etmenin hem içeriksel hem de araçsal olarak zirve noktasını temsil etmektedir. Gerek bu direnişi ortaya çıkaran tarihsel ve güncel dinamikler, gerekse de direniş sırasında ve sonrasında AKP hükümetinin ortaya koyduğu demokratik bilinç ve tutumdan uzak, otoriter ve baskıcı yaklaşım AKP iktidarını hem yapısal olarak, hem de ittifak ettiği toplumsal ve küresel dinamikler açısından irdelemeyi gerekli kılmaktadır.
Gezi Parkı Direnişi’ni Türkiye’de son yıllarda AKP iktidarına karşı gelişen muhalefetten ve bu muhalefetin iktidar tarafından baskı ile sönümlendirilme çabasından ayrı ele almak mümkün değildir.
Türkiye’de özellikle son iki yıldır bir çok farklı toplumsal kesimin ayakta ve hareketli olduğunu belirtmek gerekir. Geçen kış boyunca metropollerin tamamında öğrenciler süregelen iktidar pratiklerinden kaynaklı rahatsızlıklarını her defasında dile getirirken, ODTÜ ayaklanmasının deneyimi ve izleri henüz sürüyordu.
Suriye meselesi ile ilgili olarak devletten ve iktidardan açıkça şikayet eden, Cem Evleri konusunda talepleri yerine bir türlü gelmeyen Aleviler, 3. Köprünün isminin Yavuz Sultan Selim olmasını kendilerine yapılmış açık bir tehdit olarak algılamışlardı ve bu haklı algı bugün halen sürmektedir.
Başbakan’ın hemen her fırsatta karıştığı, nesneleştirdiği kadınlar öfkeliydi, örgütlüydü. LGBT bireyleri park eylemlerinden bir hafta önce meclis içinde gene iktidar tarafından açıkça aşağılanmıştı. Hem kadınlara hem LGBT bireylerine karşı devletin ön ayak olduğu şiddet artmaktaydı.
Bunun yanı sıra Kürtlerle hareket eden demokrat ve devrimci kesimler de uzun zamandır hareketliydi, Roboski’den beridir Kürtler ve Türk devrimciler arasındaki ilişki eskisinden de fazla derinleşerek gelişmiş ve yeni dönemde barış sürecinin toplumsallaşması adına toplantılar, tartışmalar ve konferanslar yayılarak Türkiye’ nin her tarafından devam etmişti.
İstanbul AKP iktidarınca yağmalandı.
İstanbul, bir çok kereler belirtildiği gibi AKP iktidarı tarafından yeniden fethediliyordu. Emek Sineması, Havaalanı, Üçüncü köprü, Haydarpaşa Garı derken bildiğimiz, İstanbul’u İstanbul yapan herzeye elimizden yitip gidiyor, kentsel dönüşüm herkesi yerinden ediyordu. Şehir baştan başa temize çekiliyor, günahlarından arındırılıyor, hafızasından koparılıyordu. Üstelik AKP artık 2023’den de ileriye gitmiş 2071’den bahsetmeye başlamıştı. Kimse geleceğinin tek bir ihtimale indirgenmesine tahammül edemez. İşe Gezi Parkı direnişi böyle bir bağlamda büyük bir enerji ve öfke ile patlak verdi. Kapanmış bir geleceği, yeni ihtimallere açmak için.
Elbette bütün bunlara açlık grevleri, 1 Mayıs ile öğrenci eylemleri ve hatta futbol maçları ile gittikçe daha fazla şehrin parçası haline gelmiş olan polis şiddetine tepkinin de direnişin oluşmasında oynadığı rolünü de eklemek gerek.
Özetle, Gezi Parkı Direnişi’nin tek bir sebebi yok, tek başına AKP’ye karşı olduğu da söylenemez, Gezi Parkı direnişi uzun zamandan beri farklı yerlerde irili ufaklı örgütlenen, direnen kesimlerin birlikte hareketlenmelerinin, diğer kesimlere de huzursuzluklarını ifade edecek bir imkan ve vizyon sağlaması ile mümkün oldu. Bu direnişin hem Gezi Parkı ile ilgili hem de iktidardan kaynaklı diğer sorunlardan kaynaklandığını ifade etmek gerekir.
Bütün bu toplumsal kesimleri ve hükümete karşı almış oldukları demokratik ve meşru muhalefet tavrını göz önüne aldığımızda AKP’ nin bu kesimlere karşı giriştiği her türlü alt etme tavrı, hükümetin bu ülkenin yurttaşlarına karşı algı dünyasını ortaya çıkarırken, burjuva demokrasisi boyutunda ki bir hükümet etme meşruluğunda dahi büyük gedikler açmıştır.
Gezi direnişi, AKP ile temsil edilen neoliberal gericiliğe karşıdır.
Türkiye’de son on yılda gerçekleşen büyük neoliberal dönüşüm, halkın çok da fazla tepkisini çekmedi. Ne sağlıkta dönüşüm, ne eğitim sisteminin değişimi, ne özelleştirmeler, ne de kentsel dönüşüm doğrudan muhatapları dışında bir direniş örgütleyemedi. Ancak bütün bunların hızla ve topyekün gerçekleşmesinin toplumsal alanda, ahlaki ve estetik boyutlarda yarattığı tahribat Gezi Parkı direnişi ile birlikte ortaya çıktı. Kamusal alanların tamamının insansızlaştırılması, insanların sitelere kapatılarak birbirleri ile ilişkilerinin sterilleşmesi, özelleşmiş okullar, hastaneler, sokakta polis ve sitede özel güvenlik eliyle toplumsal sınıfların ve kesimlerin iletişiminin engellenmesi, topluma çeşitli mazeretlerle sürekli düşmanlık aşılanması, iş yerlerinin işçi sınıfları söz konusu olduğunda atölyeleşmesi, üst sınıflar söz konusu olduğunda plazalaşması ancak her iki durumda da mekan ve zaman örgütlenmeleri ile sömürünün arttırılması; tüm bunlar insanları yalnızlaştırmış, yabancılaştırmıştı. Şunu diyebiliriz ki Gezi Parkı’nın ve Taksim Meydanı’nın “devletsiz alanında” insanlar herşeyden önce birbirleri ile hasret giderdi. Büyük bir yabancılaşma zincirini kırdı. AKP nin gezi direnişine saldırısı aynı zaman da bu büyük diriliş ve farkına varışa karşı gerçekleştirilmiştir.
Öte yandan, bir kaç yıldır, önce Kürt göçmenlerin şehirleri mesken tutmasıyla, sonra ise Kürtler, solcular ve insan hakları aktivistlerinin eylemliliğinin şehrin diğer “sakinlerine” sıçramasıyla kanıksanmış mevzisini yani Kürdistan’ı aşarak Taksim ve çevresinde de doğallaşan polis şiddeti ve devlet terörü meselesi vardı.
Nitekim Gezi Ayaklanmaları sırasında ve sonrasında mülakat yapılanların birçoğu, 30-31 Mayıs günlerinde alana çıkmalarının sebebini orantısız şiddet kullanılmasına tepki olarak belirtmişlerdir. Üstelik bu şiddet sadece fiziksel değildi. Türkiye’de çok çeşitli kesimler uzun zamandan beri hükümetin dışlamalarını, “had” bildirmelerini, hiçe saymalarını şiddet olarak yaşıyordu. Türkiye’de marjinalleştirme, kendine benzemeyeni “akıl dışılaştırma”, makullükten topyekün uzak tarifleme, kriminalize etme, bastırma, kamusal alandan atma; bunların tamamı Cumhuriyet’in kuruluşundan beri iktidarların kullandığı taktiklerdi. Ama Başbakan bu taktikleri yeni bir aşamaya taşımış oldu: AKP iktidarında kendini görmeyen, görmek istemeyen, AKP ile kimliksel ilişkiye girmeyen, hemhal olmayan “nankörleri” (son zamanlarda twitter’da #neyinizeksik sorgusuna maruz bırakılanları), yani Türkiye’nin diğer yüzde ellisini topyekün marjinalleştirilmeyi iş edinmişti. Kürtler, kadınlar, Aleviler ve laikler her daim süpheli, her daim “sapkındılar.” AKP lileşmiş medya, meclis, yargı, hastane, üniversite ve iş dünyasında insanlar belki illa yaşam alışkanlıkları açısından değil ama, siyasi görüş açısından sürekli töhmet altındaydı ve bu durum bugün halen devam ediyor.
Ayrıca gene belirtmek gerekir ki Kürt özgürlük mücadelesinin de Türkler üzerinde kimi sonuçları olmuştur. Egemen medyaya sızan haberler, görüntüler, hisler ve isyanlar bir yandan; bir yandan sosyal medayada paylaşılanlar, sosyal medya da kurulan arkadaşlıklar Türkiye kamu hayatını belirleyen ikiliklerin kısmen de olsa aşılmasını sağlamıştır. Nitekim Gezi Parkı’nda ve meydanda insanların en fazla direndiği konu bu ikiliklerin içine hapsedilmekti. Meydanda kimse bildiğimiz şekliyle Türk, laik ya da dindar değildi. Park direnişinin ardından yapılan sosyolojik araştırmalar da gösteriyor ki bir çok kişinin parkta herhangi bir siyasi temsiliyete karşı çıkışı, apolitik olmasından değil, temsiliyetin kategorilerine hapsolma korkusundan kaynaklanıyordu.
Tüm bunlar söz konusu olduğunda AKP’nin cumartesi pazar mitinglerine “milli irade” ismini vermesi, alanda bulunanları millet olarak tanımlaması ve parktakilerin kendini halk olarak ifade etmesinin de rastlantı olmadığının altını çizmek gerekir.
Toplumu kendi iç tarihsel dinamiklerine göre sınıflandıran, muhafazakarlığın kodlarını kullanarak kendi makbul vatandaşını işaret edip bunun üzerinden “dini bütün” resmi yurttaşlar üreten, bütün bunlar da yetmiyormuş gibi kendi makbul yurttaşını, “nankör ve marjinal” olarak kodladığı halk kesimlerinin üzerine yürütmekle tehdit eden AKP aklı, Türkiye’ nin yüzyıla yaklaşan tarihinin temel çelişkilerinin de açıkça ortaya çıkmasına vesile oldu.
Akp’nin yarattığı muhafazakar neoliberal Türkiye’nin belki de en önemli özelliği kamusal alanları ve bu alanlarda yaşanabilecek beklenmedik halk birlikteliklerini yok etmesi. Sosyal politikalarının tamamının muhatabını aile olarak kuran, “halk” kategorisini silerek “aile” kategorisi ile ikame ettiren AKP’nin kurduğu düzende devlet ve birey arasındaki tek toplumsal yapı aile olarak hayal ediliyor. Devlet ve millet hiç olmadığı kadar üst üste bindirilmiş durumda. Yaşamın tüm alanları hane, vatan ve mülkten ibaret sayılmaktadır.
Oysa halk radikal bir siyasi tahayyüldür. Halk eyler, hatırlar, isyan eder, hesap sorar, talep eder, ve hayal kurar. Mülke, vatana ve haneye sığmaz. Bu anlamıyla millete karşıt bir siyasi icra biçimidir halk olmak. Ondandır ki Gezi isyanı herkeste Kürtler’den, Ermeniler’den, Lazlar’dan sonra belki Türk’lerin de halklaşabileceği üzerine bir umut doğurmuştur.
Gezi Parkı Direnişine yaklaşım barış sürecine de yaklaşımın göstergesi olmuştur.
Gezi Parkı Direnişi barışı toplumsallaştırmaya büyük katkı sağlamıştır. Bu direnişle birlikte uzun yıllar sonra Türklerle Kürtler arasında bazı duygudaşlıklar yakalanmıştır. Bunun da ötesinde Türkiye halklarının Kürt mücadelesiyle olan ilişkisi bir “empati” meselesinden çıkarak bir talep, biçim ve içerik ortaklaşmasına doğru evrilme imkanını yakalamıştır.
AKP nin “egemen olma” refleksi ve bilinciyle müdahalesi aynı zamanda halkların bu tarihi buluşmasını da engellemeye dönük olmuştur.
İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre Gezi eylemleri boyunca, 81 kentin 80’inde toplam 4 bin 725 eylem yapılmış ve 3 milyon 545 bin kişi aktif olarak katılım göstermiştir. Ancak Haziran eylemlerine katılım gösteren kitlenin Bakanlığın açıkladığı rakamdan daha büyük olduğu bilinmektedir. Ellerinde tencere tavalarla veya ışık yakıp söndürerek ve evlerinin bulunduğu sokaklara inerek Gezi Eylemlerine destek verenler bakanlığın değerlendirmesi kapsamına girmemiştir.
Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı rapora göre tazyikli su gibi, göz yaşartıcı gaz da Gezi Parkı eylemlerinin başladığı ilk günlerden itibaren barışçıl göstericilere yönelik olarak defalarca kullanılmıştır. Hükümet eylemlerin ilk 20 günü boyunca bir yıllık stok olan 130,000 gaz kapsülünün tamamını kullanmıştır. “İhtiyaç hasıl olduğundan” 13 Ağustos günü 400,000 gaz kapsülü siparişi verildiği haberleri yayımlanmıştır. Daha önceki yıllık tedarik oranının ise 150,000 kapsül ile sınırlı olduğu belirtilmiştir. Gezi Parkı eylemleri ardında ağır yaralar da bıraktı. Türk Tabipler Birliği 15 Temmuz günü yaptığı açıklamada 10 Temmuz itibariyle gösterilerde 8,000’den fazla kişinin yaralandı.
Türkiye halklarının tarihi buluşmasını engellemeye çalışan iktidarın halklara karşı açtığı savaşın faturası ağır olmuş, ABDULLAH CÖMET, ETHEM SARISÜLÜK, ALİ İSMAİL KORKMAZ, MEHMET AYVALITAŞ ve AHMET ATAKAN adlı gençler hükümete bağlı polis güçlerince öldürüldü.
Dostları ilə paylaş: |